17 Şubat 2020 Pazartesi

Erendiz Atasü ile söyleşi - Ezgi Yaman / Erkan Yıldız

'Kitlelerin ekonomik memnuniyetsizliğini, dinci söylemlerle örten ve saptıran çapsız, ilkesiz politikacıların elinde oyuncak oldu ülkemiz.'

Uzun yıllardır edebiyatın içindesiniz. Yazmaya devam ettiğiniz süre boyunca toplumsal hayat, politik ve kültürel iklim pek çok dönüşüm yaşadı. Bu dönüşüm yazdıklarınıza nasıl yansıdı? Bu süre zarfında sizi yazmaya iten dinamiklerde bir değişiklik oldu mu?
Yazmaya ‘70’lerin ortasında başladım. İlk öykümün bir edebiyat dergisinde çıkması 1981; ilk kitabım “Kadınlar da Vardır”ın yayımlanışı 1983. 80’lerin başının -tüm olumsuzluklara karşın- edebiyat açısından şöyle bir olumlu yanı vardı: Her musibetten bir iyiliğin doğması gibi, politik baskı ve şiddet, kitleleri edebiyata yöneltmişti. Politika konuşamayan, politik amaçlarla toplanamayan insanlar, edebiyata sığındılar; o zamana dek etraflıca düşünmedikleri  meselelere kafa yordular, mesela kadın sorunlarını, ailedeki şiddeti kara kara -deyim yerindeyse- düşünmeye başladılar. Edebiyat yapıtlarına ilgi müthişti. Dünya henüz tamamen neoliberalizme teslim olmamıştı, “kültür” hala her yerde bir değer ifade ediyordu. O günlerdeki imza günlerinin, şiir dinletilerinin coşkusunu anlatamam. Okurları toplayan kesinlikle reklam kampanyaları değildi; zaten öyle kampanyalar henüz başlamamıştı. Kendi dinamiğini yaratan bir toplumsal dalgalanmaydı, okur ilgisi.

Toplumda olan değişimleri hepimiz biliyoruz; yaşlı kuşaklar tanığız; gençler de okuyarak, dinleyerek fikir ediniyorlar, kuşkusuz. Kültürel hayatın sol düşüncelerden çok büyük ölçüde kopmasını 12 Eylül faşizmi bile başaramamıştı ama sosyalist bloğun dünya çapındaki çöküşü, bizim ülkemizde ve sanırım her yerde böyle bir kopuşa ve giderek neoliberalizme teslim olmaya yol açtı. Bizde kültürel yaşam sonunda yükselen dincilik karşısında, genel olarak suskun kalmaya kaydı. Toplumsal değişimlerin bir yazarın verimine nasıl yansıdığı aslında yazarın kendisinin değil, onun yapıtlarını inceleyecek bir edebiyat bilimci ya da edebiyat sosyolojisiyle ilgilenen bir araştırmacı varsa onun sorunudur. Edebiyatçı yazar toplumsal yaralardan hangisini kişisel derdi gibi derinden hissedebiliyorsa o yaraya dair yazar, diye düşünüyorum. Yani sanatsal yaratıcılık, akla, bilgiye, emeğe, iradeye dayanan diğer yaratıcılıklardan farklıdır. Bütün bu saydıklarımı gereksindiği gibi, ilaveten, işin içine duygular, farkında olunan olunmayan kişisel yaralar, bilinçaltı, bastırılmış özlemler, düşler vs. karışır. 

'HER ALANDA GÖRÜLEN YOZLAŞMA VE NİTELİKSİZLEŞME EDEBİYATI DA SARDI'

Peki, yaşadığımız bu dönüşümün edebiyatımızda yer bulan meselelere etkisi ne doğrultuda oldu sizce?
Kanımca edebiyatımızda olumsuz -‘’gelişme’’ denilebilir mi emin değilim- ‘’değişmeler’’ meydana geldi. Edebiyat genel olarak kültürel hayatı izledi, yani toplumsal dertlerden, adaletsizliklerden uzaklaştı ve kişisel meselelere yöneldi; ancak, bireyselliğin çok da gelişmediği, iç hesaplara, dürüst ve yürekli kişisel yüzleşmelere yabancı toplumumuzda bu yöneliş derinlikli yapıtlar koyamadı ortaya pek. Hayatın her alanını kaplayan “hızlı tüketme” merakı okuru da yazarı da çarçabuk okunup tüketilecek basmakalıp metinlere yöneltti. Bu arada edebiyat eserinin metalaşması tamamlandı ve satış rakamları, niteliğin önüne geçti. Her alanda görülen yozlaşma ve niteliksizleşme edebiyatı da sardı. Bir toplum bileşik kaplar gibidir, bir tarafı alçalırken, öbür tarafı yükselemez. Ben edebiyatla ilişkili olsun olmasın genç kuşaklarda şöyle bir olumsuzluk saptıyorum; elbette bu değerlendirmem herkesi kapsamıyor, elbette çok kıymetli gençler var, neye ki var; ancak genelde şöyle bir eğilim gözlemliyorum. Genç, kendini zayıf hissettiği konularda bilgilenip kendini yetiştirmek yerine, zayıf tarafını örtmeye çalışıyor.  Edebiyata dönelim, herkes kaleme sarılıyor, oysa edebiyatın en değerli okulu okumaktır. Bizim gençlerimiz için hem Türk edebiyatı, hem dünya edebiyatı.

Yarattığınız karakterlerle o karakterlerin var olduğu toplumsal-tarihsel arka plan arasında kuvvetli bağlar var. Siz o bağları görünür kılmayı bireyle-toplumsallık arasındaki ilişkiye vurgu yapmayı tercih ediyorsunuz. Bu tercihin kaynakları hakkında neler söylemek istersiniz?
Saptamanıza katılıyorum. Başka türlü yaşayan kişiler yaratılamaz. Tercihimin birinci sebebi bizzat hayatın kendisi. Hepimiz mensup olduğumuz ülkenin, sınıfın, coğrafyanın ve tarihsel dönemin izlerini taşıyoruz. Kişilik doğuştan gelen genetik özellikler ile hayatın ilk devrelerinde çocuğun yakın çevreden aldığı tesadüfi etkilerle, katıldığı toplumsal çevrelerin olumlu olumsuz etkilerinin bir harmanlanışı.

Size çok üretken bir yazar olduğunuzu söylemek sanırız yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Yakın zamanda içinde eleştirel metinlerin yer aldığı “Türk Romanında Bir Gezinti” ve son öykülerinizin yer aldığı “Şairin Ölümü” adlı iki yeni kitabınız daha okurlarla buluştu. Aynı zamanda üretkenliğinizin bir sürekliliği var. Pek çok edebiyatçımızın sürekliliğin uzağında olduğunu görüyoruz. Siz yazarın “üretememesini” nasıl değerlendiriyorsunuz. Bunu edebiyatımızın bir sorunu olarak görebilir miyiz?
Ben belki kadın sorunlarıyla, aydınlanma ve laiklikle ilgili yazılar da kaleme aldığım için çok üretken görünüyorum. Edebiyatımızda üretememek diye bir sorun olduğu kanısında değilim. Tersine çok fazla kalitesiz üretim olduğu görüşündeyim. Edebiyat yaratıcılığı yukarıda da vurguladığım gibi yazarın iç dünyasıyla çok yakından ilgili. Makale yazmak gibi değil. O nedenle edebiyatçıların verimli ve verimsiz dönemlerinin olması doğaldır. Herkesin iç dünyası kendine ait olduğu için de bir genelleme yapılamaz kanımca.

Ama şu olabilir, büyük toplumsal olumsuzluk dönemlerinde, felaket dönemlerinde yazının bir işe yaramayacağı fikri,  yazarın kalemine küsmesine yol açabilir. Atom bombası felaketinden sonra Batı entelijensiyasında böyle bir umutsuzluk görülmüştür, örneğin. Bizim olumsuz koşullarımızda da böyle etkilere kapılabiliriz, edebiyatçı yazarlar olarak. Ama “has” yazar, ya da “gerçek edebiyatçı yazar” -bu ayrımı yapmak zorundayım, maalesef- bunu aşar. Niçin mi? Çünkü yazmak, onun kişiliğinin bir parçasıdır; yazmaya ihtiyacı var, yemek yemek, su içmek, uyumak gibi bir ihtiyaçtan söz ediyorum; şık bir giysi ihtiyacından değil. Ancak vücudu tükenişe geçtiğinden yazma esini de tükenecektir, sanırım.

Şairin Ölümü’nde yer alan Füg’de Vicdan annesine yıllar sonra “O gece kovulmuş gibi nereden kaçıyorduk öyle?” diye sorduğunda aldığı cevap “işgalden” olur. Gerçekten de İstanbul işgal altındadır. Bununla paralel dünden bugüne kadın kimliği, kadın ve çocuk bedeni, kişiliğine dönük de bir işgal devam ediyor. Peki, Vicdan’ın annesinin verdiği cevaptan hareketle sorsak: İşgalden kaçarak kurtulmak mümkün mü?
İşgalden ancak savaşarak kurtulunabileceğine Kurtuluş Savaşımız en birinci kanıttır; öyle değil mi? Ancak bu hikâyede başka bir mesele var. Hikâye kahramanı Vicdan’a küçükken tasallut eden dayısıdır. Dayısı anlaşılan İşgal İstanbul’unda bir işbirlikçidir. Ama herhalde emperyalist güçler ona ‘evdeki sığıntı yeğenine tasallut et’, dememişlerdir. İşgal İstanbul’undaki ahlaki yozlaşmayı Yakup Kadri “Sodom ve Gomore” da anlatır. Yazıldığı dönem (1920’ler) göz önünde bulundurulursa doğal karşılanması gereken ama günümüzde abartılı hatta incitici ve hatta gülünç sayılabilecek kimi aşırı milliyetçi pasajlardan rahatsız olmayı göze alarak gene de okunmasını öneririm. Yakup Kadri, romanın konusu olan ahlak düşkünlüğünü hayal etmiyor, tanık olduklarını, birinci elden işittiklerini yazıyor. Emperyalizm ile gelen bir yozlaşma elbette söz konusu ama kendi feodal ahlakımızdan, hatta daha bile eski ve köklü, aşiret ahlakından kaynaklanan ve elbette kapitalist ahlakla da pekişen kadını ve çocuğu mal addetme ve mal gibi görme ve ona mal gibi davranma suçundan, emperyalizmi suçlayarak arınamayız; sadece gönlümüzü ferahlatırız. Günümüzde tavana vurmuş kadın cinayetleri, kadınlara ve çocuklara tasallut, pedofili vakaları, bu vakaların faillerine yobaz çevrelerin arka çıkması, ciddi bir toplumsal çürümeyi ve acilen bu konularda alternatif kitle eğitimlerine ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Gorky’nin bir saptaması var, çarlık Rusya’sının son dönemlerinden söz ederken, bir toplum tamamen çürüdü mü, çocuklara tasallut artar, diyor. Gördüğünü söylüyor.

“Füg” hikâyesi “Dağın Öteki Yüzü” romanındaki karakterlerin başına gelenlerden doğmuş gibi. Ya da “Baharat Ülkesi’nin Hazin Tarihi” romanıyla “Baharat Ülkesi’nden Bir Aydın” öyküsünde aynı dünyadan hikâyeleri okuyoruz. Karakterleriniz sizinle birlikte yaşamaya devam ediyor sanki. Kurgu âleminizde karakterlerin yeni öykülerde devamlılığı nasıl ortaya çıkıyor?
Tek sözcükle cevap vereceğim. “Kendiliğinden”.

“Dağın Öteki Yüzü” üç kuşağın yaşamından kesitleri içerirken, aynı zamanda Cumhuriyet panoraması çiziyor. Cumhuriyetin idealist kuşağı üzerine düşündüren bir yanı var romanınızın. O idealist kuşağın hayal kırıklıklarının nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyet yerleşik düzen haline geçtikçe devrimci özünden uzaklaştı. “Halkçılık” ilkesinde beliren sol yanını, aydınlanmacı-laik ruhunu yitirdi. İkinci Dünya Savaşının ertesinde ülkemiz ABD’nin kuklası durumuna düşmüştü; giderek çarpık kapitalistleşmenin bütün yozlaşmalarına gömüldü. Kitlelerin ekonomik memnuniyetsizliğini, dinci söylemlerle örten ve saptıran çapsız, ilkesiz politikacıların elinde oyuncak oldu ülkemiz. Ardından darbeler vurdu. Tam bağımsızlığa inanan, sosyal adaleti hedefleyen, varsıllık peşinde koşmayan, kültüre, sanata değer veren, kişisel yaşamlarını bu doğrultularda yönlendirmiş aydınlanmacı/laik yurttaşlar için kabul edilmesi güç bir durum, hatta trajik bir durum. Çocuklukları Osmanlının yıkıntısı altında ezilmiş, Cumhuriyet devrimleriyle taze hayat bulmuş kuşaklar, Cumhuriyetin sağlam görünen yapısının altında bir kılcal ağ gibi yayılan gericiliğin farkındaydılar; çünkü birinci elden yaşanmış deneyimleri, tanıklıkları, gözlemleri vardı. Laikliğin “bir şey olmaz ağbi” tavrıyla bozuk para gibi harcanmasının muhtemel sonuçlarını genç kuşaklardan çok daha berraklıkla görebiliyorlardı ve ellerinden bir şey gelmiyordu, çünkü dertlerini anlatamıyorlardı. Abarttıkları düşünülüyordu. O nedenle, mitolojideki Cassandra’ya benziyorlardı; Cassandra Truva kıralı Priamos’un kızıdır, Truva’nın başına gelecek yıkımı öngörür ama kimseyi inandıramaz, malum atı şehir surlarından içeri almamaları gerektiğine ikna edemez; Truva’yla birlikte o da mahvolur. Trajik bir durum.

'EDEBİYAT YARATMAK, BİR KONUYU YARA OLARAK YÜREĞİNİZDE HİSSETMEKLE ALAKALI BİR ŞEY'​

Romanlarınızda ve hikâyelerinizde kadın meselesiyle ilgili tutarlı bir tartışma yürüttüğünüzü görüyoruz. “Baharat Ülkesi’nden Bir Aydın” öykünüzde kadın hareketinin kadın meselesi dışındaki başlıklarda mücadelelere karşı mesafesine eleştirel bir yaklaşım var. Size “Münferit Feminist” denildiğini söylemiştiniz bir röportajınızda. Eleştirel tavrınız mı sizi münferit feminist yapan?
Feminizmin -maşallah (!) - fraksiyonları az değildir! Farklı çevrelerden birine tamamen ait olmayan feministlere ‘’münferit’’ deniyor, feminist jargonda; ya da deniyordu. Kişiliğim itibariyle, hiçbir grupla tam olarak özdeşleşmem mümkün değil. Evet, kimi feminist çevrelerle düşünsel ayrılıklarım elbette oldu. Dincilikten gelen tehditleri anlamamakta direnen kimi akımlarla, toplumsal farklara tahammülsüzlüğü eleştirmek ve değiştirmek amacıyla yola çıkıp mikro milliyetçilikleri desteklemekte karar kılan akımlarla, kapitalizmden bir türlü vaz geçemeyip neoliberalizmi tutunanlarla fikren uyuşmam pek olası değil. Ama her geçen gün biraz daha feminist oluyorum, çünkü neredeyse her gün cinsime- kişi ya da topluluk olarak reva görülen yeni bir haksızlığı görüyor ya da işitiyorum. Geçen gün bakın ne öğrendim; bir ilköğretim okulunda öğretmen, teneffüste mahzun duran kız çocuğuna niçin koşup oynamadığını sorar. Çocuktan cevap: ‘’Teneffüs erkek çocukların hakkıdır.’’ Nasıl!

Dünya çapında bir hareket olarak ‘’aydınlanmanın’’ ve ülke çapında bir hareket olarak ‘’Kemalist aydınlanmanın’’ elbette eksik ve hatalı yanları olabilir, vardır; hiçbir şey mükemmel değildir. Ve bu yanlar elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Ancak gerek dünya gerek ülke çapında bu hareketlerin kadınlar adına başardıklarını tümüyle ret etmek büyük bir vefasızlık olmaktan öte, kanımca yaman bir aymazlıktır. 1993 Sivas aydın katliamından sonra kimi feminist arkadaşların ki aralarında sevdiğim dostlarım da vardı- takındığı duyarsız tavır beni çok incitmişti; Sivas katliamında dost yitirmiş bir kişi olarak biliyorum ki Sivas’ın acısı içimden hiç çıkmayacak. Dediğiniz hikâye bu yaradan yaratıldı. Gördüğünüz gibi, edebiyat yaratmak, bir konuyu yara olarak yüreğinizde hissetmekle alakalı bir şey.

'ELEŞTİRİ MEKANİZMASININ HAKKIYLA İŞLER HÂLE GELEBİLMESİ İÇİN ÖNCE ELEŞTİRMEN ADAYLARININ TÜRK EDEBİYATININ NEREDEN GELİP NEREYE YÖNELDİĞİNİN FARKINDA OLMALARI GEREKİR'

“Eleştiri Üzerine” denemenizde Türkçe edebiyatta köklü bir eleştiri geleneğinin olmadığından bahsediyorsunuz. Eleştirmenlerin yol göstermekte yetersizliği, yazarların da nitelikte aza kanaat etmelerine neden oluyor. Eleştiri mekanizmasını işler hâle getirmenin yolu nereden geçiyor sizce?
Bizde felsefi düşünme geleneği yok, bir kez; düşündüğünü yüreklice ifade edebilme geleneği ise hiç yok. Hayat üstüne, yaşananlar üstüne düşünmek yok. Nerde kaldı ki okunanlar üstüne düşünme geleneği olsun. Bilmem başka dillerde şöyle bir ifade -atalar sözü mü demeli, tekerleme mi-  var mıdır, “Ayağını sıcak tut, başını serin, bu dünyada bir iş bul, düşünme derin” Bu topraklarda boy atmış en müthiş felsefi akım sufilik, sadece ölüm üstüne düşünmüş. Ahmet Hamdi Tanpınar  “Huzur”da karakterlerden birinin ağzından aşağı yukarı şöyle bir saptama yapar : “Yaşadıklarımız üstüne düşünmemekle ve bunları anlatmamakla neler kaybettiğimizin farkında mıyız?” Ve devam eder, “Şark ölümü keşfetti ve sonra da rehavete daldı.” der. Edebiyatımızın önemli yaratıcılarını her zaman teşekkürle anarım.  Ve sorarım, edebiyatla ilgili gençler, eski ustaları okumamakla neler kaybettiklerinin farkındalar mı? Türk edebiyatındaki eleştiriyi tümden red ediyor değilim, elbette; ne de kendime ‘’eleştirmen’’ derim, ben sadece etkilendiğim kitaplar üstüne düşünen bir edebiyatçıyım. Eleştirmenin daha kapsamlı ve daha sistemli çalışması gerekir, kanımca. Eleştiri mekanizmasının hakkıyla işler hale gelebilmesi için önce eleştirmen adaylarının Türk edebiyatının nereden gelip nereye yöneldiğinin farkında olmaları gerekir. Ve sonra bizim edebiyatımızı dünya edebiyatının içinde konumlandırabilmeleri gerekir diye düşünüyorum. Ve bütün bunlar için sansürsüz bir siyasi ortam… 

Ezgi Yaman / Erkan Yıldız - SOL

16 Şubat 2020 Pazar

TİP, tarih, bugün - AYDEMİR GÜLER

İki gün önceydi, Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş yıldönümü. Aynı gün, yani 13 Şubat DİSK’in de kuruluş günü. Ama bugün TİP’e dair konuşalım. Daha doğrusu bir köşe yazısında olabileceği kadarıyla not düşelim. Bir kısmını 13’ü akşamı Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde Zehra (Güner Karaoğlu) ile konuştuğumuz notlar…

Ne yapılmaması, nasıl yaklaşılmaması gerektiğini sormak, çoğu zaman verimli bir yol oluyor. TİP söz konusu olduğunda en fazla söylenen, ama asla söylenmemesi gereken sözcük keşke’dir. TİP keşke şöyle yapmasaydı, keşke iç sorunlar yaşamasaydı, keşke… Keşke bölünmeseydi…

Tarih, etkileri, sonuçları bugün sürdüğü ölçüde tarihtir. Ama tarihin konusu, geçmişte tamamlanmış halleriyle sona ermiş olan olgulardır. Keşke sözcüğü de en olmayacak laftır.

Tarih kuşkusuz somut yaşanmış hallere mahkûm değildir. Hatalar yapılmayabilir(di), daha iyisi düşünülebilir(di)… Lakin tarihin bir mantığı da vardır ve yaşananların illaki bir zorunluluğun ifadesi olmadıklarını söylerken, akışın yönünü keyfe göre alt üst etmek olmaz.

Örneğin Mustafa Suphiler daha uyanık olsalardı da iktidarı ele geçiremezlerdi. Türkiye İşçi Partisi gençlerini hoyratça dışlamak yerine tutabilseydi, Mehmet Ali bey ile Behice hanım arasında mesafe açılmasaydı, 1969 seçimleri öncesinde seçim sistemi değiştirilmeseydi… 1960’lar başka türlü sonuçlanmayacaktı. Somut olaylar öyle gerçekleşmeseydi de varılan genel sonucun bir mantığı vardır.

Daha önemlisi, hani tarihten ders alırız ya, “keşke yöntemi” olası dersleri çöpe atmaktan başka işe yaramaz. Benzeri sorular ve sorunlarla bugün karşılaştığımızda ne yapmamak gerektiğine dair bir dolu ders çıkarırız tarihten. Bu “keşke” yönteminden farklı bir şeydir.

Bir de, ders çıkartmak için tarihsel gelişmelerin, geçmiş olgular yığınının bir sonucu olan “bugün”de yaşadığınızı unutmayacaksınız. Gerideki süreçlere dar bir tarafgirlikle yaklaşmayacaksınız. Sahip çıkmakla tarafgirlik arasında da fark var çünkü. Geçmişin herhangi bir tarafı bugün olduğu gibi sahiplenilecek nitelikte, neredeyse kusursuz olsaydı, bugünkü gerilemeyi nasıl açıklayabilirdik ki?
Abartmayacağız ve kusurlar, eksikler karşısında kör olmayacağız.
Küçümsemeyeceğiz, eksiğiyle fazlasıyla oralardan bugüne gelindiğini ihmal etmeyeceğiz.

* * *

Türkiye İşçi Partisi, Marksist aydınların değil öncü işçilerin birikiminin ürünüydü. Bu öncüler komünist değillerdi. Komünizm hakkında “haksızlığa uğramış” Nâzım Hikmet’in cazibesi ve belki sömürü hakkında birkaç özet çeviriden ibaretti bilgileri. 1947 sendikacılığının ürünüydüler. 47 ise 1946’da TKP’nin sadece İstanbul’da 10 bin sayısına ulaştığı söylenen sendikal örgütlenme atağının durdurulmasından sonra düzenin zorunlu düzenlemesiydi. Komünistler şişenin kapağını açmışlardı bir kere ve o kapak tekrar yerine oturtulamayacaktı. Madem öyle Amerikancı sendikacılık…

TİP’i kuranlar bu cendereye sığmayan ileri işçilerdir. Sığamazlardı, çünkü 1950’lerde işçi sınıfı büyüdü, çoğaldı. Hakkını aramaya koyuldu. Ortaya bir toplumsal dinamik çıktı. TİP’in kurucu dinamiği oldular. Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, Avni Erakalın ve diğerleri.

Sendikacıydılar ve parti olamadılar. Bir yıl sonra aydınların kapısını çaldılar. Yalnızca komünistlere gitmediler ama bayrağı bir komüniste teslim etmeleri de rastlantı olmadı. 1951 Tevkifatında dağılan ve siyasal-örgütsel faaliyetini donduran TKP’nin yurtiçi sorumluluğunu Zeki Baştımar’dan devraldığı yakın zamanda belgelenen Mehmet Ali Aybar TİP Genel Başkanı, TİP de sosyalist-komünist aydınlar sayesinde bir parti haline geldi. Sağcı aydınların da kapısını çalmışlardı, ama onlardan birinin liderliği mevcut düzen partilerinden farklı bir şey çıkartmazdı ortaya. İleri işçiler kolu yanlışa düşüp bir düzen madrabazına teslim etselerdi partilerini, o cendereye de sığmazlardı. Aybar’ın şahsı rastlantıdır. TİP’in Marksistler eliyle parti haline gelmesi tarihin doğrultusudur.

* * *

Sonra bu Marksistler TKP’li zamanlarında rüyalarını süsleyen işi yaptılar. Kımıldayan bütün ilerici toplumsal dinamiklere açtılar kapılarını. TİP eşitlikçi Alevilerin, özgürlükçü Kürtlerin, hareketli üniversite gençliğinin, aydınların evi oldu.

Aleviler kapitalistleşmenin ürünü olarak dağ köyünden kentlerin merkezine akmışlardı, akıyorlardı. Modernleşme yolunu almıştı ve artık ağanın, şeyhin ötesine geçmiş, avukat, doktor, mühendis olmuş Kürt demokratları vardı ülkede. Üniversite yönetici elitin çocuklarının buluşma merkezi olmaktan çıkmış halkın çocuklarına açılmıştı ve bu çocuklar burjuva devriminin onlara öğretip sonra öksüz bıraktığı bağımsızlığı, yurtseverliği, halkçılığı kimlikleri haline getiriyorlardı. Harcında yalnızca cumhuriyetçiliğin değil, aynı zamanda komünizmin de bulunduğu bir aydın kuşağı şekillenmişti memlekette. Hatta bütün bunlara bakan köylülük kıpırdanıyordu…

TİP’in ömrü kısadır. 13 Şubat 1961’de kurulup 12 Mart 1971 darbesinden sonra kapatılır. Aslı daha da kısadır. 1962’de parti olmuştur. TİP’i kendi evleri belleyen dinamikler 1964-65’de zincirleri kırar. 1969’da seçim sistemi değişti ve TİP aynı oyla 15 yerine sadece bir milletvekili çıkartabildi diye değil, bu dinamikler bir arada tutulamadığı için yolun sonu görünmüştür. 1971’den önce, örneğin 15-16 Haziran 1970 patladığında, daha önce 1968-69’da gençlik patladığında parti, hadi “zaten bitmişti” demeyelim, ama kesinlikle çözülmeye başlamıştı.

* * *

Keşke tutulabilseydi mi diyeceğiz? Yoksa bu görkemli açılımı, sosyalizmin kitlelere mal oluşunu sürdürmek için, sözü edilen toplumsal dinamikleri bir arada tutmanın ötesinde biçimlendirmek ve yükseltebilmek için başka bir Parti’nin mutlak zorunluluk olduğunu mu vurgulayacağız?

Birinci Türkiye İşçi Partisi, büyük P ile işçi sınıfının Partisi olamadığı için çözüldü. Merkez gençlere ve partideki farklı seslere karşı hoyrattı. Gençlerin eylem çizgisini bir sosyalist devrim stratejisi belirlemiyordu. O zamanın deyimiyle “Doğulular” lobi benzeri bir bileşen olarak kalıyor, Partiyle bütünleşemiyorlardı. İleri işçiler parti olmaktan sendika lobisi olmaya doğru kaymaya, partiye yabancılaşmaya başladılar…

TİP bütün bunları bütünleştirme kapasitesinde bir parti, işçi sınıfının öncü partisi değildi. Bu dinamikleri bütünleştirmek ve onları yönlendirmek ve yönetmek bir ve aynı şeydir. TİP farklı dinamiklerin birbirleriyle etkileşime girmedikleri, yönetilmedikleri bir koalisyondur.

Tıkandılar. Keşke falan değil. Küçümseme hiç değil. Abartma ve TİP’in büyük P ile Parti olmadığını görememek asla değil.

Madem öyle bugünkü sahiplenmemiz somut olmalıdır ve olabilir. Türkiye devrimi ilk kez TİP’te buluşan ve kendilerini bulan toplumsal dinamikleri ve başkalarını ayağa kaldırarak yapılabilir yalnızca. Bu dinamikler işçi sınıfının öncü partisi tarafından ve bu partinin içinde “yönetilmelidir.” Yoksa buluştukları gibi dağılmaları da kaçınılmazdır. Özerk kimliklerin koalisyonundan Parti olmaz, sınıfın birliği hiç olmaz. Bugün TİP’i sahiplenmenin yolu, onun çözülmesindeki kimliklere güzelleme yazmakla değil, çözülmenin biricik ilacında, “Parti” olabilmektedir.

Ve son soru: TİP yüz yıllık komünizm tarihinin içinde midir, dışında mı?

Eğer TİP’teki dinamikleri birer ayrı kimlik olarak ele alır ve bugüne ayrıştırıcı yanlarıyla ve koalisyon mantığıyla yaklaşırsanız, dışındadır. Eğer TİP’in başlatıp da sürdüremediğini yapmak için bugün Komünist Parti derseniz, tereddütsüz TİP yüz yıllık ömrümüzün organik parçasıdır.

Bugün nerede nasıl durduğunuz, tarihsel bir olgu hakkındaki hükmü belirler. Çünkü tarih sadece tamamlanmış olguların toplamı değil, bugün süren canlı bir organizmadır.

Aydemir Güler / SOL

15 Şubat 2020 Cumartesi

‘Babil’ kimin hikayesi? - HÜRREM SÖNMEZ

Televizyonların gündüz kuşağının henüz korkunç suç hikayeleri, aile cinayetleri ve gelin ve kaynanaların çeyiz, yemek vs. yarıştırdığı programlar arasında pay edilmemiş olduğu zamanlardı sanırım. Bir yarışma programı vardı, ödül olan arabadan elini çeken eleniyor, en uzun dokunan arabayı kazanıyordu, saatlerce öylece arabaya dokunarak ayakta duruyordu insanlar; 60 saat dayanan olmuş o vakit, baktım şimdi. Nasıl bir fikrin ürünüdür böyle bir yarışma konsepti bilmiyorum ama saatlerce bir arabaya sahip olma hırsıyla orada öylece duran yarışmacıları ekran başında birileri izliyordu demek ki. Bir eşyaya sahip olmak için ölümüne fiziksel dayanıklılık sergileme şovu modern hayat sembollerinden biri olarak zihnimde yer etmiş o zaman. Sonra ne oldu da bu yarışma yayından kalktı bilmiyorum ama bugünlerde ülkede süregiden gündem ve hayat bana o yarışmayı hatırlattı. Elini çekenin, güçten düşenin diskalifiye olduğu, oyun dışı kaldığı, milyonlarca insanın hem katıldığı hem de izlediği bir yarışma programının içine düşmüş gibiyiz sanki. Ödülü hayatta kalmak. 
Önceki gün uzun süredir işsiz olan 42 yaşındaki Adem Y., Hatay valiliği önünde “Çocuklarım aç, işsizlikten bunaldım” diyerek kendini yaktı, hastaneye sevk edilirken kalp krizi geçirerek öldü.
Adem Y.’nin ölümü üzerine AKP’li bir siyasetçi, “Ucuz siyasi manevra” dedi. “Ucuz siyasi manevra… Milletimiz bu ucuz siyasi manevraları yemez” diyerek el artırmış bu hanım. Halk açız diye kendini öldürürken milletin kim olduğu sorulabilir elbette… Kendini yakan vatandaşa teşhis koymakta vakit kaybetmeyen valilik daha alışkın olduğumuz bir açıklama yapmıştı oysa: “Psikolojisi bozuk.” İki yıl önce oğluna okulda giyeceği pantolonu alamadığı için intihar eden babayla ilgili de aynı açıklamayı yapmıştı bir başka valilik: “Psikolojisi bozuk.” Malumunuz ülkemizde valilik makamı vatandaşın psikolojisine dair ivedilikle tanı koymada çok maharetlidir. 
Ülkede her şey çok yolunda gittiği, dert üstü murad üstü bir hayat olduğu halde herkesin psikolojisi bozuk ise bu ancak şükretmeyi bilmemekten ve maneviyat eksikliğinden olabilir tahminimce. Ne ilginçtir ki onca gayrete rağmen maneviyat bir türlü yeter miktarda teşekkül edemiyor! Nitekim Diyanet İşleri başkanı da meseleyi doğru teşhis etmiş olmalı ki ‘Kur’an kursunda bir tuğlası olanın cennette evi olacağını’ ifade etmiş. Yani sebat edin, kadere isyan etmeyin, bir de Kur’an kursuna bağışta bulunun, böylelikle bu dünyada olmasa da öbür dünyadaki geleceğinizi garantiye alın demek istemiş. 
Bu arada bir kuruş vergi vermeyen, Kızılay’a bağışla yurt yapanların öbür dünyada da siteleri rezidansları filan olacak gibi anlıyoruz.   
Bir insanın “Çocuklarım aç” diyerek kendini yakması, bir babanın çocuğuna pantolon alamadığı için kendini asması, bir ailenin siyanürle intihar etmesi, insanların depremde enkaz altında kalması, çığ düşmesi, bir çocuğun tren kazasında ölmesi, birilerinin KHK’lar ile bir gecede işsiz kalması…. Bunlar siyasetin konusu değilse, siyaset neydi sahi? Her hadisede bunları siyasete alet etmeyin vaazı veren, birlik ve beraberlik çağrısı yapanlar siyasetten ne anlıyor?  ‘Partimiz filanca ilçesi delegelerinden Ahmet abinin oğlunun sünnet düğününe gitmeyi, genel başkanın yaptığı duble yol açılışına katılmayı’ olsa gerek, yeğenini belediye meclisi üyesi, kayın biraderini fen işleri müdürü yapmayı ya da…

Geçtiğimiz haftalarda yayınlanmaya başlayan bir televizyon dizisi, ilk bölümüyle epeyce bir tartışma yarattı, o kadar ki nadiren açtığı televizyonda yerli dizilere pek itibar etmeyip Netflix dışında bir şey izlemeyenlerimiz de sosyal medyada yarattığı yankı üzerine merak ettik ‘Babil’i.
Dizi yayına girmeden önce KHK ile işine son verilen bir akademisyeni konu aldığı söylentisi yayılmıştı. Bunun bir rating hilesi olabileceğini düşünmedim değil, zira benim gibi pek çok insanın aklına gelen soru şu oldu: Nasıl oluyordu da her tarafını çapsız bir tarihi böbürlenme, lumpenlik ve hamaset sarmış, tartışma programlarında hakikat diye bir şey kalmamış 2020 Türkiye’si televizyonlarında, üstelik de hepsi hükümet yanlısı olmuş ana akım bir mecrada böyle bir konuya yer verilebiliyor, 2020 Türkiye’sinde nasıl oluyordu da genel kitleyi hedef alan bir TV dizisi bir dirhem de olsa adaletsizlikten, haksızlıktan söz edebiliyordu? Bu merakla izledim ben de diziyi. Elbette bu arada dizi hakkında ihbar yağdığı, sonradan yalanlansa da hakkında soruşturma açıldığı haberleri de gelmekte gecikmedi. Soruşturma açılması kimseyi şaşırtmazdı elbette.
Dizi KHK’lı bir akademisyeni anlatmıyor. Oradan bakınca ne alakası var diyenler haklı ama diğer taraftan ‘Babil’ bir iftira neticesinde sorgusuz sualsiz üniversitedeki işinden edilen, tüm hesapları bloke edilip oturduğu lojmandan kapı dışarı edilen idealist bir ekonomi profesörünü anlatıyor. Yıllarca emek verdiği akademiden asılsız bir ihbarla atılan, dekan olmayı beklerken birdenbire kendisini işsiz bulan, beş parasız kalan İrfan, belediye otobüsüyle eve dönerken camdan yükselen fabrika bacalarına, gökdelenlere, beton yığınlarına bakıyor. Çocuğunu hasta eden şeyin bu sistem olduğunu düşünüyor, gökdelenlerin, sanayi tesislerinin gölgesinde küçücük hissettiği o anda. Çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığında karısı çok bilindik cümleler kuruyor: “Hep senin o ideallerin yüzünden.” İdeal sahibi olmanın lanetlendiği, ahmaklığa bazen de hainliğe eşdeğer görüldüğü bir ülkedir burası, benzer cümleleri duyanların sadece dizi karakterleri olmadığına eminiz: “Sana mı kaldı devlete kafa tutmak, barışı savunmak… Sen mi kurtaracaksın memleketi… Bu kadar idealist olacağına para kazanacak işler yapsaydın biraz.” 
‘Babil’ KHK’lıları anlatmıyor ama hikaye adaletsizlik üstüne. Haksızlığa uğrayan bir insanın çaresiz kaldığı anda adım adım bir suçluya dönüşmesini… Bundan tam üç yıl önce bu ülkede birilerinin yaşadığına benzer şekilde, çocuğuna ‘artık üniversitedeki işine gidemeyeceğini’‘artık o evde oturamayacaklarını’ izah etmek zorunda kalan bir babayı… Mesai ücretleri ödenmeyen, talep ettiğinde maaşını aldığına şükret cevabını alan işçileri, emek sömüren patrondan gasp ettiği pizzayı sokak köpeği ve cam silen çocukla paylaşan, “Aldığım diploma neye yarayacak ki milyonlarca işsiz üniversiteli var” diyen üniversiteli yoksulları… Gücü ve parasıyla oğullarının suçlarını örten babaları, çok ihtiyacı olan işte çalışırken onu taciz eden patronun oğlunu tekme tokat döven, son tekmesinde “Bir bitmediniz be, tacizci pz.venk” diyen genç kadını anlatıyor… (Muhtemelen o sahne ekran başındaki milyonlarca kadının içini soğutuyor, her gün kadın cinayeti işlenen, tacizin, tecavüzün sıradan vaka haline geldiği ülkede)
Sihirli cümleyi ise eğitimsiz ama zengin, tefeci inşaat kralını canlandıran Süleyman karakteri söylüyor profesör İrfan’a: “İyi olan değil güçlü olan ayakta kalır.” 
Ahlaksız bir düzende iyi ve ahlaklı kalmaya çalışanın, adaletsizliğin müesses nizam halini aldığı bir yerde hukuku ve kanunları savunanın yaptığı mı yoksa sömürenlerin, ezilenlerin sırtından servet edinen vurguncuların oyununu, onların kurallarıyla bozanın yaptığı mı doğrudur sorusu yeni bir soru değil. Büyük hırsızların ödüllendirildiği, itibarlı insan muamelesi gördüğü, hayatta kalmak için zenginlerden çalan yoksulların ise cezalandırıldığı bir düzende işleyen şey adalet midir tartışması bu diziden çok daha eskiye dayanan politik ve felsefi bir tartışma elbette. 
‘Babil’ bana geçmişte yaşanan bir olayı hatırlattı. 2000’li yılların başlarıydı. İki çocukluk arkadaşı Kadıköy’de bir bankayı soymaya kalktı. Bir tanesi petrol mühendisiydi, işsizdi, babasının tedavisi için lazım olan parayı bulamıyordu. Diğeri mahalleden arkadaşı bir marangozdu, borca batıktı iddiaya göre.
Filmlerde izlediklerine benzer bir soygun planı yapan iki arkadaş paraları alamadan bankanın güvenlik görevlisi tarafından vurularak öldürüldü. O zaman amiral gemisi olan gazete, güvenlik görevlisini kahraman ilan etti, vali “Alnından öpülmelidir” dedi. Bir müddet tutuklu kalan güvenlik görevlisi hakkında Yargıtay meşru müdafaa sebebiyle ceza verilemeyeceğine hükmetti, konu kapandı.
Hırsızlığa kalkışan iki mahalle arkadaşı ölmüş, paralar bankada kalmış, asgari ücretli güvenlik görevlisi tarafından düzen muhafaza ve müdafaa edilmişti.
O vakit bu mesele hukuki boyutuyla epey tartışılmıştı. Aradan geçen yıllar içinde Türkiye’de hukuk ve adalet algısı değişti, bugün olsa meşru müdafaanın olup olmadığının yargı tarafından tartışılması dahi toplumun bir kesimi tarafından abes karşılanabilir belki.
‘Babil’ neyi anlatmak için yola çıkmıştır, konu nereye bağlanır bilemem, ihtişamlı neo-Osmanlıcı hayallerle, herkesin kendi adaletini tesis ettiği dizilerle mutlu mesut yaşayan dizi sektörü ne oldu da bu ülkede birilerinin adaletsizlikler altında ezildiğini hatırladı onu da bilemiyoruz. Şimdilik bildiğimiz idealist profesörün, çocuğunun hayatının söz konusu olduğu ve çaresiz kaldığı noktada, babasından devraldığı ve hayat boyu kendisine düstur edindiği ahlaki ilkeleri ve idealleri bir kenara bırakarak bozuk düzenle mücadelesinde tercihini suç işlemekten yana yaptığı. Suç ortağı da onun tam tersi bir hayattan gelen okuyup adam olamamış, hep yanlış yollara meyletmiş ama hep büyük hayaller kurmuş çocukluk arkadaşı. Adaletsiz ve çarpık düzenin kaybedenlerinin, o düzenin kazananlarından intikam almasının hikayesi. Havuz medyasına yabancı olsa da toplumun bir kesimine hiç yabancı olmayan çarpık bir düzen…
Ama beni diziden ziyade, dizinin toplumda yarattığı duygu ilgilendiriyor. Mesela neyle yüzleşildiği. Bu ülkede yüz binlerce insan bir gecede işinden oldu, yüzlerce akademisyen üniversiteden atıldı, emeklilik hakları, sağlık güvenceleri ellerinden alındı, hani neredeyse yer yerinden oynaması gerekirken yaprak dahi kımıldamadı desek yeridir. Bütün bunlar hiç olmamış gibi hayatlarına devam edenler, şimdi en çok izlenen kanallardan birinde güçlü ve büyük Türkiye’ye dair akşam haberleri bittikten sonra, portakal yiyerek üniversiteden atılan bir aydının çocuğuna ameliyat parası bulmak için suça sürüklenmesini mi izliyor? Okuyup ilim irfan sahibi olmanın, bu ülkede ne kadar da kıymetsiz bir şey olduğunu ya da? 
Güçlü ve büyük Türkiye’de hayat koşullarının ağırlığı altında ezilenler, “Çocuklarım aç” diyerek kendilerini ateşe veriyor. Düşmekte olan bir toplumun, güçle zehirlenmiş iktidar sahipleri ölenlerin iktidarlarını zora sokmak için öldüklerini düşünüp “Ucuz siyasi manevralar” diyor veya ölenlere rahmet dileyip TOKİ projelerini anlatıyor.
Vatandaştan tebaayı, sosyal devletten hayırseverliği anlayanlar, depremzedeye kamyondan battaniye atarak sergiliyorlar devletin şefkatli yüzünü. 
‘Babil’’i izlerken mutlu azınlık ne hissediyordur bilmiyorum ama 2020’nin Babil Kulesi beton krallığının rüşvet ve yolsuzluk çarkı üstünde yükseliyor, en yoksulların, en altta kalanların kanlarının son damlasına kadar sömürüldüğü, nefes alabildiğine duacı olduğu, gücü tükenenin sessiz sedasız göç ettiği eşitsizlikler yığını üstünde.
Kulenin kırk gün eğitim verilip silahlandırılan bekçileri de sokaklarda olacak, canları pahasına savunacaklar, beton yığınları, din iman sömürüsü ve binbir türlü adaletsizlik üstünde yükselen Babil Kulesi’ni.
Ölenlerin ölümü ucuz siyasi manevra olacak, Kur’an kursuna bağış yapmadıkları sürece öbür dünyada da ruhları huzur bulamayacak. 
HÜRREM SÖNMEZ / DİKEN

Bir ‘hayal’ uğruna 7.8 milyar TL’lik yol - Nurcan Gökdemir

Erdoğan’ın tüm tepkilere karşın “Hayalim” diyerek yapılacağını açıkladığı Kanal İstanbul için 2020 Yatırım Programı’na ödenek konulmadı. Kanal İstanbul Projesi’nin 7,8 milyar TL’ye yapılacak 150 kilometrelik bağlantı yolları programda yer aldı.

Toplam maliyeti 75 milyar TL olarak hesaplanan Kanal İstanbul için 7 milyar 845 milyon lira harcanarak 150 kilometrelik bölünmüş yol yapılacak. İstanbul halkının ve bilim insanlarının tepki gösterdiği ancak AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hayalim” diyerek yapılacağı yönündeki kararlılığını dile getirdiği Kanal İstanbul Projesi, 2020 Yılı Yatırım Programı’na girmedi. Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan Yatırım Programı’nda projenin bağlantı yollarının etüt proje ve yapımına yer verildi.

PROJE BEDELİ ARTTI
Projenin hayata geçirilmesini sağlayacak kaynağın ve modelin belirsizliği sürerken açıklanan 2020 Yılı Yatırım Programı’nın Karayolları Genel Müdürlüğü ile ilgili bölümünde “Kanal İstanbul Bağlantı Yolları Etüt Proje ve Yapımı” başlığı altında 150 kilometrelik bölünmüş yol inşa edileceği bildirildi. Geçen yıl 6 milyar 205 milyon lira olan proje bedeli bu yıl 7 milyar 845 milyon TL’ye yükseltildi. 2019 sonuna kadar 8 milyon 920 bin lira harcandığı bildirilen proje çerçevesinde 2020 yılında yapılacak harcamanın tutarı ise 9 milyon 298 bin TL olarak belirlendi.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “ihanet projesi” olarak nitelediği Kanal İstanbul için belediye bütçesinden de milyarlar çıkacak. İmamoğlu, tahsisler, köprü ve yol yapımları nedeniyle İBB’nin 23 milyar TL’lik bir maliyete katlanmak zorunda kalacağını da açıklamıştı.

MODEL VE KAYNAK BELİRSİZ
Yatırım Programı’nda yer almaması hayata geçirilebilmesi için kaynak arayışının sürdüğü bilinen proje ile ilgili belirsizliğin aşılamadığını gözler önüne serdi. İktidarın projeyi hayata geçirebilmek için Yerel Yönetimler Taslağı’nda yaptığı değişiklikle engelleri aşmaya çalışıldığı biliniyor. Önceki dönemde iki bakanlıkla imzalanan işbirliği protokolünden çekildiğini açıklayan İBB, proje çerçevesinde yapılacak işler için bütçesinden ödeme yapmak mecburiyetinde bırakılacak. Bunu sağlamak için taslağa, “devletin ülke ölçeğinde belirlediği plan ve programlar kapsamında gerçekleştirdiği büyük projeler için belediyece yapılması gereken hizmetlerin yerine getirilmemesi” durumunda hizmetlerin valiliklerce yapılması, maliyetinin de ilgili belediyenin ödeneğinden kesilmesine ilişkin bir hüküm eklendi.

Ayrıca Torba Teklif'te de Kanal İstanbul'un finansman sorunu için bir düzenleme yer aldı. Kanal İstanbul gibi yoğun sermaye gereken büyük altyapı projeler ile enerji, sanayi veya teknoloji projelerine finansman sağlamak üzere proje fonları oluşturulabilecek.

Erdoğan’ın bütçe kaynaklarını kullanabileceklerini açıklamasına karşın programda da yer almayan projenin, Yap İşlet Devret modeli ile yapılabileceği beklentisi arttı.

İBB’NİN ARDINDAN BARO DA DAVA AÇTI
İBB’nin Kanal İstanbul’a ilişkin ‘ÇED Olumlu’ kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması talebiyle önceki gün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde dava açmasının ardından İstanbul Barosu da ÇED raporuna itiraz etti. İstanbul Barosu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kabul ettiği Kanal İstanbul projesinin ÇED Raporu’na itiraz ederek, iptal davası açtı.

Nurcan Gökdemir / BİRGÜN


2018 yılında 'Cumhurbaşkanına hakaret'ten kaç kişi sanık oldu? - CUMHURİYET

Cumhurbaşkanlığı ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri, hakaret davaları. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde sayıları giderek artan davalar 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesine dayanıyor. Peki ama bu yasal düzenleme eskiden nasıldı, günümüzde nasıl ve eskiden ne kadar insan bu davalardan yargılanıyordu, son yıllarda ne kadar insan bu davadan yargılanıyor? İşte Doğruluk Payı'nın konuyla ilgili araştırması...


765 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK)’nin, “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler” adlı faslında, 158. maddede yer alan cumhurbaşkanına hakaret hükmü, 1961 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından kabul edilip yürürlüğe girmiştir. Kanun'un 158. maddesine göre:
- Reisicumhura muvacehesinde hakaret ve sövme fiillerini işleyenler üç seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır. 
- Hakaret ve sövme Reisicumhurun gıyabında vaki olmuş ise faili, bir seneden üç seneye kadar hapsi olunur. Reisicumhurun ismi sarahaten zikredilmeyerek ima veya telmih suretiyle vaki olsa bile mahiyeti itibariyle Reisicumhura matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa tecazüv sarahaten vuku bulmuş addolunur. 
- Suçun, neşir vasıtalarından biri ile işlenmesi halinde ceza üçte birden yarıya kadar arttırılır.

GÜNCEL DURUM NE?

1961 yılından 2005 yılına kadar devam eden 765 sayılı TCK’nin 158. maddesi olan Cumhurbaşkanı’na Hakaret Kanunu, 2005 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından kabul edilip, yürürlüğe konulan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesinde yer aldı. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Millete ve Devlete Karşı Suçlar ve Son Hükümler” başlıklı 4. kısmının, “Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar” başlıklı 3. bölümünde bulunan 299. maddesinde 3 fıkra bulunmaktadır ve eski TCK’ye göre farklılık göstermektedir. Bunlar:
(1)- Cumhurbaşkanına hakaret eden kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 
(2)- Suçun alenen işlenmesi hâlinde, verilecek ceza altıda biri oranında artırılır. 
(3)- Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır. 
İki kanun maddesi arasındaki farklılıklar ise; 765 sayılı TCK 158. maddesinde, cumhurbaşkanına hakaret edenler için 3 yıldan az olmamak üzere hapis cezası cezası verilirken, bu suçun gıyaben işlenmesi durumunda ise 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası öngörüyordu. 5237 sayılı TCK 299. maddesinde ise bu suçun cezası 4 yıla kadar hapis cezasına çıkarıldı. Değişikliklerden bir diğeri ise bu suç için yapılacak kovuşturmanın Adalet Bakanının iznine bağlanmasıydı.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından 1986 yılından 2017 yılına kadar yayınlanan ve TCK kapsamında cumhurbaşkanına hakaretten dolayı açılan davalardaki sanık sayılarını incelediğimizde, 1986’den 2018’e kadarki dönemde açılan davalardaki sanık sayıları toplam 19.122 oldu.  
Açıklanan verilere göre Türkiye Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in döneminde davalardaki sanık sayısı 340, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde bu sayı 207, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel döneminde ise toplam sanık sayısı 158 oldu.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde 163 olan Cumhurbaşkanı’na hakaretten dolayı açılan davalardaki sanık sayısı, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminde bir önceki döneme göre %420 artış göstererek 848 oldu. 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk 4 yıllık görev süresinde ise ilgili davalardaki toplam sanık sayısı bir önceki döneme göre yaklaşık 19,5 kat artarak (%2052 artış) 17.406 oldu.
TCK kapsamında karara bağlanan davalarda ise mahkûmiyet, beraat, davanın düşmesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması gibi kararlar verilebiliyor. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan, yıllara göre karara bağlanan cumhurbaşkanına hakaret davalarındaki sanık sayılarını incelediğimizde; 1994 yılından 2018 yılına kadar cumhurbaşkanına hakaretten dolayı toplam 15.956 sanığın davası karara bağlandı. Bu yıllar içerisinde hakkında mahkûmiyet kararı verilen sanık sayısı 2017 yılına kadar toplam 3.607 iken, 2018 yılında bu sayı 2.462 kişi artarak toplam 6.069 oldu.
Cumhurbaşkanlarının dönemlerine göre hakkında mahkûmiyet kararı verilen sanık sayılarını incelediğimizde ise; 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel döneminde ilgili sanık sayısı 71, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde 82, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminde 233, 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4 yıllık döneminde ise hakkında mahkûmiyet kararı verilen sanık sayıları bir önceki döneme göre yaklaşık 23 kat artış göstererek toplam 5.683 oldu.
Bunlara paralel olarak cumhurbaşkanına hakaretten dolayı yargılanan sanıklar hakkında verilen hapis cezası kararı sayılarını da yıllara göre inceledik. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nce yayınlanan adalet istatistiklerine göre 2009 yılından bu yana yer alan hapis cezası kararları da son yıllarda oldukça artış gösterdi. TCK tarafından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminin son 6 yılında toplam 65 hapis cezası kararı verilmişken, 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk 4 yıllık döneminde ise bu rakam 1575’e çıktı.
CUMHURİYET

14 Şubat 2020 Cuma

Büyük sermaye tedirgin: Nasıl? Niçin? - Korkut Boratav

2020 Davos toplantısının ana teması, Paydaş Kapitalizmi olarak ilan edildi.  Burjuva ideolojisinin işe yarar söylemlerinden biri… Kapitalizmi oluşturan tüm sosyo-ekonomik öğeleri (hissedarlar, şirket yöneticileri, işçiler, tüketiciler vb.) paydaşlar başlığı altında birleştirilir; aralarındaki çıkar birliği vurgulanır. 


Kapitalizmin özünü oluşturan işgücü-sermaye karşıtlığını artık-değer kavramı ile açıklayan analizi etkisiz kılmayı hedefleyen bir çaba… Öylesine ilkel ve çekici ki, Berat Albayrak dahi konuşmalarında “paydaşlar” sözcüğünü yerli-yersiz kullanmaktadır. 

Bu göz boyayıcı söylemin Davos’un gündemine yeniden girmesi gösteriyor ki sermaye çevrelerinde yaygınlaşan bir tedirginlik var. Bazı yansımalarına göz atalım; değerlendirelim. 

Milyarderlerden bir imza kampanyası
121 milyoner ve milyarderin imzaladığı ”Milyonerler Yabalara Karşı” (“Millionaires Against Pitchforks”) başlıklı bir mektup 2020 Davos toplantısı başlarken dağıtıldı; “diğer milyoner/milyarderlerin” imzasına açıldı. (“Yaba”  sözcüğü “pitchfork”un Türkçe karşılığıdır.) “Küremizdeki milyoner ve milyarder dostlarımıza” hitap eden mektup şöyle başlıyor: 

Dünyada varlıklı insanlar ikiye ayrılır: Vergileri veya ‘yaba’ları yeğleyenler. Aşağıda imzası olan bizler vergileri yeğliyoruz.  Sizin de aynı tercihi yapacağınıza inanıyoruz. Bu ricayı, yeryüzüne ayak basan insan türünün en ayrıcalıklı sınıfının mensupları olarak yapıyoruz.”

Bu gerçekçi itiraf, milyoner/milyarder mektup yazarları açısından “dehşetengiz”dir: Kendilerini ve mektubun muhataplarını, geçmişten bugüne “insan türünün en ayrıcalıklı sınıfının mensupları” olarak tanımladığı için… 

Dahası, mektuptaki “yaba” sözcüğü, bu sınıfın er veya geç ayıklanıp yok edilebileceğini (yani devrimci bir mülksüzleştirme olasılığını) ima etmektedir.
Mektubun sonraki kesimlerinde şu teşhis var: 

Bugün dünyadaki milyarderlerin sayısı önceki dönemleri geçmiştir ve bunlar önceki dönemlere göre çok daha fazla serveti denetlemektedir. İnsanlığın en yoksul yarı nüfusunun gelirleri ise değişmemektedir.” 

Bu teşhisi kötümser bir gelecek tablosu izliyor: Eşitsizlikler toplumsal ve ülkeler arası gerilimleri kriz düzeylerine çıkarmakta; olası bir iklim bunalımına karşı çaresizliğe yol açmakta ve milyarderler dahil, tüm insanlık için bir felaketi gündeme getirmektedir. 

Mektup, çözüm yolunu şöyle özetliyor: 

Çok geç kalmadan ülkelerinizdeki milyoner ve milyarderlere daha yüksek ve daha adil vergi uygulanmasını talep ediniz. Uluslararası vergi reformu çabalarına güç veriniz; gelir ve kurumlar vergilerinde kaçakçılığa, kaçınmaya son vermeyi destekleyiniz.”

Bu vergi reformu çağrısı, eleştirel iktisat ve maliye çevrelerinin yakından bildiği, izlediği “vergi ödemeyen büyük sermaye” bilgileri ile destekleniyor: Ülkelerin birçoğunda en zengin katmanlar yoksullardan daha düşük oranda vergilenmektedir; dev şirketlerin bir bölümü vergi cennetlerine sığınmakta; hiç vergi ödememektedir. Dünya millî gelirinin onda biri buralara taşınmıştır. 

Bugünkü küresel krizi çözmeye dönük her çözüm, bizim gibi milyoner veya milyarderlerin daha yüksek vergi ödemesinden geçiyor. Bu çabalarda bize katılın; aksi halde sorumlu olacaksınız.” 

Sermayenin reform önerileri ciddiye alınamaz
Milyarderler mektubu “dehşetengiz” bir üslup içinde fevkalade ılımlı bir içerik taşıyor: Gelir ve kurumlar vergileri ile sınırlıdır; bu iki konuda dahi bir vergi reformu önermemektedir.

Mektup yazarı milyarderlere sormak gerekir: Sözü edilen iki verginin tarifelerinde neoliberalizmin arifesinde, örneğin 1980’de, ABD ve Avrupa’da geçerli oranlara dönüş gibi somut bir öneriden niçin kaçındınız?  Son günlerde Batı’da yaygınlaşan servet vergisi önerilerini niçin desteklemediniz?

Milyarderler, böylece, “neoliberal dönemin bizler için uygun gördüğü cömert vergi sistemlerine uyunuz; ayrıca kaçakçılığa başvurmayınız” çağrısı ile yetinmiş oluyor. Bu ılımlı çağrının dahi, Davos’a katılan sermaye çevrelerinde suskunlukla geçiştirildiği anlaşılıyor.

İçeriksiz bir “günah çıkarma” ciddiye alınamaz. 

Başka özeleştiri örnekleri
İngiliz finans sermayesinin seçkin temsilcisi Financial Times, kapitalizm eleştirilerine duyarlılık gösteriyor. Gazetenin 27 Ekim 2019 tarihli başyazısı (“Sorumlu kapitalizm için yeni standartlar gerekiyor”) da örtülü bir çağrı içeriyor: 

İş hayatının liderleri arasında, hisse senedi değerlerinin önceliğine son vermeyi; bu önceliği kapsayıcılık, sürdürülebilirlik ve gaye (“erek”) gibi bir başka öğeye doğru genişletmeyi kabul edenler artmaktadır. Ancak ‘gaye’ gibi bulanık bir şey, buna bağlı başarım nasıl ölçülebilir?

Finans kapital, “hisse senedi değerlerini” yükseltmeyi hedefler. Geleneksel kâr arayışının dönüştürülmüş biçimi… Servet eşitsizliklerini besleyen nedenlerden biri… Financial Times editörleri bu önceliği ek göstergelerle “saygınlaştırma” çabalarına katılıyor; yanıt arıyor; ama bulamıyor. 

Aynı gazete, kapitalizme saygınlık kazandırma arayışlarının Batı sermaye çevrelerindeki örneklerini de taramış; aktarmış (20 Aralık 2019).  Yazı, bir tespitle başlıyor: 

Anglo-Sakson iş dünyasının önde gelen yöneticileri, bir şirketin tek toplumsal sorumluluğunun hissedarlara kâr sağlamak olduğunu savunan Friedman doktrini ile yollarını ayırdı”. 

Sermaye çevrelerini temsil eden kurumlardan, dev şirket yöneticilerinden örnekler veriyor. Bazılarını (ad vermeden) aktarıyorum: 

Sadece para kazanmayı hedefleyen Milton Friedman kapitalizmi ölmüştür. İş hayatında değerleri, çalışanları gözeten yeni bir model oluşuyor”. “Kâr önceliğini toplumsal sorumlulukla bütünleştiren yeni yöntemler bulunmalıdır.” “Serbest piyasaları empati sürüklemelidir ve Friedman’ın gözettiği hissedarların önceliği arka plana geçmelidir.” 

Ne var ki, bu “diğerkâm” arayışlar, kapitalist şirketlere fiilen nasıl rehberlik edecek? Patronlar, sözcüleri önerdikleri “yeni model ve yöntemler”in uygulanabildiğine ilişkin tek bir örnek gösteremiyor. 

Daha da kötüsü, ABD sermaye çevrelerinin “paydaşlar kapitalizmi” söylemi ile saygınlık aradığı 2019’da, en kalabalık “paydaş” olan Amerikan işçi sınıfının sendikalaşma oranı yüzde 10,3 ile dibe vurmuştur.  

“Hisse senedi değerlerini kapitalizmin önceliği olmaktan nasıl çıkarabiliriz?” sorusu 2019’da tartışılırken ABD’de cari fiyatlarla (enflasyon dahil) millî gelir artışı yüzde 4 ile sınırlı kalmış; hisse senedi endeksleri (finansal servetlerin değeri) yüzde 30 tırmanmıştır. Bu bilgiler, tartışmanın anlamsızlığını da ortaya koymaktadır. 

Neden korkuyorlar?
Milyarderlerin “vergi ödeyelim” çağrısı; “paydaş kapitalizmi” söyleminin yeniden yaygınlaşması; büyük sermaye sözcülerinin Friedman doktrinlerini eleştirmesi… Sermayenin tahakkümü pekişirken; emperyalizm saldırganlaşırken bu tedirginlik nereden kaynaklanıyor?

Kapitalizmin meşruiyeti öylesine aşınmıştır ki, 2019’daki gibi “güzel” bir yılda dahi, geçmiş sınıf mücadelelerinin birikimleri hatırlanıyor; sosyalizm özlemleri canlanıyor. Egemen sınıflar bu nedenle paniğe sürükleniyor. Anglo-Sakson dünyasından bir-iki örnekle yetinelim.

Şirket yöneticilerinin tavrını Colin Mayer özetlemiş: 

Elizabeth Warren ve Jeremy Corbyn gibi solcu siyasetçilerin inisiyatifi almasından ürktüler”. 

İngiliz büyük sermayesi son seçimlerde Brexit karşıtlığını arka plana attı; İşçi Partisi’nin geleneksel sol programını samimiyetle sahiplenen ve taban desteği hızla artan Corbyn’in yenilgisine öncelik verdi; başardı. Şimdi, Blair’ci çizgiyi bu partiye kesinlikle yerleştirme çabası içindedir. 

ABD sosyalizminin tarihsel değerlerini sahiplenen Bernie Sanders, başkanlık adaylığı ön seçimlerinde Demokrat Parti’de yer alıyor; kazanma olasılığı yüksek. Büyük sermaye ve Demokrat Parti yönetimi bu seçeneği önleme çabası içindedir. Milyarder Michael Bloomberg’e umut bağlandı; para gücü ve medya desteğiyle tehlikeyi önleyeceği umuluyor. 

Bir diğer başkanlık adayı olan Elizabeth Warren da önlenmelidir. Sosyalist değildir; ama finans sermayesine savaş açan bir solcudur. Dev şirketlere yüzde 6’lık bir servet vergisi önermektedir. 

Goldman Sachs’tan bir yöneticinin tepkisi ise açık-seçiktir: 

Kampanyasına yarayabilir; ama ülkemize zarar verir…” 

Dünya kargaşa içinde, örgütler dağınık, dostlarımız nerede? Düşmanımız belli ise, onun düşmanını arayalım. Yoldaşlarımızdan birini bulmuş oluruz. 

Korkut Boratav / SOL

13 Şubat 2020 Perşembe

DİSK’te devrimci bir dönüşüm şart - BİRGÜN

4 yıllık dönemde DİSK içerisindeki mevcut sendikaların bütünlüğünü dahi sağlayamayan DİSK iradesi, Türkiye işçi sınıfının ürettiği en ileri değer olan DİSK’in önümüzdeki dört yılına da talip olacak gibi görünüyor.

İşçi Dayanışma Derneği (İDD), DİSK’in 16’ncı Genel Kurulu öncesi, konfederasyonun bir önceki dönemde (2016-2020) yürüttüğü mücadeleyi değerlendirdi:

DİSK’in 16. Genel Kurulu 14-15-16 Şubat tarihlerinde gerçekleşecek. Genel kurullar, geçmiş dönemin değerlendirmesini yapmak ve önümüzdeki mücadele döneminin görevlerini belirlemek için emek örgütleri açısından önemli bir duraktır. DİSK’in 16’ncı Genel Kurulu’nun da Türkiye işçi sınıfı mücadelesine olumlu katkıları olması isteniyorsa öncelikle sendikal anlayış, geçmiş dönemin devrimci özeleştirisi ve gelecek dönemin görevlerine nasıl hazır olunabileceği gibi başlıklarda açık tartışmalar gereklidir. Bu başlıkların tartışmalarının derinleştirilmeden yapılacağı her genel kurul, nihai olarak yönetimlerde kimin olacağının ‘hesaplarına’ dönüşür.

Bizim bu yazıda yapmaya çalışacağımız da düzenlenecek genel kurulun sınıf mücadelesine katkılarının olması için 2016-2020 döneminde DİSK’in değerlendirmesini yapmaktır. Bu değerlendirmenin amacı önümüzdeki çetin mücadele sürecinde nasıl bir DİSK’in olması gerektiğine veya nasıl bir DİSK olmaması gerektiğine dair ipuçları çıkarmaktır.

DİSK 15’inci Genel Kurulu 2016 yılında gerçekleşti. 4 yıllık zaman diliminde emekçilerin durumu her geçen gün daha kötüye gitti. Kriz derinleşti, krizin faturası işçilere çıkartıldı. Hayat pahalılığı, yoksulluk, güvencesizlik sarmalında kendilerini çaresiz hisseden işçiler bedenlerini ateşe dahi verecek duruma geldi. Genel olarak sınıf hareketi bu gidişatı durduracak ve değiştirecek bir hat ortaya koyamadı. Sınıf hareketinin özel bir yerinde olan DİSK de emek hareketinin genel zayıflığına paralel bir durum içerisinde oldu.

Bu zayıflığın genel sebepleri olarak siyasal İslamcı rejimin 4 yıllık zaman dilimi içerisinde dozajını sürekli artırdığı saldırılar ve baskılar öne sürülebilir. Bu nesnel gerekçelerin haklı yanları olsa da zayıflığın ve etkin bir mücadele örgütlenememesinin en önemli sebepleri öznel ve DİSK’e dair olanlardır. Tam olarak bu konuda hatırlatacağımız olan nokta, yazımızın konusunun genel kurul sebebiyle DİSK olduğu ve bu yüzden DİSK’e odaklanıldığıdır.

TEMEL SORUN TESLİMİYETÇİ ANLAYIŞ
DİSK’in 2016-2020 dönemini incelediğimizde işçi sınıfına yönelik saldırılara etkin bir mücadele ortaya koyamamasındaki genel kanı, politik olarak doğru tutum aldığı ama örgütsel yetersizliklerin buna engel olduğudur. DİSK’in örgütsel yetersizlikleri, sendikaların sınıfın ihtiyaçlarına uygun örgütlenmemesi gibi etkenler zayıflığın gerekçelerinden olsa da bu durumun ortaya çıkmasındaki temel problem anlayış sorunudur. O yüzden genel kanının aksine bakılması gereken temel nokta, DİSK’i yöneten iradenin sınıf mücadelesini nereden kavradığıdır.

Patronlar kendi sınıflarının çıkarlarına göre hareket ederken ve barbarlık düzeyinde sömürüyü derinleştirirken, ‘sınıf uzlaşmasını’ temel alan ve patronlarla ‘Birlikte Mümkün Türkiye’ diye fotoğraf veren sendikacılar, işçi sınıfının çıkarlarını temel almamaktadır. İşçiler işten atılıp direnirken o işçileri işten atan patronla açılışlarda boy göstermenin devrimci sendikacılık olmadığı aşikârdır. DİSK’in 1980 darbesinden sonra yeniden faaliyete başladığı yıllarda gündemine giren ve bugünkü yönetim anlayışının temeli olan ‘çağdaş sendikacılık’ adı altında sürdürülen uzlaşmacı ve son kertede sermaye sınıfına teslimiyeti içerdiği için teslimiyetçi olan temel anlayış, bugün DİSK’te halen hüküm sürmektedir. Bu anlayışın getirdiği sonuç ise kuruluşundaki temel iddiası ‘devrimci sendikacılık’ olan DİSK’in kuruluş değerlerinin yok edilmesidir.

GÜVENCESİZLERİ YOK SAYMAYA DEVAM
21’inci yy’da işçi sınıfı güvencesizleşmekte, çoğalmakta ve parçalanmaktadır. İşçi sınıfının öz örgütleri olması gereken sendikalar işçi sınıfının örgütleri olmaktan uzaklaşmaktadır. Güvencesiz çalışan işçileri sendikalar örgütlemekten uzaktır. Sendikal yapılar bugün eski dönemin ihtiyaçlarına göre örgütlenmekte ve işçi sınıfının azınlık kısmını kapsamaktadır. DİSK’in bu tabloyu değiştirmek için sorumluluk alması gerekirken mevcut durumla yetinen sendikal bürokrasiler DİSK yönetiminde de egemen konumdadır ve güvencesizlerin adresi olması gereken DİSK’in bu konudaki adımları yetersizlik düzeyinde dahi değildir. DİSK sendikalarının pek çoğunun bu noktada fikirlerinin bile olmadığını söylemek, emek hareketinin içerisinde olanlar için şaşırılacak bir durum olmaktan dahi çıkmıştır.

Son 4 yılda ise DİSK Yönetim Kurulu’nun bu konu hakkında bir çalışmasına ise rastlamak mümkün olmamıştır. 2016’daki genel kurulda alınan güvencesiz istihdam biçimlerine karşı en geniş mücadele hattının oluşturulacağı kararının da arkasında ne kadar durulduğunun takdirini işçi sınıfına bırakmak doğru olacaktır. Yine aynı genel kurulda alınan temel kararların hayata geçmesi noktasındaki yetersizliklerin nedenleri hakkında güçlü bir özeleştiri verilmesi bu genel kuruldaki alınacak kararların uygulanması için olmazsa olmazdır.*

SENDİKAL BÜROKRASİ GÜVEN KAYBINA YOL AÇIYOR
Pek çok araştırma işçilerin sendikalara güveninin olmadığını göstermektedir. Sendikal bürokrasiler, sarı sendikalar bu güven kaybının temel nedenlerindendir. DİSK gibi bir konfederasyona bağlı sendikalarınsa işçi sınıfına güven verecek iyi örnekler olması gerekir.

Ancak DİSK’e bağlı sendikaların pek çoğu iyi örnek olmayı geçelim, tersten olumsuz örnekler durumundadır. Sermaye ve devletin vesayeti altında olan sendikalarla çalışma tarzı ve sendikal işleyiş konularında DİSK’e bağlı sendikaların pek çoğunun uygulamaları benzerlik içermektedir. Sendikal demokrasinin ayaklar altına alındığı, sendikal vesayet düzenini sürdürmek için kanunlarda sendika genel merkezlerine verilen olağanüstü yetkileri sonuna kadar kullanan sendikal pratiklere DİSK içerisinde sıkça rastlamak mümkündür.

2016-2020 dönemine dair sadece küçük bir araştırma dahi bu durumu kanıtlar. DİSK Yönetim Kurulu’nun ise bu konuda vereceği tek cevap ‘sendikanın iç işlerine’ karışmamaktır. Yine bu dönemde bir önceki genel kurulda delege olan ve DİSK’in 3’üncü büyük sendikası olan Lastik-İş Genel Başkanının örgütlü oldukları işyerinde kendi silahıyla sendika üyesi işçi tarafından öldürülmesi demokratik işleyişin olmadığı sendikalardaki durumun en vahim sonucu olmuştur.**

BAŞKAN KADIN AMA KADIN BAKIŞI YOK
Hatırlayacaksak 2016’da yapılan genel kurulda DİSK Genel Başkanı seçilen Kani Beko, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce görevinden istifa ederek milletvekili olmuştu. Görevlerinden istifa ederek vekil olan DİSK Başkanları ve yöneticileri kervanına büyük bir istekle katılan Kani Beko, işçi sınıfındaki ve toplumdaki DİSK’in meclise girme öncesi sıçrama tahtası olduğu algısını kuvvetlendirdi.

Daha sonrasında Kani Beko’nun yerine genel başkanlık koltuğuna gelen Arzu Çerkezoğlu, DİSK’in ilk kadın başkanı unvanını alarak kamuoyunda ‘kadın başkan/sendikacı’ olarak anılmaya başlandı. Derneğimiz hayatın her alanında kadın-erkek eşitliğini savunurken kadınların özellikle sendikalarda daha fazla sorumluluk almasını önemsemektedir. Ancak kadın yöneticilerin ve başkanların olması o kurumlarda ‘kadın bakışının’ olduğu anlamına gelmemektedir. DİSK Yönetim Kurulu üyesi olan, aynı zamanda Dev Turizm-İş Başkanı olan Mustafa Yahyaoğlu ile ilgili sendika üyelerinin kadına şiddet iddiası ile ilgili o dönem genel sekreter olan Arzu Çerkezoğlu açıklama yapmış ve sürecin takipçisi olacağını söylemiştir.***

Daha sonrasında başta şiddete uğrayan kadınlar olmak üzere kamuoyuna ne bir açıklama yapılmış ne de DİSK Disiplin Kurulu çalıştırılmıştır. Kadına şiddeti araştırmak zorunda bile hissetmeyen bir anlayışın DİSK’i yönetiyor olmasının ise nasıl açıklanacağını işçi sınıfının bilincine ve vicdanına bırakmak en doğrusu olacaktır. Bu somut pratiğin arkasındaki anlayışın da yansımasını 15’inci Genel Kurul’da görmüştük. O genel kurulda Basın-İş adına ‘Kadın İşçiler Kurulunun’ oluşturulması talebiyle verilen önerge, genel kurulca kabul edilmemişti.

DİSK’İN DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKACAĞIZ
4 yıllık dönemde DİSK içerisindeki mevcut sendikaların bütünlüğünü dahi sağlayamayan DİSK iradesi, Türkiye işçi sınıfının ürettiği en ileri değer olan DİSK’in önümüzdeki dört yılına da talip olacak gibi görünmektedir. Geçmişin özeleştirisi yapılmadan, önümüzdeki mücadele döneminin zorlu sürecine göre gerçek anlamda devrimci bir dönüşümünün planı-programı yapılmadan yapılacak olursa eğer, 16’ncı Genel Kurulun sonucunun şimdiden işçi sınıfı adına hayırlı olmayacağı net biçimde söylenebilir.

DİSK’in nicel gücünden bağımsız olarak hep nitel bir ağırlığı sınıf hareketinde söz konusu olmuştur. Bu ağırlık doğru politikalar, sınıf mücadelesinden ödün vermeme ve kendisini vesayet altındaki sendikalardan pratikte ayrıştırmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu özelliklerini kaybeden bir DİSK’in de diğer konfederasyonlardan  farkının kalmayacağını ve herhangi bir nitel ağırlığından söz edilemeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

DİSK’in kurucu değerlerini ve ilkelerini yeniden hatırlaması ve 21.yy işçi sınıfının DİSK’ini yaratmak ise sorumluluk almadan kaçınarak yapılamaz. Bu yazıda yapılan ‘hatırlatmalar’, devrimci değişimin nerelerden başlaması gerektiğine dair bir tartışmanın yaratılması noktasında sorumluluk alma iradesidir. Bu iradeyi devam ettireceğiz ve DİSK’in değerlerine, ilkelerine, tarihine, örgütlülüğüne gücümüz ölçüsünde sahip çıkacağız. Başta DİSK Genel Kurul delegeleri olmak üzere DİSK üyeleri ve tüm işçi sınıfına çağrımız da bu sorumluluğadır.

Üreten biziz yöneten de biz olacağız!
*Bu konudaki en bariz örnek ise DİSK, 15’inci Genel Kurulu’nda alınan 7 karardan biri olan ‘göçmen işçilerin örgütlenmesi ve göçmen işçilere karşı yapılan ayrımcılıkla mücadele’ başlığıdır. Günümüzde ülkemizdeki önemli mücadele başlıklarından ve 15’inci Genel Kurul kararı olan göçmen işçilik konusu DİSK’in ‘ilgi radarına’ girememiştir.

BİRGÜN/ Emek Servisi

**Derneğimizin bu konu hakkında yaptığı açıklama: http://iscidayanisma.com/2019/01/18/lastik-is-baskani-abdullah-karacanin-olumu-uzerine-zorunlu-bir-tartisma-nasil-bir-sendika/
*** Bknz: http://disk.org.tr/2017/11/dev-turizm-is-sendikasina-dair-haberlerle-ilgili-aciklama/