31 Ocak 2020 Cuma

Demokrat Parti dönemi - Yavuz Selim Demirağ

Turan Akıncı üşenmemiş hazırlamış ben de değerli okuyucularımızla paylaşıyorum... Bugün takkeli iktidarı görünce, Adnan Menderes dönemi daha iyi anlaşılıyor. Alın size bazı başlıklar:


16 Haziran 1950- DP iktidarının ilk icraatı. Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasını sağladı.
5 Temmuz 1950- Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı.
3 Aralık 1950- Arap harfleriyle eğitim yapan dershanelere izin verildi.
8 Ağustos 1951- Hükümet, Halk Evleri'ne el koydu.
9 Ekim 1951- Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi.
4 Kasım 1951- İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.
5 Haziran 1952- Lozan Antlaşmasına göre, Fener Rum Patrikhanesi'nin başındaki kişinin Türk vatandaşı olması gerekir. Bu ilke ilk kez ABD'den uçakla gönderilen Athenagoras'ın Türkiye'ye sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras'ı ziyaret etti.
8 Ekim 1952- Balıkesir'e giden CHP lideri İnönü'yü, vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. İnönü gezisinden vazgeçti.
24 Aralık 1952- Anayasada bulunan Türkçe kelimeler yerine Osmanlıca kelimeler kullanıldı. Bakanlık yerine Vekalet kullanılmaya başlandı. Genelkurmay Başkanlığı'nın adı "Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği" şeklinde değiştirildi ).
21 Ocak 1953- Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı.
21 Temmuz 1953- Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.
27 Ocak 1954- Köy Enstitüleri kapatıldı.
7 Mart 1954- Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve MaxBall adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis'te kabul edildi.
8 Mart 1954- Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi.
2 Mayıs 1954-  Genel Seçimler Yapıldı. Oyların %57,6'sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi.
30 Mayıs 1954- Osman Bölükbaşı'nı seçen Kırşehir, ceza olarak il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı.
14 Haziran 1954- Seçimlerde CHP'ye oy veren Malatya ceza amacıyla bölünerek Adıyaman ili kuruldu.
21 Haziran 1954- Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi.
7 Ağustos 1954- Millet gazetesi sahibi Fuat Arna, Adnan Menderes'e hakaret ettiği için tutuklandı.
18 Ağustos 1954- Millet gazetesi yazarı Nurettin Ardıçoğlu ile yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu gazetede çıkan bir yazıdan dolayı 7'şer ay hapis cezasına çarptırıldılar.
1 Aralık 1954 - Hüseyin Cahit Yalçın, Hükümete hakaret ettiği gerekçesiyle 26 ay hapse mahkûm edildi ve 79 yaşında hapse girdi.
8 Nisan 1955- Döviz bulunamadığı için kahve ithalatı yapılamadı. İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı listeleri imzaladı.
23 Haziran 1955- Hükümete muhalif Akis dergisinin yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek "Hükümetin nüfuzunu kıracak neşriyat yapması ve bu suçu işlemekte devam etmesi ihtimalinin bulunması" gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
20 Temmuz 1955- Polis, CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Kasım Gülek kürsüden indirildi.
5 Ağustos 1955- Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop'ta tutuklanarak İstanbul'a getirildi ve bir gün hapiste kaldı.
5 Eylül 1955- Ekspres Gazetesi'nde Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı.
6 Eylül 1955- Atatürk'ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü.
7 Eylül 1955-  Hükümet bu olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, onlardan da kurtulmak amacıyla olayları komünistler tezgahladı söyleminde bulundu. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu.
16 Eylül 1955- Sabah Postası gazetesi kapatıldı, yazı işleri müdürü Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı.
19 Eylül 1955- Muhalif yayınlarından dolayı Ankara'da Ulus Gazetesi süresiz kapatıldı.
15 Ekim 1955- Ispat Hakkı Kaldırıldı. Siyasiler hakkında bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkûm olmaktaydılar. Yargılanan kişinin ispat hakkı kaldırıldı.
8 Şubat 1956- Ekonomik sıkıntılar nedeniyle gazetelerin sayfaları 6'ya indirildi.
2 Mart 1956- Cumhurbaşkanına hakaretten gazeteci Şinasi Nahit Berker, 1 yıl hapse mahkûm oldu
8 Nisan 1956- Başbakan Menderes, muhalefeti, "Siyasi sapıklık, Sahte ihtilalcilik, İnkarcılık, Adi ve alçak iftiracılık, Sahte hürriyetçilik ve tedhişçilikle suçladı."
31 Mayıs 1956- CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, "Adım adım mutlakıyete gidiyoruz " dedi.
14 Haziran 1956- CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, TBMM'nin manevi şahsına hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapse ve 4 ay Bursa'da ikamete mahkûm oldu.
13 Ağustos 1956- Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi.
28 Eylül 1956-  Parasızlıktan Maliye, İstanbul'da Hazine'ye ait 10 bin arsa ve 500 binayı satışa çıkardı.
11 Mayıs 1957- Gazeteci Nusret Safa Coşkun ve Rıfat Ekinci birer yıl hapse mahkûm oldular.
19 Mayıs 1957- Kayseri'de halka yaptığı açıklamada Menderes, "DP'nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde 15.000 yeni cami inşa ettik" dedi.
2 Temmuz 1957- CMP Genel Başkanı ve Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandı.
6 Temmuz 1957 - Hükümet, İstanbul Gazeteciler Sendikası'nı bir süre için kapattı.
20 Ekim 1957- Menderes, Adana'da yaptığı seçim konuşmasında, "İstanbul'u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir Kabe yapacağız" dedi.
27 Ekim 1957- Genel Seçimler Yapıldı. Oyların % 47,9'unu alan DP 424,  % 41,1'ini alan CHP: 178. Toplam 610 milletvekili seçildi. Seçim sonuçları tartışmalara neden olmuş. En vahim olaylar Gaziantep'te yaşanmış, seçimi ilk önce CHP'nin kazandığı ilan edilmiş, sonra bu karar değiştirilmiştir. Bu olayın yarattığı tepkiler üzerine kentin üstünde askeri uçaklar uçuruldu.
29 Ekim 1957- Seçim günü Mersin'de bir CHP'linin öldürülmesi olayına yayın yasağı konuldu.
1 Kasım 1957- Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
10 Mart 1958- Demokrat Parti örgütlerinin, Ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı.
30 Nisan 1958- Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda'dan koyun eti dış alımı yapıldı.
19 Temmuz 1958- Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi.

2 Ağustos 1958- IMF önerisiyle, Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu yapıldı. 1 dolar 2,80 TL'den 9 TL'ye çıkarıldı. Devalüasyon oranı yüzde 221 oldu.
4 Ağustos 1958- IMF'den ilk borç alındı. IMF, Türkiye'ye 250 milyon dolar kredi verdi.
6 Eylül 1958- Başbakan Menderes, "İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…" diyerek muhalefeti tehdit etti.
7 Eylül 1958- CHP Genel Başkanı İnönü, "Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez" diyerek Başbakana cevap verdi.
21 Eylül 1958- Başbakan Menderes, CHP'nin parti olmadığını, İsmet İnönü'nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyledi.
22 Eylül 1958- İnönü, "Demokrasiye paydos demeye Demokrat Parti genel başkanının gücü yetmeyecektir" şeklinde cevap verdi.
12 Ekim 1958- Başbakan Adnan Menderes, yurttaşlara muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı bir "Vatan Cephesi" kurmaları çağrısında bulundu. Vatan Cephesine katılanların ismi saatlerce radyolarda okunurdu.
19 Ekim 1958- Başbakan Menderes, Said-i Nursi'nin yaşadığı Emirdağ'da, Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes, Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için talimat verdi ve kâğıt tahsisi yaptı.
30 Kasım 1958- DP hükümeti  Adalet Bakanı Esat Budakoğlu açıkladı. İlk sekiz yıllık hükümet dönemi içerisinde 811 gazeteciye toplam 57 yıl hapis cezası verilmiş olduğunu açıkladı.
20 Şubat 1959- Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta Evliya mertebesinde kabul edilen Menderes, Eyüp Sultan'a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi.
2 Mart 1959- Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Camisinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi.
30 Nisan 1959- İsmet İnönü'nün Uşak gezisinde olaylar çıktı. İnönü'nün Kurtuluş Savaşı'nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak valisi tarafından önlenmek istendi. Valinin bu yasadışı buyruğunu kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı aynı gün görevden alındılar. Polis, halkı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba kullandı.
7 Kasım 1959- CMP lideri Osman Bölükbaşı, 10 ay hapse mahkûm oldu.
23 Ekim 1960- Demokrat Parti iktidarında okuma yazma bilenler yüzde 41'den yüzde 39'a düştü.
5 Ocak 1960- Mersin'e gitmekte olan Menderes'in önüne Tarsus'ta elinde kasap bıçağı olan Ali Bayat adlı bir şahıs çıktı ve bacaklarının arasına sıkıştırmış olduğu beş yaşındaki çocuğu göstererek  "Uçak kazasından kurtulduğunuz için oğlumu size kurban edeceğim" dedi, son anda engellendi.
5 Ocak 1960- Said-i Nursi, Doğu illeri valilerine bir mektup yazdı: Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız.
12 Nisan 1960- DP Grubu yayımladığı bildiri ile CHP'yi silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla, bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı.
18 Nisan 1960- CHP'nin orduyla birlikte hareket ettiği ve bir ihtilal peşinde olduğunu düşünen Demokrat Parti, bu iddiaları araştırması için Tahkikat Komisyonu kurdu.
27 Nisan 1960 - Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin tartışmalardan sonra kabul edildi.

Günümüzde benzerlikleri olduğu kanaatindeyseniz bu yazıyı kütüphanenize asıp dostlarınızla paylaşın.

Yavuz Selim Demirağ / YENİÇAĞ



30 Ocak 2020 Perşembe

Daha iyi bir kapitalizm midemizi bulandırıyor - ÖZGÜR ŞEN

Bu düzen yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada oldukça zor günler geçiriyor. 

Kapitalizmin efendilerinin ellerine tutuşturulan raporlar da onu gösteriyor.

Amerikalı meşhur şirket Edelman’ın yayınladığı son güven raporuna göre, çalışma yapılan 28 ülkenin 15 tanesinde büyük çoğunluk geleceği hakkında umutsuz. 

Yine aynı araştırmaya göre tam 22 ülkenin vatandaşları Edelman’ın kullandığı sözcüklerle kapitalizmin bu haliyle yararından çok zararı olduğunu düşünüyor. 

Çalışmada bunun en belirgin nedeni olarak ise “eşitsizlik” öne çıkıyor. İnsanlar kapitalizmin kör topal da olsa sağladığı ekonomik büyümeden mutlu değiller. Çünkü bu büyümenin kimin cebine gittiği herkes açısından aşikar. Amerikalı bir firmanın yaptığı bir araştırmada dahi yurttaşlar en çok gelir dağılımındaki adaletsizlikten söz ediyor.

İnsanların şikayet ettiği kötüye gidiş somut bir olgu üstelik ve bu gidişat başka çalışmalar tarafından açıkça gösterilmiş durumda. Pek çok insan, sınıf atlama hayallerini bir kenara bırakalım, kendi ebeveynlerinden daha kötü koşullarda yaşıyor ya da yaşamaktan endişe duyuyor.

Bu mutsuzluk ve endişenin bazı başlıklarda somut bir öfkeye dönüşebildiğine geçen yıllarda çokça tanık olduk. Önümüzdeki yıla dair öngörüler de farklı görünmüyor. Solcuların beklentilerinden değil yine farklı raporlara konu olan Batılı çalışmalardan söz ediyoruz.

Kimsenin yapmak için kahin olmaya ihtiyaç duymadığı öngörüler bunlar. Adına kapitalizm denen bu toplumsal düzen büyük ama çok büyük kitlelere sözcüğün gerçek anlamıyla hiçbir şey vaat etmiyor.
Ancak insanlar bu mutsuzluk ve endişeyle harekete geçtiklerinde dahi neye isyan ettiklerini bilseler de isyan ettiklerinin yerine ne istediklerini bilmiyorlar.

Edelman’ın raporda kullandığı ifade ilk okunduğunda insanı kızdırsa da bir gerçekliğe işaret ediyor. Büyük çoğunluk kapitalizme öfkeli, ama görünen o ki aslında kapitalizmin bu haline öfkeliler ve başka bir toplumsal düzen hakkında fikirleri yok. Kapitalizmin temellerine dönük bir saldırıyı içeren somut bir programa yaslanmadan ya da gerçek bir düzen değişikliği talebi olmaksızın sokaklara dökülen milyonlar bunun en somut göstergesi.

Endişeli ve mutsuz milyonların talepleri böylesine belirsiz olunca da, kitle hareketleri, heyecan verici yanlarına rağmen, Batılı merkezlerde yayınlanan soğukkanlı raporlarla aynı içeriği paylaşmaktan kurtulamıyor.

Bu rapor ve çalışmalar, dünyadaki tüm patronlara aynı mesajı veriyor: Kapitalizm bu haliyle sürdürülemez… Sokaklara dökülen milyonların da mesajı şimdilik pek farklı değil. 

Şimdilik…

Şimdilik böyle çünkü kapitalizm tüm krizine rağmen düşünsel iklimi belli açılardan kontrol edebiliyor. Servetin ağır bir şekilde vergilendirilmesi veya rantçılardansa üretim yapan patronların desteklenmesinin kapitalizme dair en radikal öneri olduğu bir ortamda, üstelik bu önerilerin kendilerini basbayağı solda gören insanlar tarafından yapıldığı koşullarda, kapitalizmin düşünsel gücü hakkında gerçekçi olmak zorundayız.

Evet bu düzen ekonomik açıdan zorlanıyor. 
Evet kapitalizm tüm dünyada geniş kitlelere geleceğe dair bir umut vermiyor. 
Evet kapitalizmin dünya genelinde kurduğu siyasi düzen çatırdıyor. 
Evet bir savaş tehlikesi kapıda. 
Evet kapitalizmin iki asırdır büyük bir hırsla yağmaladığı doğal kaynaklar öylesine hırpalanmış durumda ki, gezegenin geleceği bütünsel bir tehditle karşı karşıya…

Ama tüm bunlar ortadayken tartışılan çözümler kapitalizmin temellerini tehdit etmiyor. Kapitalizmin bu halinden mutsuz olan milyonlara başka türlü bir kapitalizm öneriliyor.

Patronların ve dünyanın efendilerinin o önerilen başka hali dahi kabul edip etmeyeceği ayrı bir tartışma… Ancak geleceğe dair derin endişeleri olan ve artık temel sorunun eşitsizlik olduğunu kavramış büyük kitlelere, eşitsizliği ortadan kaldırmak yerine kontrol altına alacak önerilerin götürülmesi açık ki bu düzenin ve elbette patronların elini güçlendiriyor.

Herkesin sınıfsal açıdan bulunduğu yerde kaldığı, ama işçinin bugünkünden belki daha az süründüğü, patronunun haramiliğinin bir nebze olsun sınırlandırıldığı bir kapitalizm hayal ediliyor. 

O da belki…

Zengini zengin yapan düzen ve mekanizmaya dokunmayan ve dolayısıyla onun zengin kalmasını garanti altına alan sahte bir mutabakat bu.

Bu kötünün iyisi söylemi her düzlemde bıktırmadı mı gerçekten? 
Bizi yoksulluğa mahkum edenlerle uzlaşma fikri mide bulandırmıyor mu? Hayatımızın katilleriyle masaya oturma düşüncesi rahatsız edici değil mi?
Karmaşık pazarlıkların, sahte mutabakatların peşinde koşmaktansa yaşamı ve tarafları sadeleştirmenin vakti gelmedi mi?

Ya onlar ya biz demenin… 
Servetlerinin vergi adı altında bir kısmına değil hepsine el koymanın, onları servet sahibi yapan mekanizmaları yok etmenin… 
Rant değil üretim ekonomisi diyerek bir patrondan diğerine kaynak aktarmaktansa tüm üretim araçlarını herkesin mülkü haline getirmenin… 
İşsizlikle ilgili patronlara yalvar yakar olmaktansa mal ve hizmet üreten ne varsa kamulaştırmanın… 
Bu toplumsal düzeni baştan aşağı değiştirmenin vakti gelmedi mi?

Yaşadığımız tüm sorunları devrimci bir zeminde ele almanın vakti geldi de geçiyor bile. Mide bulantısı bir yana, daha iyi bir kapitalizmi, kapitalizm içindeki çözümleri tartıştıkça zaman kaybediyoruz. 

Telafisi çok zor bir zaman bu.

Özgür Şen / SOL

29 Ocak 2020 Çarşamba

Katledilişinin 99. yılında Suphi'nin çağrısı hâlâ güncel: Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster...- SOL

Bu yıl 100. mücadele yaşına giren Türkiye Komünist Partisi'nin kurucu önderleri bundan 99 yıl önce katledilmişti. Katledilişlerinin 99. yılında Mustafa Suphi ve yoldaşlarını saygıyla anıyor ve yaptıkları çağrıyı bir kez daha hatırlatıyoruz: 'Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir!'


Türkiye Komünist Partisi'nin kurucuları ve önderleri, 1921 yılında Anadolu'daki emperyalizme karşı savaşa destek vermek için çıktıkları yolda, burjuvazi tarafından katledildiler.

TKP'nin 100. mücadele yaşında, Suphilerin katledilişlerinin 99. yılında, Mustafa Suphi'nin Türkiye emekçilerine yaptığı çağrıyı hatırlatıyor ve Suphi ile TKP'nin kurucularını bir kez daha saygıyla anıyoruz:




Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı’ndan

Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. 

Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. 

Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! 

Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!
Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz... 

(Bu yazı 1919 yılında yazılmıştır.)

28 Ocak 2020 Salı

Davos 2020: Murailer Zirvesi - HAYRİ KOZANOĞLU

Dünyanın egemenlerinin bir buluşması daha artık ölçüsü kaçan küresel adaletsizliklerin üstü örtülemeyecek kadar aşikar hale geldiğini gösterdi. Bu haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin bırakın giderilmek, biraz törpülenmesi dahi zenginlerin himmetiyle değil, “dünyanın lanetlilerini” gazaba gelip, haklarını mücadeleyle almaları mümkün.


Küresel elitlerin genel kurulu sayılabilecek Davos buluşmalarının bu yıl 50’ncisi gerçekleşti. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması, “tarihin sonunun” ilanıyla birlikte zamanın ruhuna “kapitalizmin zaferi” ön kabulü egemen olmuştu. Küreselleşme marifetiyle “piyasa toplumunun” tüm yeryüzüne yayılmasıyla herkesin kovası dolacak; tüm çalışkan, girişimci, risk almaya eğilimli insanların yüzü gülecekti…

Gelgelelim özellikle Küresel Finansal Kriz’den sonra ortalama yurttaşın yaşam standardının düşmesi, borçluluk sorununun iyice derinleşmesi, gelir ve servet dağılımı uçurumlarının belirginleşmesiyle İsviçre Alpleri’nden yükselen neşeli, coşkulu melodi kayboldu. Her yıl insanlığı bekleyen tehlikeler, riskler, dertler Dünya Ekonomik Forumu’nun gündemine damga vurmaya başladı. Şirket CEO’ları dahi küresel adaletsizlikleri dile getirme yarışına girdi. Ne var ki her geçen yıl geniş kitlelerin durumu daha da kötüye giderken, “miktarsal genişleme” tabir edilen düşük faiz ve bol likidite ortamında borsalar rekorlar kırmakta, küresel elitler Davos’a biraz daha zenginleşmiş, hisse senedi portföyleri iyice şişmiş durumda gelmekteydiler.

Oxfam Küresel Eşitsizlik Raporu

Oxfam yardım kuruluşu da “küresel eşitsizlik” raporunu her yıl Davos zirvesi öncesi yayımlayarak “küresel adaletsizliklere” dikkat çeker. Bu yılki raporda da çarpıcı bulgular ortaya kondu:

Dünyadaki en zengin %1’in serveti en yoksul 6.9 milyar kişinin tam 2 katı.

♦ En zengin 22 kişinin serveti Afrika’daki tüm kadınların servetinden daha fazla.

♦ Kadınlar günde 12.5 milyar saat bedelsiz ev işi yapıyorlar.

♦ Bu ev işlerine bir ücret ödenseydi tam 10.8 trilyon dolarlık bir fatura ortaya çıkacaktı.

♦ En zengin %1’in servetinin %0.5 vergilenmesi bile yoksulların yaşamında büyük fark yaratabilir.

Oxfam bu çarpıklıkları sergilemekle kalmıyor, şu çözüm önerilerini de ortaya koyuyor:

Bu eşitsizlik krizini hükümetler yarattığına göre bunu sona erdirmek için hemen şimdi harekete geçmeliler. Şirketlerin ve zengin bireylerin üzerlerine düşen adil vergileri ödemesini sağlamalılar ve bu fonlarla kamusal hizmetlere ve altyapıya yatırım yapmalılar. Kadınların ve kızların yaptığı müthiş miktarda bakım hizmetine -ebeveynlerimize, çocuklarımıza ve en zayıf durumda bulunanlarımıza yönelik- yaşanabilecek bir ücret ödenmesi için gereken yasaları hayata geçirmeliler.

Paydaş Kapitalizmi Nedir?

Davos 2020 işte böyle bir ortamda “Uyumlu ve Sürdürülebilir bir Dünyada Paydaşlar” temasıyla toplandı. “Paydaşların kapitalizmi” (stakeholder capitalism), hissedarlar kapitalizmi (shareholder capitalism) zihniyetinin yerine ikame edilmek için öneriliyor. Hissedarlar kapitalizmi firmanın tek amacının kârı maksimize etmek olduğunu, bu kârlarla zaten yatırım yapılacağı, istihdam yaratılacağı için topluma hizmetin de karşılıksız kalmayacağını vazeder. Gelgelelim son yıllarda yeni yatırımlar yavaşlar, üretkenlik duraklarken; borsaya açık büyük şirketlerin kârlarını büyük ölçüde ya temettü ödemesiyle mevcut hissedarlara aktarıyorlar, ya da kendi hisselerini piyasadan satın almaya yönlendiriyorlar. Böylelikle hisselerin piyasa değeri şiştikçe, şişiyor.

Başta ABD gelmek üzere gelişmiş ekonomilerde büyüme hızları tarihsel ortalamalarının altında seyrederken, ücretler yerinde sayıyor, borsa zenginlerinin servetlerine servet katılıyor

Paydaşlar kapitalizmi şirketin sadece hissedarları değil çalışanları, müşterileri, tedarikçileri ve yöre halkını da kollaması gerektiğini dile getiriyor. Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve başkanı Klaus Schwab kapitalizmin meşruiyetinin sorgulanması, politik kurumlara güvenin sarsılması nedeniyle böyle bir açılıma gerek duyulduğunun altını çiziyor. “Halk kendilerine ihanet ettiğine inandığı ekonomik elitlere karşı başkaldırıyor” sözleriyle de zenginler açısından tehditkar bir durumun varlığına dikkat çekiyor.

Davos Manifestosu

Schwab 80’ine gelmiş oldukça deneyimli ve pişkin bir şahsiyet. Bunca gözünü kar bürümüş, kendisi zevk-ü sefa içinde yaşayan, vergisini ödememek için binbir madrabazlığa başvuran, küresel iklim değişikliğine doğayı kirleterek katkıda bulunan insanı bir araya getiriyor. Üstelik ciddi katılım ücretleri tahsil ederek kendisi de kâr sağlıyor. Bu organizasyonla vahşi kapitalizmi meşrulaştırdığı suçlamalarına şöyle cevap veriyor:

Eğer bir kilisenin papazıysanız, tüm vebal sahiplerinin günah çıkarmak için sizin kiliseye akın etmesini arzulamaz mısınız?

50. yılda bir de Davos Manifestosu hazırlanarak şirketler vergilerini adilane bir şekilde ödemeye, çalışanları ve tedarikçileri hoş tutmaya, yolsuzluğa sıfır hoşgörü göstermeye davet ediliyor. Manifestonun halisane niyetlerle hazırlandığını kabul etsek bile, şirketleri bu metni imzalamaya zorlayan bir mecburiyet bulunmadığı gibi, imzalayanların da şartlara uymaması halinde harekete geçecek bir mekanizma da yok.

Forumda bir yandan İsveçli genç iklim aktivisti Greta Thunberg dokunaklı ifadelerle yaklaşan küresel ısınma felaketine dikkat çekerken, öte yandan “iklim değişikliği inkârcısı” Donald Trump alışılagelen yalan ve demagojilerle büyük bir haz içerisinde gövde gösterisi yapmaktan geri durmuyor. Hiçbir sorgulamaya da maruz kalmıyor. Geçtiğimiz yıl Hollandalı tarihçi Rutger Bergman “burada bulunanlar vergi kaçırmasaydı bugün küresel gelir adaletsizliği sorununu tartışıyor olmazdık” deyince alkış almış, ancak sonuçta hiçbir değişiklik gerçekleşmemişti.

Umut Dünyanın Lanetlilerinde

Davos’ta ortaya atılan “paydaşlar kapitalizminin” benimsenmesi halinde bunun nasıl uygulanacağı, sonuçlarının nasıl ölçüleceği, bu ilkelere bağlı kalan şirketlerin rakipleriyle ne ölçüde rekabet edebileceği açık değil.

Dünyanın egemenlerinin bir buluşması daha artık ölçüsü kaçan küresel adaletsizliklerin üstü örtülemeyecek kadar aşikâr hale geldiğini gösterdi. Bu haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin bırakın giderilmek, biraz törpülenmesi dahi zenginlerin himmetiyle değil, “dünyanın lanetlilerini” gazaba gelip, haklarını mücadeleyle almaları mümkün. Dünyanın farklı coğrafyalarında Fransa’dan Şili’ye, Lübnan’dan İtalya’ya kadar umut verici parlamalar da eksik değil.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN


Hiç ortaya çıkmamış çalışma: Asistan Mumcu’nun kaleminden(IV) - IŞIK KANSU

'Sessiz devrim: Köy Enstitüleri'

Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. 

ÇOK PARTİLİ DÖNEM
Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. Prof. Dr. Münci Kapani bu olayı şöyle tanımlamaktadır:
“... Atatürk sağlığında demokrasi idealinin gerçekleştiğini görememiştir. Bu yolda yapmış olduğu bir deneme (1930’da Serbest Fırka denemesi) vaktin henüz erken olduğunu, hazırlık ve yetişme devresinin tamamlanmadığını göstermiştir...”
Serbest Fırka denemesinden sonraki ikinci girişim “Müstakil Grup”un kurulmasıdır. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir iç denetimi niteliğindeki bu girişim, partide gelişme olanakları bulamadı.
Kısa süren devrede Kemalist devrimler altyapı ilişkilerini değiştirememiş, daha doğrusu değiştirme olanak ve zamanını bulamamış, Atatürk’ün ölümünden sonrada devrimlerin yarattığı ters izlenim, toplumun egemen güçlerince denetlenmiş ve Kemalist yönetime karşı halk gizli bir ayaklanma ortamına sokulmuştur.
“...Toplumun eski yapısına hâkim olanların ve ekonomik hayattaki yeni güçlerin yönetici kadroca girişilen bazı hareketler karşımızdaki tepkisi çok daha etkili oldu ve yığınlardan gelen o temel tepkiye öncülük etti...”
BİÇİMSEL DEMOKRASİ
İkinci Dünya Savaşı bu koşullarla karşılandı. Savaş ekonomisinin gereği olarak benimsenen ekonomik ilkeler ve uygulamalar ile toplumdaki hoşnutsuzluklar bir kat daha arttı. Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun tepkileri Meclis’e kadar ulaştı. Kemalizmin bağımsız toplum, özgür yurttaş yaratma amacı terk edilerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasının gelişmeleri ile de biçimsel demokrasiye doğru eğilimler arttı. Bu devrenin en önemli ve ilginç olayı 1940’ta Köy Enstütülerinin kurulmasıydı. Köy Enstütüleri, tüketici eğitimden üretici eğitime geçilerek toplumun yeni baştan örgütlenmesini amaçlayan bir “kansız ve sessiz” devrimdi. Bu girişim egemen çevrelerin baskısı ile önledi ve Enstitüler kapatıldı.
Tıpkı Sanayi Devrimi’nden sonra ticari kapitalizmin devleti teslim alması gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrada uluslararası sermaye azgelişmiş ülkelere doğru akmaya başladı. Bu koşullarda yeni bir ticaret burjuvazisi toplumun en önemli kesiminde güçlenmeye ve siyasal hayatı etkilemeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşist rejimlerin çöküşü klasik demokrasinin yeniden güçlenmesine yol açtı. Bu koşullarla da devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de zorunlu olarak 19 Mayıs 1945’te çok partili düzeni benimseyen bir konuşması ile Türkiye’de çok partili dönem açılmış oldu.
OLAYLI SEÇİM
1946’da ilk kez çok partili demokrasinin seçimi, olaylı geçti. Birçok seçim sandığının kaçırıldığı ileri sürüldü. 14 Mayıs 1950’de ise Demokrat Parti büyük çoğunlukla seçimleri kazanarak tek parti düzenini oy yolu ile yıkmış oldu.
Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkan devrin koşullarına göre bu partinin yurt çapında bir tepkisi olarak güç kazanmıştır. Demokrat Parti’nin ekonomik yöntemi liberalizmdi. Temel ilkeleri, devlet teşebbüsünün sahasını daraltarak özel teşebbüse ve de yabancı sermayeye geniş olanaklı alanlar açmaktı. Partinin yüzeyde demokratik görünen havası bir parça da Cumhuriyet Halk Partisi’nin yarattığı baskıcı rejimin alternatifi olmasından doğuyordu. Oysa ekonomik liberalizme alabildiğine açık olan Demokrat Parti, siyasal liberalizme karşıydı. Demokrat Parti’yi “demokratik sayma ya da saymama” bu ölçülerin nitelik ve kapsamlarına göre değişmektedir.
SERMAYEYE AYRICALIK
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1948 yılından sonra başlayan uluslararası sermaye akımı Demokrat Parti’nin ekonomik politikasına da uygun düşüyordu. 1950’den önce başlayan askeri-siyasal ilişkiler bu devrede gittikçe sıklaştı. Yabancı sermayenin yurt içindeki çalışacağı alanlar ve yasalar kabul edildi. Bu arada yabancı sermaye ve petrol kanunları yabancı uzmanlarca hazırlanarak yabancı sermayeye büyük ayrıcalıklar tanındı.
Bu koşullar içerisinde devletin yatırım politikasında bir artış görüldü. 1948-1951’de ulusal hasılanın yüzde 10.1 oranında olan yatırımlar, 1950-55’te yüzde 13.4’e yükselmiş, 1956-59 yılları arasında ise bu artış yüzde 13.8’i bulmuştu. Yatırımlarda özel sektörün payı yüzde 6-7 olup, bu yatırımların yarısından fazlası lüks mesken yapımına harcanmıştı.
Sanayi alanında “1964 İmalat Sanayii Sayımı” rakamlarına göre 1940’tan önce kurulmuş ve bugünde mevcut bulunan imalat sanayiinde özel işyerinin sayısı 344 olup, 1949’da bu sayı 368’e yükselmiştir. 1950-54’te 556, 1955-59’da 784 işyeri açılmıştır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere memlekette özel teşebbüsçülüğe doğru büyük bir gelişme vardı. Bunun yanında arsa fiyatları artmış, arsa satışlarında büyük kârlar elde edilmişti. Bu devrin söz edilmeye değer ekonomik olayları da bankacılık ve sigortacılık politikasındaki tutumlardı. Tarımsal krediler köylü yerine tarımsal üretimle ilgileri bulunmayan işadamlarına verilmiş, kredi dağıtan bankalar iflas etmiş, bu bankaların borçları da Hazine’ye ödetilmiştir. Bunların arasında Tutum Bankası’nın hikâyesi ilginçtir. Aktifinin yüzde 67.5’i olan 26 milyon kredi dağıtan bu banka iflas etmiş ve borçlarını Hazine kapatmıştır. Devlet bankalarının kredi politikası doğrudan doğruya devrin siyasal iktidarına bağlıydı. Kuruluş amacına göre üreticiye yardım etmesi gereken Ziraat Bankası’nın üreticiye değil ticari bir şirkete 76 milyon Türk Lira’lık kredi açması devrin ilginç örneklerinden biridir.
TİCARİ KAPİTALİZM
1950-60 devrinde Batılı devletlerin yardımları büyük rakamlara ulaşmış, ancak yatırımlar ağır sanayiye değil montaj sanayii ile lüks mesken sahalarına yapılmıştı. Böylece, Türkiye’nin gerçek ihtiyacı olan büyük sanayi ve ulusal yapı içerisindeki endüstri devrimi gerçekleşmiyor; aksine uluslararası sermaye örgütlerine bağlı bir ticari kapitalizm yaratılıyordu.
Bütün bu ekonomik gelişmeden en çok zarar gören sabit gelirlilerdi. İşçi, memur gibi dar gelirliler bu devrin tüm sıkıntılarını yüklenmek zorunda kaldılar. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan subaylar da bu sıkıntının yıkıcı izlerini yakından görüyorlar ve siyasal koşullarında etkisi ile Demokrat Parti yönetiminden gittikçe soğuyup, ordu içinde 1956’da kurulan ihtilal gruplarının çalışmalarından da etkileniyorlardı.
Işık Kansu / CUMHURİYET

Sabah yazarının 'deprem vergisi' yalanı kısa sürdü: Bunlar unutuldu sandı...- SOL

Sabah gazetesi yazarı Dilek Güngör, bizzat bakanların başka işlere 'harcadık' dediği deprem vergilerinin afet konutlarına ve kentsel dönüşüme harcandığını ileri süren bir yazı kaleme aldı. Güngör hiçbir kaynak göstermediği yazısında hesap yapmayı da beceremedi ve her bir konutun 1,35 milyon liraya mal olduğunu ileri sürdü.

1999'daki depremden sonra dönemin hükümeti, deprem hasarının giderilebilmesi için tüm vatandaşlardan toplanacak bir deprem vergisi çıkartmıştı.

Önce geçici olan, sonra kalıcı hale getirilen deprem vergisi kapsamında 2011 yılına kadar tam 40 milyar lira toplanmıştı.

Her depremin ardından gündeme gelen ancak yetkililerin tek açıklama yapmadığı konuda 2011 yılında bir açıklama yapan dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergiyle toplanan paraları harcadıklarını söylemişti.

Şimşek, toplanan vergilerin sağlık, eğitim, duble yollar gibi 74 milyonun ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını söylemiş, uluslararası vergi uygulamalarında da 'tek bir harcama için vergi toplanması' mantığının doğru bulunmadığını dile getirmişti.

'PİŞKİNLİK'
Elazığ depremi sonrası yeniden gündeme gelen konuya ilişkin tepki açıklamaları sürerken, Sabah gazetesi yazarı Dilek Güngör, hesap da yapmayı bilmediğini ortaya koyan bir yazı kaleme aldı.

"Elazığ’daki depremin ardından ‘deprem vergisi’ yine gündeme oturdu. Bu parayla, TOKİ, depremzedelere maliyeti 110 milyar TL’yi bulan 80 bin kalıcı konut üretti. Kentsel dönüşüme de 35 milyar TL harcandı" diyen Güngör'e yanıt veren ekonomi muhabiri Ozan Gündoğdu, "Sabah'tan Dilek Güngör Deprem Vergisi ile neler yapıldığını yazmış. Hesaplar biraz tuhaf, Güngör'e göre 110 milyar liraya 80 bin konut yapılmış. Hesaba göre tek dairenin devlete maliyeti 1,35 milyon lira! Yazı boyunca verilen rakamlarda tek bir kaynak yok. Tıpkı "4 milyar ağaç diktik inanmayan saysın" denilmesi gibi bir pişkinlik" ifadesini kullandı.

GÜNGÖR PARALARIN TOPLANDIĞINI BİLMİYOR MU?
Güngör yazısında yapılan afet konutları için harcanan paraları aktarırken, bu konutların vergilerle değil yurttaşlardan toplanan paralarla yapıldığını gizledi. Bu konutların bedelleri vatandaşlar tarafından vadeli olarak zaten ödenmişti.

Yurttaşlardan bu ödemeleri yapamayanların konutları da satışa çıkarılmıştı.
Güngör'e "maliyetlerini açıkladığı" afet konutlarına ilişkin bazı hatırlatmalar:

(08.08.2014) Ankara'nın Bala İlçesi'nde 7 yıl önceki depremde afetzedelere TOKİ tarafından yaptırılan ancak müteahhidin işi tamamlamadan kaçması sonucu borcundan dolayı elektrik ve suyu olmayan afet konutlarına hala oturamayan depremzedelere ödeme emri gönderildi. 7 yıldır konut sorunu çözülemeyen depremzedeler, elektrik ve suyu olmayan afet evleri için köylerde 74 bin lira, ilçe merkezinde ise 84 bin liralık ödeme emriyle sarsılarak konut bedelinin belirlenmesi işleminin iptali davası açtı.

(01.07.2015) Düzce'de 17 Ağustos ve 12 Kasım depreminden sonra hak sahiplerine verilen ve 30 bin kişinin yaşadığı kalıcı konutlarda, geri ödemesini yapmayan hak sahiplerine ihtar gönderildi. Afet ve Acil Durum Müdürlüğü adına Ziraat Bankası Düzce Şubesi’nden yaklaşık 1 hafta önce hak sahiplerine ulaşan yazıda, afet kredi borcu taksitlerini yapmaları istenirken, hak sahiplerine 20 gün süre verildi ve bu süre içerisinde ödemelerini yapmayanlar hakkında yasal işlem başlatılacağı kaydedildi.

(27.07.2017) 1998 Ceyhan depreminde evi zarar gören vatandaşlar devletin kendilerine o tarihte yaptığını iddia ettiği maddi yardım AFAD tarafından geri istendi. 19 yıl sonra gelen borç için faiz de talep edildi, 20 gün süre verildi.

(19.08.200) İzmit'in Arızlı Mevkii'nde Irak'ın idam edilen lideri Saddam Hüseyin'in Marmara Depremi ardından yaptığı 10 milyon dolarlık hibe ile depremzedeler için inşa ettirilen 230 konuttun bulunduğu bölgede sabaha karşı yine olaylar çıktı. 80 kadarına vali yardımcıları, Emniyet ve kamu kuruluşları müdürlerinin yerleştirildiği deprem konutlarına bir bürokrata ait eşyaları getiren kamyonu içeri almayan depremzedeler ile polis arasında arbede çıktı. Kocaeli Valiliği'nin, ‘Süreniz doldu' açıklaması ile deprem konutlarına yerleştirilen depremzedeleri çıkartıp boşalan binalara vali yardımcıları, Emniyet Müdürlüğü ile ve kamu kuruluşları yöneticileri yerleştirmeye başlandı. Depremzedelerin dışında kentteki yöneticilerin deprem konutlarına yerleştirilmesi üzerine 6 aydan bu yana başlayan huzursuzluk tırmandı. Son olarak 16 Ağustos'ta görülen gerginliğin ardından, bu sabaha karşı yine olaylar çıktı.

(30.11.2007) 17 Ağustos 1999 Marmara ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinde evleri hasar gören veya evleri yıkılan vatandaşlara 20 yıl vade ile verilen afet yardımlarının taksitlerini 3 yıl üst üste geri ödemeyenlerin konutları satışa çıkarılacak.

(02.01.2013) Van'da deprem sonrası TOKİ konutlarına taşınan yurttaşlar, şimdi de AFAD tarafından “ortak gider” adı altında yüklü paralar ödemeye zorlanıyor. Konut ödemelerine 2 yıl sonra başlayacak depremzedeler evlerine taşındıkları anda kömür için 1835 TL, ortak gider avansı için 125 ve aidat için de 48 TL ödemek zorunda. Depremzedeler, kendilerine ücret karşılığı satılan kömürlerin Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın ücretsiz dağıttığı, üstlerinde ‘Para ile satılamaz’ yazılı torbalar olduğunu vurguladı.

(04.07.2006) Bingöl İl Bayındırlık ve İskan Müdürü Selim Aksoy, "Geri ödemeler 18 yıla bölünecek ve ödemeler yıllık olarak yapılacak. Buna göre, 42 bin YTL'ye mal edilen TOKİ konutlarının ödemeleri 18 yıl boyunca 2 bin 333 YTL şeklinde yapılacak.

Düzce'de 17 Ağustos ve 12 Kasım'da meydana gelen depremlerin ardından Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yaptırılan 7 bin kalıcı konutun geri ödemelerinin başlaması, kentte tartışmaya neden oldu. Düzce Kalıcı Konut Derneği (KALDER) Başkanı İlhan Özsoy, düzenlediği basın toplantısında, Düzce'de bulunan 7 bin kalıcı konutun tapularının geçen ay teslim edildiğini, ancak söz konusu konutların dünden itibaren geri ödemelerinin başladığını söyledi. Hak sahiplerinden geri ödemeler için 850 milyon lira istendiğini belirten Özsoy, bu rakamın çok fazla olduğunu savundu.  Düzce Bayındırlık İl Müdürü Necati Alkan ise, "İki aylık süre zarfında ödeme yapmayan vatandaşların hak sahiplikleri sonlandırılacak. Bundan başka yapabilecek bir şey yok" dedi.

SOL

27 Ocak 2020 Pazartesi

Biri bizi öpüyor - Barış Terkoğlu

Sokağa çıkıyoruz. Tenimize soğuk çarpıyor. Banyoya giriyoruz. Yüzümüze su vuruyor. Dalgın yürüyoruz. Kulağımızı korna sesi tırmalıyor. Hep titriyoruz, irkiliyoruz. Titremek sanki kendine gelme eylemi. Beynin akılla yeniden buluşması.
Cuma akşamı depremle yerin altındaki hareketi hissettik. Kızılay Başkanı, “pamuk eller cebe” diye başlayınca yıllardır ödediğimiz “deprem vergisi”ni hatırladık. Şaşırmadık, “nereye gitti milyarlarca lira” diye soranlara, Boğaz’daki yalılarından yandaşlık yapanlar tepki gösteriyordu. Anlaşılmaz görünüyor ama titremek anlamanın ilk fiskesi gibi.
Sahi gerçekten bir “deprem vergisi” var mı? 
Yani, eski binaları onarmak ya da evi yıkılanlara el uzatmak için bir kumbarada para birikiyor mu? 
Yoksa “deprem vergisi” diye dilimize yapışan bir kandırmaca mı? 
Birileri, alın terimizin bir damlasına daha el koymak için depremi bahane mi ediyor?
Devletin sınıfsal tercihi
Bir zamanlar dünya meselelerini “o iş göründüğü gibi değil” diye anlatan aydınlar çoktu. “Altyapı, üstyapıyı belirler” diye başlayıp sözü ekonomiye getirirlerdi. Gözün karmaşık gördüğünü akıl berraklaştırırdı. Sosyal olayların ardındaki paylaşım kavgaları belirginleşirdi. Şimdi mumla arar olduk.
Ekonomi; sayılarla, “borsa düştü, dolar kalktı”larla anlaşılmazlaştırılıyor. Oysa ekonomi bir üretim ve nihayetinde ortaya çıkanı paylaşma hikâyesidir. Devlet de bu sürecin aktörüdür. 
Yol yapar, okul açar, doktor ya da asker maaşı öder. Kamu adına harcama yapar. Bunun için ise tabii ki kaynak yaratır. En kritik gelir, vergilerdir. Bu nedenle devlet olmak ile vergi toplamak neredeyse akrandır. Gelişmiş devletlerin kurallı bir vergi düzeni vardır. Gelişmiş yurttaşlık düzeninde de vatandaş üniformalıya “hepsi benim vergilerim sayesinde” diye seslenir.
Verginin kimden toplandığı ise devletin karakterini gösterir. Temsilcisi olduğu sınıfın elini kadife eldivenle sıkan vergi düzeni, karşısında olduğu sınıfın ensesine vurarak ağzındakini alır. 
Hepsi geçti dolaylı vergi kaldı
Dilimize dolanan “deprem vergisi” de aslında ardımızdaki parmak izinden başka bir şey değil.
26 Kasım 1999’da Resmi Gazete’de 4481 sayılı kanun yayımlanarak yürürlüğe girdi. Varlık sebebi, “17 Ağustos’ta ve 12 Kasım’da yaşanan depremin yol açtığı ekonomik kayıpları gidermek” olarak açıklanıyordu. 
Görüntüde hepimiz hepimiz için olduk. 2. maddesinde gelirlere ek vergi getiriyordu. 6. ve 7. maddesinde servete, emlak ve taşıt ek vergileri uyguluyordu. 8. ve 9. maddede  “özel iletişim ve özel işlem vergileri” ile “alo” diyene makbuz kesiyordu.
Aslında bir yandan herkese ek vergiler getirilirken bir yandan da yeni vergi türleri oluşturuluyordu. Sözde her şey deprem geçene kadardı. Çoğu da bitti. Ama kalıcı olan sıradan vatandaştan alınan dolaylı vergi oldu.
Deprem kumbarasının altı delikti. Bakanlığın açıklamasından öğrendik ki toplanan paralar genel bütçeye akıyor, “genel genel” harcanıyordu.
Depremle titreyen vatandaşa “deprem vergisi”nden kalan mısırın koçanıydı. Verdiği sayısız vergiye 20 yıl boyunca bir tane daha eklenmiş oldu.
Prada’ya az, tezeğe çok vergi
Masamın üstünde bir kitap duruyor. Geçen yıl bu zamanlarda çıktı. Ne zaman canımı sıkmak istesem açıp bakıyorum. Dr. Ozan Bingöl’ün “Vergi Sistemini Anlama Kılavuzu” hayatımıza giren vergileri, Ayşe Teyze’ye anlatır gibi anlatıyor. (Tekin Yayınları)
Kitaptan okuyorum. Asgari ücretli, maaşının yüzde 30-40’ını daha eline almadan kaybediyor. Ay sonunda ödediği vergiler, maaşının yüzde 42’si ediyor. Yani bir asgari ücretli 365 günün 128 günü vergi için çalışıyor. Vergiler öyle çok ki aylık 6 bin lira brüt maaş alan çalışanın eline ay başında ortalama 3 bin 900 lira veriliyor. Zam yılda bir kez, vergi dilimi artışı yılda 4 kez olabiliyor.
Bir cep telefonunun yüzde 41’i, bir litre benzinin yüzde 55’i vergi. 311 bin liraya satılan bir arabanın 211 bin lirası vergi.
Yattan, kotradan, gemiden elmastan, pırlantadan alınmayan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) doğalgazdan, benzinden alınıyor. Taksi plakası olan kişi otomobil için ÖTV ödemezken, limonatadan ya da tırnak törpüsünden ÖTV alınıyor. Hayatımıza 2002’de giren ÖTV’den sadece 12 yılda toplanan para ile 213 Osmangazi Köprüsü, 208 Avrasya Tüneli, 105 Yavuz Sultan Selim Köprüsü yapılabiliyor. Bu kadar vergiye rağmen vatandaşlar ancak akıl almaz paralarla geçinebiliyor.
1500 liraya aldığınız bir televizyonda sadece TRT bandrolü için 165 lira ödeniyor. TRT bandrolünün vergisi de olduğu için “verginin vergisi” de üstüne geliyor.
Doğalgaz, elektrik, su... 50 liralık suya karışan 5 ayrı vergi ve harç nedeniyle, fatura 90 lira geliyor.
Prada marka ayakkabı alırken yüzde 8 olan KDV, tezek alınca yüzde 18’e çıkıyor.  
5 şişe biranın 3 tanesi, paketteki 20 sigaranın 16 tanesi vergi olarak devlete ısmarlanıyor. Yüzlerce lira pasaport harcı veren vatandaş, yurtdışına çıkmak istediğinde 50 lira da “yurtdışına çıkış harcı” alınıyor.
Toplanan vergiler yandaşlara akıyor
Servetten alınan dışında, doğrudan vergiler kazançtan, dolaylı vergiler harcamalardan alınıyor. 100 liralık verginin 55 lirasının sadece ÖTV ve KDV’den toplanması durumu özetliyor. Türkiye’de vergi sistemi dolaylı vergilere dayanıyor. Bu da “çoktan az, azdan çok” verginin alındığı, vergi yükünün sıradan vatandaşın üstüne bindirildiği bir sistem doğuruyor. Son kertede seçimini zenginlerden yana kullanan hükümetler; bizi vergilerle dövüyor, seviyor, öpüyor.
Yalnız bu kadar mı?
Mesele “Kızılay’a 10 lira yardım” değil ki...
Son yıllarda hem halktan toplanan vergiler hem de kamu harcamaları birlikte artıyor. Elbette müteahhitlere dağıtılan ihaleler de, yandaş medyanın finanse edilmesi de, vergilerden toplanan paralarla sağlanıyor. İşte bu yüzden asla vergileri sormamızı, konuşmamızı, sorgulamamızı istemiyorlar. Depremin bile, sıradan vatandaşın cebinden para alınıp birilerine aktarılması için bahane kılındığını görmeyin, diyorlar. Hükümetlerin devleti yoksula karşı ekonomik zorbalık için kullanmasına itirazı kabul etmiyorlar. “Bu köprüyü ben yaptırdım ben neden geçemiyorum” diye sorulmasını fesatlık sayıyorlar. Maaştan, faturadan, fişten peşin vergi alan devletin; sadece AKP döneminde 10 kez çıkarılan afla büyük balıkları kaçırması görülmesin istiyorlar.
Ey Türk, titre ve vergine dön!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET