7 Mart 2020 Cumartesi

Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel fiyaskosu - Yazn Zirik / duvaR.(02/Mayıs/2019)

Müslüman Kardeşler, yüz yıldır devam eden bir siyasi tecrübeye haiz, son on yıllık dönem ise hareket açısından oldukça stratejik öneme sahiptir. Çizdiği zikzaklar ve dönüşlerle sabit olan tek bir şey vardır: Fikri, kültürel ve siyasi yetersizlikle birlikte Batılı sömürgeci planlara etkin bir şekilde hizmet etme kudreti. Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel süreçteki özeti, içeride fundamentalizm dışarıda boyun eğme ve işbirliğidir.


1928’de Mısır’da Müslüman Kardeşler’in kurulmasının, bir yandan Kraliyet Divanı ve İngiliz sömürgeciliği diğer taraftan da Hassan el-Banna’nın yönetimi ve halifeliği ilan etmeyi hedefleyen projelerinin bir araya geldiği çıkarların bir noktada birleşmesinden kaynaklandığı açıktır. Mısır’da laik ve liberal düşüncelerin yoğun olduğu bir zamanda, Mısır’daki gerici krallık rejimi, gelişip serpilen düşüncelere karşı mücadele edeceği sağcı bir güce muhtaçtı. Suriyeli parlak entellektüeller, ilerici harekete ivme kazandırmak için Osmanlı baskısından Mısır’a kaçmıştı.

Güçler arasındaki ayrım, siyasi eşitliği sağlama, dinle devleti birbirinden ayırma noktasında demokratik fikirleri ve modern yönelimi benimseyen Antuvan, Şibli eş Şümeyl ve diğerleri, Ezher, Kraliyet yönetimi ve İngiliz sömürgeciliği üçlüsüne karşı önemli bir güç oluşturmuşlardı. Bu üçlü, Mısır’da herhangi bir özgürlükçü, demokratik yönelime ve hareketlenmeye karşı düşmanca yaklaşımlar sergiliyordu. Müslüman Kardeşler, Osmanlı Hilafeti’nin yıkılmasından sonra Faruk Şabb’ı halife tayin etmek için ilk girişimlerde bulundular. “Müslüman Kardeşler hilafet düşüncesini ve hilafeti geri getirmeyi, metotlarının en başına yerleştirdiler.” 1937 yılında dönemin Ezher Şeyhi Şeyh Meraği ve Mahir Ali Paşa’nın da yardımıyla krala taç giydirme ve onu Müslümanların halifesi olarak ilan etme yönündeki ilk girişim gerçekleşti! Bu girişimin başarısızlığının nedeni, Vefd Partisi’nin fiili gücünden başka bir şey değildi.
EGEMENLERİN HİZMETİNDE BİR TEŞKİLAT
İkinci girişim, Hasan el Benna Kral’la buluşmak için Abidin, saraya Kral’a hediye sunmak için gittiğinde, Müslüman Kardeşler’in gazetesinde elinde tesbihiyle Kral Faruk’un fotoğrafının bulunduğu kapağın yayınlanmasıyla gerçekleşti. Benna ondan hilafetini ilan etmesini ve kendisini Müslümanların halifesi ilan etmesini istedi. İngiltere’nin üzerinden gizliliği kaldırdığı resmi belgelere göre İngiltere ile Müslüman Kardeşler arasındaki ilk buluşma, 1941 yılında gerçekleşti. Belgeler 1942 yılında Başbakan olan Emin Osman Paşa ile bir anlaşma yapıldığını ortaya koyar. Buna göre Mısır yönetimi, Müslüman Kardeşler Hareketi’ni gizlice destekleyecek, her iki taraf da finansal destek sağlayacak ve güvendikleri unsurları hareketin içine sokacaktır. Böylelikle İngiltere, o zamandan beri hareket için güvenli bir sığınak olmuştur. İngiltere, harekete milyarlarca dolarlık yatırım yapma imkânı tanırken, Müslüman Kardeşler’in dünya çapında topladığı bağışlar bugün Müslüman Kardeşler’in uluslararası teşkilatını kendi evinde ağırlayan İngiltere’nin topraklarından geçmektedir.
Kukla Kral devrilene kadar Müslüman Kardeşler, Kraliyet Yönetimi’ne en bağlı hareketlerden biriydi. Hatta hareket mensupları Kraliyet yönetimini, veliyyi emre bağlılık ve ona boyun eğmeye işaretle İslami yönetim olarak nitelendiriyordu. Nitekim bu yönetim bir çok müsteşrikin tanıklığıyla, çılgınca yaşanan gece hayatıyla ünlüydü.
Hareket, dış desteğe dayanma geleneğini 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdürdü. Ancak bu kez bağlılık, dünyanın yeni süper gücü ABD’ye sunuluyordu. İşte tam bu noktada, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bölgedeki siyasal İslam hareketlerinin en büyük zaaf noktası ortaya çıkmaktadır. O da gerçek anlamda vatanperver ve milli bir çizgiyi benimseyememeleri, ayrıca demokratiklik ve ilericilik konusundaki yetersizlikleridir. Fikri ve siyasi bir proje olarak onun tarihsel başarısızlığının nedeni tam olarak burada yatmaktadır. Zira fikri yetersizliği, onun kaçınılmaz olarak yabancı bir ajandaya çalışan siyasi proje şeklinde ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
WASHINGTON’LA İLİŞKİLER
Çağdaş Müslüman Kardeşler Hareketi konusunda CIA eski direktörü James Wesley, ABD’nin Mısır’la ilgili politikalarını özetleyerek 2003 yılında şunları söylemektedir: “Mısır’da İslami muhalefet üzerinden H. Mübarek’e baskı yaparak onu rahatsız edeceğiz ve böylece bölgedeki sıkıntılı konuları ele alabilme imkânımız olacak.” Ayrıca bahsetmesi uzun zaman alacak Amerika-İhvan ilişkilerine dair tam teşekküllü bir “dosya” bulunmaktadır. Nitekim Robert Spencer bu ilişkiyi “son derece etkin bir şekilde onlarca yıl süren bir ilişki” olarak tanımlamaktadır. Beyaz Saray’ın göbeğinde çalışan etkin ve güçlü İhvan lobileri bulunmakta ve bu lobiler evrensel M. Kardeşler Teşkilatı ile ardarda gelen Amerikan yönetimleri arasındaki ilişkileri koordine etmektedir. Tabii ki Mısır İhvanı’nın, “İslam-ABD ilişkiler Konseyi” ve Kuzey Amerika İslam Derneği” gibi kuruluşlar sayesinde bu lobiler içerisinde aslan payı bulunmaktadır. Bu cemaatler Amerikan yönetiminin kalbine müsteşarlar yerleştirmeyi başarmıştır. Bu müsteşarların ilki Hillary Clinton’un danışmanlığını yapan ve aynı zamanda onun yakın dostu, M. Kardeşler Hareketi’ne oldukça yakın kabul edilen Huma Abidin’dir. Böylelikle taraflar arasındaki ilişkiler ve çıkarlar en iyi şekilde koordine edilmektedir.
Amerika’nın Mısır’da Müslüman Kardeşler’i devrimden sonra kullanmasıyla ilgili olarak Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Satlov, şu satırları kaleme almıştır: “Müslüman Kardeşler, Arap Baharı öncesinde Obama ile Mısır konusunda bir anlaşmaya varmış ve onların iktidara gelmesi karşılığında İsrail ile barış da dahil olmak üzere bölgesel ‘istikrar’ın korunması konusunda hemfikir olduklarını beyan etmişlerdir. Bu çerçevede Amerikan Kongre üyesi Frand Wolf’un Başkan Obama’ya ve onun Dışişleri Bakanı Clinton’a yönelik Mısır’daki M. Kardeşler Hareketi’ne 2012 seçimleri sırasında özellikle de 2. turda yaptığı 50 milyonluk bağışla ilgili suçlamasını zikredebiliriz. Bu suçlama meselesi Mursi’nin 30 Temmuz’da azledilmesinin ardından bir kez daha gündeme gelmiş ve yönetimin değişmesiyle birlikte bir daha ele alınmamıştır.”
Türkiye bugün evrensel İhvan teşkilatının resmi sponsoru ve Müslüman Kardeşler yönelimli bir partinin yönettiği bir İslam Devleti olarak 4 milyar doları aşan ticari hacmiyle İsrail’in dünya çapında ticari ortağı olarak görülmektedir. Diğer resmi sponsor olan Katar’a gelince, yöneticilerinin skandalları ve siyonist yetkililerle gerçekleştirdiği yarı aleni toplantılarla İsrail’e en yakın “ılımlı devlet”tir.
Müslüman Kardeşler, yüz yıldır devam eden bir siyasi tecrübeye haiz, son on yıllık dönem ise hareket açısından oldukça stratejik öneme sahiptir. Çizdiği zikzaklar ve dönüşlerle sabit olan tek bir şey vardır: Fikri, kültürel ve siyasi yetersizlikle birlikte Batılı sömürgeci planlara etkin bir şekilde hizmet etme kudreti. Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel süreçteki özeti, içeride fundamentalizm dışarıda boyun eğme ve işbirliğidir. Karşımızda Çağdaş Arap tarihinin en kötü siyasi hareketlerinden biri bulunmaktadır. Gericilik ve gecikme dışında hiçbir şey vaadetmeyen ve sunmayan bir hareket.
Yazn Zirik / duvaR.(02/Mayıs/2019)
*Yazının aslı Al Akhbar sitesinden alınmıştır. (Çeviren: İslam Özkan)



‘Müslüman Kardeşler Kuşağı’na elveda - MİYASE İLKNUR

Ne güzel hayaldi oysa. 17 Aralık 2010’da başlayan daha doğrusu başlatılan “Arap Baharı” bir uçtan bir uca Kuzey Afrika ülkelerini saracak oradan Kızıldeniz’i aşarak Ortadoğu’da tek dişi kalmış canavar Baasçı Suriye’ye uzanacak ve “Sudan’dan Suriye’ye kadar Müslüman Kardeşler Kuşağı” yeni iktidar elitlerini belirleyecekti. Tüh tüh! Hepsi güme gitti.


Birkaç ay içinde Şam’da İhvan’la birlikte Emevi Camii’nde cuma namazı kılacaklardı. Bırakın namaz kılmayı, bizimkilerin Müslüman Kardeşler’e, onların da çok parçalı olan silahlı muhaliflerinden oluşan ÖSO’ya verdikleri “Suriye sınırında tampon bölge” sözü de hayal oldu.
Siz bakmayın hem iç hem dış kamuoyuna “kendi güvenliğimiz ve sınırımıza yeni sığınmacıların yığılmasını önlemek için İdlib’deyiz” denmesine. Hoş o konuda da bir gün öyle, bir gün “rejim devrilmeden, adil seçim yapılmadan ve içinde bizim de olacağımız demokratik bir yönetim kurulmadan çıkmayacağız” diyerek bir önceki söylemlerini de kendi kendilerini tekzip ediyor ya neyse...
Rusya’dan füze müze, nükleer santral anlaşmaları yapılmalarına fazla mı güvenildi acaba?..
Rejim, Soçi Mutabakatı’ndaki sınırlarına dönmezse bir gece ansızın girebiliriz” bile denildi ama tınmadı herifler. O soğuk KGB ajanı eskisi, önceki gece yapılan anlaşmaya “tampon bölge” ve “rejimin eski sınırlarına çekilmesi” maddelerinin eklenmesi konusunda “Nuh” deyip “peygamber” demedi işte. Neyse ki, M-4 karayolunu birlikte denetleme maddesini koydurarak iç kamuoyunda fiyaka yapacak bir malzeme çıktı.
Ee şimdi bunca emek, bunca mücadele berhava mı oldu?
Sizi yeni oluşacak Suriye yönetimine sokacağız, üstelik Suriye’nin kuzeyinde size özerk bir tampon bölge oluşturacağız” sözü verdiğimiz İhvan’a ne denilecek?
Suriye’de iç ayaklanma başladığında önceleri sessiz kalan ama sonradan rol çalarak Suriye Ulusal Konseyi’ne hâkim olan Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu Başkent Kalkanı, Aksa Cami Kalkanı ve Fırat Kalkanı tugaylarının adını, yaptığımız operasyonlara bile vermiştik. Suriye’nin kuzeyinde yaptığımız Fırat Kalkanı Harekâtı’nın adını bile, İhvan’ın aynı isme sahip tugayından esinlenerek aldık. Ama gelinen noktada Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerin bir kez daha yinelenmesine imza koyduk. Bu maddeye rağmen “biz de olacağız” demek o kadar kolay değil. Gerçi Akar’ın söylediği bu “biz” kelimesinin İhvan olduğu belli ama artık onu ima etmek de pek mümkün değil gibi.
Dedim ya hayaller “bizim güdümümüzde İhvan’ın yöneteceği bir Suriye”ydi ama gerçekler Rusya ve ABD’nin payşalım kavgası verdiği bir Suriye oldu. O da şimdilik. 
Arap Baharı başladığında bizim İslamcıların hayallerini 19 Haziran 2012’de Cumhurbaşkanı uçağının daimi konuklarından İbrahim Karagül Yeni Şafak’taki köşesinde ne güzel de özetlemişti:
İster Arap Baharı olsun, ister iç çatışmalar isterse dış müdahaleler, İslam Orta Kuşağı’nı iyi ya da kötü yönde etkileyen, değiştiren her gelişmenin hazırladığı tek bir gelecek var. Biz buna ‘Müslüman Kardeşler Dünyası’ ya da ‘Müslüman Kardeşler Kuşağı’ diyoruz.
Suriye’deki iç savaş, Yemen’deki acı dolu geçiş süreci, Mısır’daki Tahrir isyanı, Tunus’taki kıvılcım gibi zorba yönetimleri sarsan gelişmeler, demokrasi ve özgürlük çağrılarının bütün bölgede yankılanması Osmanlı sonrası en köklü değişime zemin hazırladı.
Böyle bir atmosferde örgütlü yapılar, hele Müslüman Kardeşler gibi, yaklaşık yüzyıllık organizasyon tecrübesine sahip çevreler, yeni iktidar elitlerini belirleyecek.
Yıllardır bölgeye yönelik sloganımız, bölgenin geleceğine ilişkin analizimiz hep şu oldu: Sudan’dan Suriye’ye kadar Müslüman Kardeşler Kuşağı... Sudan’dan Kuzey Afrika’ya, Mısır’dan Ürdün ve Suriye’ye kadar, bölgenin en örgütlü yapıları Müslüman Kardeşler ekolünden gelen yapılardır. Her ne kadar laik, milliyetçi ya da dini azınlıklar olsa da, belirleyici yapılar bunlardır.
Aynı yazar dünkü anlaşmadan sonra “Olması gereken oldu” diye tweet attı. O zaman bu kadar şehit, bu kadar mücadele neyin nesiydi? 
Bu hayalci yaklaşımlara bir de gerçekçi bir yaklaşım koyalım. ABD, bölgeye kendi askeri gücünü yollamak yerine Suriye’de radikal İslamcıları, Türkiye’yi ve YPG’yi kullanarak kendisi ve İsrail için tüm tehditleri ortadan kaldırdıktan sonra sıra kime gelecekti acaba? Önce İran mı hedefti Türkiye mi?
Biz fetih rüyası görürken elin oğlu planlarını çoktan yapmıştı. 
İyi uykular. Ninni yavrum ninni...
Miyase ilknur / CUMHURİYET

6 Mart 2020 Cuma

2019’da Ekonomi: Büyüdü mü? Küçüldü mü? Nasıl? - KORKUT BORATAV


TÜİK, geçen hafta, 2019 millî gelir (GSYH)  istatistiklerini yayımladı.

Türkiye ekonomisinin Ekim 2018-Haziran 2019 döneminde küçüldüğü yine TÜİK verileri ile belirlenmişti. İki yıla yayılan bu dokuz ay içinde ekonomi yüzde 2,2 oranında daralmıştı. 

Krizin, ekonomiyi küçülten etkisi 2019’un ilk dokuz ayında da sürdü. TÜİK’in son (Ekim-Aralık) verileri olumsuz görünüme son verdi: 2019’un on iki ayında GSYH’nın %0,9 (binde 9) oranında büyüdüğü belirlendi.

Bu bulguyu ek bilgilerle çeşitlendirelim.

Büyüyen, küçülen millî gelir bulguları
2019’da millî gelirin %0,9 (binde 9) dokuz) büyümesi sabit fiyatlarla (enflasyon hariç) GSYH hesaplamasının sonucudur.

Peki, büyüme, kişi başına millî gelire de taşınmış mıdır? 
Hayır! 
Zira, GSYH toplamının büyüme temposu (%0,9) nüfus artış hızının (%1,4’ün) gerisinde kalmıştır. (Resmî verilere göre 2019’ta nüfus artışı: 1.151.000). 
Sonuç, kişi başına millî gelirin 2019’da yüzde 0,5 (binde 5) civarında gerilemesidir.

Demek ki, ortalama Türkiye vatandaşı 2019’da yoksullaşmıştır. Gelir dağılımının ayrıntıları yoksullaşan/varsıllaşan katmanları ayrıştırır. Şimdilik bir ön-tespit yapabiliyoruz: İşsizlikteki artış, yoksullaşmanın emekçi sınıflarda yoğunlaştığına işaret ediyor.

Geçen yılın dolarlı millî gelir hareketine de bakalım. Bu hesaplama için, 2018 ve 2019’un enflasyonu içeren (cari fiyatlarla) millî geliri, bu iki yılın ortalama dolar fiyatına bölünür. (Ortalama dolar fiyatları için bk. Bank of International Settlements / BIS verileri).  

Sonuç parlak değildir: 2018-2019 arasında dolarlı GSYH gerilemiştir: 
767,1 milyar dolar → 753,5 milyar dolar. Küçülme oranı %1,8’dir

Ana etken, dolar fiyatındaki artışın enflasyonu aşmasıdır. 
Önceki verileri kullanarak bir adım daha atalım: İki yılın kişi başına dolarlı milli gelir düzeylerini karşılaştıralım. 

Sonuç: $9355 → $9061 veya 2018-2019 arasında yüzde 3,1 oranında gerileme… 

Böylece meraklılar için 2019’da millî gelir hareketleri için dört farklı bulgu sunuyoruz: Bir büyüme, üç küçülme… 

Tekrarlayalım: 
TL hesabı: Sabit fiyatlı toplam GSYH %0,9 (binde 9) büyümüştür.
TL hesabı: Kişi başına sabit fiyatlı GSYH %0,5 (binde 5) küçülmüştür.
Dolar hesabı: Toplam GSYH %1,8 küçülmüştür.
Dolar hesabı: Kişi başına GSYH %3,1 küçülmüştür

Her hesap farklı olgulara, sorunlara ışık tutar. Amacınıza göre… 
Şimdi de TÜİK’in 2019 millî gelir verilerine odaklanalım ve GSYH’nın sektörlere ve harcamalar göre dökümüne göz atalım.

Üretim yoluyla millî gelir
TÜİK’in ana sektörler için hesapladığı 2019 GSYH değişim oranlarını (yüzdeler olarak) verelim: 
Tarım: +3,3; inşaat: -8,6; sanayi: +0,2; hizmetler: +1,5

Büyüme temposu bakımından tarım önde gitmiştir; ama GSYH içindeki payı sadece yüzde 6,4’tür. Sanayi, “sıfır büyüme” eşiğini bir çentik aşabilmiştir. İnşaat sektörü ise yüzde 9 civarında daralmıştır; hâlâ bunalımdadır.

“Hizmetler” başlığı altında yer alan sektör, ticaret, ulaştırma, depolama, turizm gibi önemli kolları içerir; GSYH’nin yüzde 24’ünü oluşturur. 2019’da ılımlı bir tempoyla büyümüştür. 

Öte yandan istihdam istatistiklerinde “hizmetler” içinde yer alan bazı faaliyetler, millî gelir hesaplarında altı başlığa dağıtılıyor. En önemlileri (büyüklük sırasına göre) kamu yönetimi, gayri menkul, “profesyonel” faaliyetler ve finanstır. Tümünün millî gelire katkı payı yüzde 32 civarındadır. “Geniş anlamda hizmetler”in millî gelirdeki payı ise öteden beri yüzde 50’yi aşmaktadır. 

Sözünü ettiğim altı üretim kolunun 2019’da değişim oranları (yüzde olarak) +7,4 (finans) ile -1,8 (profesyonel faaliyetler) arasında değişmiştir. 

Bu grubun en büyük alt-sektörü kamu yönetimidir; millî gelirdeki payı yüzde 12,3’tür. 2019’da yüzde 4,6 oranında büyümüştür. 

Sözünü ettiğim altı alt-sektör içinde yer alan “gayri menkul faaliyetleri”, tanım olarak inşaat sektörünün türevidir ve TÜİK’e göre 2019’da %2,5 oranında büyümüştür. Bunalımdan geçen, %8,6 oranında küçülen inşaat sektörünün, gayri menkul alım-satım vb faaliyetlerine bu boyutta bir canlılık taşıması mümkün olamaz. Hesap hatası ve/veya kaynak sorunu olsa gerek.

Harcamalara göre millî gelir
2019’da GSYH’daki ana harcama kalemlerinde (2018’e göre) değişim oranlarını (yüzdeler olarak) sıralayalım. Önce iç talebi oluşturan ana kalemler: 

Özel tüketim: +0,7; cari kamu harcamaları: +4,4; sermaye birikimi: -12,4… 

Özel tüketim harcamaları GSYH’nın en önemli iç talep öğesidir; cari fiyatlarla  GSYH’nın yüzde 57’sini oluşturur. 2019’da sadece binde 7 oranında artmış; GSYH büyüme oranının biraz altında kalmıştır.

İç talebin diğer büyük öğesi, sermaye birikimidir; TÜİK’e göre millî gelirin yüzde 26’sını oluşturur. Sert bir tempoyla (yüzde 12,4 oranında) daralmıştır. Türkiye ekonomisinin ileriki yıllardaki büyüme potansiyelini belirleyen sermaye birikiminin bu boyutta düşmesi endişe vericidir.

2019’da sabit fiyatlı kamu harcamalarındaki değişim (+%4,4) ise, iktidarın krize karşı uyguladığı tek yöntemin ürünüdür. Yukarıda açıklandı ki “üretime göre GSYH” hesabında yer alan kamu yönetimi de benzer (%4,6’lık) bir tempoda büyümüştür. Bu yakınlık rastlantı değildir; zira aşağı yukarı aynı alan içerilmekte; benzer yöntemle hesap edilmektedir. 

GSYH sadece iç talep toplamlarından oluşsaydı, yukarıdaki veriler 2019’da millî gelirin (kaba bir hesapla) yüzde 2 civarında küçülmesi ile sonuçlanırdı. Ne var ki, millî gelir hesaplarında dış ticaret verileri de yer alır: İç talebin üç ana kalemi toplamına, mal ve hizmet ihracatı eklenir; ithalat çıkarılır ve harcamalar yoluyla GSYH’ya ulaşılır. 

TÜİK, 2019’da ihracatın bir önceki yıla göre %6,4 oranında arttığını; ithalatın ise %3,6 oranında düştüğünü gösteriyor. Her iki değişim millî geliri yukarı çekmiş; iç talepteki gerilemeyi telafi etmiştir. Buna göre, 2019 millî gelirinin küçülme ile değil, binde 9’luk bir büyüme ile sonuçlanması, dış ticaret (ve cari işlem) fazlası sayesinde mümkün olmuştur. 

2019’un son iki ayında cari işlem açığı yeniden oluştu. Önümüzdeki aylarda iç talep daha da canlanırsa dış ticaret açığı tırmanacak; büyüme ivmesini frenleyecektir. 

Bu tespit, ekonominin temel sorununa da ışık tutuyor: İç talebe (örneğin kamu harcamalarına) dayanan bir büyüme sürecini sınırlayan, frenleyen temel etken, dış açıklar olacaktır.
  
Türkiye’yi savaştan çıkar arayanlar yönetiyor. Savaş ekonomisini, iktisadî sıkıntılara karşı çare olarak da görebilirler.

Yanılıyorlar.

Türkiye, ABD değildir; savaş, ekonomimizi canlandıramaz. Tam aksine, iç talep yaratmadan kaynakları yok eder; dış açıkları ve borçları tırmandırır. Var olan toplumsal bunalımı derinleştirir; yeni bunalımları tetikler. 

Başka nedenlerin yanı sıra, bu yüzden de soruyoruz: İdlib’de ne işimiz var? 

Korkut Boratav / SOL

‘AKP iktidarında 5 bin 485 kişi yoksulluktan intihar etti’ - SÖZCÜ

CHP, "Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor" başlıklı raporunda AKP iktidarındaki intihar verilerini ortaya koydu. 2002-2018 yılları arasında geçim sıkıntısı ve ticari başarısızlık nedeniyle 5 bin 485 kişinin intihar ettiği kamuoyunun bilgisine sunuldu. Raporda, "Hayat pahalılığı ve zamlar, kredi borçları ve iflaslar toplumun üzerine karabasan gibi çökmüştür. Saray rejiminin umursamazlığı derin bir toplumsal krize neden olmaktadır" denildi. CHP'nin şiddetli yoksulluğa son vermek için öncelikle Aile Sigortası'nı uygulamaya koyacağı vurgulandı.



Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Fethi Açıkel'in başkanlığındaki CHP Bilim Platformu tarafından “Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor” başlıklı bir politika notu hazırladı.
Politika notunda, 18 yıllık AKP iktidarının sonunda derinleşen ekonomik krizin halkı derin bir bunalıma sürüklediğine, yalnız bırakılan yurttaşların kurtuluşu intiharda gördüğüne ve bunalımın toplumdaki yıkıcı sonuçlarına dikkat çekildi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Açıkel tarafından yapılan çalışmada; zamlar, pahalılık, yoksulluk, borçluluk, işsizlik, iflas ve konkordatolar ile gelir adaletsizliği gibi halkı derinden etkileyen ekonomik sorunlar, verilerle gözler önüne serildi ve yurttaşların giderek daha mutsuz, umutsuz, çaresiz ve yalnız hissettiği vurgulandı.
“SARAY REJİMİNİN UMURSAMAZLIĞI DERİN BİR TOPLUMSAL KRİZE NEDEN OLMAKTADIR”
Raporda şu ifadeler yer aldı:
* Saray rejiminin keyfi, müsrif ve plansız ekonomi politikaları Türkiye'yi derin bir toplumsal buhrana sürüklemiştir.
* Yakın tarihimizdeki en ciddi krizlerden biri olan mevcut ekonomik kriz, vatandaşlarımızı en yaşamsal gereksinimlerini karşılayamayacak hâle getirmiş ve onları tükenmişlik duygusuyla baş başa bırakmıştır.
* Saray rejiminin kibirli ve umursamaz anlayışı, yurttaşlarımızın sorunlarını görmezden gelmekte, bu sorunlara neden olan çarpık düzenin devamında ısrar etmektedir.
* İktidarın, bu derin buhranın görülmesini istememesi ve medya organlarındaki karartmadan medet umması ülkemizi büyük bir sosyal felakete sürüklemektedir.
* Gençlerden emeklilere, esnaftan küçük ve orta ölçekli işletmelere (KOBİ), toplumun her kesimini umutsuzluğa iten Sarayın ekonomi yönetimi, ülkemizde üretimi, istihdamı ve liyakati ortadan kaldırmıştır.
* İnsanımızı borç krizine, iflasa ve kötü yönetime mahkûm etmiştir.
* İşsizlik, yoksulluk ve krizle boğuşan yurttaşlarımız işlerini ve hayatlarını devam ettirememenin sıkıntısıyla bunalıma sürüklenmiştir.
* Hayat pahalılığı ve zamlar, kredi borçları ve iflaslar toplumun üzerine karabasan gibi çökmüştür.
* Saray rejiminin umursamazlığı derin bir toplumsal krize neden olmaktadır.
CHP'DEN AİLE SİGORTASI UYGULAMASI
Politika notunda, CHP’nin şiddetli yoksulluğa son vermek için öncelikle Aile Sigortası’nı uygulamaya koyacağı vurgulanarak CHP’nin çözüm önerilerine de yer verildi.
Raporda şu ifadeler yer aldı:
* CHP, iktidarında ekonomik büyümeyi sağlayıp, milli geliri artıracaktır.
* Milli gelir artışından yalnızca yandaşların değil herkesin hakça pay almasını, gelir dağılımında adaletin sağlanmasını, yurttaşların yaşam kalitesinin yükseltilmesini de garanti edecektir.
* CHP, kendine yeten ve bunalıma sürüklenmeyen bireyler ve aileler için güçlü bir sosyal devlet ve sosyal dayanışma ağları inşa edecektir.
* Yoksuldan, emekçiden rantiye kesimine aktarım yapan vergi sistemi değiştirilecek, ödeme gücüne göre vergi ilkesi getirilecektir.
* Toplumsal yaşamı esir alan yoksulluk, intihar ve şiddet sarmalını kırmanın, kapsamlı ve çok boyutlu bir mücadeleyle mümkün olacaktır.
* CHP intiharların sosyo-ekonomik temellerine inecek, intihar ve aile içi şiddeti tırmandıran nedenleri ortadan kaldıracaktır.
İŞTE İKTİDAR DÖNEMİNDEKİ ‘İNTİHAR’ VERİLERİ
“Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor” başlıklı politika notunda şu verilere yer verildi:
* 2002-2018 yılları arasında geçim sıkıntısı ve ticari başarısızlık nedeniyle 5485 kişi intihar etti.
* Son on yılda TBMM'de intihar edenlerin sayısı 30'u aştı.
* 2018'de toplam 3161 intihar vakası yaşandı. 2018 yılındaki 3.161 intihar vakasının 246'sı geçim zorluğu nedeniyle yaşandı.
* Dünya Mutluluk Raporu'na göre, Türkiye, 2019 yılında mutluluk sıralamasında 156 ülke içerisinde 79.
* TÜİK Yaşam Memnuniyet Araştırması'na göre Türkiye'de 2011 yılında mutlu insanların oranı %62.
* TÜİK Yaşam Memnuniyet Araştırması'na göre Türkiye'de 2019 yılında mutlu insanların oranı %52.
* Dünya Sağlık Örgütü'nün 2017 raporuna göre, Türkiye nüfusunun %4,5'i depresyonda.
* Son üç yılda psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı 8 milyon.
* 2013-2018 arasında antidepresan kullanımında %27 artış yaşandı.
* 2019’un ilk dokuz aylık döneminde faturasını ödeyemez hâle getirilen 3 milyon 300 bin elektrik abonesi hakkında işlem yapılmıştır.
* 2019’un ilk dokuz aylık döneminde faturasını ödeyemez hâle getirilen 710 bin doğalgaz abonesi hakkında işlem yapıldı.
* Ekim 2019'da KYK borç taksitini ödeyemeyen 210 binden fazla gencin hesaplarına e-haciz geldi.
* 2003 ve 2019 yılları arasında bireysel kredi kartı borçları 4 kat artarak 20 milyar dolara ulaştı.
* 2003 ve 2019 yılları arasında tüketici kredisi borcu 20 kat artarak 79 milyar dolara ulaştı.
* 2017'den 2020'ye kadar bireysel kredi borcunu ödeyemeyen yurttaşların sayısı 1 milyon 905 binden 2 milyon 536 bine çıktı.
* Bireysel kredi kartı borcunu ödeyemeyen yurttaş sayısı ise, 2 milyon 243 bin kişiden 2 milyon 695 bin kişiye çıktı.
* 2019 yılında bireysel kredi ve/veya kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe düşen kişi sayısı 1 milyon 404 bin.
* 2018 ve 2019'da gerçekleşen konkordato sayısı 2.000'e yaklaşmıştır.
* 2018 ve 2019'da toplam 27 bin şirket kapandı.
* 2016'dan 2020'ye kadar ise 53 bin şirket iflas etti.
* Son üç yılda takibe düşen ticari kredi tutarı 3 kat artarak 128 milyar liraya ulaştı.
* Son 10 yılda takipteki KOBİ kredisi tutarı ise on katına çıkarak 62 milyar TL oldu.
SÖZCÜ

5 Mart 2020 Perşembe

Son anket araştırmasında Erdoğan için kötü sonuç - CUMHURİYET

Metropoll Araştırma Şirketi, “Türkiye’nin Nabzı Şubat 2020” anketinde Erdoğan’ın görev onayı zaman grafiğini paylaştı.

Buna göre Erdoğan’a görev onayı verenlerin oranının en yüksek olduğu dönem 15 Temmuz darbe girişimi olarak belirtildi. Erdoğan’a görev onayı verenlerin oranının en düşük olduğu dönem ise İdlib Operasyonu dönemi oldu.

HALKIN %48,8’İ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’NİN İDLİB’DE BULUNMASINI BİR GEREKLİLİK OLARAK GÖRMÜYOR

Türkiye toplumu şimdiye değin Suriye’ye gerçekleştirilen tüm askerî harekâtların arkasında durdu. Buna karşın, ilk kez İdlib’e yönelik askeri harekat konusuna sıcak yaklaşılmıyor. Şubat ayı araştırmamıza göre, %48,8’lik bir kesim Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib’de bulunmasının bir gereklilik olduğunu düşünmüyor. Askeri olarak İdlib’de bulunulması gerektiğini düşünenler ise toplam seçmenin %31’ini teşkil ediyor.

TOPLUMUN %70,5’İ SIĞINMACILARIN TÜRK EKONOMİSİNE ZARAR VERDİĞİ GÖRÜŞÜNE KATILIYOR

İdlib krizinin de bir sonucu olarak ülkemizde yaşayan sığınmacıların sayısı günden güne arttıkça halkın Suriyeli sığınmacılara bakışı olumsuz bir hâl almaya başladı. Bulgularımıza göre seçmenin %70,5’i sığınmacıların ekonomiye zarar verdiğini; %60’ı sığınmacıların savaştan sonra evlerine dönmeyeceklerini ve %76,6’sı da sığınmacılara vatandaşlık verilmemesi gerektiğini düşünüyor.

TÜRKİYE’NİN %81’İ RESMİ NİKAH OLMADAN İMAM NİKÂHI İLE YAŞAMAYI DOĞRU BULMUYOR

Şubat ayı araştırmamızda seçmene resmi nikâh olmadan imam nikâhı ile yaşamanın doğru olup olmadığı sorusu yöneltilmiştir. Verilen cevapların analizinde, %81’lik kesim bunun doğru olmadığını düşünmektedir. Dolayısıyla, resmi nikâh olmaksızın, sadece imam nikâhı ile beraberliğin toplumumuzda kabul görmediğini söyleyebiliriz. Sadece %12’lik bir kesim bunun doğru olduğu kanaatindedir.

TOPLUMUN %57’SİNİN GİDERLERİ, GELİRLERİNDEN FAZLA

Gelir-gider dengesindeki dengesizlik, toplumun büyük kesimini etkileyen sarsıcı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun %57’si, “ekside yaşıyor”: diğer bir deyişle, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun giderleri, gelirlerinden fazla. Bu da borçlanarak yaşadığımız anlamına geliyor. “Gelirim, giderimden fazla” diyebilenlerse yaklaşık %15’lik bir “azınlık”.

TÜRKİYE’NİN %73’Ü FELAKETLERE HAZIRLIKLI OLUNMADIĞINI DÜŞÜNÜYOR

Son dönemde gündem olan ve halkımızın canını yakan deprem, çığ gibi doğal afetler göz önüne alındığında halkın %73’ü ülkemizin bu ve benzeri olaylara hazırlıklı olmadığını düşünüyor. Yaklaşık her dört kişiden biri ise ülkemizin karşılaşılabilecek felaketlere karşı yeteri kadar hazırlıklı olduğu kanısında.

CUMHURİYET

Gurbetçiliğimizin yakın tarihi: Biz de göçmüştük - Nazlı Cihan

1961’de Almanya’yla yapılan bir anlaşmayla başladı her şey. Kısa sürede başka ülkelerle yapılanları izledi. Şu sıralarsa Almanya’nın gündeminde Nitelikli İş Gücü Yasası var.


Türkiye her zaman göç veren ve göç alan bir ülke oldu. Geçtiğimiz yılın verilerine bakıldığında ortada neredeyse ‘dengeli’ bir durumun olduğu bile söylenebilir: Dışişleri Bakanlığı, yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının sayısını 6,5 milyon olarak belirtiyor; Birleşmiş Milletlerin raporunda da Türkiye’de yaşayan sığınmacı ve mültecilerin sayısı 5,7 milyon olarak tespit ediliyor. Demek ki göç olgusu Türkiye için yeni değil. Ama yeni olan bir şey var: Türkiye’de göç konusu ilk kez bir toplumsal kriz, bir ikilem olarak yaşanıyor. İçeride toplumsal çürümenin en çirkin hali olarak beliren göçmen düşmanlığı, dışarıda kendi vatandaşlarının maruz kaldığı yabancı düşmanlığı biçiminde sık sık kendini tersten hatırlatıyor. Kriz ve düşmanlık yaratmak, yoksul emekçileri göç etmeye ve gittikleri ülkelerde ‘yabancı’ olmaya zorlayan sermaye düzeninin en önemli dayanağı. Emekçi halklar birbirine düştükçe egemen sınıflar kendi varlıklarını (servet anlamında da) güvence altına alıyorlar.

GİDENLER VE DÖNMEYENLER
Türkiye'den ilk kitlesel ve ekonomik dışa göç, daha doğrusu Avrupa'ya göç, 1961 yılında başladı. 31 Ekim 1961`de Ankara ile Federal Almanya’nın o dönemdeki başkenti Bonn arasında “Türk-Alman İş Gücü Anlaşması” adıyla bir iş gücü anlaşması imzalandı. Bu tarihten önce de Türkiye’den Almanya’ya göç edenler olmuştu elbette ancak bu gidişler kitlesel nitelik taşımıyordu ve bireysel girişimlerle, çoğu zaman da kaçak yollarla gerçekleşiyordu. “İş Gücü Anlaşması” ile birlikte iş gücü göçü hem kitlesel ve organize bir nitelik kazandı hem de resmi bir çerçeveye oturtularak hükümetlerin kontrolüne verilmiş oldu. Almanya ile Türkiye arasında yapılan bu anlaşmaya göre aynı yıl Türkiye`den 6800 işçi, çalışmak için Almanya’ya gidecekti.

Türkiye bu anlaşmanın ardından başka Avrupa ülkeleri ile de iş gücü ve “sosyal güvenlik” anlaşması imzaladı ve çok sayıda vatandaşını çalışmak üzere yurtdışına gönderdi. Bu tür ikili anlaşmalar daha sonraki yıllarda yapılmaya devam edildi; Avusturya, Belçika ve Hollanda ile 1964’te, Fransa ile 1965’te ve İsveç ile 1967’de yapılan iş gücü anlaşmaları yürürlüğe girdi.

Batı Avrupa ülkeleri açısından, ve özellikle de Almanya açısından bu "İş Gücü Anlaşmaları"nın anlamı, İkinci Dünya Savasının yarattığı ekonomik ve toplumsal yıkımın ardından sanayisini yeniden yapılandırma sürecinde artan iş gücü̈ ihtiyacını karşılamaktı. Peki Türkiye için, kendi yetişmiş is gücünü çalışmak için yurtdışına göndermenin nasıl bir anlamı vardı? Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmamasına rağmen Cumhuriyet'in ilk yıllarında başlatılan sanayi atılımını ve ekonomik gelişmeyi sağlayamamış, istihdam sorununu çözememişti. Kısaca, yapılan yatırımların kapasitesi Türkiye’nin genç̧ ve kalabalık iş gücü nüfusuna gerekli istihdamı sağlayamamış ve Avrupa’ya iş gücü göndermek bir seçenek olarak belirmişti. Avrupa’nın zenginlerini yaratmak, Türkiye`nin yoksul emekçi halkına düşmüştü.

Almanya, gelen yabancıları kalıcı olarak görmemiş̧, işçilerin bir gün kendi ülkelerine dönecekleri düşüncesiyle anlaşmaları imzalamıştı. Almanya’nın egemenlerine göre gelenler “misafir işçi”ydi ve kısa zamanda Almanya’yı kalkındırdıktan sonra kendi ülkelerine geri döneceklerdi. Gidenlerin çoğu dönmedi ve Almanya`da, Avrupa`da göçmen, yabancı olarak yasamaya devam etti. Daha doğrusu, Türkiye’ye kıyasla biraz daha artan alım gücü karşılığında Avrupa’nın emek sömürüsü sürecine dahil olmaya devam etti.

“YENİ KUSAK GÖÇMENLER”
1 Mart 2020’de “Nitelikli İş Gücü Göçü Yasası” adıyla yeni Almanya Göç Yasası yürürlüğe girdi. Aslında burada yeni bir yasa değil, var olan İş Gücü yasasındaki iş arama vizesi, çalışma vizesi ve eğitim vizesi ile ilgili maddelerin yeniden düzenlenmesi söz konusu. Hatta başvuranların 411 Euro karşılığında süreci daha da hızlandırabilecekleri bir düzenleme. Yasanın içeriği ile ilgili henüz net olmayan ayrıntılar olsa da, genel olarak Almanya’da çalışmak üzere iş başvurusu koşullarının kolaylaştırıldığı ve çalışma vizesinin önündeki engellerin büyük oranda ortadan kaldırıldığı görülüyor. Daha doğrusu Almanya bu yasa ile, “üçüncü kategorideki ülkeler” diye tanımlanan Avrupa Birliği ülkeleri dışındaki ülkelerden de doğrudan, ek düzenlemelere gerek kalmadan iş gücü alımı yapmayı kendisi için kolaylaştırmış oluyor.

Nitelikli İş Gücü Göçü Yasasının amacı şu şekilde ifade ediliyor:
“Üçüncü ülkelerden nitelikli iş gücünün Almanya iş piyasasına göç etmesi amaçlanmaktadır. Bunlar yükseköğrenim görmüş kişiler ve nitelikli meslek eğitimi almış kişilerdir.”

Bunun için bir “İhtiyaç olunan meslekler listesi” bile hazırlanmış! Meslek, diploma ve tanınırlık yeterli. Emeğini satmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Ucuz is gücü bulmak da!

Almanya’nın, özünde kendi ekonomisinde beliren kriz sinyallerini ucuz emek gücüyle yumuşatma ve uzatmalara götürme hamlesinin Türkiye’de bulunmaz bir fırsat olarak salgılanmasının ve algılanmasının birkaç boyutu var. Her gün daha da artan işsizlik ve ekonomik çöküş, insanları kendi ülkelerinin dışında seçenekler aramaya yönelten önemli bir neden. En az bunun kadar önemli bir başka neden de ülkede hakim olan politik karmaşa ve gelecek kaygısı.

Özellikle 2016 yılındaki darbe girişiminden sonra Türkiye`den göç edenlerin ve iltica edenlerin sayısında büyük bir artış oldu. Almanya Federal Göç ve Mülteciler Dairesi (BAMF) bu rakamı 2019 yılında %48 olarak kaydetti. Türkiye’nin, sadece 2019 yılında, Almanya`ya iltica başvurularında Suriye ve Irak’ın ardından üçüncü sıra de yer alması da kaydedilen bilgiler arasında.

Türkiye`den Almanya’ya yaşanan yeni göç dalgasında, büyük oranda üniversiteli veya üniversite mezunu genç nesil çoğunluğu oluşturuyor. Almanya`daki göçmen gruplarının hiçbiri içerisinde eğitim seviyesinin bu kadar yüksek olmadığı gözleniyor. Akademisyen, sanatçı, eğitimli ve kendini muhalif olarak tanımlayan bu genç kitlenin, yurtdışında bir yaşam kurmaya dair enine boyuna düşünülerek verilmiş bir kararla değil, çoğu zaman ülkelerinde duydukları güvensizliğin içinden kurtulma refleksi ile hareket ettiği anlaşılıyor. Gittikleri ülkelerde bu kaygılarından ve sorunlardan ne ölçüde kurtuldukları ise ayrı bir soru.

Ama asıl soru, Türkiye`den hangi nedenlerle olursa olsun göç eden/ etmek zorunda kalan insanların neden kendilerini, kendi ülkelerine hangi nedenlerle olursa olsun göç eden / göç etmek zorunda kalan insanlarla aynı kaderi paylaştıkları gerçeğini kabullenmekte zorluk çektikleri sorusu. Üstelik aynı sömürü çarkına, aynı yabancı düşmanlığına maruz kalıyorken.

Nazlı Cihan / SOL

Mülteci sorunu böyle çözülmez - DENİZ YILDIRIM

İdlib’de askerlerimizin şehit edilmesinin ardından iktidarın ilk tepkilerinden birisi, Avrupa’ya kaçak geçişlerin önünü açmak oldu. Mesaj da belliydi: “Batı bize bu konuda destek vermezse, aynı sorunu kapısında bulur.” O günden beri İçişleri Bakanlığı neredeyse saat saat, kaç mültecinin Türkiye’den Avrupa’ya geçtiğinin bilgisini paylaşıyor. Son sayı yüz yirmi binin üzerindeydi.

Diyelim ki böyle. Bu yöntem sorunu çözer mi? Yine verilerle konuşalım. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü yıllara göre Türkiye’ye giriş yapan düzensiz göçmenlerin (özellikle doğu sınırımızdan giren Afganistan, Pakistan göçmenleri) ve geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sayısını yayımlıyor. Epey de düzenli; bunun için teşekkür edelim. Biz Batı sınırını açıyoruz da; Doğu sınırındaki durum ne olacak dedirten cinsten veriler. 2015’te 146 bin 485 göçmen kaçak yollarla giriş yapmış. Bu sayı 2018’de ise 268 bine yükselmiş. Tahmin edin, 2019’daki durum nasıl? Ben söyleyeyim: 454 bin 662’ye yükselmiş. Bu elbette yakalanıp kayıt altına alınanların sayısı. 4 yıl öncesine göre üç kat; geçen yıla göre neredeyse yüzde 70 artış. Son 15 yılın rekoru. İllegal sınır geçişleri, “sınır güvenliği” konusunun en fazla vurgulandığı dönemde katlanarak artmış. Özetle iktidar Yunanistan’a geçişleri açsa da çoğu kişi gitmiyor, gidenlerin çoğu da sınırdan çevriliyor. Batı’dan gidebilenlerden fazla sayıda insansa Doğu’dan gelmeyi sürdürüyor.
Ağırlık noktası da belli. 2018’de kaçak yollarla girenlerin 100 bin 841’i Afganistan uyrukluydu; 2019’da ise 201 bin 437’si. Üstüne bir de Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan 3 milyon 588 bin Suriye vatandaşını ekleyin; tablo ortada. 4 milyonun üzerinde sığınmacı Türkiye’de, yıldan yıla da bu sayı artıyor. Kaç yıldır Almanya ile, AB ile benzer sürtüşmeler yaşanıyor. O sürtüşmelerden beri Türkiye’nin barındırdığı mülteci sayısı arttı mı, azaldı mı? Sorunu Türkiye lehine çözmeye yetti mi bu politika tarzı? Hayır.
Dolayısıyla yapılan iş daha çok iç politikaya dönük kanımca. Onlarca askerimizin bir başka ülkede şehit edilmesi sonrasında milli tepkiyi yönetmekte zorlananların, toplumsal huzursuzluğun başka bir yansıması olan mülteciler kartı üzerinden, Batı’ya kafa tutulduğu izlenimi de yaratarak milliyetçi rüzgârı yeniden kendi lehine çevirme girişimi olarak da görülebilir yapılanlar. Etkisi oldu mu? Oldu; iç kamuoyunun odağını başka bir alana kaydırdı.
Batı’nın rolü ve ‘ne yapmalıyız’
Oysa mülteciler sorunundan dünyada en fazla etkilenen ülkeyiz. Akılcı hareket etmeli, yalnızlaştıracak eylemlerden kaçmalıyız. Tek başımıza çözemeyiz. İktidarın mültecilerle ilgili olarak Batı’yı sorumluluk paylaşmaya çağırması doğru. Ancak izlenen yöntem de, politika da yanlış.
Peki iktidarın yanlışları, Batı’yı aklar mı? Hayır. Bu noktada özellikle emperyalist merkezlerin ikiyüzlü tutumunu not etmekte yarar var. Batı ne diyor? “Parasını verelim, bize yollamayın”. Sonuç mu? BM Mülteci Örgütü’nün 2018 verisine göre dünyadaki sığınmacıların sadece yüzde 16’sı gelişmiş ülkeler tarafından kabul edilmiş. Yani sorumluluğu yeterince paylaşmıyorlar.
Ne yapsın gelişmiş ülkeler? Sınırlarını korumasınlar mı?” Sınırlarını korumak için, başka ülkelere sınır ötesi harekâtlar, emperyal müdahaleler yapmaktan vazgeçebilirler öncelikle. Bir başka veri... AB’den bu kez. Avrupa Birliği ülkelerine en fazla sığınma başvurusu yapan mülteciler hangi ülkelerin vatandaşı? Sırasıyla Suriye, Afganistan, Irak.
Binlerce kilometre öteden Suriye Savaşı’na dahil olanlar, şimdi mülteciler sözkonusu olunca, “biz yokuz” diyorlar.
Afganistan, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD tarafından işgal edildi. NATO ittifakı bu işgale ortak oldu; çatışmalar, iç savaş, bitmeyen kavgalar sonunda mülteci akını oluştu.
Irak, Afganistan’dan sonra işgal edildi. ABD öncülüğündeki “koalisyon” tarafından. Talan edilmiş, günlük yaşamın altüst olduğu, işgal ve iç kavgalarla geleceksizleştirilmiş bir ülkeden kaçışlar arttıkça arttı. Nerede şimdi o “koalisyon” güçleri?
Kimse kusura bakmasın. Dünyada en fazla göç veren ülkeler, Batılı devletlerle ortaklarının petrol, para, jeopolitik üs hevesleriyle işgal ettiği, iç savaş ihraç ettiği ülkeler.
Göç veren ülkelerin çoğu otoriter rejimlere sahip, refah düzeyi düşük, ama kaynakları zengin ülkeler; göçü daha da tetikleyen ülkelerin çoğu ise, gelişmiş, refahı yüksek, kendine demokrat ülkeler. Göçleri, yol açan nedenleriyle önlemek gerek. Askeri yöntemler çözüm değil: Çare iç işlerinde demokratik, müreffeh ülkelerin çoğalmasından; uluslararası ilişkilerde ise emperyalist müdahaleciliğin olmadığı bir dünya düzeninin inşasından geçiyor. Bir ülkenin tek başına başaracağı şeyler değil bunlar. Yalnızlaştıran değil, etrafında geniş bir blok toplayan siyaset gerektiriyor.
Geldik mi yine, “Yurtta barış dünyada barış” programına. Hayat dört koldan dayatıyor. Particilikle, hamasetle uğraşanlar anlamaz bunu.
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET