27 Şubat 2020 Perşembe

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım! - TAYFUN ATAY

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar.

Hasan Hüseyin Korkmazgil (1927-1984)
Bugün, Türk şiirinin eşsiz isimlerinden Hasan Hüseyin Korkmazgil'in 36. ölüm yıldönümü. 26 Şubat 1984'te aramızdan ayrıldı o.
Hasan Hüseyin, benim gençliğimi estetik ve entelektüel anlamda alabildiğine bereketlendirmiş bir şairdir. On yıllar sonra şimdi kütüphaneme bu dev isim için yöneldiğimde, eşe-dosta dağılıp sonra geri gelmemiş olanlar dışında elimde kalan, yıprandıkça güzelleşmiş kitaplarına bakıyorum onun: Acılara TutunmakHaziranda Ölmek ZorIşıklarla OynamayınKızılkuğuFilizkıran FırtınasıKavelKandan Kına Yakılmaz
Ve elbette, Kızılırmak!..
İtiraf edeyim, bu kitapların arasında hiçbiri bende Kızılırmak kadar derin iz bırakmamıştır.
Onu daha bir başka sevdim. Her daim yeniden elime alıp göz gezdirdim, okudum, okumaya da devam ediyorum.

* * * 

Kızılırmak, bir destan şiir. Ama bu türü daha önce kullanmış şairlerin eserlerine bakıldığında onlardan önemli farklarla yapılanan bir destan şiir.
Destan şiirde anlatımı öyküleme yönetir, zaman ve mekân sürekli betimlenir. Olaylar, ilişkiler, öyküler belli bir sıralama içinde, ayrı ayrı verilir. Olayların başı, sonu belirlenir.
Kızılırmak, böyle değildir. Onda olaylar sıralanamayacak ve birbirinden koparılamayacak bir bütünlük içinde yansıtılır. Bir tarihsel olay, ona bağlı, ondan önce ve sonra yer alan diğer olaylarla birlikte bütünsel bakış içinde ele alınır. Tüm bunların bir arada tutulmasındaki beceri ve ustalık, şiirde olağanüstü bir hız ve dinamizm yaratır. Öyle ki okurken dizelere yetişmekte güçlük çektiğinizi hissedersiniz.
Çok mu ileri giderim bilmiyorum ama bu, Nâzım'ın destan şiirlerinde bile bu ölçüde karşımıza çıkmayan bir özelliktir. Hasan Hüseyin bu noktada bence 'Usta'sı saydığı şairi aşmış ve onu (tam da onun istediği gibi!) "doğacak çocuğundan geri" kılan bir 'evlat' olmuştur Nâzım'a!..
Nâzım Hikmet (1902-1963)
Kızılırmak'ı bir kez okumak, onun bütününe nüfuz etmeye ve ondaki şiirsel lezzeti tümüyle hissetmeye yetmez. Kızılırmak, olaylar ve ilişkilerin bir yumak olduğu ama birbirine karışmadığı, yaşadığımız hayat gibi müthiş devingen ve tempolu bir destan, Bedrettin Cömert'in deyişiyle bir koşudur:
"Kızılırmak, çok sesli, çokkollu bir gürüldeyiş; yapısını sadece soluğuyla kuran; ceylanları ceylan gibi değil, çizerse hilal boyunlu çizen; kavgaları kavga gibi değil, çizerse türkü türkü çizen; ince ince akıp da nehir nehir olan … çelik öfkeli bir koşudur!" (B. Cömert, Eleştiriye Beş Kala, 1981, s. 148).
                             * * *
Nâzım'la Hasan Hüseyin'i ayırt eden bir başka nokta da Nâzım'ın kent, Hasan Hüseyin'in kır/köy kökenli olmasıdır. Nâzım, her zaman 'kentli' bir ses duyurdu bize dizelerinde. Köyden, kırdan söz ettiği zaman bile çıkan ses kentlidir.
Hasan Hüseyin kır kökenli ama o da köyün olduğu kadar kentin nabzını da aynı ölçüde tutabilen bir şair. Onda kırın sesi daha bir 'içeriden' duyulur-hissedilir. Ama onun eserlerinde yaptığı, bir zamanlar hayli yaygın olan köy ve köycülük edebiyatının pastoral güzelleme örnekleriyle de kıyas kabul etmez.
Gelenekle modernliğin iç içeliği… Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde organik şekilde bağlamak… Ve daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri yapar.

* * *

Onun Kızılırmak'ta oğlu Temmuz'a atfen 'yağan' dizeleri yukarıda dediklerimi daha iyi anlatacaktır:
"Anasının karnını tekmelediğinde temmuzkocaman ve çook akıllı bir balıktı uzaydaproton-1 uydusu Sovyetlerinve çelik bir kelebekti mariner-4ensekökünde merih'inşeftali emzikteydi bursa'dapamuk çiçekteçukurova'dave yeşil bir buluttu buğdaykonya'dasivas'tasiverek'te" .
Devam edelim:
"Proton-1mariner-4anamın ak sütü gibi biliyorum kiaynı kafadan doğmaaynı ellerden çıkmadırve aynı amaçla dönmeseler de uzaydaanamın ak sütü gibi biliyorum kibir mariner işçisi de özlemektedir barışıen az bir proton işçisinin sevdiği kadar" .
Ve bitirelim:
"Bir oğlum olacak adı temmuzdilinde en güzel sesi Türkçeminkulağı en yiğit şarkılarla delikkorkak bir merakla değil yıldızlı karanlığıvivaldi'yi dinler gibi okuyup anlıyacakve belki de süt dişleri sürerken balaban bir bursa şeftalisineay'dan kendi sesini dinleyecekvahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle".
Bu dizelerde hem yerel hem evrensel, hem kır hem kent, hem gelenek hem modernlik, hem geçmiş hem gelecek vardır. Ama bunların hepsinin çok ama çok üstünde bu dizelerde olan, hem Yeryüzü'nü Türkiye'den görmek, hem de Yeryüzü'ne Türkiye'yi göstermektir.

* * *

1963'ün 3 Haziran'ında Nâzım'ın ölümü, 1970'in 2 Haziran'ında da Orhan Kemal'in ölümü, Hasan Hüseyin'e Haziran'da Ölmek Zor'u yazdırmıştır (1976).
Bu şiirin yer aldığı, aynı adı taşıyan kitabını imzalatmak isteyenler bir keresinde sevgiyle takılmışlar ona: "Haziranda ölmek zor da temmuzda, ağustosta, mayısta kolay mı?"
"Dilerim onüçüncü ayda ölesiniz", diye karşılık vermiş onlara Hasan Hüseyin...
"Onüçüncü ay yok ki!" tepkisi vermişler.
"Öyleyse çok yaşayın!" demiş o da!..

* * *

Kızılırmak'ın yazılış hikâyesi ve başına gelenler de çok ilginçtir, duygu, hüzün ve elbette direnç yüklüdür. Kitabın sonuna yine şiir gibi bir anlatımla eklemiştir büyük şair bu öyküyü (Hasan Hüseyin, Kızılırmak, Bilgi Yayınevi, 7. Basım, 1985, ss. 81-102).
Destan şiirini karısı Azime Korkmazgil hamileyken kaleme almaya başlamış ve Temmuz 1965'de bitirmiştir ("Bir oğlum olacak adı temmuz").
6 Ağustos 1965'de oğlu Temmuz doğar. Oğluyla 'kardeş' Kızılırmak ise önce İstanbul'da bir yayınevi tarafından elden geçirilip reddedilince bir süre evde rafta bekler, sonra Ankara'da bir dergide bütün halinde Eylül 1966'da yayımlanır. Ardından, gördüğü büyük ilgiye bağlı olarak 1966 Aralık ayında kitap olarak nihayet basılır.
Ve bunun üzerinden çok geçmeden, 30 Ocak 1967'de Hasan Hüseyin, Kızılırmak'ta "komünizm propagandası yapmak" suçundan tutuklanır.
Mahkeme 9 Mart 1967'de başlar. Heyetin isteği üzerine yapıtı inceleyen yeni bilirkişiler (üç profesör) oy birliğiyle suç bulunmadığını bildirirler. Savcı, üçüncü bir bilirkişi kurulu ister. Yeni kurul da oy çokluğu ile suç bulunmadığını bildirir.
Fakat savcı yine de mahkûmiyet ister. Mahkeme de 3 yıl ağır hapse hükmeder.
Suç isnat edilen dizeler mi?.. Buyurun:
"bir polis burnu belki – dağdaki çarıksızın çarıksızlığı bir büyük vurgun düzeni – belki de bir lavrensvurgunun soygunu nevyork'ta döllediğibir kucak sakal sanmak belki de marks'ıtoprakları denizleri insanları ingilizlemeksilahlarla beklemek sömürge sofralarınıvaşington ağalarının pilâtin dişlerine"

* * *

Elbette, bugün ne kadar farklı ki bu topraklarda mahkemeler denilecektir hemen birçok çağrışım eşliğinde...
Aynı şekilde mahkeme savcılarının-hâkimlerinin bilirkişileri hiçe sayarak verdikleri mahkûmiyet kararlarına da anlaşılmakta ki o dönemde Yargıtay'ın tavrı da bugünküne benzerdir. Çünkü Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 10 Eylül 1969'da mahkeme kararını bozar.
Yargıtay'ın bozma kararında da ilginç, çarpıcı ve 'trajikomik' ifadeler yer alır. Tarihe düşülmüş, unutulmaz bir notu tazelemek adına paylaşalım:
"Sanık Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından yazılıp yayımlanmış olan (Kızılırmak) adlı şiir kitabında; açlıktan, sefaletten, geri kalmışlıktan, vurgunculuktan, sömürülmeden ve emperyalizmden şikâyet edilerek bunlar üzerinde kurulmuş olan düzenin değiştirilmesi özleminin ifade edildiği görülmüştür.
Gerekçeli kararın 2 nci sahifesinde (kitabın 11 ve 12 nci sahifelerinde demokrasinin yerildiği) yazılı ise de; bu sahifelerde böyle yermeğe rastlanmamış ve ancak 11 inci sahifede (Nevyork'ta vurgunun, soygunun döllendiğinden ve Vaşington ağalarının platin dişlerinden) söz edilmesinin ise demokrasiyi yermekle bir ilgisi mevcut bulunmamıştır." (ss. 96, 97)
Sonuçta dosyanın geri gönderildiği Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi davayı tekrar değerlendirmek için toplandığında savcı yine "Mahkûmiyet isterim" dese de heyet Yargıtay kararına uymuş, böylece Hasan Hüseyin ve Kızılırmak, kitap olarak ilk yayımlandığı Aralık 1965'ten dört yıl sonra yine aynı ayda (16 Aralık 1969) beraat etmişlerdir.

* * *

Mahkemede Hasan Hüseyin ve Kızılırmak'ın yanında bir başka dev isim, Avukat Halit Çelenk vardır.
Savcılar yargıçlar... Düşünceye-duyguya zulmün cellatları…
Hepsi öldü, unutuldu, gitti.
Kızılırmak hâlâ pırıl pırıl, çağıl çağıl,     
            Avukat Halit Çelenk (1922-2011)
gürül, gürül bizimle…
Halit Çelenk ve Hasan Hüseyin mi?..
Onüçüncü ayda öldüler!
Öyleyse Halit Çelenk, öyleyse Hasan Hüseyin, öyleyse Kızılırmak
Çok yaşayın!..

* * *

Son söz elbette şiirimizin bu dev ismi ve 'evladı' Kızılırmak'ta:
"Silah ve şarkıben bütün karanlıkları bunlarla yendimdoğacak çocuğumun kanında esenemekçi karımın dimdik bakışlarındave çetelerin sipsivri uykusuzluğusilâh ve şarkı
benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyinışıklı nehirler büyütür silah seslerim tankaranlığındayekinir yürür ormanyekinir yürür toprakyekinir yürür kalabalıklarve der ki kitabın ortayerindebütün ırmakları dünyanınkızılırmaktan geçer
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarımgeçin sıcak ormanları kuşlarımkızılırmak kızılırmak akın kuşlarım"

TAYFUN ATAY /T24




Taksim Camisi: Yanlış yere yanlış yapı - Hakkı Yırtıcı

Nasıl Büyük Çamlıca Camisi, Boğaz’dan geçenlere “burası Müslüman bir ülkedir” diyorsa, aynı şekilde yılların tartışması Taksim Camisi de ideolojik bir yapıdır ve inat siyasetinin ürünüdür. Yoksa ne caminin şekil ve şemaili ne de yeri hiçbir mimari gerekçeyle açıklanamaz.


Bugün Taksim Camisi’nin yükseldiği, eskiden otopark olan, Taksim Meydanı’ndaki arsayı mimari tasarım atölyesi derslerimde çokça konuşmuş ve zamanında öğrencilerim ile kafa yormuş, hararetli tartışmalar yapmışızdır.
Değerli arsadır; maddi yani ekonomik değerinden bahsetmiyorum. İstanbul’un en kozmopolit bölgesinde bulunuyor. Yüzyıllarca Tarihi Yarımada, Karaköy, Kadıköy üçgenine hapsolmuş İstanbul’un 19’uncu yüzyılda modernleşme ile beraber ada-parsel-sokak kent düzeninde gelişen ilk bölgesidir. Tarihi bir bölgenin şimdiye kadar boş kalmış tek arsasıdır. Aynı zamanda Cumhuriyet’in yüzü Batı’ya dönük ilk modern meydanının hemen dibindedir.
Bu nedenle öğrencilerin tüm bu üst ölçekteki kentsel durumları, bölgenin İstanbul ile bağını, mekân örüntüsünü, toplumsal ayrımları ve aynı zamanda melezlikleri bir tasarım girdisi olarak değerlendirmeleri gerekir.
“Buraya nasıl bir yapı yapılmalı, programı yani işlevi ne olmalı, yeni program buranın nasıl bir eksiğini kapatabilir ve daha önemlisi bölgenin değerini nasıl yeni bir programla arttırabilir?” gibi sayısız soruyu düşünülmeli, buna mekânsal karşılıklar üretilmelidir.
Zor arsadır. Taksim Meydanı’nın batı sınırını yatay olarak güçlü bir şekilde çizen su sarnıcının arkasında dikdörtgen şeklinde bir arsadır. Kuzey ucu taşıt trafiğinin olduğu bir caddeye, Tarlabaşı’na açılır. Diğer ucu, bir noktadan sonra kırılarak yaya trafiğinin olduğu İstiklal Caddesi ile buluşur.
TAKSİM MEYDANI
Zor arsadır demiştim. Öğrencinin öncelikle nefsine hâkim olmayı öğrenmesi gerekir. Mimarlık bazen yapmamaktır. Yoksa aşırı tasarım (over design) tuzağına rahatlıkla düşülebilir.
Yaklaşık 2 bin metrekarelik arsanın tamamını doldurmak yerine, uygun bir yerine yerleşerek, kapalı-yarı açık-açık alanlar arasındaki mekânsal değerler kurulabilmelidir. En önemli sorunlardan birisi, Taksim Meydanı’na ismini veren, suyun bölüştürüldüğü, taksim edildiği yer anlamına gelen maksem ve su sarnıcı ile olan ilişkidir. “Sarnıca ne kadar yaklaşmalı, yapışmalı mı ya da bırakılacak mesafe ne olmalı, sarnıçtan AKM’ye bir kesit ele alınmalı ve buna bağlı olarak ne kadar yükselmeli?” gibi sorular tasarım girdisi olarak tasarımı şekillendirmelidir.
Değerli arsa ve zor arsa sorularını unutmamak üzere asıl mesele burada nasıl yapı olacak ve programı ne olacak sorularının karşılığına bakalım.
Öğrencilere en baştan “şu yapı yapılacak” demedim. Kendileri seçsin dedim. Tartışmalarda turizm danışma merkezi, kütüphane, bağımsız sinema merkezi, sanat atölyesi ve sergi salonu, mimarlık ve tasarım enstitüsü öne çıkan konular oldu. Bu arsada cami olup olmayacağı konusu da çok tartışıldı. Ama her zaman önce saydıklarım bölgenin toplumsal ve kültürel yapısına, ihtiyaçlarına, dönüştürücü etkisine uygun olarak öne çıktılar.
Hangi yapı türü olduğunun önemi yok, hiç kimse 300 yıllık sarnıca yapışmadı, Taksim Meydanı’nın en değerli yapısına saygı gösterdi. Kimi sarnıcın yüksekliğini geçmemeyi tercih etti, meydanla fiziksel bir ilişki kurmak isteyenler ise belirli ritmlerle ya da tek noktadan zarif bir şekilde yükseldiler. Şeffaf ve çağdaş cepheler, sarnıcı yok etmek yerine daha dikkat çekici hale getirdiler. Ve her zaman insanların sakince vakit geçirebilecekleri yarı açık ve açık alanlar tasarlandı.
Tüm bu anlattıklarımdan sonra şimdi Taksim Camisi’nin mimari değerlerine bakalım.
Taksim Camisi’nin kütlesi, kubbesinin ve minarelerinin yüksekliği, cephesi ortaya çıktı. Geriye bir tek iç süslemeleri kaldı. Uzaktan bakıldığında sanki su sarnıcının üzerine oturmuş. Cami, sarnıca tümüyle yaslanmış ve su sarnıcı caminin subasmanı olmuş gibi duruyor, kubbelerinin baskın rengi ve cephesi ile su sarnıcını yok sayıyor. Tüm dinlere saygı söylemi ile Taksim Camisi’nin yakınındaki Rum Ortodoks Kilisesi ve Ermeni Katolik Kiliseleri’nin yükseklikleri dikkate alınırken, su sarnıcı ile kurulacak oranlara hiç dikkat edilmemiş. Belli ki amaç, kiliselerin yükseklikleri bahane edilirken, meydana baskın bir cami inşa etmek olmuş.

Caminin arsa kullanımına baktığımızda, cami İstiklal Caddesi’nin bu değerli boşluğunu tümüyle doldurmuş. Arsanın tümüyle doldurma tavrı, geleneksel bir cami biçimi seçilirken ortaya daha önce benzeri hiç olmayan bir cami şeması çıkarmış, büyük çelişki bu. Önce 600 kişilik bir cami denmişti ama sonra 2 bin 500 kişilik bir cami yapıldı. Yerin 3 kat altında 165 araçlık kapalı otopark bulunuyor. Ayrıca yapıda konferans, sergi salonları gibi kültür ve sanat etkinliklerinin gerçekleştirileceği alanlar var. Burası için aşırı yüklü bir program bu. Ayrıca dikkatle bakılacak olursa, simetrikmiş gibi duran yapının, İstiklal Caddesi’ne doğru olan kısımda, arsayı tümden doldurmak adına yapının simetrisi bozulmuş, bu hem planda hem siluette açıkça görülüyor.
YENİ REJİMİN YENİ CAMİ
Taksim Meydanı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için yeni ve modern Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü olurken, diğer taraftan da Osmanlı’dan devralınan ümmetçiliğin yerine, toplumu bir arada tutmak için milliyetçilik ve yurttaşlık bilincini yaymanın aracıydı. Cumhuriyet Anıtı, Taksim’e yapıldı. Modern Avrupa’nın kent içi gezinti parklarına öykünen “Gezi Parkı” Taksim’de açıldı. Opera, bale, klasik müzik gibi o zamana kadar İstanbul’a yabancı olan sanat dallarına ev sahipliği yapacak olan AKM’nin yeri Taksim oldu. Özellikle 1950’lerden sonra yeni zenginlerin yani burjuvazinin eğlence, alışveriş ve kültürel mekânları yine Taksim ve etrafında yoğunlaştı.
Yeni Türkiye’nin yeni rejimi geldiği noktada ülkeyi İslamlaştırmanın en önemli aracı olarak camileri kullanıyor. Nasıl Büyük Çamlıca Cami, Boğaz’dan geçenlere “burası Müslüman bir ülkedir” diyorsa, aynı şekilde yılların tartışması Taksim Camisi de ideolojik bir yapıdır ve inat siyasetinin ürünüdür. Yoksa ne caminin şekil ve şemaili ne de yeri hiçbir mimari gerekçeyle açıklanamaz.
İşin latifesi ama, ne diyeyim, olan onca bıraktığım öğrenciye olmuş.
Hakkı Yırtıcı / duvaR.

Makarna yiyip, indirim marketi kovalıyoruz: Zor zamanlardan geçiyoruz! - Ozan GÜNDOĞDU

İktidar ekonomi dengeleniyor dese de yurttaşın algısı 2018 sonundan daha kötü. Artık yemeğin yanında içecek tüketmeyen, ekonomi 2020’de daha kötü olacak diyen, indirim marketlerinden alışveriş yapan ve borçlu bir tüketici grubu var.


Merkezi Paris’te bulunan uluslararası pazar araştırma ve danışmanlık şirketi İpsos “2020’ye başlarken Türkiye” başlıklı bir rapor yayımladı. Halkın tüketim alışkanlıklarının sadece 2 yıl gibi kısa bir sürede nasıl değiştiğini gösteren rapor ekonomik darboğazın etkilerini de ortaya koyuyor. Rapora göre 2 yıl önce yurttaşların yüzde 47’si Türkiye’nin yanlış yolda ilerlediğini düşünürken bu oran 2019’un Aralık ayında yüzde 67’ye yükselmiş durumda. En önemli sorun açık ara farkla ekonomi. Üstelik beklentiler de hiç iyi değil. İpsos’un yaptığı anketlerden çıkan sonuca göre halkın sadece yüzde 10’u 2020’de Türkiye ekonomisinin daha iyi olacağını düşünüyor. İşte çalışmadan öne çıkanlar…

En önemli sorun açık ara farkla ekonomi

2018’in yaz aylarında yaşanan döviz kuru şokunun etkileri 2020’ye girilmesine rağmen geçmedi. Bu uzun süreli bunalım halkın beklentilerini de etkiliyor. Ülke Ortadoğu bataklığına girmesine rağmen ekonomi giderek artan önemde halkın en önemli sorunu haline geliyor. “Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” sorusuna 2017’nin Aralık ayında yurttaşların sadece yüzde 21’i ekonomi cevabını verirken bu oran 2018 Aralık ayında yüzde 51’e yükseldi. Bu yükselmede döviz kurundaki sert yükselişin ve enflasyonun payı bulunuyor. Ancak ekonominin yakıcılığı 2019’da azalmak bir yana artıyor. 2019 Aralık ayına gelindiğinde yurttaşların yüzde 58’ine göre Türkiye’nin en önemli sorunu ekonomi. Terör ise yüzde 18 ile ekonomiyi ikinci sırada takip ediyor.

Yurttaşın sorun algısı Tablo 1’deki gibi.


İpsos’un çalışmasına göre 2018’in Aralık ayında kendi yaşam standardımdan memnun değilim veya hiç memnun değilim diyenler yüzde 47’yi oluşturuyordu. 2019 boyunca döviz kuru bir biçimde baskılandı ancak işsizliğin ve borçluluğun artmasıyla yaşam standardından memnun olmayanların oranı arttı. 2018 Aralık’ta yüzde 47 olan memnuniyetsizlik oranı 2019 Aralık’ta yüzde 55’e yükseldi. İpsos anketinde “Alınan borçların tümünü göz önünde bulundurursanız şu anda hanenizin herhangi bir borcu var mı” sorusuna yurttaşların yüzde 50’si “evet var” cevabını verdi. Üstelik borçluluk geçen yıla göre artıyor. 2018 Aralık ayında çalışanların yüzde 40’ı borçluyken, 2019 Aralık ayında bu oran yüzde 48’e çıktı. Çalışmayanların daha yüksek oranda borçlu olması ise dikkat çekiyor. Çalışmayanların yüzde 56’sı borçlu olduğu ifade ediyor.

Son aylarda sepet sayısı ilk kez azalmaya başladı

İpsos raporundaki en dikkat çekici kısım halkın enflasyona karşı verdiği mücadele. 2018 yılının sonbaharıyla başlayan çift haneli enflasyona karşı tüketim harcamaları artmak zorunda kalsa da sepet sayısında yılın ilk yarısında bir düşüş yaşanmadı. Ancak son aylarda artık temel ihtiyaçların bulunduğu sepet sayısı dahi azalmaya başladı. Sepette geçen yıla göre azalan ürünlerin başında “alkollü içkiler” geliyor. Bu durum 2019’da içkilere gelen zamlar ve ev yapımı içki tüketiminin artmasıyla açıklanabilse de alkolsüz içecekler de artık daha az tüketilmeye başladı.


Yemeklerin yanında içecek tüketimi azalıyor

Alım gücünün düşmesiyle beraber zorunlu ihtiyaçların hanenin bütçesi içindeki payı artıyor. Öte yandan yemeğin yanında tüketilen içecekler gibi zorunlu olmayan harcamalardan mümkün mertebe tasarruf edilmeye başlanıyor. Yemeğin yanında içecek tüketenlerin oranı tablo 3’teki gibi.

Ekonomik bunalımla beraber harcamalar bakliyat, yumurta, makarna, salça gibi ürünlerde yoğunlaşırken, harcama sepetinden kısılabilen meyve suyu, dondurma, kolonya, parfüm gibi ürünler çıkarılıyor. (TABLO 4) Öte yandan zincir marketler içinde rekabete ucuz fiyatlarla dahil olan indirim marketlerine ilgi artıyor. Üst gelir grubuna hedef alan Migros, Carrefour gibi marketlerin pazar payı değişmezken BİM, A101 ve Şok gibi indirim marketlerinin pazar payı giderek artıyor. Her köşe başına açılan indirim marketlerine karşılık mahalle bakkalları ise direnemiyor. Oranlar Tablo 5’teki gibi.



Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

178 milyar dolarlık dış finansman lazım - BAŞAK KAYA

CHP’nin hazırladığı ekonomi raporunda Suriye ve Libya’da yaşanan olayların piyasalar üzerindeki baskısına işaret edilerek, “Türkiye’nin en iyimser tahminle bu yıl 178 milyar dolar dış finansmana ihtiyacı var” denildi.


CHP'nin hazırladığı ekonomi raporunda Suriye ve Libya'da yaşanan olayların piyasalar üzerinde baskı yarattığına işaret edildi ve “Uluslararası piyasalarda Türk ekonomisine yönelik güvensizliğin devam etmesi nedeniyle dış finansman olanakları sınırlanan Türkiye'nin en iyimser tahminle 2020'de 178 milyar dolarlık bir dış finansmana ihtiyacı var” denildi. Raporda, özel sektörün uzun vadeli dış kredi borcunun geçen yıl 17.2 milyar dolar azalarak 191.5 milyar dolara gerilediği belirtilerek, “Ancak uzun vadeli borç bulamayan, bu nedenle de net geri ödeyici konumunda olan Türkiye'nin kısa vadeli dış borçları ise 4.8 milyar dolar artarak 118.3 milyar dolara kadar yükseldi. 2019 yılının tümünde kamu ve özel sektör olarak geri ödemesini yapması gereken dış borç tutarı da 168.2 milyar dolar olarak hesaplandı” ifadelerine yer verildi.
YURTDIŞI YATIRIM AZALDI
Türkiye'nin yurtdışından olan alacaklarını ifade eden dış varlıklar ile yurtdışına olan borçlarının net farkını oluşturan uluslararası yatırım açığının 2019 yılında 20.3 milyar dolar azalarak 348.9 milyar dolara gerilediği vurgulanan raporda, 2019 yılında Türkiye'nin dış varlıkları 21.5 milyar dolar artarak 250.6 milyar dolara çıkarken, dış yükümlülüklerinin ise 1.1 milyar dolarlık büyümeyle 599.5 milyar dolar olduğuna dikkat çekildi.

AKP İKTİDARINDA BORÇ MİKTARI 5.5 ARTTI

Raporda 2019 yılında 262 milyar lira artan Hazine'nin toplam iç ve dış borcunun bütçe fazlası verilmesine rağmen ocak ayında 7.4 milyar lira daha artarak 1 trilyon 336 milyar liraya yükseldiği belirtildi. Ocakta iç borç stokunun 6.9 milyar lira artarak 762 milyar liraya, 594 milyon lira artan dış borç stokunun ise 574.3 milyar liraya çıktığı vurgulanan raporda, “AKP'nin iktidar olduğu dönemde Türkiye'nin toplam borcu 5.5 katına yükseldi. Bu dönemde iç borç stoku 5.1 kat, dış borç stoku ise 6.2 kat arttı” denildi.

(Başak Kaya-SÖZCÜ)
                                                           ***

Her 100 dolarlık borç için kasada 15 dolar var 

(Mehtap ÖZCAN ERTÜRK)

Özellikle geçen yılın ikinci yarısından itibaren rezervlerindeki ani düşüşü frenlemek için düzenlemelere giden Merkez Bankası (MB) şimdi de ticari bankaların kendisine daha fazla döviz verip TL almasının (takas-swap) önünü açtı. Böylece banka, bir tür emanet dövizle rezervdeki düşüşü telafi etmiş olacak.


MB net rezervi, Türkiye'nin yılsonuna kadar ödenmesi gereken dış yükümlülüklerin yüzde 15'ini karşılayabilir düzeye indi. MB verilerine göre, Türkiye'nin 2020 Aralık ayına kadar vadesi gelecek 168.2 milyar dolar döviz borcu ödemesi var. MB'nin net rezervi ise 31 Aralık-20 Şubat döneminde 9.2 milyar dolar azalarak 24.7 milyar dolara kadar geriledi. Bankanın kendi döviz rezervi birikimini gösteren net rezervlerdeki erime, Türkiye'nin piyasalarda olası bir krize karşılık verecek finansal savunmasının yeterli olmadığı endişesini artırıyor.
BRÜT VE NETE DESTEK
Rezervlerdeki düşüşü telafi etmek amacıyla yeni bir düzenlemeye giden MB, “TL karşılığı swap piyasası (kotasyon swap) işlem limitleri” hakkında açıklama yaptı. Değişiklikle döviz karşılığı TL swap'ta pozisyonun kullanılmayan kısmı kotasyon swap limitine aktarılabilecek. Bankacılar, ay başında 1 milyar dolar olan kotasyon işlemlerinin önceki gün itibarıyla 4.8 milyar dolara kadar yükseldiğini hesaplıyor. İhaleler yoluyla da 3 milyar dolarlık swap işlemi bulunuyor. Ayrıca BIST piyasasında swap işlemleri de yapılıyor. Böylece önümüzdeki günlerde kotasyon swap hacminde artış gözlenebileceği, bu işlemlerin MB'nin hem brüt hem de net rezervlerini destekleyeceği belirtiliyor.

(Mehtap ÖZCAN ERTÜRK - SÖZCÜ)



26 Şubat 2020 Çarşamba

Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nı otele çevirme planı İBB’den döndü - ÖZLEM GÜVEMLİ

Boğaziçi'ndeki 323 yıllık tarihi Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'nı otele çevirme planı, İBB'den döndü. Ali Ağaoğlu'nun 2007 yılından beri otele çevirmek için uğraştığı Anadolu Hisarı'ndaki tarihi yalının bulunduğu parselin, "yeşil alan" fonksiyonunun iptal edilip, "turizm alanı" ilan edilmesi teklifi, İBB Meclisi tarafından uygun bulunmayarak oybirliği ile reddedildi.



Beykoz Anadoluhisarı’ndaki tarihi yalı, Köprülü ailesinden Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa için 1697-1699 yılları arasında inşa edildi. Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı yalı olarak da bilinen tarihi yapı, Boğaziçi’nin günümüze kadar ulaşan en eski yalılarından biri.
Zaman için kaderine terk edilen Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı, 1990’lı yıllarda yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Anıtlar Kurulu devreye girerek yalının restore edilmesi için kamu kurumları ile yazışmalar yaptı ancak sonuç alınamadı. Yıkılma riskine karşı askıya alınan tarihi yalının kaderi, 2007 yılında değişti.
Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı’na ait olan yalı için “restore et-işlet-devret” modeli ile Vakıflar Meclisi’nin 11 Nisan 2007 tarihli kararı ve dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in 24 Mayıs 2007 tarihli onayı ile Ali Ağaoğlu’na ait Akdeniz İnşaat ve Eğitim Hizmetleri A.Ş. ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzalandı.
O günden beri tarihi yalıyı otele dönüştürmek için süren imar planı çalışmalarına İBB Meclisi’nin 13 Şubat 2020 tarihli oturumunda son nokta konuldu. Tarihi yalının bulunduğu toplam 8 bin 711 metrekarelik parselin “yeşil alan” olan fonksiyonunun iptal edilerek “turizm tesisi alanı” ilan edilmesi teklifi, oybirliği ile reddedildi.
2018 YILINDA BELGE İSTENMİŞTİ
Oturumda, 2018 yılında İBB Meclisi’nde alınan; “tescilli yapılara ilişkin kurul kararları, bilgi, belge ve projeler iletildikten sonra plan değişikliği teklifinin değerlendirilmesi” yönündeki karar sonrasında gelen belge ve bilgilerin değerlendirildiği komisyon raporu oya sunuldu.
Raporda, gönderilen belgelerde konunun uzmanları tarafından yapılan incelemeler sonucunda, parselin güney batı ucundaki rıhtım ve yaya yolunun kullanımına ilişkin deniz tarafına eklenen rıhtım büyümelerine ait bilgi ve belgeye rastlanmadığı belirtildi.
RESTORASYON PROJESİ KURULA İLETİLMEDİ
Raporda, teklif ile ilgili İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından en son alınan 6 Kasım 2018 tarihli karar da yer aldı. Kurul kararında, kazılar sırasında sonradan ortaya çıkan 1. ve 2. Harem yalılarının restorasyon/rekonstrüksiyon projelerinin kendilerine iletilmediği, projeler iletildikten sonra teklifin değerlendirilebileceği kaydedildi. 
YEŞİL VURGUSU
Teklife ilişkin İBB Planlama Müdürlüğü değerlendirmesinde de “yeşil” vurgusu yapıldı. Boğaziçi Kanunu’na göre Boğaziçi’ndeki yeşil alanların korunmasının esas olduğuna dikkat çekildi. Yeşil alan fonksiyonuna sahip parselin eşdeğer bir alan gösterilmeden iptal edilip turizm tesisi alanına alınması mevzuata aykırı bulundu.
Son kurul kararını ve plana ilişkin görüşleri değerlendiren AKP’li ve CHP’li meclis üyelerinden oluşan İmar ve Bayındırlık Komisyonu da plan değişikliği teklifinin reddedilmesini uygun buldu. Komisyon raporu meclis oturumunda oybirliği ile kabul edilerek tarihi yalıyı otele çevirecek plan değişikliği reddedildi.
TARİHİ ESER LİSTESİ
Boğaza nazır arazide; 1. grup korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillenmiş Amcazade Köprülü Hüseyin Paşa Yalısı ile birlikte daha sonra yapılan kazılarda ortaya çıkan Divanhane binası Kuzey Yalısı (Aynalı Yalı), Hasan Ağa Konağı, 1. Harem Yalısı (Affan Bey Yalısı), 2. Harem Yalısı (Köprülüzade Ahmet Bey Yalısı), Güney Yalısı (Hüseyin Paşazade Ahmet Bey Yalısı) ve rıhtım kalıntıları bulunuyor.
Özlem Güvemli / SÖZCÜ

25 Şubat 2020 Salı

10 hastane parasını bir yılda yuttu - ERDOĞAN SÜZER

10 şehir hastanesine sadece bu yıl 10.4 milyar lira kira ve hizmet bedeli ödenecek. Oysa bu parayla devlet 10 hastane yapabilirdi.



Şehir hastanelerinin olağanüstü yüksek maliyetlerle şirketlere yaptırılıp işlettirildiği Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan 2020 yılı yatırım programıyla resmen ortaya çıktı. Özel şirketlerin ticarethane gibi işlettiği 10 şehir hastanesine devlet sadece bu yıl 10 milyar 415 milyon lira ‘kira ve hizmet bedeli' ödeyecek. Oysa devlet 10 milyar 95 milyon liraya, yani daha az bir paraya kendisinin 10 tane şehir hastanesi yapabileceğini hesapladı. Resmi veriler, şehir hastanelerine 1 yılda ödenen kira ve hizmet bedelleriyle aslında devletin 10 hastane birden yapabileceğini ortaya çıkardı.
CHP Balıkesir Milletvekili Dr. Fikret Şahin, “Şehir hastanelerindeki olağanüstü vurgun resmi olarak ilan edildi” dedi.
2020 yılı resmi bütçesine göre Yozgat, Isparta, Mersin, Adana, Kayseri, Elazığ, Eskişehir, Manisa, Ankara-Bilkent ve Bursa'da işletilen 10 şehir hastanesine devlet bütçesinden 5 milyar 615 milyon 757 bin lira kira bedeli, 4 milyar 799 milyon 162 bin lira da hizmet bedeli ödenecek. 13 bin 423 yatağa sahip bu hastanelere sadece 2020 yılında yapılacak ödeme toplamı 10 milyar 415 milyon lirayı bulacak. Üstelik aynı hastanelere kira ve hizmet bedeli adı altında gelecek yıl 16.8 milyar lira, 2022 yılında ise 22 milyar lira ödeme yapılacak. Böylece sadece 2018 yılından 2023 yılına kadarki 5 yıllık dönemde devletin bütçesinden 57.8 milyar lira çıkacak. Üstelik her yıl artan bu devasa ödemeler toplamda 25 yıl boyunca devam edecek.
2023'TE BİTECEK 
Şehir hastanelerinin kamu kaynaklarını yutacağı anlaşılınca kamu özel işbirliği (KÖİ) yöntemiyle şehir hastanesi yapımından vaz geçildi. Sağlık Bakanlığı, 10 şehir hastanesini bütçe kaynaklarıyla kendisi yapmaya karar verdi. Cumhurbaşkanlığı yayımladığı 2020 yılı yatırım programıyla Antalya, Aydın, Denizli, Diyarbakır, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, İstanbul ve Trabzon'a toplam 12 bin 400 yataklı 10 şehir hastanesi yapılacağını ve bu hastanelerin toplamda 10 milyar 95 milyon liraya mal olacağını resmen ilan etti. Programa göre bu 10 hastaneye bu yıl yaklaşık 1 milyar lira bütçeden para aktarılacak ve 2023 yılında hepsi tamamlanacak.

‘Tüyü bitmemiş yetimin hakkı müteahhitlere akıtılıyor'

CHP Milletvekili Dr. Fikret Şahin, faaliyetteki 10 şehir hastanesine her yıl ödenen kira ve hizmet bedelleriyle devletin aslında her yıl 10 hastane birden yapabileceğinin resmen ortaya çıktığını söyledi. Şehir hastaneleri yoluyla tüyü bitmemiş yetimin hakkının müteahhitlere ve dış finansman şirketlerine oluk oluk akıtıldığını belirten Dr. Şahin, “Eğer bu yanlıştan dönülmezse KÖİ firmalarına 25 yılda 475 hastane yapabilecek kadar para ödemiş olacağız. Ancak elimizde 475 hastanemiz olmayacak, eskimiş 19 şehir hastanesi kalacak. Meclis'e verdiğimiz yasa teklifi yasalaştırılıp bu hastaneler acilen kamulaştırılmazsa yağma önlenemez” dedi.
Erdoğan Süzer/ SÖZCÜ




24 Şubat 2020 Pazartesi

Ali Koç halka inince…- KEMAL OKUYAN

Fenerbahçe yıllar sonra sahasında Galatasaray’a kaybedince taraftar Başkan Ali Koç’u istifaya davet etmiş. Davet etmiş derken, hararet ve hakaret eksik olmamış elbette. Ve bir noktada Türkiye’nin en güçlü patronu küfürlere dayanamamış, protokol tribününden aşağıya atlamış, bir anlamda halka inmiş!

Futbol maçı izlemiyorum, bu nedenle ayrıntılara vakıf değilim. İzlemiyorum derken de bunu marifet diye söylemiyorum; izlemek isterdim ama içim kaldırmıyor. 

Dokunduğu her yeri çürüten piyasanın futbolu bozmaması olanaksızdı. Topçusu bir acayip, hakemi bir acayip, yorumcusu bir acayip, teknik direktörü bir acayip ama en acayibi yöneticiler. 

İstisnalar kuşkusuz var ya da vardır ama şu anda oynaması da seyretmesi de son derece zevkli bir oyun, alabildiğince çirkinleşmiş durumda.

En tuhafı da, bu çirkinleşmenin boyutları konusunda benden çok daha bilgili birçok “aydın” kişinin kendini kaybederek tuttukları takımlara olmadık anlamlar yüklemeleri.

Ali Koç Fenerbahçe’nin başına geçtiğinde, herhalde hatırlanıyordur, memlekette bir bayram havası oluşmuştu. Yalnız Fenerbahçeliler değil, başka takımları tutanlar da “ülke futbolunu böyleleri kalkındırır” türü laflar etmişti. Sevincini gizleyemeyenler arasına bazı solcular da karışınca dayanamamış ve mevcut düzenle özdeşleşmiş bir patronun ülkenin en önemli kulüplerinden başına geçmesinden neden mutluluk duyulduğunu sorgulama gafletinde bulunmuştum. “Hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz”la başlayıp “bir daha size oy yok”la devam etmişti tepkiler…

Hayat… 

Ülkemiz NATO’sever solculuğa alıştırıldı, patronsever solculuğa alıştırıldı, yobazsever solculuğa alıştırıldı…

Neyse, bu ayrı konu…

Ali Koç, protokol tribününden atlayarak halka bir an olsun indi ama Koç Holding’in bir yere gittiği yok. Kârına kâr katmaya devam ediyor, yeni yatırım alanları kolluyor, ülke siyasetine ağırlığını koyuyor…

İstifa eder mi etmez mi bilinmez ama ne fark edecek ki, onun yerini bir başka patron alır. Büyük olasılık inşaat sektöründen…

Sistem böyle…

Halbuki futbol, herkesin spor yapabildiği ve paranın düdüğünün ötmediği bir düzende insanca bir oyuna o kadar kolay dönüşebilir ki!

Fabrikaların, okulların, mahallelerin takımları olur. Bizde bile bir zamanlar şeker fabrikalarının, demiryollarının takımları vardı; hâlâ onların izleri, artçıları var. Emekçilerin, öğrencilerin işlerine ya da eğitimlerine devam ederken spor yapması, kurum takımlarında oynaması… Onları kimseye hakaret etmeden, hırçınlaşmadan, öfkelenmeden izlemek…

Jerzinskiy adını birçok okur duymuştur. Devrimden sonra Sovyet istihbarat örgütü Çeka’nın Polonya asıllı lideri… Ünlü Dinamo kulüpleri onun inisiyatifiyle kurulurken, takımların oyuncuları çoklukla istihbaratçı ve milislerden oluşuyordu. En ünlüleri Dinamo Moskova, Dinamo Kiev ve Dinamo Tiflis olan bu takımlar yıllarca KGB’nin takımı olarak bilindi. İkinci Dünya Savaşı sırasında işgalci Almanların takımlarını defalarca yenip sonra da bu “zafer”in karşılığında ölüme gidenlerin önemli bölümü dönemin Dinamo Kiev oyuncularıydı. 

Kızıl Ordu’nun da takımları vardı. Herkesçe bilineni, CSKA Moskova. CSKA, Ordu Merkez Spor Kulübü anlamına geliyordu ve birçok spor dalında hem Sovyetler Birliği’nde hem de uluslararası platformlarda bu takım yıllarca büyük başarılar elde etti. Şaka gibi ama CSKA Moskova tribünlerinde hâlâ bizde Avusturya İşçi Marşı diye bilinen Kızıl Ordu Herkesten Güçlüdür şarkısı söyleniyor. Takım devlete ait şirketlerin elinde ama ne o şirketler topluma ait ne de Rus ordusu artık Kızıl Ordu!

Adında Spartak olan takımlarsa, sendikaları temsil ediyordu. Kimi kaynakların Kızıl Ordu ve KGB’nin sürekli müdahale ederek Spartak Moskova’nın önünü kestiği iddialarını boş verin. Spartak Moskova Sovyetler Birliği’nde ligi 12 kez şampiyon bitirdi. Kuruluşu, Moskova’nın “kızıl” işçi semti Krasnaya Presnya’da gerçekleşen bu kulüp yıllarca “halkın takımı” olarak nam saldı. Şimdi kapitalist Rusya’da yoksul taraftarlar hâlâ “halkın takımı”nı tuttuklarını sanıyorlar ama ipler Rusya’nın en zengin adamlarında. Lukoil’in tepesindeki iki isim Vahit Alekperov ile Leonid Fedun “halkın takımı”nı sahiplenmişler, keyfini sürüyorlar.

Nasıl sürmesinler?

Başta Azerbaycan olmak üzere, Sovyet emekçilerinin emeği, aklı, yaratıcılığı ile ortaya çıkan devasa enerji işletmelerine karşı devrim sırasında bir yolunu bulup el koymuşlar sonra da gidip alay eder gibi işçi sınıfının takımına… Mal varlığının 20 milyar doların üzerinde olduğu söyleniyor Vahit efendinin…

Patronlar kulüplerle kara para aklamak, reklam, dokunulmazlık elde etmek, ihale kapmak ve kişisel tatmin için ilgileniyorlar. Ali Koç’un Fenerbahçe serüveninde ise başka motivasyon kaynakları da var kuşkusuz. Lakin işler istendiği gibi gitmedi; artık top gerçekten mi yuvarlaktı, yoksa devreye başka motivasyonları olanların eli mi girdi bilmiyorum.

Tek bildiğim, günün birinde dünyada futbol gerçekten halkın sporu olacak. Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar ve yeşil sahalar… 

Kemal Okuyan / SOL

23 Şubat 2020 Pazar

İktidarın 10’uncu vergi affı kapıda - NURAY TARHAN

Kulislerde yazın yeni bir vergi affı yapılacağı konuşuluyor. Vergi uzmanı Dr. Ozan Bingöl, “İhtiyaç akçesi, imar affı, bedelli askerlik bu yıl yok. Vergi tahsilatı düşük, bütçe açığı malum. O yüzden yeni kaynak lazım” dedi.


Ankara kulislerinde, ekonomik durgunluk yüzünden geçen yıl vergi tahsilatlarının azalması ve bütçe açığının kontrolden çıkması nedeniyle yeni bir vergi affının yapılacağı konuşuluyor. Eğer gerçekleşirse, bu Türkiye'nin 36'ncı, AKP iktidarının ise 10'uncu vergi affı olacak. Vergi uzmanı ve Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Ozan Bingöl, bu yıl ihtiyaç akçesi, imar affı, bedelli askerlik gibi vergi dışı gelirlerin olmadığına ve tahsilat oranlarındaki düşüşe dikkat çekti.
1924 yılından bu yana toplam 35 kez vergi affı getirildiğini, bunların 9 tanesinin son 18 yılda uygulamaya konulduğunu belirten Bingöl, “Vergi afları bazen ekonomik, bazen mali, bazen idari ve teknik ve çoğu zaman da siyasi nedenlerle af kanunları karşımıza çıkıyor” dedi. 2019 yılının rekor bütçe açıkları ile kapandığını, bu yılın ilk ayında bütçe performansı olumlu olmasına rağmen geçen yıldan gelen açığın, artan faiz yükü, jeopolitik riskler ve sınır ötesi operasyonlardan kaynaklı olarak bütçenin kaynak ihtiyacını artıracağını vurgulayan Bingöl, “Ayrıca 2019 yılındaki Merkez Bankası ihtiyat akçesi, imar affı, bedelli askerlik gibi tek seferlik pek çok gelir bu yıl yok. Tahsilat oranlarındaki düşüşle birlikte artan alacakların tasfiye edilme ihtiyacı da ortada” diye konuştu.
TAHSİLAT ORANI DÜŞTÜ
Geçen yıl Kurumlar Vergisi'nde tahsilat/tahakkuk oranının yüzde 76'ya düştüğünü vurgulayan Bingöl, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Yani her dört kurumdan biri vergisini ödememiş. KDV'de tahsilat/tahakkuk oranı ise yüzde 40. Veraset ve İntikal Vergisi'nde bile tahsilat/tahakkuk oranı yüzde 52. Motorlu Taşıtlar Vergisi'nde ise yüzde 69”.

Hangi bakan, ne demişti?

– 26 Aralık 2003 – Maliye Bakanı Kemal Unakıtan: “Bundan sonra vergi affı yok. Bu anlaşılmalı.”
– 30 Nisan 2013 – Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: “Hiçbir şekilde içeriye dönük vergi affı gündemde değil.”
– 3 Mart 2016 – Maliye Bakanı Naci Ağbal: “Vergi affı asla söz konusu değil.”
– 17 Temmuz 2018 – Maliye Bakanı Berat Albayrak: “31 Temmuz son fırsat, başka yapılandırma yok.”
Nuray Tarhan / SÖZCÜ