15 Ocak 2020 Çarşamba

Samsun’da AKM’yi yıkma planına ortak tepki - soL

Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin Devlet Opera ve Balesi’nin kullandığı Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkıp ‘fuar alanı’ yapacağını açıklaması üzerine KESK’e bağlı Kültür Sanat-Sen, demokratik kitle örgütleri ve opera çalışanları AKM önünde bir açıklama yaptılar.

Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin Devlet Opera ve Balesi’nin kullandığı Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkıp "fuar alanı" yapacağını ilan etmesinin ardından bugün kültür merkezi önünde basın açıklaması yapıldı.

Belediyenin Aralık ayında ilan ettiği yıkım kararına karşı KESK’e bağlı Kültür Sanat-Sen Sendikası Genel Merkezi tepki göstermişti. Opera, konser ve müzikallerin yoğun bir şekilde sürdüğü kültür merkezi önünde bugün kurum çalışanlarının da katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. 

Daha önce yaptığı açıklamalarda seçim vaatlerinden biri olan Samsun fuarını da hayata geçireceğini söyleyen Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Demir, “Geçmiş yıllarda Samsun Fuarı, kent ticareti ve cazibesi ile ilgili önemli bir merkezdi. Atatürk Kültür Merkezi yıkılacak ve o bölgede Samsun Fuarı projesi hayata geçireceğiz.” demişti. Büyükşehir Belediye Meclisinden de oybirliğiyle geçen karara ve Demir’in açıklamalarına göre Valilik, eski Adliye binası ve Büyükşehir Belediyesi'nin tarihi binası hariç diğer ek binaları yıkılarak yeni binalar kent merkezinden uzak olan eski havalimanının yerine yapılacak. 

“İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ'Nİ YAKIP YAKAN ZİHNİYETTEN NE FARKI VAR?” 
AKM’nin yıkılacağını Belediye Başkanı’nın sözlerinden öğrenen KESK’e bağlı Kültür Sanat-Sen, konuya ilişkin 21 Aralık tarihinde tepki göstererek gerekli yasal sürecin sendika tarafından başlatılacağını açıklamıştı. Açıklamada, “Alınan bu esef verici karara en güzel cevabı sadece Samsun halkı değil ülkemizdeki tüm değerlerine sahip çıkan duyarlı sanatsever halkımızla birlikte vereceğiz. Bu zihniyetin insanlık tarihini ve medeniyetini yüzyıllarca geriye götüren İskenderiye Kütüphanesini yakıp yakan zihniyetten ne farkı vardır?” diye sorulmuştu.

Kültür Sanat-Sen Sendikası bugün öğle saatlerinde Samsun AKM önünde yaptığı kitlesel basın açıklamasıyla kararı protesto etti. Kadrolu ve sözleşmeli AKM’ye bağlı sanatçıların da katıldığı basın açıklamasına yerel sanatçılarla birlikte demokratik kitle örgütleri de destek verdi. 

TÜRKİYE’NİN İLK VE TEK ÇOCUK VE GENÇLİK SENFONİ ORKESTRASI AKM’DE
Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı Hülya Eryetli’nin katıldığı açıklamada, Samsun AKM’nin kentte ve Karadeniz bölgesindeki önemine işaret edildi. AKM bünyesinde Devlet Tiyatroları, Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, ona bağlı Gençlik Korosu, Çocuk Korosu, Samsun Devlet Opera ve Balesi, ona bağlı Çocuk Korosu, Çocuk Balesi’nin faaliyet yürüttüğü biliniyor. Eryetli, Türkiye’de ilk ve tek olan Çocuk ve Gençlik Senfoni Orkestraları’nın da AKM’de çalışmalarını yürüttüğünü vurguladı.

Açıklamada, İlkadım İlçe Halk Kütüphanesi’ne ev sahipliği yapan AKM’nin yüzlerce etkinlikle sadece Samsun’un değil tüm Karadeniz bölgesinin kültür ve sanat yaşamına hizmet verdiği ifade edildi. AKM’ye Samsun’un farklı bölgelerden tramvay ve diğer ulaşım araçlarıyla rahatlıkla erişim sağlanıldığını söyleyen Eryetli, etkinliklere bir ay öncesinde bile bilet bulmakta zorlanılan bir kültür merkezi olduğuna dikkat çekti. 

‘HIZLI BİR YOK EDİŞ SÜRECİ, ŞEHİR PLANLAMASI OLMADIĞINI GÖSTERMEKTEDİR’ 
Büyükşehir Belediye Başkanı Demir’in İstanbul’daki Haliç gibi bir uluslararası kongre merkezi yapılacağı sözlerine dair Eryetli, bu gerekçeyle yeni bir bina yapmak için henüz 18 yıllık AKM’nin yıkılmasının yanlışlığını vurguladı. Kentin çok ileri yıllarda gelişeceği düşünülen güney bölgesinde ulaşımdan, halktan, kültür hayatından kopuk yeni bir AKM binasının yapımının Samsun kültür-sanat hayatının gelişimini sekteye uğratacağını belirten Eryetli, “Son dönemde özellikle kültür sanat alanında tüm ağırlığıyla hissedilen hızlı bir yok ediş süreci bunun basit bir şehir planlaması olmadığını göstermektedir” dedi.

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne bağlı 6 merkezden birisi olan Samsun Devlet Opera ve Balesi, bugüne kadar çok sayıda opera ve bale gösterileri, müzikaller ve çocuk oyunlarının yanı sıra kentin aydınlanmacı birikimini yansıtmasıyla biliniyor. Atatürk Kültür Merkezi binasında, uluslararası standartlarda ses ve ışık ekipmanları ile donatılmış, gerekli her türlü teknolojik alt yapıya sahip toplamda 760 kişilik kapasiteli iki adet gösteri salonu bulunuyor. AKM’nin yıkılması, Devlet Opera ve Balesi'nin (DOB) sahnesiz kalacağı anlamına geliyor.

‘GÜVENCESİZ ÇALIŞTIRMA, İŞTEN ÇIKARMA, SANATA VURULMUŞ BİR DARBEDİR’
Opera ve bale çalışanlarının son dönemde işten çıkarılmaları ve güvencesiz çalıştırmanın sürmesi de basın açıklamasının gündemlerinden biriydi.

Açıklamada, “Yıllarca güvencesiz çalıştırılan sanat emekçilerinin içinden sayıları tahminen 350 olduğu düşünülen çalışan kardeşlerimizin yeni yıla girdiğimiz şu günlerde gerekçesiz biçimde işlerine son verilmesi, üstelik de işsizlik maaşı bile alamamaları kültür ve sanatta kötü gidişatın bir göstergesi, sanata ve sanatçıya vurulmuş bir darbedir” diyen Eryetli, Samsun halkını AKM’ye, sanata ve sanatçıya sahip çıkmaya çağırdı. 

Samsun’da AKM ve Devlet Opera ve Balesi, kentteki aydınlanma ve emek mücadelesinde simgesel bir önem taşıyor. 2016 yılında Büyükşehir Belediyesi, Opera tramvay durağının adını değiştirerek durağa caddenin karşısında yer alan Büyük Camii’nin adını vermişti. Ramazan ayında bu değişikliğin yapılması dikkat çekmiş, Samsun’un ilerici kamuoyu seferber olarak binlerce imzayla tepki göstermişti. Öte yandan iki yıl önce yevmiyeli çalıştırılan sanatçıların Türkiye genelinde örgütlenerek güvenceli istihdam için başlattıkları mücadeleye öncülük eden kentlerden biri Samsun’du. 

soL

14 Ocak 2020 Salı

16 milyon boşa gitti: ÇAYKUR’un Stevia macerası başlamadan bitti - soL

Stevia bitkisinden şeker üretmek için 16 milyonluk fabrika kuran ve 5 yıllık deneme üretimi yapan ÇAYKUR, bitkinin bölge koşullarına uygun olmadığını anlayınca, şeker üretme projesi başlamadan sona erdi.

Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü (ÇAYKUR), daha çok Güney Amerika, Arjantin ve Çin’de yetiştirilen, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Rize şekeri" adını verdiği Stevia bitkisini 5 yıl süren deneme üretiminin ardından yaygınlaştırmaya karar verdi.

Stevia bitkisinin üretimi için üreticiye fidan dağıtan ve fabrika kurma kararı alan ÇAYKUR, 16 milyon yatırım yaparak fabrika kurdu ancak bitkinin bölge koşullarına uygun olmadığı anlaşıldı. Böylece Erdoğan'ın “isim babalığını” yaptığı Stevia bitkisinden şeker üretme projesi başlamadan bitti. 

Sayıştay’ın ÇAYKUR’la ilgili 2018 yılı raporunda; bitkinin düz ve taban arazi istediğine ancak Rize’de bu şekilde arazi bulmanın zor olduğuna dikkat çekilirken, “Ayrıca Türkiye’de yetiştirilen Stevia bitkisinin sahip olduğu değerlerin ekstrakt elde etmek için uygun olmadığı ifade edilmektedir. Maliyeti, pazar durumu ve kullanım alanı iyice tespit edilmeden böyle bir ürün için yatırım yapılması rasyonel bir yaklaşım olarak görünmemektedir” denildi.

MALİ YAPI BOZUK
CHP İzmir Milletvekili ve KİT Komisyonu üyesi Atila Sertel, Türkiye’nin en büyük çay üreticisi ÇAYKUR’un sürekli zarar ettiğini belirterek, bu zararların en büyük nedeninin yanlış yönetim, bankalardan alınan kredilerin faiz yükü ve yapılan yanlış yatırımlar olduğunu söyledi. Sayıştay’ın kurumun mali yapısının bozukluğuna ve çektiği krediler nedeniyle katlandığı faiz yüküne ısrarla dikkat çekmesine rağmen önlem alınmadığını vurgulayan CHP İzmir Milletvekili Sertel, şunları söyledi:
“Ürün fiyatlarına zam yapılamamış olmasına karşılık maliyetlerin yüzde 15 artması neticesinde faaliyet zararı önceki yıla göre 7 kat artarak 173 milyon TL’ye yükselmiş. Buna ilave olarak bankalardan alınan spot kredi faiz hadlerindeki anormal yükselişe paralel olarak finansman giderleri geçen yıla göre yüzde 99 oranında artarak 350 milyon TL’ye ulaşmış olmasının da etkisiyle kuruluşun faaliyet dönemini 657 milyon TL zararla kapattığı görülüyor. 2019 yılı itibarıyla kurumun bankalara olan borcu 2 milyar 55 milyon lira. Faiz yükü 350 milyon TL.
Dolayısıyla 657 milyonluk zararın yüzde 50’sinden fazlasını bankalara ödenen faizler oluşturuyor. Her yıl zarar eden bu kuruluş adeta davulla zurnayla duyurduğu, Cumhurbaşkanı’nı isim babası yaptığı stevia bitkisi yatırımından da zarar ettiği anlaşılıyor. Sayıştay’ın tespitlerine göre bu bitkinin Rize gibi dağlık alanda yetişmesi zor. Bitki yetişse de ticari bir ürüne dönüşemeyeceği 16 milyon yatırım yapıldıktan sonra anlaşılıyor. Yazık, gerçekten çok yazık. ÇAYKUR’u göz göre batırmaya çalışıyorlar. KİT Komisyonu’nda ve TBMM’de her kuruşun hesabını sormaya devam edeceğiz ve bu kurumu göz göre göre batırmalarına müsaade etmeyeceğiz.”

16 MİLYON YATIRIM YAPILDI
İlk deneme üretimleri 2012 yılında başlayan stevia bitkisiyle ilgili önemli noktalara ve yapılan yatırıma dikkat çeken Sayıştay raporunda şu bilgiler yer aldı:
“Teşekkül, Cumhuriyet Çay Fabrikası bünyesinde bulunan bir kapalı alanda yatırım yaparak Stevia bitkisinden ekstrakt elde edilmesini sağlayacak bir tesis kurmuştur. Muhtelif işler projesi çerçevesinde yatırım programından yaklaşık 16 milyon TL harcandığı bildirilmiştir. Ancak, stevia bitkisinden şeker mi yoksa gıda katkı maddesi mi elde edileceği henüz açıklık kazanmamıştır. Diğer yandan Çay Bölgesinde üretiminin yapılması için stevia fidesi dağıtılan üreticilerin de söz konusu bitkinin üretiminden olumlu sonuç alamadıkları görülmüştür. Stevia bitkisi düz ve taban arazi istemektedir. Bu özellikte Rize şartlarında arazi bulunması zor görünmektedir. Ayrıca Türkiye’de yetiştirilen stevia bitkisinin sahip olduğu değerlerin ekstrakt elde etmek için uygun olmadığı ifade edilmektedir. Bu tesisin çalıştırılması için yurt dışından kuru stevia yaprağı ve proseste kullanılacak yardımcı ürünlerin ithal edilmesi gündeme gelmektedir. Maliyeti, pazar durumu ve kullanım alanı iyice tespit edilmeden böyle bir ürün için yatırım yapılması rasyonel bir yaklaşım olarak görünmemektedir.”

ÇAYKUR GENEL MÜDÜR VEKİLİ: ÜRETİCİDEN KABUL GÖRMEDİ
ÇAYKUR Genel Müdür Vekili Yusuf Ziya Alim, üretimine eski Genel Müdür İmdat Sütlüoğlu döneminde başlanılan Stevia bitkisiyle ilgili, “Stevia üreticiden kabul görmedi. Biz 46 üreticimize steviayı dağıttık. Bir üretici ‘otun içinde kaldı, çürüdü.’, biri ‘ben bununla uğraşamam’ dedi. Üreticilerimiz kolaylığa alışmış, steviayı kabullenemedi. İnşallah kabul görür. Biz üreticiye destek veriyoruz. Bizim için bir alternatif olur. Kabul görmedi diye bir kenara atmadık. Proje devam ediyor” demişti.

soL

11 Ocak 2020 Cumartesi

Kiminin pırlantası ufak, kiminin ekmeği bayat Rusya'da emeklilik reformu Putin'in dostlarını bile kaçırdı - (soL Dış Haberler)


Rusya'da son yapılan 'maaş endeksleme' ile birlikte ortalama emekli maaşı yaklaşık 16 bin 500 ruble (yaklaşık bin 600 TL) oldu. Rusya'da da enflasyon en çok yoksulları vuruyor: Kiminin pırlantası ufak, kiminin ekmeği bayat! Putin'in emeklilik reformu ise dostları tarafından bile şiddetle eleştiriliyor.


Rus haber portalı Svobodnaya Pressa’da Sergey Aksenov imzası ile yayınlanan bir haber Rusya’da emeklilik saldırısına ilişkin son gelişmeleri çeşitli kesimlerin görüşleri ile birlikte ele aldı.

Haberi soL okurları için Yasin Çalış Türkçeye çevirdi:
Adil Rusya Partisi Lideri ve V.V. Putin’in diğer kadim mücadele arkadaşları emeklilik reformu girişimini rezilce ve vahşice olarak adlandırdı.

Emeklilik reformunun Rusya Federasyonu Devlet Başkanı’nın en yakın mücadele arkadaşlarını bile öfkelendirdiği anlaşılınca, ülkede bu skandal girişimin yakın gelecekte iptal edileceğine dair bir umut doğdu. Bana kalırsa bu izlenim, Adil Rusya Partisi Lideri Sergey Mironov’un Regnum Haber Ajansı tarafından servis edilen sansasyonel sözlerinden sonra oluştu.

EMEKLİLİK REFORMU HEZİMETİ
“Devlet Duması yakın zamanda aldığı kararların pek çoğunu yeniden gözden geçirecektir. Emeklilik reformu gibi bir hezimet de buna dahil” diyordu Mironov. Vladimir Putin’in mücadele arkadaşının ağzından böylesine bir söz en hafif tabirle, şaşkınlık verici. Tüm bunlardan sonra, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı kişisel olarak meseleye dair yeni bir yöntem “geliştirdi”. Ardından vatandaşları bunun gerekliliği hususunda aydınlattı.

Mironov, reformun geri çekilmesi ihtimalini Rus Parlamentosu’nun yeni oluşan bileşimiyle de ilişkilendiriyor. Örnek olarak, Birleşik Rusya Partisi’nin çoğunluğu elinde tuttuğu şu andaki Devlet Duması’nın, böylesi bir radikal hamleyi gerçekleştirme gücüne sahip olmadığını söylüyor. “Fakat bu vahşi yasayı düzeltecek olanları da vatandaşlarımız belirleyecek. 2021 yılı yakındır!” şeklinde sürdürüyor açıklamalarını Adil Rusya Partisi Lideri.

EMEKLİ MAAŞINA ZAM DEĞİL 'ENDEKSLEME'
Mironov, emeklilik reformunun geri çekileceğine dair tezlerini ilk defa gündeme getirmiyor. Daha öncesinde de bunları yaklaşık bir ay önce, Rusya Federasyonu Emeklilik Fonu’nun 2020 yılında emekli maaşlarına yapacağı “zamla” ilgili mesajını da şiddetle eleştirdiğinde yazmıştı. “Bu emekliye zam değil, kanun gereği bir endeksleme! Burada olağanüstü ve mucizevi bir şey yok” demişti.

Gerçekten de, Rusya Emeklilik Fonu’nun 1 Ocak 2020 itibariyle övünerek gerçekleştirdiği bu maaş endeksleme mühim bir olay değil. Hatırlayalım, ortalama her emekli maaşına aylık olarak bin ruble eklenmiş oldu. Böylelikle ortalama bir emekli maaşı yaklaşık olarak 16 bin 500 ruble oldu (1580 TL civarı). Bununla birlikte maaşı halihazırda zaten düşük olanlar için bu zammın miktarı bin rublenin çok altında bir oranda gerçekleşti.

HALKIN ÖFKESİNİ DİZGİNLEME ÇABASI
Elbette ki, iktidardakiler için tüm bunlar bir hikaye. Reformun olası sonuçlarını doğru tahmin edemeyince, emeklilikle alakalı “olumlu” haberlerle halkın öfkesini azaltmayı deniyor devlet yetkilileri. Başbakan yardımcısı Tatyana Golikova, maaşlara yapılacak olan 12 bin rublelik zammı açıklarken, bu manipülasyondan utanmıyor bile. Evet bir yıl için 12 bin ruble. Ama etkisi…

Emeklilere yapılan bu zam endekslemesi hiçbir değer arz etmiyor. Emekli maaşlarındaki her artış enflasyon ve konut sistemi ücret tarifeleri tarafından “yutuluyor”. Svobodnaya Pressa yeni yıl arifesinde bu sorunu gündeme getirmişti. Bildiğiniz üzere yoksullar fiyatlardaki artışı, refah içerisinde yaşayanlara göre çok daha yakıcı oranda hissediyor. Kiminin pırlantası ufak, kiminin ise ekmeği bayat.

Her şeye rağmen bu “kuruş endekslemesi” de geri alınabilir. Alpari Analiz Merkezi Başkan Yardımcısı Natalya Milçakova’ya göre, “eğer 2020-2022 arasında ortalama petrol fiyatları varil başına 40 doların altına düşerse ve dolar kuru da 90 rubleyi aşarsa, bu maaş endekslemesini de askıya alacaklardır.”

Resmi gazete “Rossiyskaya Gazeta”da yayımlanan buna benzer bir tahmin şaşkınlık yaratmadı. Evet fantastik olarak adlandırıldı. Ancak zaten yakın tarihte de petrol 40 doların altında değil miydi? Evet öyle. Ruble devalüasyonuyla Ruslar iki kere yüzleşti. En son 2014-2015 yıllarında. Gördüğünüz üzere bu senaryoda fantastik bir yan yok.

Yaşlı vatandaşlar her durumda acı reçeteye maruz kalıyor. Bu girişim tamamıyla geri çekilmeyip, en azından reformda Uzak Kuzey’de ve Uzak Doğu’da yaşayanlar için emeklilik yaşı aşağı çekilip “düzeltilse” de başarı sağlanamaz. 

Anlaşılıyor ki Rusya Federasyonu Devlet Başkanı’nın bizzat kendisi buna karşı çıkıyor. Her halükarda, Kremlin’in yeni bir emeklilik reformu tasarısı hazırlamadığına dair sözlerinden tek bir şey çıkarılabilir: emeklilik yaşının yükseltilmesi ertelenmeyecek. Putin, Medvedev hükümetinin liberal kanadına bu “kemiği” ona geri getirmeleri için atmadı. Onları kendi haline bıraktı. Daha çok işine yarayacaklar. Ya da en azından devlet başkanı buna inanıyor.

DÜŞÜK MAAŞ TÜKETİMİ KISITLAYINCA...
İşin ilginci, büyük sermaye önceden emeklilik maaşlarının artırılması gerekliliğine dair birkaç kelam etmişti. Crocus Grup Başkanı Araz Agalarov’a göre, Rusların çoğunluğunun da aldığı üzere, aşağı yukarı 200 dolarlık emeklilik maaşı tüketimi kısıtlıyor. İş dünyası ürün ve hizmet satacağı kimseyi bulamıyor.

Rus toplumu kimi politikacılar ve iş insanlarının da desteğiyle bu vahşi reformun geri çekilmesini sağlayabilecek mi?

RFKP: YASA KALDIRILSA BİLE UZAK GELECEKTE BİR TEHDİT
Rusya Federasyonu Komünist Partisi Habarovsk Bölgesel Komitesi Birinci Sekreteri Pyotr Perevezentsev, iktidarın bu rağbet görmeyen emeklilik yasasını kaldırsa bile bunun uzak gelecekte olacağına inanıyor. O da zaten politik çıkarları için olacaktır. “Adil Rusya Partisi’nin, politik arenadan çıktığı için, bu tarz adımlar (emeklilik reformu eleştirisi gibi) atmaktan başka yolu kalmadı. Bu durum son zamanlarda bölgesel parlamento seçimlerinde çokça kanıtlandı. Bu yüzden Mironov halka kendini hatırlatmaya çabalıyor.

Svobodnaya Pressa: Aynı zamanda 2021 yılı seçimlerinden sonra bu reformun revize edileceği de söyleniyor. Sizce Birleşik Rusya Partisi bunu şimdi veya sonra gerçekleştirir mi?
- Parlamentonun çoğunluğu için ilk başta bu rağbet görmeyen yasayı kabul edip sonrasında onu geri vites yaparak iptal etmek aptalca olurdu. Sadece bir kısmı olsa dahi. 
Buna ek olarak, Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin, Uzak Kuzey ve ona eşdeğer bölgelerde yaşayıp emeklilik yaşının yükseltilmesinden etkilenen vatandaşlar için bu reformun geri çekilmesi ve reform öncesi duruma dönülmesiyle alakalı son girişimi Devlet Duması tarafından reddedildi. Eğer Birleşik Rusya’nın parlamenter çoğunluğu, reformun olumsuzluklarını bir şekilde nötrlemek ve halka doğru bir adım atmak isteseydi, bizim önerilerimizi kabul ederdi.

'PUTİN REFORMUN İPTALİNİ KENDİSİNE YONTACAKTIR'
SP: Birleşik Rusya Partisi milletvekillerinin sadece oylamalarda butonlara bastıkları bilinen bir gerçek. Kararlar, başka yerlerde alınıyor: hükümette, başkanlık yönetiminde. Öyle görünüyor ki emeklilik reformunun yeniden gözden geçirilmesi ilk sırada duruyor, sizce de öyle mi?
- Evet öyle, ama onların bakış açısına göre şu an hiç doğru zaman değil. Reformla ilgili manipülasyonların, Putin’in iktidarı halefine devredeceği zaman ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. O zaman bu kart devreye girebilir. Çünkü halkın yararına iş yapma bayrağını Putin kimselere vermez. Ve parlamentoya da emeklilik reformunun reddi imkanını vermez.
Eğer reformun iptali politik bir fayda sağlayacaksa, bu yararı sadece kendisine yontacaktır. Ya da ardından gelecek kişiye.

SP: Yani Devlet Başkanı ve diğer iktidar odakları için güç meselesi, sosyal adaletten daha mı önemli?
- Elbette. Onlar sadece etki alanlarının korunmasıyla ilgilidirler. Halk onlar için, her ne kadar iktidarlarının kaynağı olsa da, önem gösterecekleri bir gerçeklik ya da çıkarları için hareket edecekleri bir şey değil.

Özgürlük Enstitüsü Müdürü ve Rodina (Anavatan) Partisi Başkanlık Heyeti Büro Üyesi Fyodor Biryukov’a göre, emeklilik sorununu çözümsüz bırakmak yönetim için tehlikeli bir durum.

Adil Rusya Fraksiyonu, Duma’da her zaman olması gerektiği gibi davranmıştır. Ama örneğin bizim partimiz emeklilik reformuna da karşıydı. Bir anda oylanıp kabul edilen katma değer vergisinin yüzde 20 oranında artırılmasına da karşıydı.

Ama bu “hırsızlık” emeklilik reformu maskesi altında çok hızlı bir şekilde kabul ediliverdi. Muhalefet gruplarının da desteğiyle birlikte. Devlet Duması’nın web sitesine bakabilirsiniz.

PUTİN 'PARİS BENZERİ BİR DURUM'DAN KORKUYOR
SP: Emeklilik reformunun geleceği ne olacak peki? Reddedilecek mi ya da tam tersi herkesi korkuttuğu üzere daha da mı kötüye gidecek?
- Bana göre daha radikal bir adım atılmayacak. Liberal bürokratlar radikal adımı attılar, emeklilik yaşını yükselttiler. Dahası bunu ciddi protestolara rağmen gerçekleştirdiler. Fransa’da değiliz. Ulaşım işçilerinin grevinin ikinci ayında olduğu, her şeyin durduğu ve halkın da grevdekileri desteklediği bir yerde değiliz. Putin’in korktuğu “Paris benzeri bir durumu” Ruslar da istemiyor gibi görünüyor. Kimse aldırış etmiyor.

Hiç kimse emekliliğe ve Emeklilik Fonu’na bir güven duyuyor. Bu durum sokaklara çıkacak milyonlarca insandan daha da fena bir durum. Şu anda 30-40 ya da 50’li yaşlarını yaşayan insanlar esasında devlete güvenmiyor. Onun 20 yıldan fazla bir ömrü olduğuna inanmıyorlar. Yöneticiler bu inançsızlığa karşı bir şeyler yapmak zorunda.

'DURUM 1991'E BENZİYOR'
SP: Öyleyse emeklilik sorunu politik bir mesele mi oldu?
- Durum halkın ve iktidarın aynı durumda olduğu 1991’e benziyor. Buna ek olarak Dışişleri Bakanlığı’nın -tüm methiyelere rağmen-  içinden çıkamayacağı son derece zor bir uluslararası konjonktür var. Bu yüzden 2020 yılı çok ciddi bir geçiş dönemi olacak.

Eğer 2021 yılında Devlet Duması yine aynı kadrolardan oluşursa bu sistemin iflası anlamına gelir. İktidarın barış içinde el değiştirmesinden bahsetmek zor hale gelir.

ROT FRONT: İÇ SİYASETE DÜZEN İÇİ YOLLARLA MÜDAHALE İMKANI TÜKENDİ
Rusya Birleşik Emek Cephesi (ROT FRONT) Partisi Merkez Komitesi Sekreteri Aleksandr Batov daha radikal bir görüşe sahip.
Parlamento partilerinden birinin liderinden böyle çıkışlar duymak, alışık olduğumuz bir popülizm yöntemi. Mironov şunu iyi biliyor ki kapitalizmde “dürüst seçimler” asla yoktur ve olamaz da. Rusya’daki seçim sistemi iktidarın güncel ihtiyaçlarına göre dizayn ediliyor, yasama işi her seçim öncesi yeniden düzenleniyor. Meclisteki partiler bütçeden alacakları paya bakıyorlar ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı tarafından kontrol ediliyorlar. Kim düzeltecekmiş emeklilik reformunu?

Rusya siyaseti, az sayıda gedikli iktidar çevresi tarafından kuşatılmış bir kaleye benziyor. Geri kalan herkes duvarın diğer tarafında. Ülkenin iç siyasetine düzen içi yollarla müdahale imkanları tükenmiştir. Bu açık durum halka şunları düşündürtmelidir: ülkenin durumundaki esaslı bir değişim, ancak şu andaki oyunun kurallarıyla belirlenmemiş yöntemlerle mümkündür.

Rus halkının emeklilik reformunu kendi başına geri alacağı günün geleceğine inanıyorum.

soL - Dış Haberler (Çeviri: Yasin Çalış)


10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nasıl ortaya çıkmıştı? 'Simidimiz ve hürriyetimiz için...' - SOL

10 Ocak, gazetecilerin bundan tam 59 yıl önce, gazete patronlarına karşı büyük bir zafer kazandığı günün yıldönümü... 10 Ocak 1961 günü gazete patronlarının gazete basmayacağım sözüne karşın matbaaya el koyup, halkı habersiz bırakmayan basın emekçileri günümüzde yaşanan sorunların da çözümünü işaret ediyor.

10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, 1961 yılında gazetecilerin elde ettiği önemli hakları kabul etmeyen medya patronlarının gazete basmayacağını açıklaması ve basın emekçilerinin bu açıklamaya meydan okuması sonucu ortaya çıkmıştı.
AKP döneminde sıkça sansüre ve baskıya maruz kalan günümüzün basın emekçileri için 10 Ocak önemli bir öğretici olmayı sürdürüyor.

PATRONLAR VE GAZETECİLER KARŞI KARŞIYA
10 Ocak'ı ortaya çıkaran olay, gazetecilerin bugün neredeyse unutmak zorunda kaldığı kazanımları içeren 212 sayılı yasa olmuştu.

Patronlara, iş sözleşmelerinin “yazılı olarak yapılması”, sözleşmelere “ücret miktarı”, “gazetecinin kıdemi”, öğelerinin mutlaka konulması, “ücretlerin peşin ödenmesi” gibi bazı yükümlülükleri getiren 212 sayılı yasa daha hazırlık aşamasında gazete patronları tarafından büyük tepki görmüştü.

Gazete patronları yasanın çıkmaması için çok büyük çalışmalar yürütse de nihayetinde gazetecilerin kazanması ve yasanın çıkması sonucunda 9 gazete patronu üç gün süreyle gazetelerini yasaya tepki olarak kapatacaklarını açıkladı.
Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul ve Yeni Sabah gazeteleri, 10 Ocak sabahı “... milli birlik komitesi tarafından ilan edilen basınla ilgili kanunlar, milletçe girilen bu aydınlık devirde, basını emsali görülmemiş bir tehlikenin içine atmıştır” ortak metniyle çıktı.

Selçuk Altan’ın yıllar sonra araştırmalar için kullanılır diyerek kaleme aldığı 9 Patron olayı da böylece başlamış oluyordu. Patronların “basını tehlikeye atıyor” dedikleri yasa aslında, basını değil patronların kârını tehlikeye atıyordu.

Üç gün süreyle gazeteleri çıkarmayacaklarını açıklayan patronlar, bu tavırlarıyla gazetecileri yıldırmak ve yasayı geri çektirmek amacındayken, basın emekçileri ise hakları için mücadele etmeye hazırdı.

Patronlar gazete çıkarmaya yanaşmayınca, emeği veren gazeteciler basım işini de üstlenecekti ve ortaya “Basın Gazetesi” çıkacaktı...

Selçuk Altan bu noktaya gelen süreci şöyle anlatıyor:

Bu olaydan önceki gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:1960’ın son aylarında, adı geçen iki yasanın hazırlık döneminde, Milli Birlik Komitesi, işçi ve işveren temsilcilerini Ankara’ya çağırmış, bir dizi seminer düzenlemişti. İşverenler de çalışanlar da burada düşüncelerini dile getirirlerken, bazı patronlar, gazetelerinde her iki yasayla ilgili hazırlıkları ağır dille eleştirmişler ve “gerçek gazetecilerin düşünülmediğini” öne sürmüşlerdi. 

Örneğin, bunlardan Falih Rıfkı Atay, “İşin acelesi yok. Olsa bile Milli Birlik Komitesi üyelerinin, hakiki basın temsilcileri ile hesap kitap masa üstünde konuşarak durumun gerçeklerini tespit etmelerini arzu ederiz” demişti. Oysa Ankara’daki toplantılara, bütün basın dernekleri, sendikaları ve gazete sahipleri sendikalarının her ikisi de çağrılmışlardı. 

Örneğin, İstanbul Gazeteciler Sendikasını Hasan Yılmaer ve Ömer Sami Coşar, Ankara Gazeteciler Sendikası’nı İlhami Soysal, İstanbul Gazeteciler Cemiyetini Nuyan Yiğit ve görevlendirilen Hayri Alpar ve Şemsi Kuseyri, Ankara Gazeteciler Cemiyeti’ni Altan Öymen, Gazete Sahipleri Sendikası’nı Akşam gazetesi’nin sahibi Malik Yolaç ve Naşit Uluğ temsil ediyorlardı. 
Atay’ın seminerlere katılan gazetecileri “gerçek gazeteci” saymaması üzerine, İstanbul Gazeteciler Sendikası, Basın Şeref Divanı’na başvurarak yazarın kınanmasını istemişti. 

Patronların öfkesi sürerken, yasanın Milli Birlik Komitesi’nde kabul edildiği açıklanmış, bunun üzerine dokuz gazetenin sahibi, yasa, daha resmi gazete’de yayınlanmadan, yukarıda açıklanan ortak bildiriyi kaleme alıp gazetelerini kapatmaya karar vermişlerdi.”

Patronların bu tutumuna karşı ilk tepkiyi sorumlu yazı işleri müdürlerini gösterirken gazetelerin bu sayısına imzalarını koymadılar. Bunun ardından İstanbul Gazeteciler Sendikası’nda bir araya gelen gazeteciler bir bildiri yayınlayarak şunları ifade etti “Bu kapanma kararı, gazetelerin tesis ve maddi imkânlarını ellerinde bulunduran gazete sahipleri tarafından verilmiştir. basını meydana getiren asıl ve büyük kütle olan biz yazı işleri müdürleri, sekreterler, istihbarat şefleri, muharrirler, muhabirler, foto muhabirleri, karikatüristler, ressamlar, musahhihler ve diğer fikir işçilerinin böyle bir kararda oyumuz olmadığı gibi, bu hareketi asla tasvip etmemekteyiz.” 

"SİMİDİMİZ VE HÜRRİYETİMİZ İÇİN"
Gazeteciler bildiriyi yayımladıktan sonra sendika binasından sessiz bir yürüyüş gerçekleştirerek, “simidimiz ve hürriyetimiz için”, “çalışan gazeteciye cop, patrona hazır lop” gibi dövizler taşıdılar. 

Ertesi gün basın emekçilerinin çok yoğun bir emek sonucu ortaya koyduğu “Basın gazetesi” okuyucunun da büyük ilgisini çekince 100 bin gibi önemli bir tiraja ulaşmış oldu.

GENEL YAYIN MÜDÜRÜ ABDİ İPEKÇİ OLDU
Başından sonuna basın emekçilerinin çıkardığı bu gazetenin sahibi sendika üyesi Selçuk Çandarlı olurken, Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi, Sorumlu Yazı İşleri Müdürlü Semih Tuğrul ve Teknik Müşavir de Murat Kayahanlı olmuştu.

Selçuk Altan’ın makalesine göre, 11 Ocak’ta çıkan gazetede şu haberler yer aldı:

- Daima halkın hizmetindeyiz
- Dokuz işverenin gazetelerini kapatmaları üzerine fikir işçileri sessiz bir protesto yürüyüşü yaptı. 
- Milli Birlik Komitesi sözcülüğü’nden yapılan açıklamada, “bırakın üç gün değil, diledikleri kadar çıkarmasınlar... yıllardan beri hak ve hukuk müdafii olduklarını iddia eden bazı yazarlar, ufak bir menfaat peşinde hak ve hukuktan ne derece ayrılabileceklerini göstermiş bulunuyorlar” denilmişti. 
- İstanbul gazetelerinin yazı işleri müdürleri, bir bildiri ile, “basının hakikaten emsali görülmemiş bir tehlikenin içine sokulduğu günlerde dahi başarılamamış bir hareketi” şimdi başaran dokuz gazete sahibini protesto etmişlerdi. 

SOL


10 Ocak 2020 Cuma

İki IMF raporu: Tutmayan hesaplar, yeni öngörüler - KORKUT BORATAV


IMF Ana Sözleşmesi, Madde IV, üye ülkeler için belli aralıklarla ekonomik raporlar hazırlanmasını öngörür. IMF’nin ülke (örneğin Türkiye) uzmanları, ekonomi bürokrasisi ile “danışma toplantıları” yapar; raporlar kaleme alınır; IMF Yürütme Kurulu tarafından görüşülür ve yayımlanır.

Bu özellikleri taşıyan son Rapor Aralık 2019 tarihlidir (Turkey: Article IV Consultation, Staff Report, 19/395). Bir önceki Rapor, Nisan 2018’de yayımlanmıştı. İki belge arasına Türkiye’nin ekonomik krizi girdi.

IMF’nin kronik iyimserliği
Bu yazıda bu iki raporun reel ekonomi ile ilgili ana verilerini, öngörülerini karşılaştıracağım. Böylece IMF uzmanlarının 2018 başlarında Türkiye’nin krizini ne derecede öngördüğünü gözleyebileceğiz. Ayrıca, son raporun bu yıl ve sonrasına ilişkin ekonomik tespitlerini, yorumlarını gözden geçireceğiz.

IMF’nin, zaman zaman mizah konusu olan kronik bir arızası vardır: Neoliberal politikaları benimseyen tüm ekonomiler (ve aynı ilkelerin egemen olduğu dünya ekonomisi) için yaptığı öngörülerin sistematik olarak iyimser doğrultuda yanlış çıkması…

Bu “sistematik sapma”, ideolojik bir saplantıdan kaynaklanır: Ekonomilerin işleyişine esas olarak piyasa mekanizması (neoliberal ilkeler) egemen ise, geçici etkenlerin yol açtığı bozukluklar zaman içinde kendiliğinden telafi edilir; ekonomi dengeli bir gelişme patikasına yerleşir. “Geçici” bozukluklar ise, IMF’ye göre, genellikle piyasa mekanizmasına devlet müdahalelerinden kaynaklanır. 

Sistematik öngörü hataları, niçin “ideolojik kaynaklı”dır? Zira, IMF’nin “ekonomik felsefesi”, piyasa mekanizmasını toplumların doğal hali olarak kabul eder; farklı ekonomik sistemler içermez. Doğası gereği krize yatkın bir ekonomik sistem olan kapitalizm de çağdaş ekonomilerin incelenmesinde analitik bir kavram olarak yer almaz. (Örneğin IMF’nin Ekim 2019 tarihli dünya ekonomisi raporunda sözcük taraması yapınız; “kapitalizm” terimine rastlayamazsınız.) Kriz olgusunu içermeyen “arızî sorunlar” gözden geçirilir; o kadar… 

Aşağıdaki tablo IMF’nin son iki Türkiye raporuna bu doğrultuda göz atıyor. Tabloda, ekonomik ve toplumsal kriz ile ilgili üç genel gösterge, birbirini izleyen iki satırda yer alıyor. Önceki satırlar,  2018 Raporu’nun öngörülerini içeriyor. İkinci (2019) satırlar ise bunların bir yıl içinde ne derecede gerçekleştiğini ortaya koyuyor; ayrıca IMF’nin 2020 öngörülerini de veriyor. 

IMF ekonomik krizi öngörememiştir
IMF’nin yukarıda değindiğim sistematik iyimserliği Nisan 2018 Türkiye Raporu’nda gözleniyor: Bu belge, en azından dokuz ay boyunca (Ekim 2018-Haziran 2019 arasında) ekonomiyi etkileyecek krizi öngörememiştir. 

Tablodaki GSYH büyüme oranlarına göz atın: 2018 Raporu’nda o yılın büyüme hızı fazlaca yüksek tahmin edilmişti. 2019 Raporu yayımlandığında bir önceki yılın millî gelir verileri belirlenmişti. Bu yanlışlık (mecburen) düzeltilmektedir. 

İki raporun GSYH verilerini 2018 için karşılaştırın: %4,4 → %2,8… İki rapor arasında daha da büyük bir “düzeltme”, 2019 GSYH öngörüleri için de yapılmaktadır: %4,0 → %0,2… (Sütun 1-2, satır 2-3).


2019 millî gelir verileri kesinleşmemiştir; ama ilk altı ay için hesaplanan küçülme temposu son Raporu, yılın tümü için “sıfır büyüme” öngörüsüne yönlendirmiştir. 

2020 ve sonrasının büyüme öngörüleri
Türkiye millî geliri, 2020 ve sonrasında nasıl seyredecek?

Ekonomiler olgunlaştıkça (emek rezervleri azaldıkça) büyüme potansiyeli de düşmeye başlar. Tarımda ve kentlerde hâlâ yüksek düzeylerde âtıl emek barındıran Türkiye ekonomisi “olgunlaşma” eşiğine ulaşmamıştır; ama (burada tartışamayacağım çeşitli etkenler) büyüme eğilimini aşağı çekmektedir. 
IMF son iki raporunda bu doğrultuda da kötümser bir “düzeltme” yapıyor ve Türkiye ekonomisinin ortalama büyüme öngörülerini (kabaca üçte bir oranında) aşağı çekiyor. 

Tabloda ilk işaret 2020 büyüme öngörülerinde (%3,6 → %3,0) yer alıyor. “Tamamen uçuk” bir belge olan AKP’nin Yeni Ekonomi Programı (YEP) ise, 2020’de GSYH’nın %5 büyüyeceğini öngörüyor. Bu “hayalperest” büyüme temposu, YEP’e göre, sonraki yıllarda da aynen sürecektir. 
IMF’nin son raporunun  büyüme öngörülerine dönelim ve bunları 2017’den (Erdoğan için “hedef yılı” olan) 2023’e kadar taşıyalım. Tabloya almadığım bu beklentiler de iyimser değildir: Türkiye’nin altı yıllık (2018-2023) ortalama büyüme temposu yüzde 2,5’tir. 

IMF bir önceki Türkiye Raporu’nu kriz arifesinin “iyimserliği” içinde kaleme almıştı ve aynı dönem için yüzde 3,8’lik ortalama büyüme hızı öngörmüştü. Uzmanlar, herhalde, değişmemiştir; ama Türkiye kapitalizminin gerçekleri ağır basmıştır. 

Toplumsal bunalımın kronikleşmesi mi?
Olgunlaşmadan durgunlaşmak; yani “ekonomik erken bunama”… Kritik gösterge ekonominin potansiyel emek arzı (“rezervleri”) olduğu için, bu teşhis istihdam/işsizlik istatistikleri ile ortaya çıkar. 

IMF’nin son Türkiye raporlarını karşılaştıralım; uzmanlar bir yıl içinde karamsarlaşıyor: Krizi öngöremeyen 2018 Raporu’nda işsizlik giderek hafiflemektedir. Sonraki Rapor, ekonomik krizin toplumsal bir bunalıma dönüşmesini gözleyecek; işsizlik verilerinin (öngörülerinin) revizyonu gerekecektir. 

İki Rapor arasında 2018 öngörüsünde işsizlik oranındaki sapma (%10,7 → %11) daha sınırlıdır. İşsizlik 2019’da çarpıcı boyutta tırmanacak; öngörülen işsizlik oranları arasındaki makas (%10,7 → %13,8) iyice açılacak; bu durum 2020’de de sürecektir (satır 3-4).  

IMF, kronik iyimserlikten kurtulamaz. Son Rapor’a göre 2021 ve sonrasında işsizlik düşmeye başlayacak; ancak kriz öncesindeki (%10,7’lik) eşiğe asla inemeyecektir. Tabloya eklemediğim bu tespitler, aslında, Türkiye’nin 2023’e kronikleşmiş bir toplumsal kriz ortamında gireceği öngörüsüdür. 

İktidarın YEP belgesi ise, tek haneli işsizlik oranına 2022’de inileceğini umuyor. Yüzde 5’lik “hayalî” büyüme eğilimine dayalı bir beklenti… 

Toplumsal bunalımın ikinci (ve dolaylı) bir göstergesi, kriz döneminde emek gelirlerini eriten enflasyondur. 

İki rapor arasında enflasyon oranlarındaki (öngörülerindeki) sapma çok açıktır: 2018 için %11,4 → %16,3; 2019 için %10,5 → %15,7… “Parasalcı” enflasyon doktrininin geçersizliği, örtülü olarak itiraf edilmektedir. Enflasyon, kriz ortamından bunalımın yükünü emekçilere yıkan bir sınıf mücadelesi yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır.

Kriz öncesinde yayımlanan IMF Raporu, enflasyonun giderek tek haneye ve 2013’te %8’e ineceği beklentisi içindeydi. Son Rapor, bu beklentiyi de kötümser doğrultuda düzeltiyor ve enflasyonun “Erdoğan’ın hedef yılına” %11’lik bir tempoda ulaşacağını öngörüyor. 

IMF’nin arızası “abartılı iyimserlik”tir. Saray iktidarı ise, hayalî sayılarla insanları uyutacağını sanıyor. Bu tespit YEP’in enflasyon öngörülerinde de geçerlidir: İki yıl sonra %5’in altında enflasyon… 

***

IMF’nin Aralık 2019 tarihli Türkiye Raporu, bir önceki Rapor’un iyimser öngörülerini düzeltmenin ötesine de gidiyor: AKP’nin 2018-2019 kriz yönetimini değerlendiriyor ve yakın gelecek için politika önerileri içeriyor. 
Bu tespitleri, önerileri bir sonraki yazıda tartışmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL