soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Haziran 2025-

 

Cumhuriyet ve sosyalizm: Yarım kalan bir vaat için yürümek -İskender Özturanlı-

Okuyan’ın analizleri, solun son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da.

Cumhuriyet ülkemizde öyle kuvvetli bir birikim üretti ki, ancak yitirmeye başladığımızda kadri kıymeti yeniden bilinmeye başlandı.

Bugün bir netice olarak AKP iktidarında cisimleşen çok haşin darbelerle neredeyse zirveye varan bu süreç, bizde olduğu gibi birçok ülkede de, siyasal iktidarların parti ve görüş fark etmeksizin büyük sermaye ve teknisyenler ilişkisi içinde, cici örüntülerle kurulmuş liberal demokrasilerin müesses siyasal nizamının içinde yok oldu, gitti.

Günümüzün dünyasında, halkına olan hesabı vermekten çok, sermayeye ve küresel emperyalizme esir olan bir “şirketler devleti” ve “borç devleti” modeli hüküm sürmekte. Kamusal hayatın bir eşitlik idealiyle birlikte topyekûn kaybolduğu, cumhuriyetçiliğin yani cumhuriyet kavramının yittiği, solun da artık bir alternatif haline gelmediğine inanılan dönemler bunlar. Liberal demokrasi, sahte çok kültürlülüğü, sivil aksiyonları ve kurumsal hukuksal çeşitliliğiyle bugün eşitlik idealini çoktan ıskat etti. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi cumhuriyetçiliğin temel kavramları teşebbüs hürriyeti, finansal genleşme, tüketim özgürlüğünün soğuk sularında eridi gitti.

Cumhuriyet bugün, bizde sanıldığı gibi monarşiye karşı sadece kağıt üstüne bir eşit yurttaş olma hali, yurttaşların hukuksal güvenceleriyle yaşadığı bir hoşgörü ve ilerleme ortamından ibaret değildir. Saltanata karşı bir hukuksal ilerici düzen vaadidir ama bu düzende, kamusal ve etkin denetim, oligarşi karşıtı ve farklı katmanlardan oluşan bir halk tasavvuru, ücretsiz, laik bir kamusal eğitim öngörüsüdür de.

Cumhuriyet elbette özünde ütopik de olsa bir eşitlik ve özgürlük vaadidir. Birçok ülkede Cumhuriyetçiliğin burjuva karakter taşıması ve hatta kimilerinde burjuva devrimleriyle iç içe geçmesi, onun tarihte solla iç içe gelişmediği anlamına gelmez. Sosyalistlerin, Komünistlerin Cumhuriyetçiliğin doğuşunda ve doğasında olmaları ve hikâyenin en başından beri etkin siyasal aktörler olarak yer almaları, Marx’ın cumhuriyetçiliğinden tutun da ülkemizin milli mücadelesinde ve sonrasında (kurtuluş ve kuruluşta yani) komünistlerin ileride tasfiye edilecek olsalar da bütün mücadelenin içinde, önünde ve omurgasında olmaları inkar edilemez gerçekliklerdir.

Jean Jaurès’nin yıllar öncesinin büyük Cumhuriyet ve Sosyalizm tartışmalarında dediği gibi: “Sosyalizm cumhuriyetçilikte saklıdır ve onun doğal bir sonucudur, Cumhuriyet … sosyalizmin siyasi formudur, bir şekilde onu çoktan kapsamıştır” (Selman Sac, Jean Jaurès, Cumhuriyetçi Sosyalizmin İmkanı). Hatta Jaurès’nin daha da ileri giderek, cumhuriyetin sosyalizm olmadan boş bir vaat olacağını ve gericilerin kolay bir avı haline geleceğini de söylediğini ekleyelim.
Bugün ülkemizde yaşanan tamamen budur, Cumhuriyet kamusal, devletçi, eşitlikçi-halkçı, bağımsızlıkçı özünü kaybettiği için sermaye ve gericiliğin ikili kıskacıyla boğulmaktadır. AKP iktidarı bunun doruk noktası olmuştur o kadar. Üstelik, post-modern demokrasi çığırtkanları ve neoliberal çoğulculuk teorisyenleri tarafından ideolojik olarak mahkum edilmiş, dayanıksız ve korunaksız kalmıştır.

Üstelik gelişip büyüyen sermayenin kurduğu çatı düzeninde her şeyin piyasalaşması, sivil, liberal ve kimlikçi bir solun kültürel hegemonyası, darbelerle hırpalanan yorgun bir sol düşünce ve eylem pratiği, düzen partilerinin ve müesses siyasal nizam ya da düzen siyaseti tarafından kamusal alanın boşaltılmasına neden olmuştur.

Bu tam da “Res publica”nın “aralarında aile bağı ya da yakın bağlar olmayan insanlar arasındaki birliktelik ve karşılıklı taahhüt bağlarını temsil eden”, yani “arkadaşlık ya da aile bağlarından çok bir kitleye, bir halka, bir politik uygulamaya ilişkin bağ” (R. Sennett) olduğu gerçeğinin tersyüz edilmesine neden olmuştur. Neoliberal sermayenin yarattığı büyük eşitsizliklerin bir sonucu olarak, erdemli ve eşit yurttaşlık ilişkilerinin kurulduğu kamusal alanda doğan büyük anaforda, bir yer değiştirme ile tarikat ve cemaat gericiliğinin payanda haline geldiği bir anti laik piyasa düzenin anahtarı ögesi oluştu. Bu asla gözden kaçmamalı.

Bu durumda, elbette ki elimizde bir Cumhuriyet kalmamıştır ya da kalmışsa bile bu artık “kimsesizlerin kimsesi olan” bir cumhuriyet değildir. Ya da, zamanında Atatürk’ün tanımladığı gibi artık adı Cumhuriyet olan bu idarenin “fazileti ahlakiyeye müstenit bir idare” olmadığı, “faziletli ve namuskâr insanlar yetiştiremediği”, içeriği yok olmuş bir cumhuriyettir.

Oysa ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsü, bu toprakların binlerce yıldır üzerindeki ağır perdenin kaldırıldığı bir hakikat mücadelesidir. Hem Osmanlı dönemindeki saltanat ve hilafetin halksız yönetimlerine, hem emperyalizmin örtülü ve açık örtülü işgallerine, iç savaşlara ve isyanlara, büyük kayıplara, yokluğa, yoksulluğa, gericiliğe karşı bir halk hareketinin temsili demokrasisi ve devlet yönetimi anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet bir yandan tamamlanmamış bir proje olmasına karşın, muazzam bir miras ve sınırsız bir devinim, devrim ve ilerleme gücüdür, kamusal bir kalkınmanın, bağımsızlıkçı bir politikanın, modern ve aydınlanmış bir eğitim hamlesinin de adıdır.

Bugün bu devinim iktidardan ve devlet yönetiminden hayli uzağa düşmüş durumda. Dahası bugün ülkeyi yönetenlerin için de, “terörsüz Türkiye” adı altındaki yeni düzenlemelerdeki muhatapları için de, Cumhuriyetin aşılması gereken bir 100 yıllık hikaye olarak görüldüğü ve yakında yapılması düşünülen yeni Anayasa tartışmalarında, Cumhuriyetle bugüne dek kısmen ertelenen bir nihai hesaplaşma olacağı mukadder görünüyor.

Tam da bu noktada Cumhuriyet’i kuran parti dahil olmak üzere, sol kesimlere de yerleşmiş bulunan mahcup Cumhuriyet savunusunu derinden değiştirecek önemde bir kitap yayınlandı. Cumhuriyet ve Komünistler adıyla yayımlanan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan ile Kırmızı Kedi Yayınevi’nin kurucusu Haluk Hepkon’un yaptğı bu söyleşi kitaba dikkat çekmek istiyorum. Okuyan burada Türkiye’deki sol geçmişinin bütün geleneksel referanslarına atıfta bulunan hayli cesur, sindirilmiş bir Cumhuriyet savunusu yapıyor: Bu savunun ilkesel dayanakları kritik önemde. “…Partimiz daha kurulur kurulmaz bağımsızlık mücadelesine katıldı ve cumhuriyetten yana taraf oldu” diyor Okuyan, “Riyakârlık, takiyye yaparak değil, ideolojimiz, ilkelerimiz gereği. Sonradan göre Cumhuriyetçi değiliz”.

Okuyan’ın analizleri, 12 Eylül darbesindeki ağır travmanın etkisiyle, solun giderek devlet karşıtlığına, sermayeye ve sermayeci sivil topluma, kimlik politikalarına yaslanan son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da: “Türkiye’de solun geleceği, 1923’ün referanslarıyla örülür demiyorum ama bu topraklardaki ilerici çizgiye, geçmiş birikime sırt dönerek devrimcilik yapamazsın. Nasıl seveceksin bu ülkeyi şimdi?”

Yazımın girişinde belirttiğim gibi ülkemizdeki ağır gerici baskının, aydınlanma krizinin nasıl aşılacağı meselesine bir kez daha dönmek istiyorum. Aydınlanma değerlerinden kamuculuğa, bağımsızlıktan halkçılığa her türlü Cumhuriyet değerinin yerle yeksan edildiği, yarım kalmış, kadük bırakılmış bir program olan Cumhuriyetin bu krizi aşması, halkın bu birikimi sürece dahil edebilecek arzuda bir siyaset üretmesiyle mümkündür.

Ülkedeki cumhuriyetçi birikime soldan, TKP’den gelen bu destek, katkı ve ittifak çağrısı çok kritik önemdedir, dikkate alınmalı ve tartışılmalıdır.

Solu olmayan bir Cumhuriyetçilik nasıl kadük kalmaya mahkûm ise, Cumhuriyetçiliğe dayanmayan bir solun da genişleyici ve kapsayıcı bir gelecek kurma iddiası zora girer.

Bu çetin meselenin aşılması adına Okuyan’ın önerilerini son derece değerli buluyorum ve yazımı kitabın belki de en önemli bölümündeki temel çağrıyı bütünüyle aktarmak istiyorum:

“Bütün bunlar niye geldi başımıza? Neden artık Türkiye’de bağımsızlık bir pozisyon değil, varılması gereken bir hedef haline geldi? Neden NATO üyesi oldu? Laiklik niçin ayaklar altına alındı? Bunlara bakalım ve bunların sınıfsal kaynakları konusunda yeni bir pencere açalım. Komünist olmanızı istemiyoruz. Böyle bir zorunluluk yok ama Türkiye’deki sınıfsal meseleyi görmeden bu sorunlara çözüm bulamayacaksınız. Yani Türkiye niye bağımsızlığını kaybetti buna yanıt bulamasınız. Laiklik neden bu hale geldi buna yanıt bulmazsınız. 

Nasıl adlandırmaya devam edersiniz, önemli değil. Biz sosyalist ekonomi deriz sen devletçi ekonomi dersin. Biz aydınlanma mücadelesi deriz sen laiklik dersin. Biz bağımsızlık deriz sen Atatürk milliyetçiliği dersin. 

Önemli olan buradaki bu temel meselelerde birbirimizi anlamak, yakınlaşmak ve ortak bir yürüyüş. Bu ortak yürüyüşün sosyalizmi içermemesi, ona düşman olması artık mümkün değil. Türkiye’de bundan sonra enerjiden tarıma her konuda bir sorunu gerçekten çözeceksen, özel sektörün ilgasını hedefleyeceksin. Devletçi bir ekonomiye ihtiyacımız var. Bu gözüküyor ve bunu görmek için komünist olmaya gerek yok.”

                                                                  /././

Akdeniz'de 5,8 büyüklüğünde deprem: 14 yaşındaki çocuk yaşamını yitirdi

Muğla'nın Marmaris ilçesine 10,43 kilometre uzaklıktaki 5,8 büyüklüğündeki depremde, Fethiye ilçesinde yaşayan ve panik atak geçirerek hastaneye kaldırılan 14 yaşındaki çocuk yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/akdenizde-58-buyuklugunde-deprem-14-yasindaki-cocuk-yasamini-yitirdi-398763)

                                                                           ***
Deprem, travma ve sınıf: 'Uzamış yas bozukluğu bir toplumsal krizdir'-Mert Yamaç-

6 Şubat depreminin ardından uzamış yas bozukluğu yaşayanların oranı çarpıcı biçimde arttı. Bu artışı ortaya koyan araştırmanın yazarlarından Dr. Çiğdem Fulya Dönmez ile yasın toplumsal boyutunu, ruh sağlığının sınıfsal eşitsizliklerle ilişkisini ve gerçek bir iyileşmenin nasıl mümkün olabileceğini konuştuk.

Yakın zamanda BMJ Open dergisinde yayınlanan 6 Şubat 2023 depremi sonrasında yaşanan yas süreci ve uzamış yas bozukluğu prevalansı üzerine yapılan çalışmanın* yazarlarından Dr. Çiğdem Fulya Dönmez ile yas, afet sonrası ruh sağlığı ve uzamış yas bozukluğunun sınıfsal boyutları üzerine konuştuk.

İstanbul Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliği alanında doktora eğitimini tamamlayan Dönmez, yaklaşık 12 yıldır yas ve yaşam sonu sürecinin psikososyal boyutlarına odaklanan çalışmalar yürütüyor. Üç yıl boyunca İskoçya'da Glasgow Üniversitesi Yas, Yaşam Sonu ve Palyatif Bakım Araştırmaları Grubu’nda araştırmacı olarak görev yaptı ve hâlen Glasgow Üniversitesi’nde onursal araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor. Aynı zamanda Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesinde doktor öğretim üyesi olarak çalışıyor.

Makaleniz depremin ardından yaşanan yasın, özellikle de kronik hastalığı olan bireylerde "uzamış yas bozukluğuna" dönüşme riskinin yüksek olduğunu gösteriyor. Öncelikle uzamış yas bozukluğu ve beraberinde getirdiği riskler nelerdir?

Uzamış yas bozukluğu, bireylerin yakınlarının ölümü sonrasında yaşadıkları uzun süreli ve işlevselliği bozan yas tepkileriyle karakterize bir hastalıktır. Elbette ki ölümün ardından verilen yas tepkisi olağan olmakla birlikte yas ile ilişkili yaşanan yoğun duygusal acı, ölümü kabul etmekte zorluk, yaşamın anlamsız gelmesi ve duygusal küntlük (duygusal deneyimin yokluğu veya belirgin azalması) gibi belirtiler eğer 6 -12 aydan (Dünya Sağlık Örgütü tanı kriterine göre 6 ay; Amerikan Psikiyatri Birliği tanı kriterine göre 12 ay) daha fazla sürüyor ise bu bizi uzamış yas bozukluğu tanısına götürebiliyor. Yastaki bireylerde kronik hastalık varlığı, uzamış yas bozukluğu riskini arttırmada önemli bir faktör. Ama özellikle de ölümün ani ve travmatik olması ve yastaki kişinin düşük gelire sahip olması bu hastalık için önemli risk faktörlerini oluşturmaktadır. Ayrıca depresyon, anksiyete, intihar riskinde artış, madde kullanımı ve kendine zarar verme davranışı uzamış yas bozukluğu ile ilişkili olarak ortaya çıkabilmektedir. 

'Uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük' 

Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında değişiyor. Depremde olduğu gibi travmatik ölüm sonrasında bu oran artıyor. Bir diğer önemli nokta da uzamış yas bozukluğunun tedavi edilmediğinde uzun yıllar devam edebiliyor olmasıdır.  Örneğin Türkiye'de yakın zamanda yapılan bir çalışmada, Van depreminden sekiz yıl sonra bile yaslı yetişkinler arasında uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 8,9 olarak bulunmuştur. Bu nedenle 6 Şubat depremine maruz kalan bireylere daha fazla zaman kaybetmeden parasız yas destek hizmeti verilmesi gerekiyor.

Çalışmanızı hangi grupta yaptığınızı ve araştırma sonuçlarını okurlarımız için kısaca özetleyebilir misiniz?

Araştırmamızı Hatay’da bulunan 18 yaş ve üzeri depremde yakının ölümünü yaşamış kronik hastalığı olan yetişkinler oluşturuyordu. Çalışmamıza katılanların yüzde 23,8’inde uzamış yas bozukluğu tespit ettik. Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında olduğu göz önünde bulundurulacak olursa yüzde 23,8’in çok yüksek bir oran olduğunu söyleyebiliriz. 

Çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi ve yaşadıkları en tipik tepkiler; duygusal acı, suçluluk, duygusal hissizlik, yalnızlık ve umutsuzluk gibi duygusal tepkilerdi. Örneğin, yaşadığı acıyı anlatan yaslı bir baba şunları söyledi:

"Ne yazık ki hepimiz (eşi ve iki çocuğu) aynı anda enkaz altında kaldık...  Enkaz altındaki eşimin kolu sıkışmıştı… Ben de bir, iki, üç diye sayarak (ağlayarak) kolunu kesmeye çalıştım. Yaklaşık 20 saat sonra komşularımızın yardımıyla enkaz altından çıkarıldık ancak kızıma ulaşamadık. Gönüllüler ve belediye çalışanları kızımı enkazdan çıkarmak için çok uğraştılar ancak saatler sonra kızımın cansız bedenine ulaştılar ve onu çıkarmanın tek yolunun onu üç parçaya ayırmak olduğunu söylediler. O anki acımı (ağlayarak) ifade edecek hiçbir kelime yok. Kızımı tek parça halinde çıkarmaları için yalvardım, sonra işçiler bana sarılıp ağladılar, onu tek parça halinde çıkaracaklarına söz verdiler ve sonunda kızımı bana tek parça halinde verdiler. Ölmeyi dileyerek güzel kızımın ölü bedenine sarıldım ve saatlerce onunla kaldım..."

Çalışmamızda yer alan sadece bu sözler bile orada yaşanan acı ve çaresizliği gözler önüne sermeye yetiyor. Ayrıca, bu ifadeler sadece bireysel bir duygulanımı değil, orada devletin yetersizliğini ve kamusal hizmetlerin çökmüş olduğunu da gösteriyor. Burada çalışmamızı inceleyen hakemlerden birinden gelen bir geri bildirimi sizinle de paylaşmak istiyorum. Makaleyi İngilizce olarak BMJ dergisine göndermiştik. Derginin inceleme sürecinde, bir hakem babanın sözlerinde geçen "… kolunu kesmeye çalıştım…" cümlesindeki kesmek (cut) kelimesini yanlışlıkla yazdığımı düşünerek, "Tutmak (hold) demek istediniz sanırım " diyerek düzeltme talep etti. Bu düzeltme talebi bile, olaya dışarıdan bakan birinin, bir insanın sevdiği birini kurtarmak için kolunu kesmeye çalışacak kadar çaresiz olabileceğini hayal bile edemediğini gösteriyor. Bu da orada yaşanan acı ve çaresizliğin, insan aklının alamayacağı boyutlara ulaştığının çok çarpıcı bir örneği.

'Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır'

Bu bölgede uzamış yas bozukluğu oranının yüksek çıkmasının nedenlerinden biri de bu felaketi yaşayanların yas tutma ritüellerinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kültüre özgü ritüellerinin gerçekleştirilememesinin de uzamış yas bozukluğu riskini arttırdığı biliniyor. Çalışmamıza katılan bir kadının söyledikleri orada yaşananların neden o bölgede ruhsal hastalık riskini arttığını gösteren başka bir örnek:

"Hani yaralar gün geçtikçe iyileşir derler ya, tam tersine derinleşiyor. Hâlâ sevdiklerimizin geri geleceğini düşünüyoruz... Yaşadıklarımızın gerçek olduğuna hâlâ inanamıyorum. Korku filmi gibiydi. İnsanlar ölülerini siyah çöp torbaları içinde sırtlarında taşıyorlardı. Kimse ölülerini yıkayamadı; sularımız kesildi ve yetkililer bize bir toplu mezar verene kadar ölülerimizle birlikte uyuduk. Toplu mezarda büyük mezarlar açtılar ve tüm ölüler üst üste gömüldü (ağlıyor). Mezar yeri ana baba günüydü…Herkes acı içindeydi ve nereye gittiklerini bile bilmiyorlardı. Bilmiyorum, çok yazık..."

Yasın sınıfsal karakterini bu cümlelerde de görebiliyoruz. Ortak mezarlıklar, kimliksiz gömüler ve ritüelsiz vedalar bireyin yas sürecini tamamlamasını imkânsız hale getirir: Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır! Bu bağlamda, afet sonrası ruhsal sorunlara dair çözüm, yalnızca klinik değildir: Toplumsal sınıf eşitsizliği ortadan kalkmadan ve herkese eşit insanca yaşama olanağı yaratılmadan -ki bu da bir sistem değişikliği gerektirir- ruhsal sorunların çözümünde bile herkes için adalet yoktur.

Bu sonuçlar büyük travmaların (deprem gibi) toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve yas gibi en temel insani deneyimleri dahi sınıfsal bir mesele haline getirdiğini nasıl açıklıyor biraz daha açabilir misiniz?

Uzamış yas bozukluğu, bireysel bir zayıflık değil, kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan sonucudur. Kapitalist sistem toplumsallık yerine bireyselliği ön plana çıkardığı ve bundan beslendiği için ancak olumlu bir toplumsallıkla iyileşebilecek olan yas, bireyin toplumsaldan uzaklaşması sonucu bireysel çöküşün alanı haline gelir. Tekrar hatırlatayım, çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi. Tek başına bu sonuç bile bu bölgede yaşanan ruhsal sorunların nedeninin sınıfsal olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Deprem ve uzamış yasın ortaya çıkardığı krizlerin, bireysel trajediler olarak değil, politik ve toplumsal bir kriz olarak tanımlanması gerekir. Yas süreçlerinin insanileştirilmesi, yalnızca insani yardım meselesi değil, politik bir meseledir. 

'Bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir'

Meseleye bu açıdan bakınca deprem sonrası örneğin TKP’nin bölgede gösterdiği dayanışmanın oradaki ruhsal sorunları hafifletici etkisi üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Çalışmalarım sırasında bölgede durum tespiti yaparken farklı girişimlere tanık oldum. Bunlar arasında, TKP’nin toplumsal dayanışmayı oldukça işlevsel biçimde örmesinin, deprem sonrası oradaki halkın yaşadığı yasın şiddetini azaltmada etkili olduğu gözlememim yer alıyor. Açıkçası orada bulunduğum süre içerisinde TKP’nin oradaki çalışmaları beni çok etkiledi ve TKP’nin öncülüğü ile gönüllü ruh sağlığı çalışanlarının bir araya geldiği Psikososyal Destek Grubu çalışmalarında da yer aldım. Çünkü bilimsel olarak da biliyordum ki bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir ve bu da dayanışma ve örgütlülük ile gerçekleştirilebilir. TKP deprem bölgesindeki halka yalnız olmadığı, bireyselliğin değil toplumsallığın insanı yaşatacağını, ayağa kalkabileceklerini, birbirine destek olarak, örgütlenerek hem geleceğe kalabileceklerini ham de bu kadar yıkıma neden olan insan hayatını hiçe sayan sadece daha fazla kâr elde etmeye odaklı kapitalist sistemin yerine daha adil toplumcu bir sistem kurabileceklerini göstererek iyileşebileceklerini gösterdi. Şu anda da deprem sonrasında Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi tam da bunu yapmaya çalışıyor. Bölgedeki bu yıkımı ranta çevirmek için kültürü ve tarihi tarikatlar ve holdingler aracılığı ile silinmeye çalışan sermaye sistemine karşı mücadele ederken, kurdukları Kültür Merkezi ile de akıl sağlığımızı korumada önemli bir yer tutuyor.

Makalenizin sonuç bölümünde, uzamış yas risk faktörlerinin erken teşhisi ve azaltılması, kişi merkezli yas desteği, ulusal standartlar ve politikaların oluşturulması gibi önemli önerilerde bulunuyorsunuz. Bu önerilerin hayata geçirilmesi için nasıl bir toplumsal ve politik mücadele gerekiyor? Mevcut sistemin, afet sonrası insani ihtiyaçları ve psikososyal destek gereksinimlerini karşılamadaki yetersizliği göz önüne alındığında, bu alanda gerçek bir dönüşüm için nasıl bir yol haritası çizilebilir?

Bilim insanı olarak biliyorum ki bilimsel araştırmalar, toplumsal sorunların nedenlerini anlamamıza ve çözüm yolları geliştirmemize büyük katkı sağlar. Ancak yalnızca bilimsel bilgiyle, bu sorunları kökten çözmek mümkün değildir. Çünkü ruhsal sorunların, toplumsal eşitsizliklerin ve krizlerin ardında yatan temel etkenler ekonomik ve politik yapılardır. Eğer bu yapılar değişmeden kalırsa, bilimsel çözümler sadece semptomları geçici olarak hafifletir ama kök nedeni ortadan kaldıramaz. Bilimin rehberliğinde ilerlemek önemlidir, fakat asıl dönüşüm için sömürü düzenini değiştirecek politik irade ve toplumsal mücadele şarttır.

Dolayısıyla açık ve net bir şekilde ifade etmek gerek: Eşit ve parasız yas destek sistemi derhal kurulmalıdır! Pandemi dönemi de sağlığın neden ücretsiz ve devlet eliyle karşılanması gereken bir hak olduğunu çok net göstermişti. Deprem de aynı biçimde gösteriyor. Bu nedenle daha fazla vakit kaybetmeden sağlık sistemi bir an önce devletleştirilmeli, toplum temelli ruh sağlığı hizmetleri yaygınlaştırılmalı ve barınma hakkı koşulsuz olarak devlet güvencesine alınmalıdır. Her felakette yeniden ortaya çıkan ruhsal sorunların ardında sömürü düzeni yatmaktadır. Patron ve tarikat düzeni yıkılmadıkça da bu döngü her felakette yeniden üretilecektir.

*İlgili Çalışma: Dönmez ÇF et al. Exploring the bereavement experiences and prevalence of prolonged grief disorder among 2023 Turkish earthquake survivors with advanced chronic disease: a mixed methods study. BMJ Open 2025;15:e088551.

https://bmjopen.bmj.com/content/15/3/e088551 

                                                                  /././

İzmir’de doğru bilinen yanlışlar: Belediye işçisi ne istiyor, Cemil Tugay neden halkı kışkırtıyor?

İzBB Başkanı Cemil Tugay, grevin ilk gününden beri belediyenin koşullarının ne kadar sıkıntılı, işçilerin taleplerinin ne kadar abartılı olduğunu anlatıp duruyor. soL, gerçekliği şüpheli bu bilgileri ve tartışmalı ithamları masaya yatırdı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketlerde çalışan 23 bin işçi Perşembe gününden beri grevde. Hakları için, insanca koşullarda çalışabilmek ve yaşayabilmek için, en önemlisi de eşit işe eşit ücret talebiyle mücadele ediyorlar.

Belediye işçilerinin sürdürdüğü grev sadece ücret pazarlığı değil, aynı zamanda sınıfsal bir mücadele alanı. Çünkü CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın işçilere reva gördüğü ücretler, AKP iktidarının yıllardır emekçilere dayattığı politikaların yerel ölçekteki örneğinden ibaret. Üstelik bunu “kamuculuk” maskesiyle sunmaya çalışan bir anlayış, grevi suçlamaktan, halkı işçilerin karşısına dikmeye çalışmaktan çekinmiyor.

Gerçeklerse yalın. soL, Cemil Tugay'ın işçileri İzmirlilere şikayet ederken başvurduğu yalan ve çarpıtlamaları tek tek inceledi.

Sarı sendikaya bol kepçe, muhalif sendikaya kaşıkla

Grev, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi sendikanın fahiş ücret taleplerinden değil, belediyenin “eşit işe eşit ücret” ilkesini uygulamayı reddetmesinden kaynaklanıyor. Bu temel neden göz ardı edilirse grevin ne anlama geldiği anlaşılamaz.

Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’nın yetkili olduğu şirketlerde imzalanan toplu iş sözleşmelerine tabi çalışan işçiler ile DİSK'e bağlı Genel-İş Sendikası'na üye işçiler arasında on binlerce liraya varan ücret farkları bulunuyor.

Cemil Tugay “eşit işe eşit ücret” talebinin haklı olduğunu kabul ediyor, ancak önceki sözleşmeleri “sorumsuzluk” olarak niteliyor. Yani hem ücret farkını hem de bu farkın belediyede ciddi bir sorun yarattığını reddedemiyor, ama çözüm yerine suçu işçilere yüklüyor.

Özetle Tugay, iktidara yakın sendikanın işçisine daha yüksek ücret vermeyi kabul ederken muhalif sendikanın üyelerine yoksulluk sınırını çok görüyor.

Dümdüz AKP'cilik

AKP hükümeti Türkiye halkını yıllardır yoksulluğa mahkum ederken, "ana muhalefet" partisinin belediye başkanı, açıkça, AKP'nin sefalet ücretlerini savunuyor ve şöyle diyor:

"Son 5 yılda asgari ücretin dolar karşılığı yüzde 57 artarken, İZENERJİ işçisinin maaşı dolar bazında yüzde 85 arttı."

Aynı Cemil Tugay çok değil, 7 ay önce, asgari ücret görüşmeleri sürerken "Açlık sınırının 20 bin lira olduğu bir dönemde asgari ücretin 17 bin lira olduğunu kimse konuşmuyor’’ diye yakınıyordu.

Asgari ücret açıklandıktan sonra da "Ekonomik kriz ortamında İzmirlileri açlık ve yoksulluk sınırı altında tutmayacağız" dedi.

Diyelim ki asgari ücrete iktidarın yaptığı gibi dolar bazında yüzde 57 yerine Cemil Tugay’ın belediye işçisine çok gördüğü gibi yüzde 85 zam uygulansaydı… Bu durumda asgari ücret bugün 25 bin 800 lira olacaktı. Açlık sınırının bu ay itibariyle 25 bin lirayı aştığını hatırlatalım.

Bütçeden işçiye 1, patronlara müteahhitlere 6 dilim

Cemil Tugay söze ‘’Belediye bütçesi yok edildi, talebi karşılayamayız’’ diye başlıyor.

Oysa Belediyenin 2025 bütçesinden personele ayırdığı pay sadece yüzde 7. Bu tutara sigorta primleri ve yıl içinde yapılacağı öngörülen zamlar da dahil. 

Buna karşılık ‘’hizmet alımı’’ olarak adlandırılan ihale giderleri bütçenin yüzde 21’ini oluşturuyor. Benzer şekilde ‘’gayrimenkul sermaye üretim giderleri’’ başlığı altında toplanan müteahhitlere ödenen tutarın oranı da yüzde 22. Yani patronlara ve müteahhitlere aktarılan kaynak işçiye ayrılanın 6 katından fazla.

Bütçe ödenekleriyle yıl sonu gerçekleşmelerinin denk olmayacağı düşünülebilir. Ancak bu yılın ilk üç ayındaki bütçe performansı, öngörülenin dışında harcama yapılmadığını gösteriyor. Nitekim çoğunluğunda Cemil Tugay’ın yönetimde olduğu 2024 yılında da personel giderlerindeki sapma oranı yüzde 1,3 olmuştu.

Öte yandan konu işçinin ücreti olunca bütçe giderlerinden taviz vermeyen Cemil Tugay, bir önceki görev yeri olan Karşıyaka'da ''gelir'' adı altında kıymetli arazileri iktidarın gözde müteahhitlerine altın tepside sunmuştu. 2019’da Mavişehir'de yer alan 32 milyon lira değerindeki konut imarlı denize sıfır arsa 20 milyon liraya Cengiz İnşaat'a satılmıştı.

Tugay: 'Sendika yöneticileri işçilere ve basına yanlış bilgiler aktarıyor'

Aksine, belediyenin aktardığı bilgiler gerçeği yansıtmıyor. 

Cemil Tugay’ın ‘’işçilerin talebi’’ olarak aktardığı tutarların içerisinde sigorta primi, işsizlik sigortası, yol-yemek yardımı, kıyafet desteği gibi çok sayıda kalem bulunuyor. 

Tugay’ın hesabına göre bir temizlik işçisinin devlet hastanesinde muayene olabilmesi, emekli olabilmesi, mesai arasında yemek yiyebilmesi, işe servis veya toplu taşımayla gidebilmesi, iş kıyafeti giyebilmesi gibi hakları lüks.

Belediye işçisinin aldığı ücret 'adil' mi?

Tartışmasız grevde en çok tartışılan soru şu oldu: ''Belediyede temizlik işçisi 50-60 bin lira maaş alıyor. Aynı işi özel sektörde yapanlar 22 bin lira alıyor. Bu adil mi?''

Öncelikle sorunun kendisi adil değil. Çünkü bu soru temizlik işçisinin 22 bin lirayı hak ettiği varsayımına dayanıyor.

Öte yandan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir temizlik işçisinin net ücreti 50-60 bin lira değil, 37 bin lira.

Ayrıca muadil firmalarla yapılan kıyaslamalar da gerçeği yansıtmıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi temizlik işçisine 45 bin lira ücret teklif ediyor. Aynı işi yapan ve toplu sözleşme imzalamış emsal şirketlerde çalışan bir işçi 64 bin lira kazanıyor.

Grev nedir, hangi grev haklı olacak?

"Grev var ama halk cezalandırılıyor. Grev yasal olabilir ama bu halkı çöplüğe, hastalığa mahkûm etmek değildir!" Oysa grev, tam da, işçi sınıfının emeği olmadığında dünyanın dönmeyeceğini ortaya koymak için, hayatı kesintiye uğratmak için yapılır. Mağduriyet yaratılmadan hangi grev yapılabilir ki? 

Yakın zamanda yürüyen boykot kampanyalarına karşı hükümetin argümanı da bu değil miydi?

Grev kırıcı kime denir?

Grev kırıcı, işçilerin yaptığı bir greve katılmayarak ya da grevdeki işçilerin yerine çalışarak grevin etkisini azaltan veya bozanlara denir.

Örneğin Lezita'da düşük ücret dayatmasına karşı greve giderken, patronun Hindistan'dan işçi getirmesi ve Çalışma Bakanlığı denetimine takılmamak için arka kapıdan üretime sokması grev kırıcılıktır.

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nun 70. maddesine göre grevdeki işçilerin yerine işçi çalıştırmak yasaktır. Bu yasağa uymayan patronlara para cezası verilir.

İlçe belediyelerinin temiz işçilerine çöp toplatan Cemil Tugay bu nedenle suç işlemektedir.

Hemen her açıklamasında neyin grevin kapsamında girip girmediğine dair yeni standartlar anlatan Tugay, ''Greve çıkan işçi gitsin evinde otursun'' diyor.

Greve çıkan işçiler nöbetleşe bir şekilde görev alanını terk etmez. Çünkü iş sahası boş bırakılırsa Cemil Tugay gibi işverenler üretim ve hizmeti sürdürmek için grev kırıcılık yapabilir.

'Grev sorumsuzluktur'

Tugay'ın şu ifadeleri, "madem ortada bir haksızlık var, buna karşı mücadele etmeyin, kabullenin" çağrısı içermenin yanı sıra, grev hakkını ve mücadeleyi "sorumsuzluk" olarak niteliyor: "'Eşit işe eşit ücret' anlayışı haklıdır ancak yapılmış bir sorumsuzluğu, başka bir sorumsuzlukla daha büyük bir sorun haline getirmeye kalkmaya kimsenin hakkı yok."

'Güç gösterisi'

Cemil Tugay, işçilerin güçlerini göstermesini kötü bir şey olarak kodlayarak "Sokaklarda güç gösterisi yapılıyor, üzülerek izliyoruz" diyor. Oysa Türkiye'nin en fazla ihtiyaç duyduğu şey, tam olarak bu güç gösterisi, işçilerin, emekçilerin sokağa çıkıp güçlerini hissetmesi.

'Talep kamucu değil, dayanışma ruhuna uygun değil'

Cemil Tugay, burada, tam bir ikiyüzlülük sergiliyor. Tugay'ın bizzat kendisi kamucu değil, İzmir Büyükşehir Belediyesi patronlarla çok ilişki halinde, soL, bunun bir özetini yazmıştı. Bu ifadeler, halkı işçilere karşı kışkırtmak için bilinçli olarak sarf ediliyor.

(https://haber.sol.org.tr/haber/chp-izmir-adayi-cemil-tugayi-taniyalim-mavisehiri-cengize-peskes-cekti-sahili-imara-acti)

                                                        ***

Silah sektörü genişlemeye devam ediyor: Savunma sanayisi ihracatında yüzde 29 büyüme

2025’in ilk 5 ayında savunma ve havacılık sanayisinde ihracat, geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre yüzde 29 artışla 2 milyar 980 milyon dolar olarak kaydedildi. Mayıs ayında 741 milyon 881 bin dolar değerinde ihracat gerçekleştirildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/silah-sektoru-genislemeye-devam-ediyor-savunma-sanayisi-ihracatinda-yuzde-29-buyume-398760)

                                                                             ***
Çocuklara aç bir düzen -Nevzat Evrim Önal-
Ve tam olarak bunu, sadece çocuk yapmamızı değil çoğalacak biçimde çocuk yapmamızı, sermayedar sınıfa sadece emeğimizi değil evlatlarımızı sunmamızı emrediyorlar.

Nüfus artışını teşvik etmek için sık sık tekrarlanan “her insan rızkıyla doğar” sözü, başka pek çok idealist önerme gibi, dümdüz bir yanlış değil bir doğrunun baş aşağı edilmiş halidir. Her insan bir yanda düşünme ve eyleme, dolayısıyla üretme potansiyeliyle, yani emeğiyle, diğer yanda ise ihtiyaçlarıyla doğar.

Ne var ki insan emeğinin üretken biçimde harekete geçmesi asla bireysel bir mesele değildir. İnsan, insan olduğundan bu yana asla ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılamaya çalışmadı, insan emeği her zaman bir toplumsal işbölümünün parçası olmuştur. Dolayısıyla doğan her yeni insanın emeğinin nasıl toplumsallaşacağı, üretime nasıl katılacağı, hatta katılıp katılamayacağı (yani “rızkını” üretip üretemeyeceği) toplumun mevcut üretim ilişkileri, yani ekonomik düzeni tarafından belirlenir. Örneğin bir toplumda emek ataleti varsa, yani çalışmasının önünde herhangi bir bireysel engel bulunmayan insanlar toplumsal düzenin işleyişi sonucunda çalışamıyor ve boşta kalıyorsa; nüfus arttığında bu âtıl bırakılan insanların da sayısı artacaktır. Diyelim ki, bir ülkede istihdam oranı yüzde 48,8 olsun, yani her bin insandan 488’i gelir getirici biçimde çalışabiliyor, 512’si çalışamıyor olsun.1 Bu ülkede yetişkin nüfus 66,3 milyonken, çalışamayan yetişkinlerin sayısı 33,9 milyon olacaktır. Bu ülkede nüfus 100 milyona yükselse, çalışamayan yetişkinlerin sayısı da en az 51,2 milyona yükselecektir.

Peki, buna rağmen neden hala nüfus artsın istiyor, üç çocuk, dört çocuk yapın diyorlar?

Çünkü nüfus arttıkça işçileri çalıştıran sermayedarların sayısı kendiliğinden artmıyor. Ama bu sermayedar sınıf, nüfus arttıkça, hem elinin altında çalıştırabileceği daha fazla işçi, hem de her insan aynı zamanda ihtiyaçlarıyla doğduğu için, daha büyük bir potansiyel talep tutar hale geliyor.

“İşsizlik” bir orandır, “yoksulluk” bir orandır, ama bu tanım kümelerine toplanıp oranları hesaplanan insanlardan her biri için hayat sefalet içinde yaşanan, başkalarının iyiliğine muhtaç olunan, insanlığın kolektif varoluşu olan üretim faaliyetinden dışlandıkları, horlandıkları, değersizleştirildikleri bir cehennemdir.

Her insana insanca, anlamlı biçimde yaşayabileceği bir hayat sunamayan bu düzende nüfusun artmasını istemek emek sömürerek yaşayıp zenginleşen vampir sermayedar sınıfın sözcülüğünü yapmaktır.

***

Peki, “doğurganlık düşüyor, soyumuz zürriyetimiz kuruyacak, üreyin ey ümmet!” çağrılarının gerçeklik payı nedir?
Öncelikle, doğurganlık oranının 2003-2014 yılları arasında nüfusun yenilenme oranı olan kadın başına 2,1 çocuk civarında sabitken, 2014-2024 yılları arasında hızlı bir düşüşle kadın başına 1,48’e inmesinin gerçekten çarpıcı olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye, bu konuda son on yılda büyük bir hızla muasır batı medeniyetini yakalamış durumda.

Erdoğan “sebep ekonomik değil, hazcılık ve eşcinsellik propagandası” diyor.2 O zaman, öncelikle, daha fazla çocuk sahibi olunmasına yönelik başlatılan ekonomik teşvikler yanlıştır ve bunların durdurulması gerekir. Ne var ki, konu gayet ve neredeyse tamamen ekonomiktir. Doğurganlık oranının düşmeye başladığı 2014, yalnızca birkaç gün önce yıldönümünü andığımız Gezi Direnişinin ardından AKP despotluğunun ipten kazıktan kurtulduğu yıl değil, aynı zamanda ekonomi büyümeye devam etse de gelir bölüşümünün bozulmaya başladığı, üretilen zenginliğe emekçi halkın erişiminin sürekli olarak azaldığı, emek ataletinin kesintisiz bir yükseliş eğilimine girdiği kırılma yılıdır. Zaten burada da AKP’nin “Gezi ekonomiye darbe vuran bir sabotajdı, bu sabotajlar sürdüğü için biz de otoriterleştik” savunması, diğer pek çok yalanları gibi tamamen uydurma değil, gerçeğin baş aşağı çevrilmiş halidir. Hemen herkesin mutlu mesut, liberallerin alayının AKP’li olduğu ve halkı da bu yönde uyuttuğu 2003-2011 dönemi boyunca AKP de pek demokrat takılmıştır; çünkü bu dönem Türkiye ekonomisinin (bolca da dış borç bularak) olağanüstü hızlı büyüdüğü bir Lale Devridir. Ekonomi kötüye gitmeye, dış kaynaklar kurumaya, pasta küçülmeye başladığında hem halkta hoşnutsuzluk hem siyasette gerilim artmış, iktidar da bu gerilimi kontrol etmek için havucu bırakıp sopaya sarılmıştır.

Doğurganlık hızında yaşanan çarpıcı düşüşte, AKP gericiliğinden hoşnutsuz olan, dolayısıyla 2014’ten bu yana giderek kararan bir ideolojik kuşatma altında yaşayan, kendi ülkesinde düşman muamelesi gören ve yurt dışına göç etmeye de en fazla eğilimli olan kentli, eğitimli kesimin çocuk sahibi olma fikrinden iyice uzaklaşmış olması kuşkusuz bir rol oynamıştır. Zaten bu kesimde yurt dışına göçmenin bir fikirden karara dönüşmesinde başlıca faktör arzulanan ya da yeni sahip olunmuş çocuğu Türkiye’de büyütmek istememek, AKP tarafından içine edilen eğitim sistemine maruz bırakmamak olmaktadır.

Ne var ki, nüfusun kentli ve eğitimli bölmesi önceden de çok çocuk sahibi olmaya meyilli değildi. Önceki kuşaklarda da üniversite mezunu, beyaz yakalı işçi ya da orta sınıf ailelerde çocuk “bir, en fazla iki” formülüyle yapılırdı. Dolayısıyla son on yılda yaşanan düşüşü bu şekilde açıklamak mümkün değildir.

Mesele şu: Türkiye’de sadece AKP karşıtları değil hiç kimse gelecekte işlerin iyiye gideceğini düşünmüyor. Ayrıca, toplumun tamamı haz peşinde koşmaya meraklı falan değil ama artık kimse kendi küçük dünyasında yaşamıyor. Arsız zenginlerin yaşadığı sefahatin boyutları kavrandıkça, yoksullar pastadan ne kadar küçük bir pay aldıklarını fark ediyor. Oy verdikleri partinin seçkinlerinin sosyal medyada videolarını yayınladığı düğünlerinde havaya paralar saçılır altınlar kasayla taşınırken kendileri evlenecekleri zaman “çamaşır makinesi mi bulaşık makinesi mi?” kararı almak zorunda kalıyor.

Örgütlü olsalardı çocuk değil devrim yaparlardı; örgütlü olmadıkları için alabilecekleri en basit insanca kararı alıyor, kendilerinden daha kötü koşullarda yaşayacağı kesin olan çocuklara anne baba olmuyorlar.

***

Erdoğan ve partisi tabii ki bu gerçeği yadsıyor ve “legebete, megebete” diye gericilik yapıp konuyu saptırıyor, çünkü başka çareleri yok. Bu ülkede en fazla ideolojik olarak kendi arka bahçelerine dönüştürdükleri yoksul emekçi halka ihanet edip zarar verdiler ve verdikleri zarar büyük bir çelişkiyle sonuçlandı. Bu gerçeği verilerle oynayarak saklayabilecek durumda değiller, zira yaşanan değişim hayli köklü ve bu değişime neden olan ekonomik faktörler onlar açısından geri döndürülebilir değil. AKP zenginlerin partisidir, zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatamaz, gelir dağılımını düzeltemez ve refahı yükseltemez, Türkiye’yi emekçi insanların endişesizce çocuk sahibi olabilecekleri bir ülkeye dönüştüremezler.

Buna ek olarak, doğurganlık hızındaki düşüşün kalıcı olması durumunda ortaya çıkacak nüfus yaşlanmasını modernleşmemiş ülkelerden gelen, sefalet koşullarına çok çocuk yapmaya meyilli olan genç göçmenlerle ikame etmeye çalışmanın nasıl bir bombanın pimini çekmek anlamına geleceğinin farkındalar.

Bu yüzden kendi tıynetlerine en uygun biçimde hareket edecek, kadına saldırmaya ama bunu “piyasa düzenini bozmadan” yapmaya hız verecekler. Erdoğan’ın doğurganlık oranlarındaki düşüşe karşı konuşurken bir kez daha kürtajdan “cinayet” diye bahsetmesi3 bunun işaret fişeğidir. Nasıl kamusal eğitimi mahvederek modern bilimsel ve laik eğitimi hayli pahalı bir metaya dönüştürdülerse, sağlığının çok önemli bir unsuru olan gebelik kontrolünü de yoksullar için erişilemez kılmaya yönelik çoktan atmaya başladıkları adımları4 hızlandıracaklar. Böylelikle zaten kendi seçmenleri olmayan kesimler için doğum kontrolü kapısını tamamen kapatmayacak, ama yoksul kadınlar arasında mecbur kalınmış çocukların sayısını artıracaklar. Ayrıca, sorunun ekonomi olmadığını iddia etseler de, muhtemelen ikiden fazla çocuk sahibi olunmasına yönelik ekonomik teşvikleri büyütecekler, ama bunu yaparken dahi asla zenginlerin çıkarlarına dokunmayacak, sosyal yardım harcamalarının içeriğini değiştirerek başka ihtiyacı olanlara verilen yardımları kısacaklar.

AKP’li gericilerin hayalini kurduğu emekçi sınıfta kadınlar örgün eğitimden erkeklere göre belirgin biçimde erken ayrılıyor, belki liseyi dışarıdan bitiriyor, üçer dörder çocuk doğuruyor ve çalışacaksa da evden çalışıp, bir yandan çocuklara bakıyor. Böylelikle erkek “eve ekmek getiren” figür olarak ailenin reisi oluyor (zira bu düzende bir ailede parayı kim kazanıyorsa ipler onun elindedir) ve sermayedar sınıfın emek üzerinde kurmak zorunda olduğu otoritenin bir kısmı evin içerisinde, işyerinde bazı işçilerin formen yapılıp diğer işçileri denetlemesi gibi, emekçi erkeğin emekçi kadın üzerinde otorite kurması ile sağlanıyor.

Sadece gericilik değil, sermaye sınıfı için de optimum model bu. Zira bu model emekçileri eşitsizliğe dayalı bir aile modeli içerisinde, birbirlerine sınıfsal olmayan ve eşitsiz bir bağlamda mecbur bırakarak, hem işçi sınıfını aile hücrelerine bölüp atomize ediyor, hem de bu sınıfa toplumsal zenginlikten verilen küçük pay ile mümkün olan en büyük nüfus kitlesini sürdürülebilir kılıyor.

Hayallerinde emekçi sınıf işçilik yapmak için gerekenden fazla hiçbir şeyi hak etmiyor. Mesela hayallerindeki emekçi ailesi birlikte yemeğe çıkmıyor, en fazla birlikte bir millet bahçesine gidip kadının önceden hazırladıklarını yiyor. Bu ailenin sofrasında et namına en fazla tavuk eti var. Bu aile ağır yoksulluk çekiyorsa, para kazanan erkek olduğu için yetersiz beslenmeye kadından başlıyor. Bu ailenin çocukları çocuk yaşta işçi oluyor, ilköğretimden sonra okuyacaksa meslek lisesine gönderiliyor ve MESEM kanalıyla daha okurken asgari ücret bile almayan işçilere dönüştürülüyor.5

***

İnsanca bir yaşam istiyorsak mutlaka bu hayalleri yıkmalıyız.

Türkiye, OECD ülkeleri içinde çocuk yoksulluğu konusunda başı çekiyor.6 Genç nüfusun dörtte biri ne eğitim alıyor ne de çalışıyor.7 Ama bir yandan da Türkiye aynı zamanda “haftada 60 saat veya daha fazla çalışma” konusunda da OECD ülkeleri arasında birinciliği kimseye kaptırmıyor.8 Yetişkin nüfusun yarıdan fazlasının çalışmadığı, çalışanların insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı, çocuk ve gençlerin geleceksiz olduğu bir emek cehennemindeyiz. Bu ortamda nüfus yaşlanması karşısında yaşam koşullarını iyileştirici önlemler almak yerine “daha fazla genç” yaratmaya yönelik zorlayıcı ya da teşvik edici her tür politika halk düşmanlığıdır. Ve tam olarak bunu, sadece çocuk yapmamızı değil çoğalacak biçimde çocuk yapmamızı, sermayedar sınıfa sadece emeğimizi değil evlatlarımızı sunmamızı emrediyorlar.

Yok öyle yağma. Bu ülkenin emekçi halkı kendi ürettiği zenginliğe el koyacak, sömürüyü, sefaleti ortadan kaldırıp refahın eşit bölüşüldüğü bir ülke kuracak. Ondan sonra da bu güven ve esenlik ortamında her kadın özgürce karar verecek.

Bu yazıyla birlikte soL okurlarından bir haftalığına izin istiyorum. 17 Haziran’da görüşmek üzere.

1https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri-Nisan-2025-54062

2https://www.aa.com.tr/tr/politika/cumhurbaskani-erdogan-2026-2035-donemini-aile-ve-nufus-10-yili-ilan-ediyoruz/3577382

3AKP’li gericilerin bu konudaki düşünceleri yeni değil. Bu adamlar tecavüz sonucunda hamile kalındığında dahi çocuğun doğurulması gerektiğini savunacak kadar insanlıktan nasibini almamış tipler. https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/saglik-bakani-imama-uydu-tecavuze-ugrayan-dogursun-gerekirse-devlet-bakar-haberi

4AKP döneminde kadının çocuk sahibi olma kararına yönelik müdahalelerin bir özetini şuradan okuyabilirsiniz: https://haber.sol.org.tr/haber/dunya-ve-turkiyedeki-kurtaj-yasaklari-uzerine-341370

5https://haber.sol.org.tr/haber/kaynaklar-patronlara-iscilik-cocuklara-mesleki-egitim-adi-altinda-sermayeye-25-yilda-74

6https://x.com/OECD_Social/status/1184768448888475648

7https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/buyuk-resme-bakin-buyuk-resme-dort-gencten-biri-ne-okuyor-ne-calisiyor/761605

8https://x.com/OECD/status/1520795204688699392

                                                                                /././

Pakistan için zor günler, Hindistan için fırsat: Belucistan'da bağımsızlıkçılar harekete geçti -Can Kuyumcuoğlu-

Pakistan'ın Belucistan eyaletinde bağımsızlık hareketinin güçleri bir kenti ele geçirdi. Halihazırda Hindistan'la meşgul olan İslamabad, bölgeyi savunmakta zorlanıyor. Gelişmeler, Yeni Delhi için de bir müdahale fırsatı yarattı.

Pakistan'ın en büyük eyaleti Belucistan, İslamabad'ın kontrolünden çıkmak üzere.

İki gün önce, Belucistan'daki bir şehir olan Surab, Belucistan'daki "özgürlük savaşçıları"nın eline geçti. Bu sırada, eyaletin başkenti Ketta'ya sadece 130 kilometre uzaklıktaki Kakul'da bulunan Pakistan Askeri Akademisi'nde Mareşal Asif Munir'in taç giyme töreni kutlamaları yapılıyordu.

Belucistan Kurtuluş Ordusu, Belucistan Cumhuriyet Ordusu, Belucistan Kurtuluş Cephesi ve Bugti Milisleri de dahil olmak üzere Belucistan özgürlük hareketinin çeşitli silahlı grupları, bölge genelinde askeri eylemleri koordine ediyor.

Tren kaçırmalardan Surab'ın ele geçirilmesine kadar karmaşık operasyonları birkaç ay arayla yürüten bağımsızlık hareketi, tabandan desteğe ve bol kaynağa sahip ve birleşik bir ulusal harekete doğru evriliyor.

Belucistan bağımsızlıkçılarını ne tetikledi?

Belucistan kurtuluş savaşçılarını harekete geçiren şey, bölgede zorla kaçırılmalar, yasadışı tutuklamalar ve kadınlara, çocuklara ve gençlere karşı açıkça insan hakları ihlalleri de dahil olmak üzere devlet destekli şiddet yaşandığına dair ayrılıkçılardan gelen iddialar oldu. Bağımsızlıkçı gruplar, Pakistan ordusunun hava saldırıları ve bombalamalar gibi aşırı güç kullanımının, Dera Bugti ve Kohlu gibi bölgelerdeki sivilleri hedef aldığını iddia ediyordu.

Pakistan için zorlu bir dönem, Hindistan için yeni bir fırsat

Bölgedeki son durum, Pakistan'ın hasmı Hindistan için de bir fırsat yarattı. Yeni Delhi, 1970'lerde Bangladeş'e kurtuluş mücadelesi sırasında verdiği desteğe benzer şekilde, Belucistan'ın da Pakistan'dan kopmasına destek sunacak gibi gözüküyor.

Belucistan savaşçıları, Pakistan'ın maruz kalacağı maliyeti hem parasal hem de insani açıdan artırmaya hazırlanıyor. Belucistan'ı Pakistan'ın geri kalanına bağlayan kilit tesisler ve köprüler gibi stratejik hedefler bugün savunmasız bir şekilde duruyor. Bu devam eden çatışmada, Belucistan savaşçıları zayiat verebilirken, Pakistan da, özellikle de uluslararası kaynaklardan yoğun bir şekilde borçlanmaya devam ettiği için, altyapı, asker morali ve mali istikrar açısından kayıplarla karşı karşıya.

Hindistan açısından bir sonraki stratejik hareket, Pakistan ordusu ve diğer üniformalı kuvvetler içindeki Belucistan personeli arasında isyanı teşvik etmek olabilir. 27 taburdan oluşan Belucistan Alayı, Pakistan Ordusunun önemli bir bileşeni. Ek olarak, Taftan Tüfekleri gibi birimleri de içeren Sınır Kolordusu Belucistan (Güney) bölgenin güvenlik aygıtında önemli bir rol oynuyor.

Bu güçler Belucistan'ın milliyetçi davasıyla aynı çizgide olursa, Pakistan ciddi bir iç krizle karşı karşıya kalabilir. Böylesi bir durumda, İslamabad eğitimli askerlerini, ekipmanlarını ve sınırlarını savunma yeteneğini kaybedebilir. Bu da ülke çapında bir moral çöküşüne yol açabilir.

Anlatıyı Yeni Delhi belirliyor

Hindistan Başbakan Modi'nin Belucistan'ın içinde bulunduğu zor durumu vurguladığı 2016 Bağımsızlık Günü konuşmasından bu yana, bölgede son yaşananlar Hindistan içinde ilk defa bu kadar ön planda tutulmaya başlandı. Hint eski diplomatlar, medya kuruluşları, jeopolitik analistler ve sosyal medya kullanıcıları, özellikle yenilenen odaklanma için bir kaldıraç görevi gören Pahalgam saldırısından sonra, Belucistan'ı günlük söylemlere sürekli olarak dahil ettiler.

Milliyetçi hareketlerin desteklenmesi ve sınırların değişmesi planları, uzun zamandır dünya genelinde emperyalist ve bölgesel güçlerin başvurduğu başlıca taktiklerden biri. İsrail de Suriye'de benzer şekilde Dürziler gibi çeşitli grupların hamiliğine soyunarak komşu ülkeyi küçültme hedefiyle hareket ediyor.

Hindistan'ın anlatısının ötesinde ne var?

Hindistan, resmi olarak silahlı grupları desteklemediğini iddia etse de, Belucistan'ın özgürlük mücadelesinin büyümesi için elverişli bir ortam yaratabilir.

Yeni Delhi, bağımsız bir Belucistan için kalkınma ve yeni bir şafak vaat ederek destekleyici bir rol oynayabilir. Bu, Başbakan Modi tarafından, belki de 15 Ağustos 2025'teki Bağımsızlık Günü konuşmasında ima edilebilir.

Böyle bir açıklama, Pakistan'ın parçalanmasına ve Belucistan'ın kurtuluşuna yol açan bir zincirleme tepkimeyi tetikleyebilir. 

Pakistan güçlerinin odağı bugün Hindistan sınırında

Hindistan'ın önceki ay Pakistan'a dönük başlattığı Sindoor Operasyonu, Pakistan'ı batı cephesinden Hindistan'a bakan doğu cephesine askerlerini yeniden konuşlandırmaya zorladı. Bu değişim, Belucistan savaşçıları üzerindeki baskıyı azaltarak daha özgürce hareket etmelerini sağladı. Yeni Delhi, doğu cephesinde askeri baskıyı sürdürerek Belucistan'ın bağımsızlık davasına bu açıdan da fayda sağlıyor. 

                                                          /././

AKP'li Belediye Başkanı Koçyiğit'in cinsel saldırı davası: ‘Şikayetini çekersen lüks araba alırız’

AKP'li Mesudiye Belediye Başkanı cinsel saldırıdan yargılanıyor. Şikayetçi kadın, bazı isimlerin kendisiyle temasa geçerek davadan vazgeçmesi karşılığında lüks araba, iş ve düğün sözü verdiğini söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpli-belediye-baskani-kocyigitin-cinsel-saldiri-davasi-sikayetini-cekersen-luks-araba-aliriz)

                                                                      ***
Kasıt, masumiyet ve hata -Engin Solakoğlu-
Belediyelerde yürütülen operasyonlarda Akepe/Mehape rejiminin bu kadar pervasızca hareket etmesini sağlayan, o insanlık dışı düzenin CHP tarafından da “norm” kabul edilmiş olmasıdır.

Geçen hafta Türkiye’de yaşananlar ve Barış Terkoğlu’nun bir sözünden çıktı bu yazının konusu. Türkiye’nin en yiğit gazetecilerinden Barış Terkoğlu Onlar TV’nin geçtiğimiz Perşembe akşamındaki yayınında mealen şunları söyledi:

“Başımıza gelen her şeyden bir ders çıkartmak durumundayız. Ergenekon kumpasından sonra biz şu dersi çıkardık. Cumhuriyeti o çok güvendiğimiz kurumlar korumayacaklardı. Cumhuriyeti korumak vatandaşların göreviydi. Bu konuda en çok bel bağlanan TSK mensuplarının büyük çoğunluğu kendi silah arkadaşları açık bir haksızlığa uğrarken bir hapishane ziyareti bile yapmaktan çekindiler. 

Şimdi CHP’nin başına gelenlerden de çıkartılması gereken dersler var. Öncelikle belediyeciliğin bir kamu hizmeti olduğunun anlaşılması lâzım. Belediyecilik şirketlerle, işadamlarıyla yapılacak bir iş değil.”

Terkoğlu’nun sözleri Akepe/Mehape rejiminin aylardır sürdürdüğü belediye operasyonları konusunda düşündüklerimi dile getirmek konusunda bana cesaret verdi açıkçası. Ortada siyasi bir kasıt olduğu, adli görünümlü operasyonlarla özgürlüğünden edilenlerin büyük bölümünün masum oldukları açıktı ama gizlenemeyecek gerçek ise ortada ciddi bir hatanın da bulunduğuydu.

Aynı programda Murat Ağırel’in verdiği bir örnek var. Bir belediye şirketi ihaleye çıkıyor. İhaleyi “kazanan” inşaat şirketi, belediye şirketi yöneticilerine araç tahsis ediyor. Belediye şirketinin savunması bunun “usulden” olduğu yönünde. Yanlış değil. Yani bunun bir usul haline getirildiği yanlış değil. Akepe/Mehape rejiminin her kurumunun her ihalesinde rastlanan bir uygulama bu. Yanlış olan bu “usul”ün kendisi. Sayıştay’ın -henüz bitkisel hayata sokulmamış  olduğu dönemlerde- kesinlikle usulsüz olduğunu sürekli olarak raporlarında belirttiği bir uygulama bu. Neden belirli bir bedel karşılığı alınacak hizmete böyle bir kalem eklensin ki! İlle ihale yapacağız, bir şirkete vereceğiz diyorsanız, o araçların tahsis bedelini de düşürürsünüz ana toplamdan. Böylelikle halkın cebinden patronlara daha az kaynak aktarılmış olur. Bunu akıl edebilmek ne kadar zor olabilir? Bizden öncekilerden de yapıyordu gibi bir savunma olur mu?

Biraz kavramsal düzleme ve geçmişe gidelim. Son beş yıla kadar hep büyük kentlerde yaşadım. Belediye dediğimiz kurum hep hayatımın içinde oldu. Aklım erdiğinde anımsadığım ilk İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’dı. 1973’te seçilen Ahmet İsvan Halk Ekmek fabrikalarını kuran isimdi. Görevi ondan 1977 yılında devralan Aytekin Kotil’in kendi hayatıma da dokunan icraatını daha net anımsıyorum. 1979 yılında ilk açılan Taksim-Zincirlikuyu otobüs hattı. Özel arabası olanların değil, toplu taşıma kullananların gidecekleri yerlere daha hızlı ulaşabilmelerini sağlayan bir yöntemdi. O zaman belediye şirketleri filan yoktu ama örneğin belediye bünyesinde halka temel ihtiyaç maddelerini düşük fiyatlarla sağlayan tanzim satış mağazaları vardı. Aytekin Kotil de Ahmet İsvan da CHP’liydi. Hayatları boyunca sosyalist filan da olmamışlardı ama İstanbul Belediyesi’ndeki icraatları tarihe sosyalist belediyecilik örneği olarak geçmişti.

Aman içinde sosyalist sözcüğü geçiyor diye sosyalist belediyeciliği sosyalizmle veya komünizmle karıştırmayalım! Sosyalist belediyecilik en kaba tanımla kapitalist sistem içerisinde belediye hizmetlerinin kamu eliyle yürütülmesidir. 
Şunun altını da kalın kalın çizelim: Sosyalist belediyecilik kendi başına bir siyasi hedef oluşturamayacağı gibi kapitalist düzenin temel sorunlarını çözecek bir nitelik de taşımaz. Nitekim Lenin de 1907 yılında yazdığı bir makalenin sosyalist belediyeciliğe dair bölümünde1 bunu ayrıntılarıyla anlatır ve derinliğine eleştirir. Anlatmak istediğimiz başka bir şey.

Yavaş yavaş günümüze yaklaşalım. Türkiye sermayesinin “en çılgın” hayallerini gerçekleştirmesinin önünü açmak için yapılan 1980 darbesinin önemli sonuçlarından biri devletin “bir şirket gibi” yönetilmesini meşrulaştırma gayretidir. Devletin tüm kurumlarıyla bir şirkete dönüştürülmesi kamu yararının ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlıdır. Belediyeler de bundan nasibini fazlasıyla almıştır elbette. Arka arkaya kurulan belediye şirketleri, geçmişte belediyeler tarafından yürütülen hizmetlerin ihale yoluyla özel şirketlere devredilmesi o çarpık sermayeci mantığın ürünüdür.

İstanbul’da Bedrettin Dalan’ın başkanlığıyla başlayan o sürecin Akepe döneminde nerelere geldiğini, bugün Türkiye’nin başına gelen zihniyeti ve temsilcilerini nasıl finanse ettiğini hep birlikte izledik.

Kurulan o “kâr” odaklı sistem yolsuzluk batağının önünü açmıştır. Bilmek ve Türkiye’de sosyalizmin kurulmasını beklemeden yüksek sesle ve her fırsatta yinelememiz gereken şey “kâr”ın ve “ihale”nin olduğu yerde yolsuzlukla birlikte sömürünün de büyüyeceği ve emekçi halkın kaybedeceği gerçeğidir.

Belediyelerde yürütülen operasyonlarda Akepe/Mehape rejiminin bu kadar pervasızca hareket etmesini sağlayan, o insanlık dışı düzenin CHP tarafından da “norm” kabul edilmiş olmasıdır.

Hayata sermaye gözlüğüyle baktığınızda belediyelerin şirketleşmeleri ve kısmi özelleştirilmeleri sayısız yarar barındırır. Öncelikle güvencesiz istihdamı genişletir, sendikal örgütlenme imkanlarını daraltır. İhsan Alyanak, Vedat Dalokay,Ahmet İsvan ve Aytekin Kotil gibi isimlerin belediyecilik geleneğinden uzun yıllar önce kopmuş olan CHP belediyeciliği bu olanağı sonuna kadar kullanmış ve kullanmaktadır. Şu sıralar genel başkanının ağzından sendikal örgütlenmeyi teşvik sözü veren CHP’nin gerçek yüzü bugün İzmir Büyükşehir’de yaşanan emekçi direnişine yaklaşımıyla görülmektedir. CHP’li İzmir Belediye Başkanı ve trolleri emekçi düşmanlığını açıktan yürütmekte, sendikanın talep ettiği yoksulluk sınırının dahi altındaki ortalama ücreti eleştiri konusu yapabilmektedir.

Bir kere şunu yeniden anımsatalım. 100 metre kaldırım yapmak için taşeron şirket kullanan bir belediyecilik anlayışı sendikal örgütlenmeyi teşvik edemez, etmez. Türkiye’nin emekçi halkını böyle masallarla avutmaya kalkışmak en diplomatik ifadeyle hadsizliktir.

O sistemin bir diğer “yararı”, değiştirmek istemediğiniz sermaye düzeninde iktidara yürüme şansınızı artırmaktır. Bunun Türkçesi “Bak biz de sana para kazandırıyoruz patron, yerel yönetimden iktidara taşınmamıza yardımcı olursan daha da çok kazanırsın” mesajı vermektir. CHP belediyeciliği için sermaye bir anlamda iktidara yürürken tutunacağınız kulptur. Oysa elinizde kalmayacağından emin olabileceğiniz tek kulp emekçi halkın desteğidir. Sermaye sizi daha büyük bir kazanç için tek ayak üzerinde satıverir, kulp elinizde kalır, siz kendinizi zindanda bulursunuz.

Sermaye ile kol kola yürütülen belediyecilikte kişisel masumiyet bir yere kadar anlam taşır. Şu ana kadar rejim tarafından yolsuzluk suçlamasıyla rehin alınanlar içerisinde kesin olarak masum olduğuna inandığım pek çok kişi var. Ancak, ne kadar masum ve iyi niyetli olursanız olun bataklıkta yürüdüğünüzde temiz kalma olasılığınız yoktur. Çamur illâ ki sıçrar, sıçramasa da kolaylıkla sıçratırlar. Sonra da ilk fırsatta “paçanızda çamur izi var” diyerek kodese tıkıverirler. Suçunuz yoktur ama hatanız vardır. Hatanız o sistem içinde temiz kalacağınıza inanmanızdır.

Türkiye’de kâr ve kan açlığı bir türlü giderilemeyen sermayenin desteğiyle ABD emperyalizmine tabi bir tür “başcücelik” rejimi kurmaya kalkışanlarla mücadele etmek ve Cumhuriyet düşmanlarını yenmek için önkoşul emeğiyle geçinen, daha doğrusu geçinemeyen milyonların desteği ve güvenini kazanmaktır.

Sermayenin kucağında ihale belediyeciliği yaparak, belediye emekçisinin hakkını çiğneyerek, “maliyet yüksek” bahanesiyle halka sunulan hizmetlere fahiş fiyatlar koyarak, “ama onlar daha çok çaldı” diye sızlanarak bunu başaramazsınız.

CHP’den sosyalizm bekleyecek kadar sersemlemiş değilim elbette ama Barış Terkoğlu’nun “bu yaşananlardan ders çıkartma” uyarısı sadece parti yönetimi tarafından değil, kurucu partinin Cumhuriyete  bağlı milyonlarca seçmeni tarafından da çok ciddiye alınmalıdır.

1https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1907/agrprogr/ch04s7.htm

                                                                             /././

Ahmet Umur Deniz ile 'Sınır-sız' sergisi üzerine: 'Toplumsal sorumluluk temalarımı belirliyor'-Fide Lale Durak/Mesut Eren-

Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü öğretim üyesi Ahmet Umur Deniz ile Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndan yola çıkarak oluşturduğu "Sınır-sız" adlı sergisini konuştuk.

ülkemizin önemli sanatçılarından Ahmet Umur Deniz’in 22 Mayıs-30 Haziran tarihleri arasında Brieflyart’ta görülebilecek “Sınır-sız” sergisi ile ilgili bir araya geldik.

Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümünde öğretim üyesi ve atölye sorumluluğunu yürüten Ahmet Umur Deniz, önemli bir geleneğin temsilcisi. Sanatsal yaklaşımını, üretim kaynaklarını ve günümüz sanatının çıkmazlarını konuştuğumuz söyleşi genç sanatçılar için ufuk açıcı olduğu kadar izleyicilere de yol gösterici olduğunu düşünüyoruz ve mutlaka serginin ziyaret edilmesini öneriyoruz. 

Keyifli okumalar…

Ahmet Umur Deniz, 2024, Yüreğime Basarak Geçer Aydın İllerinden Karaburun Mağlupları

Fide Lale Durak: Sergi, Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndan yola çıkıyor. Bu konuya nasıl karar verdiniz? Sizi bu destanda etkileyen neydi ve neden bugün bu konuyu ele alarak resim üretmek istediniz?

Ahmet Umur Deniz: Bu sergide Şeyh Bedreddin destanı ağırlıklı olarak ele aldığım konu olmakla birlikte, içerik bakımından yakın olduğunu düşündüğüm direnen Karadenizli kadınlar konusu da var. Türkiye’de hemen hemen herkes Şeyh Bedrettin’in hikayesini Nâzım Hikmet’in destanından öğrendi. Buradan yola çıkarak, 90’lı yıllarda bir seri resim yapma düşüncesi oluşmuştu bende fakat kendimi hazır hissetmiyordum, konu zor bir konu. Ben genelde tematik çalışıyorum, birbiriyle ilişkilendirerek konuları ele alıyorum. Mesela bir dönem kömür işçileri, Haydarpaşa, banliyö trenleri, kâğıt toplayıcıları çalışmıştım. Sonra, Irak işgali döneminde, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan “mültecileri” ve onların dramını ele almıştım. Gezi Direnişi ile ilgili de resimler yaptım. Şu an ele aldığım ve serginin ağırlıklı konusu Bedreddin destanı resimleri. Bütün çalışmalarım içerik açısından benzerlik taşıyor. Şeyh Bedrettin ile ilgili ilk çalışmalarım 7 yıl önce başladı. Ancak ben bir temayla ilgili çalışsam da o esnada başka konuları da aynı süreç içerisinde ele alıyorum. Bu resimler de yine toplumsal sorumluluğum ve duyarlılığım nedeniyle ele aldığım konularım oluyor. Örneğin Bedreddin Destanı resimlerini çalışırken, maden aramalarını ve HES’lerle ilgili direnen Karadeniz kadınlarını da çalıştım. Tanık olduğum ve etkilenip sanatçı sorumluluğumla ilgili bir tavır olarak düşünebilirsiniz.

Diğer taraftan resimlerimde kendi bireyselliğim ile ilgili bir yan da var, iç kuyuma inmek de diyebiliriz. Kendi içime çekilip, biraz kapanıp, ruhsallığımı ortaya koyan resimler de yapma isteği duyuyorum fakat toplumsal sorumluluk temalarımı belirliyor. Belki güncel olaylara duyarlılığımdan “çağın tanıklığı” ya da toplumsal olanla ilgili insani duyarlılık beni tetikliyor. Yine de bu ruhsal durumumu ifade eden çalışmalar da üretimim içinde yer alıyor. Oto portrelerimi de böyle değerlendirebiliriz. Oto portrelerimde yapıldığı dönemin fiziksel ve ruhsal durumumu yansıtan etkilerle birlikte üslupsal yönlenmelerimin, bu süreçlerle birlikte çalışmalarımda (oto portrelerimde) gözükeceğini düşünüyorum.

Mesut Eren: Emperyalist kültür politikaların bir uzantısı olarak dünyada ve Türkiye'de postmodern eğitimlerin revaçta olduğu bir dönemde sınıfsal bakış açınızı korumaya her zaman özen gösterdiniz. Öncelikle bu yaklaşımınız bile takdire şayan.

Ahmet Umur Deniz: Akademiye 1980-1981 öğretim yılında girdim. Akademik eğitimim yoğun bir atölye çalışmalarıyla geçti. Dönemin baskıcı yanı zor yıllar olarak belleğimde yer edindi. Öğrencilik dönemi ve sonrasında konulara belli bir dünya görüşü ve bilinç düzeyi ile yaklaşıyorum. Esasında bu duyarlılık, çocukluğumdan beri vardır. Köy Enstitülü bir babanın evladı olarak aileden aldığım eğitim kişiliğimin oluşmasında önemli bir faktör oluşturmuştur. Bu duyarlılık daha sonra bir bilince dönüştü ve sanata bu bilinçle yaklaştım. Ama bilinçten önce, her şey romantik bir duyumsama ile başlıyor. Romantik duyumsama dediğim insani yan aslında. Nâzım Hikmet’in eserini ele alırken de öyle oldu. İlk önce bende eserin oluşumunun tohumlanması insani yanı etki oluşturdu. Duygu ile akılcılık hep çatıştığı bir karşıtlık süreci oluşturuyor üretimimde. Benim için en sancılı olan yan da bu. Bir de şöyle bilinçli bir tercih yaptım sanat eğitimime başladığım yıl. Akademi’de insan yanıma, dünya görüşüme ve resmin biçimsel yanlarını bir bütün olarak kavramaya, kendimi geliştirebilmeme katkı sağlayabilecek atölye tercihim olmuştur.

Mesut Eren: Tabii Ahmet Hoca, Türk resminin iki önemli sanatçısından ve atölyesinden eğitim alma şansına sahip bir öğrencilik yaşadı. Neşet Günal ve Neş’e Erdok.

Ahmet Umur Deniz: O süreç benim resmimin oluşumu, kişiliğimi oluşturma süreci olarak çok önemlidir. Neşet Bey, aslında akılcı bir hocadır ve resmi de öyledir. Her ne kadar resimlerinin romantik duygusu yoğun olsa da konturu kullanması, figürlerini bu konturlarla biçimlendirmesi ve biçim-içerik ilişkisini kurarak figürü yorumlaması akılcılık gerektiren bir tavırdır. Ülkemiz açısından da çok değerli bir hoca ve sanatçıdır. Türk resminde insanı ele alan, figür resminde bir köşe taşıdır. Neşet Hoca’dan sonra figür resminde başka bir ivme oluştu. Bu kırılma daha çok sosyal ve toplumsal konulara yönelik bakışın değişimi ve figür resmi ile olan ilişkisiyle ilgiliydi. Verdiği eğitim öğrencinin dünyası ve mizacına yönelikti, öğrencilere bilinçle özgürlüklerini kullanma olanağı sağlardı.

Mesut Eren: Neşet Hoca’nın sanata bakışında kalıplar yoktu. Kişi ile resmi bir bütün olarak ele alır ve bu bütünlüğü önemserdi.

Ahmet Umur Deniz: Evet çok değerliydi gerçekten. Hatta şöyle bir anım var. Akademide ilk atölyeye girdiğimizde, kendimizi tanıtmak için lise döneminde yaptığımız çalışmaları gösterirdik. Neşet Hoca bu çalışmalara bakmakla yetinmezdi ve bize “Nerelisin? Ailen ne iş yapıyor? Ne ile geçiniyorsunuz?” gibi sorular sorardı. Hem ekonomik hem de sosyal psikolojik durumumuzu kavrardı. Neş’e Hanım ve Nedret Sekban o zaman atölyenin asistanlarıydı. Neşet Hoca, Neş’e Hanım ve Nedret Sekban’a şöyle demişti “sakın bu çocuğu bozmayın”. Bunu çok sonradan bir sohbette Neş’e hanımdan duydum. Şimdi, o döneme buradan bakıp şöyle değerlendiriyorum: Müthiş heyecanla çalışıyordum, kurallar beni dizginleyemiyordu. Hocalarım, bu heyecanımı ve coşkumu kırmadan beni kanalize etme konusunda zorluk yaşıyordu diye düşünüyorum. Tabii zamanla fark ettim heyecan ve coşkunun bilinçle bütünleşmesinin ne demek olduğunu.

'Sistem, sanatla kendisini eleştiriyormuş gibi göstermesine rağmen şirketlerin reklamlarını belleklere kazıyor'

Mesut Eren: O dönem için kritik bir şey daha var. Bizden sonraki sanat öğrencilerine baktığımda daha az okuyan bir tipoloji olduğunu görüyorum. Öğrenciyken Neş'e Hanım'ın, gürültü yaptığımız için "burası lise değil" diye kızdığını hatırlıyorum. Yıllar geçti, karşılaştığımızda sormuştum "gençlerden memnun musunuz?" diye, "sizleri arıyoruz" dedi. Ben Akademi'ye 85'de girdim, yani darbe etkisiyle oluşan eğitim ortamının ilk kuşağı biziz. Şunu söyleyebilirim, Türkiye aydın ve sanatçısı 12 Eylül’le derinliğine bir hesaplaşma süreci yaşamadı hiçbir zaman. Yaşasaydı yetmez ama evet denen saçmalıkları yaşamazdı. Düşünsel anlamda bir savrulma yaşandı ve de yaşanıyor halen. Bu dağınıklık eğitim politikaları, liberalizm, apolitizim, piyasacılıkla ve son olarak da Sovyetlerin dağılması ile taçlandırıldı. Ben sanat çevrelerinin bugünkü kokuşmuş ortamını bu sürece bağlıyorum. Türkiye sanatının güçlü damarları kopuntuya uğradı bir anlamda. Bugünün sanatçısı bilimsel ve felsefi temelleri olmayan fikirlerin sanatını yapıyor. Önce resmini yapıp ona felsefe uyduruyorlar. Çağdaş olmadan çağdaş resmin biçimsel taklitlerini kopyalıyorlar.

Ahmet Umur Deniz: Çok doğru. Bugünün sanatı içerisinde, resim sanatının dışında, enstalasyon, kavramsal sanat video art gibi farklı alanlar var. Bu güncel sanat alanları sanki düzene muhaliflermiş gibi bir imaj oluşturuyorlar fakat bakıyorsunuz kapitalist sistemin marka isimleri bunları destekliyor. Diğer taraftan ‘“klasik’’ figür ressamları düzeni eleştiren, sosyal içerikli resimler yapsalar da geri, eski diye değerlendiriliyorlar. Benim düşüncem sanatın zaman dışı olduğu, Egon Schiele’nin dediği gibi “sanat ezeli ve ebedidir.” Demek ki sistem, güncel sanatla kendisini eleştiriyormuş gibi göstermesine rağmen markaların ve şirketlerin reklamlarını belleklere kazıyor. Tabii ki bu alanda çok nitelikli işler yapan sanatçılar da var fakat resim sanatıyla güncel sanat denilen yapılar birbirinden farklı ve birbirlerinin alternatifi değildir. Resim sanatı genel problemleriyle ve elemanlarıyla tüm çağlarda aynı tasalar üzerinden sürecini zenginleşerek, çeşitlenerek devam ettiriyor. Bu meseleler ülkemizde de çok tartışıldı.

Mesut Eren: Ve bu tartışmayı hakkıyla veremeyenler çok kısa sürede büyük savrulmalar yaşadı.

Ahmet Umur Deniz: Zaten amaç da o. Tekelleşen, küreselleşen sermaye, markalarıyla ön planda olacak, sanatçılara sponsor olup reklamları yapılacak. Böyle bir üretim içine girmiyorsa sanatçı sistem dışına atılıyor. 

Fide Lale Durak: Sanırım sanat, sadece sermayenin tercih ettiği biçimle halkla buluşabiliyor. Sizce toplum ve sanat arasındaki ilişki nasıl tarif edilmeli?

Ahmet Umur Deniz: Bazı yerel yönetimlerin sanatın halkla buluşması konusunda çabası var. Sergiler düzenliyor, organizasyonlar yapılıyor vesaire… Belki daha ütopik bir yerden bakarak, bazı projeler geliştirilebilinir. Meksikalı duvar ressamlarının kentlerin duvarlarına yaptıkları resimlerin halkla buluşması gibi. İlk defa kilise duvarlarından çıkıp dış mekanlardaki duvarlara resimler yapılması devrimsel bir harekettir. Bu Meksikalı duvar ressamlarına dönemin yönetimi tarafından destek verilerek sağlanmıştır. Bu izleyiciyi daha fazla sanatın içine sokar. 

Diğer taraftan, toplumla olan ilişki ya da eylemlilik kişisel olarak yeterince kurulamaz. Bunu bireysel olarak üstlenemeyiz. Günümüzde bu ilişkiyi galeriler kuruyor. Tabii ki galeriler ticari bir kuruluş ama sonuçta kapitalist bir sistemde yaşıyoruz ve sistem sanatı destekliyor. Bütün uygarlık tarihi boyunca bu ilişkiler benzer bir biçimde yürütüldü. Bir dönem kilise, sonra Mediciler gibi bazı aileler, saraylar sanatçıyı finanse etti. Bir dönem bunu devlet yaptı. Şimdi de küresel tekeller destekliyor. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum. Tabii sanatçıyı desteklemesi ile tutsak alması başka şeyler. Sanatın özgür alanda üretilmesi sanatçı bireyin de özgürce üretebilmesine olanak sağlar.

Fide Lale Durak: Bunun için sanatçının da kendisini geliştirmesi gerekiyor. Genç sanatçılara da örnek oluşturması açısından soralım, siz bunu nasıl başardınız? 

Ahmet Umur Deniz: Kendimi yetiştirme sürecinde bahsettiğim atölyenin önemli bir görevi olduğunu düşünüyorum. Süreç içerisinde de resim sanatının sorunlarını eski ustalardan itibaren kucaklamaya başladım. İlk anda üsluplaşma beni çok ilgilendirmedi. Hem malzemenin kullanılması hem kompozisyon açısından ne gibi çözümler üretebilirim ve yetkin bir usta olarak bunu nasıl sürdürebilirim tartışmasını çok yaptım, üzerine düşündüm. Tabii resmin içerikle ilgili de bir sorunu var. Ve içeriğin istediği biçimi oluşturmak da bunun bir parçası. Bununla ilgili okuduğum kaynaklar oldu. Estetik konusuna buradan yaklaştım. Sadece resim yapmak değil mesele, resmin felsefeyle, sinemayla, şiirle, yani diğer sanat dalları ile ilişkisini kurarak düşünmek gerekiyor. İyi bir entelektüel ve çevreye duyarlı bir kişilik geliştirmek, sorun edinerek meselelere yaklaşmak ve içtenlikli olmak gerekli.

Geçmişle genetik bağlarım var. Rönesans’ta Tiziano’dan (Titian) başlayan, Barok’la ve bilhassa Rembrandt ile devam eden, Romantik ve Realist ustaları anlamaya çalışarak, günümüzü duyarlılığım ve mizacımla yorumlayarak kendimi var etmeye gayret ettim. Günümüze kadar bu irdelemeleri yaparak sorunlar üzerinden çalışarak yolda bulunuyorum.

Ahmet Umur Deniz, Oto portre

Fide Lale Durak: Sanırım resimdeki oto portrenizin de bu geleneği kucaklamakla bir ilgisi var. 

Mesut Eren: Ahmet Hoca her sergisinde bir oto portresini de sergiler. Rembrandt’ın başlattığı bir gelenek. Rembrandt düzenli olarak her yaşına denk düşen bir portresini yapmıştır. Sanatçı aynı zamanda kendi gerçekliğine de bakabilmeli, sorgulayabilmeli, günlük tutar gibi bu süreci belgeleyebilmeli.

Fide Lale Durak: Hazır sergiye dönmüşken bir sorum var. Sergideki resimlerinizde birbirine benzeyen erkek figürleri dikkat çekiyor. Bu şekilde ele almanızın bir sebebi var mı?

Ahmet Umur Deniz: Evet benzerlik olabilir, tabii ki kişiler olarak bakmayınca birinin portresi olmayınca bu benzerlik daha çok benim gözlemlerime dayalı figürler çizdiğim için oluyor. Modeller karşısında çalışma olanağı yaratabilirsem bu farklılık oluşabilir.

Mesut Eren: Nitelikli sanatın ne olduğu konusunda insanlarda kafa karışıklığı var. Ahmet Hoca böyle bir geleneğin belki de son temsilcisi. Okurlara da ulaşması açısından bununla ilgili de biraz konuşalım. Bence, iyi sanatın kalıcı olabilmesi için sanat izleyicisinin de gayret sarf etmesi lazım. Bu nasıl yapılabilir? 

Ahmet Umur Deniz: Şöyle bir şey var, dönem çok farklı. Bu farklılığın ne olduğu çok önemli. Artık küresel yönlendirmeler belirliyor gençleri. Teknolojinin araçları çok gelişti ve gençler teknolojiyle kolayca her şeye ulaşıyor. Aslında teknolojinin enstrümanları yönlendiriyor onları. Burada bizim de sorumluluğumuz var. Daha fazla sergi yapılmalı, bu sergilerle ilgili yazılar kaleme alınmalı ve söyleşiler yapılmalı. Bunlar olursa, gençler günümüzdeki toplumsal olaylarla sanatın ilişkisini daha kolay kurmaya başlar. Sokaktaki bir eylemin sanatla nasıl ilişki kurabileceğini düşünüp etkilenir. 

Fide Lale Durak: Genç sanatçı adaylarına son bir tavsiyeniz ne olurdu?

Ahmet Umur Deniz: Genç arkadaşlara ya da ressam adaylarına önerim popüler düşüncelere eğilim göstermeyip kendilerini iyi yetiştirmeleri ve duyarlılık alanlarını, fikirlerini oluşturmaları. Bu işin mutfağını iyi bilmeleri, eski usta geleneklerini anlamaya çalışıp özümsemeleri. Resmi kuramsal olarak iyi analiz etmeleri ve tabii ki çok çalışmaları. Çağın, yaşamın, sokağın ve doğadaki çelişkilerin içinden geçerek çok çalışmayı zorunluluk olarak görüyorum.

Ahmet Umur Deniz, 2008, Irgat Çekenler
Ahmet Umur Deniz, 2021, Duvarsız Sınırsız Kardeş Sofrası

                                                                            /././

Sahnede bir roman: Deli İbram’ın peşinden -Özkan Öztaş-

Romanın sözleri notaya döküldü, bir divan tarafından hem yazıldı hem bestelendi hem söylendi: Deli İbram zeybeğini romandan sahneye taşıyanlarla konuştuk.
Deli İbram ezgisinin kapak görseli. Tasarım: Aybüke Demir Yeşilbağ

 İlk baskısını 2021 yılının Kasım ayında yapan Deli İbram Divanı romanı, kısa zamanda elden ele dolaştı ve birçok okurun beğenisine nail oldu. 

Kitap, yazarı Ahmet Büke'nin aynı zamanda ilk romanıydı. Büke daha önce kaleme aldığı öyküler ve üretimlerin dışında Deli İbram eseri ile toplumcu gerçekçi edebiyatın güncelliğini hatırlatan bir sayfa açmıştı edebiyatımıza. Toplumun öfkesini, derdini ve özlemlerini sayfalara aktaran Büke'nin romanı çok sevildi.

Ahmet Büke'nin Deli İbram romanı, geçtiğimiz gün, zeybek formatında bestelendi ve dinleyicilerle buluştu. 

"Dağda üzüm belde zeytin dalyanda balık kaynar
niçin garibanın bir gün yüzü gülmez köstence"

Dinleyinlerin istemsizce dudağında keyifli bir ıslıkla gününe eşlik eden bu beste de romanı kadar sevildi. Biz de soL okurları için Deli İbram'ın bestelenme sürecini ve hikayesini, romanı sahneye taşıyanlarla söyleştik. 

'Bu romanın bir türküsü olmalı'

Akademisyen, sosyolog Melih Yeşilbağ'ın marifetiyle şekle şemale bürünen bu süreç romanın ilk okunduğu güne kadar uzanıyor haliyle. 

Romandaki sınıf mücadelesinden, titiz işçilikten, dönemin ekonomik politiğini aktarımından, yerel ifadelerden, denizcilik kültüründen etkilendiğini ve romanı okur okumaz hemen dostlarına tavsiye ettiğini söyleyen Yeşilbağ, "Ezilenlerin dilinde, kültüründe, mücadele repertuarında mevcut büyük zenginliği yansıtmayı başarabilmiş bir roman. Bunlar, günümüz edebiyatında sık rastladığımız şeyler değil." diyerek başlıyor söyleşiye.

"Evde, işte, yürüyüşte bunları mırıldanıp durdum. Önce nakarat kısmı belirdi. Sonra yazdığım küçük bölümleri kitabı okuyan arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde çalıp söyledim. Onların yorumlarını aldım.  Böyle böyle ilerledi." 

Romana yapılacak beste fikrini müzisyen Ozan Çoban'a açmış daha sonra. Ozan Çoban sözü alırken şu şekilde anlatıyor bu beste fikri ile karşılamasını.

"Deli İbram Divanı’na dair bir Melih beste yaptığını söylediğinde besteyi dinlemeden dahi heyecanlanmıştım. Kitap çıktığında romanı okuyan birçok arkadaşım kitabı tavsiye etmiş, Ahmet Büke ile de yapılmış röportajları yollayıp bizim müzikal anlayışımızla paralellikler bulduklarını söylemişti. Romanı ve söyleşileri okuduğumda müthiş bir yazarımız olmasına çok sevinmiş ve doğalında gelişen bir sanatsal yoldaşlık bağı hissetmiştim."

Güneş Demir ise "Melih'in bir büyük hikayeyi şiirsel olarak son derece başarılı bir dille ifade edebilmesi bizi hemen yakaladı ilk başta zaten" diyor.

"Fakat bu şiiri bestelerken kullandığı müzikal dilin de, bizim arayışlarımızla belli ölçülerde kesişmesi de çok heyecanlandırdı bizi. Halk ezgilerinin klasik cümle yapılarının daha 'yeni' melodik yaklaşımlarla geliştirilmesi bizi de hep meraklandıran bir fikir oldu. Özellikle de roman gibi kapsamlı bir anlatı türüyle ilişkilenen biri müzikte, bu yaklaşım müzikal ifade olanaklarına yeni kapılar açıyor." diye ekliyor.

Yan yana gelen Melih, Ozan ve Güneş nihayetinde romanı sahneye taşımayı başarıyor.

Melih sözü alıyor tekrar sohbetin bu kısmı bitmeden

"Edebiyatın, özel olarak da romanın müziğe ilham verdiği örnekler bana ilginç geliyor. Özellikle sevdiğim ve bir roman nasıl şarkılaştırılır diye düşünürken feyz almaya çalıştığım bir tanesinden söz etmek isterim., Amerikan folk müziğinin büyük ismi Woody Guthrie, Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden yola çıkarak “The Ballad of Tom Joad”u (Tom Joad’un Türküsü) yazıyor. 17 kıtadan oluşan yaklaşık yedi dakikalık bu şarkı, Gazap Üzümleri’nin kahramanı Tom’un hapishaneden çıkmasıyla başlıyor ve kitabın sonunda Tom’un annesine veda ederkenki muhteşem tiradıyla bitiyor. “Nerede birileri özgür olmak için mücadele ediyorsa, onların gözlerine bak anne, beni göreceksin” şeklinde giden tirad. Tom karakteri bir anlamda romandan çıkıp yeni bir varlık kazanıyor bu şarkıyla. Bundan 50 yıl sonra, Bruce Springsteen “The Ghost of Tom Joad” u (Tom Joad’un Hayaleti) yayınlıyor. Böylelikle, Tom’un hayaleti Büyük Buhran döneminden çıkıp 90’lar ABD’sine taşınıyor, sonda yine aynı müthiş tiradla. Rage Against the Machine de yorumladı bu şarkıyı. Deli İbram üzerine düşünürken aklımın bir köşesinde bu örnek vardı. Belki Deli İbram’ın hayaleti de 50 yıl sonra hala ortalıkta dolaşıyor olur, kim bilir?"

Soldan Sağa: Melih Yeşilbağ, Ozan Çoban, Güneş Demir

'Büyük hikayelere dönüş, insana olan inanç'

'Bu kitap sizi neden bu kadar etkiledi peki?' diye sorunca önce biraz düşünen Ozan Çoban sözlerine şu şekilde devam ediyor.

"Büyük hikayelere dönüş, insana olan inanç, halk ve toplumsal meseleleri ele alış vs…Yaptığımız şeye ve durduğumuz yere olan inancımızı perçinleyen şeyleri çok kıymetli buluyorum. Deli İbram Divanı’nın bu anlamda büyük bir karşılık bulmuş oluşu ve hak ettiği değeri görüyor oluşu benim kendi müziğimize dair de umudumu arttırdı. Bireysel buhranlar, bireysel kurtuluş illüzyonları ve halka gitmeyi, halkçılığı köhne bulan piyasa esiri liberal bir anlayışla ile öyle sarmalanmış ve kirlenmiş durumda ki sanat dünyamız… Sanırım Deli İbram Divanı buna itirazı olan  herkes için bir nefes oldu." 

Kurulan bir hikayenin mayalanması: 'Deli İbram zeybeği'

Romanın yazarı Ahmet Büke, bestenin ilk halini dinlediğinde uzunca bir süre gülümseyerek dolaştığını ifade ederek başlıyor söze. 

"Yazmak tek başına, yalnızlıklar içinde yapılan bir iştir. Hayır, acılar içinde kalarak yazıldığını falan söylemiyorum elbette. Ben haz alırım aksine. Ama sonuçta yalnızlığa ihtiyaç duyarsınız tıpkı okurken olduğu gibi. Lakin ben kalabalıklaşmak için yazıyorum. " diyor. Ve ekliyor, "Edebiyatın, kültürün ve mücadelenin toplumsallaşması bizlerin muradı aynı zamanda. Tüm saydıklarıma olan meftunluğumuz da kaybetme estetiği denilen şeyde debelenmek için değil bizzat kazanmaya odaklanmak ile ilgili. Dolayısıyla kurduğum hikâyenin mayalandığını görmek, özellikle benden genç ve daha cüretli, daha yetenekli insanlara geçtiğini somut olarak fark etmek çok mutluluk vericiydi."

Ahmet Büke

'Ezgide ve sözlerde cüret'

Esasında hikayenin öyküsü geçtiğimiz yıla kadar uzanıyor. Yani belli açılardan gecikmiş bir buluşmaya sahip bu beste. 

Melih Yeşilbağ'ın geçtiğimiz sene Ankara sokaklarını adımlarken bu mevzuyu ilk açtığında elinde bir demo kaydı dahi vardı. Ama biraz akademisyen titizliği biraz da hayatın meşakkati içinde geçen zaman, eserle buluşmamızı 30 Mayıs 2025 tarihine erteledi.

Hikaye böyle olunca, romanı ilk okuyanlarımızdan biri olan ve hem soL'da tanıtımını hem söyleşisini yazan ve eserin daha geniş bir çevre tarafından okunması için emek veren Erkan Yıldız ile yolların kesişmemesi mümkün değil haliyle. 

Melih'in de ayak izleri buralardan geçmiş.

Geçtiğimiz yıl Ahmet Büke ile Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde yapılan söyleşi ve imza gününde söyleşiyi kolaylaştıran Erkan Yıldız'a aktarmış hemen bu beste fikrini. Ankara'da olacak imza gününü duyunca hemen amatör bir demo kaydını aldığını söyleyen Melih Yeşilbağ, " Erkan'a şarkının ilk versiyonunu dinletmiştim. Beni bu konuda teşvik etmişti. Hemen apar topar amatör bir demo kaydı aldık ve Ahmet Büke’ye e-posta ile gönderdim. Sağolsun çok iyi karşıladı ve cesaretlendirici bir yanıt verdi." diye anlatıyor. 

İmece usulü kolektif bir çabayla bestelenen eserde Ozan Çoban ve Güneş Demir ve yine Melih'in dostlarından Onur Yusufoğlu perküsyon ve davul kayıtlarını üstlenmiş. 

Herkesin cesaret verdiği bu süreçte bu cesaret notalara da yansımış haliyle. 

Ahmet Büke bestenin bu duygusu için "Ben ezgide ve sözlerde cüret hissettim. Cüret, cüretli olmak tepesine vurularak değersizleştirilen ve tenzili rütbe ile hadsizlikle aynı seviyeye indirilen sözcük ve kavram oldu zamanla. Oysa içinde hem bir iddia hem de menziline akılla giden bir kararlılık barındırır." diyor. 

Romanın izinde bir beste: 'Ayaklarını kendi topraklarına basmak'

Ezgiyi ilk dinlediğinizde zeybek formu sizi içine çekiyor. 

Malum. Hem romanın konusu 1950'li yılların İzmir'inde geçiyor hem de romanı besteleyen Melih, İzmirli. 

"Bir İzmirli olarak kendimi bildim bileli zeybekle haşır neşirim. Zeybeğin çok güçlü, çok yoğun bir müzik ve dans formu olduğunu düşünüyorum. Fena da oynamam (gülüyor). Tutku, aşk, hüzün, coşku, esriklik, kahramanlık, direniş, isyan, zafer anlatmak için çok elverişli geliyor bana. Müzik yazmaya çalışırken elim biraz kendiliğinden zeybek formuna kayıveriyor açıkçası." diyor bu konuyu anlatırken. 

"Zeybek, Ege’nin iki yakasında da müziğiyle ve dansıyla müzikal geleneğin çok önemli bir parçası. Bizde çok zengin bir külliyat olmasına rağmen, maalesef biraz müzelik bir form gibi algılanıyor. Yani, eski eserler icra ediliyor, yeniden yorumlanıyor fakat zeybek geçmişte kalmış bir form olarak düşünülüyor. Halbuki, böyle olmak zorunda değil. Yunan müziğinde mesela 9/4’lük zeybek formunun kullanılmaya devam ettiğini görebiliyoruz. Bizde bu açıdan büyük bir eksiklik var. 

Bu noktada, bu eksikliği dert eden ve kentli bir tavırla yeni zeybekler besteleyen, bu günün dertlerini-hikayelerini zeybekle çalıp söyleyen Kırıka grubunu, dostum ve üstadım Salih Nazım Peker’i anmak lazım. Bu yolu onlar açtılar. Ben de naçizane o yoldan gitmeye çalıştım.

1950’lerin başında, Karaburunlu yoksul balıkçıların kendilerini sömüren kodaman taifesine direnişini anlatan romanın türküsü için de zeybekten daha iyi bir müzikal form düşünemiyorum."

Hem Melih hem de Ozan Çoban konu zeybeğe gelince "Egenin iki yakası" deyiveriyor sohbetlerinde. 

Ozan Çoban "Sade ve etkileyici bir ezgisi var bestenin. Dinamik yapıda ve insanı içine alıyor. Deniz kokusu geliyor benim burnuma her dinlediğimde." diye giriyor söze ve ekliyor "Düzenlemede kullandığımız enstrümanlar arasında buzuki baglamadaki gibi Yunan halk çalgıları da var ki tarih boyunca yöredeki halkların aşina oldukları sesler ve tınılar bunlar. Kitabın sonuna yaklaştıkça artan merak ve heyecana paralel olarak şarkının son bölümünde de tansiyon yükseliyor ve asma davul ve bağlama giriyor müziğin içine. Biz müziğimizi yaparken bu toprakların üzerindeki tüm zenginliklerinden faydalanmaya çalışıyoruz ve biliyoruz ki şarkılar da halklar da kardeş. Emperyalizm halkları birbirine kırdırıyor ama şarkıları birbirine düşman edemiyor" sözleriyle anlatıyor.

Gitarıyla ezgiye hayat veren Güneş Demir de zeybek müziğini, diğer tüm geleneksel müzik türlerinde olduğu gibi, modernleşme/uluslaşma dönemiyle yeni anlamlar kazanarak varlığını sürdürdüğünü ifade ediyor. "Zeybek figürü ve müziği biraz tek yönlü bir boyutta, bir kahramanlık idealiyle özdeşleştirildi. Halbuki zeybekler de zeybek müzikleri de içinde kahramanlığı da zalimliği de baş kaldırmayı da boyun eğme hikayelerini de barındırıyor. 

Zeybeklerin ve müziklerinin bu çok yönlülüğünü bir hayal kırıklığıyla karşılamamak gerekir kanımca, aksine özgürleştirici ve ifade olanaklarını zenginleştirici bir fırsat olarak görmek lazım. Melih'in zeybeği bu çok boyutluluğu güzel yakalayabilmiş bence."

Ahmet Büke de ayaklarını memleket topraklarına basmayı önceliyor yine. "Rahmetli babam, ayağını kendi toprağına basmazsan gökyüzüne zıplayamazsın derdi. Deli İbram oynadıysa zeybek oynamıştır zaten." diyor ve ekliyor "Zeybeklik bizde aşk ve nefret gibi ikiz duyguları çeker. Ruhi Su’nun Zeybek ile Yörük atışmasını hatırlayalım bu bağlamda. En yoksul, çaresiz köylü çocuklarından en gözü karaları dağa çıkar, eşkıya olur. Ama çoğu da onları bu hayata mahkûm eden beyleri ortadan kaldırmak yerine yeni bey olmayı düşler. Dolayısıyla inişli çıkışlı ve insanın hem göğsünü kabartan kimi zaman da yüzünü kızartan bir iştir. Bunları bilerek dinledim Melih’in ezgilerini." 

'Mücadeleye yakın duran hayata da yaklaşıyor'

Deli İbram söz konusu olunca hem günüz delilerini hem de günümüz madrabazlarını anımsıyoruz söyleşide sona gelirken. 

Ozan Çoban tüm meseleyi "Mevzu biraz da halkın kendisi olana sahip çıkması. Meselemiz bu. Kıyısı yağmalanan, zeytinliği sökülen, işinden haksız hukuksuz çıkarılmış, üç kuruşa hayatta kalmaya çalışan her kim varsa, direndiğinde sanat da katılıyor onun mücadelesine. Ahmet Hoca sıklıkla hikayemizin ipine sarılacağız diyor söyleşilerinde. Bizim hikayemiz de bu işte. Grevin direnişin olduğu yerler bizim hikayemiz, gerçekliğimiz. Kendi kurtuluşunu halkın kurtuluşunda gören anlayışın izinde, yolumuzu açanlara saygıyla, yolun ardından gelenlere el vermeye çalışarak yürüyoruz." diye giriyor söze

Liberal ezberlerin sanatçıya, eğer arkasında bir ekonomik güç yoksa bir hiç olduğunu söylediğini hatırlatan Ozan Çoban, "Oysa yüzlerce örneği var; sanatın gücü sömürü ilişkilerini derinlemesine teşhir etmesinde, sınıfsal bir perspektifle hayatı okumasında ve o düzenin karşısına dikilmesinde. Bunu ne kadar derinlemesine yapmayı başarıyorsa o denli de toplumsallaşıyor, güçleniyor. Burada yalnızca direniş şarkısı yapmaktan bahsetmiyorum, bir aşk şarkısı için de mesele böyle bence. Mücadeleye yakın duran hayata da yaklaşıyor" diyor. 

Melih de benzer bir yerde tutuyor meseleyi.

"Bana kalırsa, Ahmet Hoca, Eczacı Süleyman’la o döneme çok iyi oturan bir karakter yaratmış. Taşra kasabalarında Demokrat Parti ileri gelenleri muhtemelen tam da böyle tiplerdi. Kibirli, muhteris, gaddar. DP daha iktidara gelmeden kokuyu alıyor, hemen 'nurlu ufuklar' söylemini benimsiyor. Komutan, hakim, imam avucunun içinde olduğu sürece ahaliyi de ilelebet davar gibi güdebileceğini sanıyor. Ama işte hiç hesapta yokken Deli İbram çıkıyor karşısına. Bugünün madrabazları da bilsin ki Deli İbramlar bitmez,  'dirilirler, dirilirler, gelirler." diye tamamlıyor sözlerini. 

Ahmet Büke söyleşimiz biterken bugünün Deli İbram'larını selamlıyor. 

"Deli İbramları ve Arap Alileri bugün görmesem bu hikâyeleri yazmam ki. Nostalji duygusuyla değil raylara kulağımı dayayıp uzaktan gelen seslerle yazıyorum."

Deli İbram zeybeği de benzer bir uğraşın sonucu. Gideni ve gelmekte olanı fısıldıyor dinleyicilerin kulağına. 

(Spotify Bağlantısı: https://open.spotify.com/intl-tr/track/4IkXWnW6SkD5uTvWS5uULe)

                                                               /././

Bu Halk -Ayşe Şule Süzük-

"Halkı hak etmek gerekir. Kendi kozalarımıza kapanmış bir hayat sürerken ötekileri yani halkı nasıl tanırız örneğin?"

İnsana insan gerek. İnsansız olunmaz. İnsanlaşmak lazım. İnsani olanın peşini bırakma. Tamam, öyle yapalım. 

Şimdi 2025’te, şimdi bugün, insan nedir? 

En kabaca ifade edersek insan düşünebiliyor değil mi? İnsanın ne düşündüğü, kavramı bağlamaz ancak düşünebiliyor insan. Konuşabilen, soyutlayabilen, olay ve olgular arasında bağlantı kurabilen, iletişime açık, toplumsal ilişkiler kurmakta becerikli, bu ilişkiler içinde dayanışarak, yan yana gelerek, bir arada devinerek gelişebilen, toplumsal bir varlık… Üstelik araç falan da yapabiliyor. 

(Ohoooo 2025 dedik, şimdi dedik. Laf mı bu? Sus, sevgili yazar, sadede gel)

İnsanız. Çok şey yapar, çok şey oluruz. 

Peki, halk nedir? 

Bir bölgede ya da ülkede yaşayan insanlar. Ortak bir kültüre sahip mi? Evet. Ortak bir geçmiş ya da gelecek tahayyülü var mı? Evet, yani olmalı. Bir ülkedeki herkes halkın parçası mıdır? Evet, parçasıdır. Halk geniş bir topluluktur nihayetinde. Dallandırıp budaklandırmayalım. Yurttaşlık başka bir kategori, o daha çok bireye, hukuki haklar ve sorumluluklar sarmalında iradeye, farkındalığa, hesap sormaya, hak aramaya, bir ülkü etrafında birleşmeye, demir leblebi olma noktasına erişmiş, bir eşik atlamış halka tekabül ediyor. 

Bu da tamam…

Başa dönüyorum halktan umut kesilir mi? 

Yanıtlamıyorum şu an ancak öteden beri dost meclislerinde, okuduğum makalelerde, katıldığım söyleşilerde, duyduğum değerlendirmelerde içimi kemiren, beni rahatsız eden bir söylem, aslında daha çok bir tavır var halk konusu açıldığında. Hakikaten tarih konusunda da konuşulsa, siyasetten de dolanılsa, bugüne dair saptamalar yapılacak da olsa beni kışkırtan, itiraz etmeme neden olan bir kibir gölgesi bu. Tenzih ediyorum, niyetlerden bağımsız genelde. Evet, üstümüze yapışmış bir refleks adeta. Bir büyüklenme, bir üstünlük, karşıdakini bir hakir görme gölgesi siniyor bütün o iri laflara, söyleyişlere, saptamalara, entelektüel sörflere… 

Elbette sonsuz bir yataylıkta özgürlükçü bir kabul görme durumuna eşlik eden eşitlikçilikten söz etmiyorum. Hatta “Ne olursan ol gel.” mantığı hiç yok bakışımda ancak adaletli davranmaktan yanayım halk dediğimiz ve bizlerin de bir parçası olduğumuz o şekilsiz yığına. Adalet deyince eşitlik de kendini dayatır. Adalet taraf olmayı ve eşitliği gerektirir. Evet. Adaletin uygulanabilirliği hele hele 2025 dünyasında eşitlikle mümkündür. 

Şimdi bıraktığım yerden devam ediyorum. Böbürlenme ile gölgelenmiş halka bakış biçimleri içimi parçalıyor, yüreğimi kanatıyor demiştim. Nihayetinde bugünün Türkiyesindeki büyük çaresizliğimizin sorumlusu halk mıdır?

“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.” derken Nâzım’da hiçbir kibir gölgesi görmezsiniz mesela. Çünkü halk durgun değildir, kalıp değildir, donmuş değildir. Koşullardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız değildir. Halkı sevebilmek için çabalamak gerekir. Tıpkı Nâzım gibi… 

Halkı hak etmek gerekir. 

Kendi kozalarımıza kapanmış bir hayat sürerken ötekileri yani halkı nasıl tanırız örneğin? Nasıl bilir, söyleşir, birlikte öğreniriz? Medyadan, haberlerden, kadın programlarından üzerimize boca edilen onca çürümüşlük içinde halkın pedofil, dolandırıcı, katil, sünepe, akılsız, düşman ve cahil olduğunu, kendimizle “onlar” arasında düşman hukuku olduğunu kırk gün söylersek, bunlara kırk gün maruz kalırsak neye dönüşürüz acaba? 

“Bir Zamanlar Anadolu”yu yeniden izledim geçenlerde. Çarpıcı bir film, düşündüren, kışkırtıcı... Bununla birlikte yönetmenin Kırıkkale taşrasındaki hikâyede insanları ele alış biçimi yukarıda sözünü ettiğim bakışın izlerini taşıyor. Taner Birsel’in muhteşem oyunculuğundaki savcı karakterinden doktorun mesafeli soğukluğuna “ora halkı” gözlemleri içime dokunuyor. Bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumun farkındayım fakat yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın konuyu ele alış yordamı ağzımı acılaştırıyor. Kekremsi bir tatla yönetmene “Peki, anladık iyi bir insansın.” demek istiyorum Brecht’in şiirindeki gibi. Ama filmdeki tüm karakterler hakkında tek tek konuşmak da istiyorum. Hele o muhtarı, savcıyı, doktoru halktan saymıyorum. Muhtarı dışarıda bırakırsak doktora ve savcıya Yakup Kadri’nin “Yaban”ını okutmak istiyorum. Nuri Bilge’nin avcuma bıraktığı filme dair farklı tartışmalar yapmak istiyorum. 

Birbirine teyellenen çağrışımlar bunlar. Kafamın içinde devinip duruyorlar. Çağrışım bu ya, bu kez de Pablo Neruda’nın “Buğdayın Türküsü”nü söylemeye başlıyorum. 

“Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de”

İşte burada kibir yok, şapşal bir iyimserlik de yok. Diyalektik bir bakış var. Maddi ilişkilerin yarattığı ya da yaratacağı “o halkla”  insani ve eşitlikçi bir temelde ilişkilenme var.

Son olarak Yakup Kadri’nin “Yaban”ından bir paragrafı paylaşayım:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganlar, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir hâlde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun, öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir.”

                                                       /././

soL





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok- Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard ...