15 Mart 2020 Pazar

Türkiye’de CİA’set! (I-II-II) - Mine G. Kırıkkanat


(I)

4 Şubat 1949TBMM Genel Kurulu. Dinleyici localarından birden fazla ziyaretçi ezan okumaya başlıyor. Yaka paça dışarı çıkarılıyorlar. Ertesi gün gazeteler, “iki meczup”tan söz ediyor.
1 Mart 1950. İktidar partisi CHP, tekke ve türbelerin kapatılmasına dair 677 sayılı yasayı yürürlükten kaldırıyor. İlk 19 türbeyi açma görevi, nedense Milli Eğitim Bakanlığı’na veriliyor.
14 Mayıs’tan öteye 1950İktidar partisi DP’nin çiçeği burnunda başbakanı Adnan Menderes, “Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız” sözüyle mürtecilere diğer inkılapları hacamat edecekleri müjdesini veriyor. TV’lerin olmadığı Türkiye’nin yegâne devlet radyosunda dini programlar başlıyor. MEB, ilkokullarda seçmeli din dersi başlatıyor. Arap harfleri yasağı kaldırılıyor, Arapça Kuran kursları ve imam hatip okullarının temeli atılıyor. Türkçe okunan ezan, Arapçaya döndürülüyor. 
1953’te Köy Enstitüleri kapatılıyor. 
1955MenderesDP Meclis grubuna sesleniyor: “Siz isterseniz anayasayı değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz!”
1957-1959. Seçmeli din dersi, liselere tırmanıyor. Din dersi öğretmeni yetiştirmek için okullar kuruluyor. 
26 Ağustos 1965. Milli Eğitim Bakanı Cihat Bilgehan, “imam hatip okullarını bitirenlerin, ilkokul öğretmeni olabileceklerini” açıklıyor.
1967. Süleyman Demirel, Başbakan. TBMM’de iftar yemekleri başlıyor. 
21 Şubat 1968Milli Eğitim Bakanı İlhami ErtemDemirel başkanlığındaki AP iktidarının Büyük Türkiye hedefini ifşa ediyor: “Hükümetimizin amacı her ilde bir imam hatip okulu açmak!”
1975-1978. Süleyman Demirel, Başbakan. Necmettin ErbakanBaşbakan yardımcısı. İlk ve ortaöğretimde din dersi zorunlu kılınıyor. Olanlara ek, 233 imam hatip okulu daha açılıyor. 
21-25 Aralık 1978. Kahramanmaraş’ta “Allah için cihada” çağrılan Sünniler, tekbir getirerek “Müslüman Türkiye” sloganıyla sokağa dökülüyor. Üç gün boyunca sol parti binaları ve Alevi dernekleri ateşe veriliyor. Çoğu Alevi 111 yurttaş öldürülüyor. Başbakan Demirel, “Bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!” diyor. 
12 Haziran 1979. Necmettin Erbakan, haftalık tatilin cuma günü olmasını, nikâhları müftülerin kıymasını, “mektep”lere Kuran dersi konulmasını talep ettiği konuşmasında, “Bu milletin mektep kitapları niye Allah adıyla başlamaz” diye soruyor. 
4 Temmuz 1980Çorum katliamı. Ölü sayısı 58. Başbakan Demirel, sağcıların solcuları öldürdüğü “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın!” yorumuyla, Türk İslam sentezinin yaratıkları Müslüman milliyetçilere, yeni hedef olarak Fatsa’yı işaret ediyor. 
22 Temmuz 1980. DİSK’in kurucu başkanı, sendikacı Kemal Türkler öldürülüyor. (Bu cinayetin davası, 2010 yılında zamanaşımından düştü. Davanın sonuncu tutuklu sanığı da serbest bırakıldı.)
7 Eylül 1980. MSP’nin Konya mitinginde atılan sloganlar: “Ya şeriat, ya ölüm/Dinsiz devlet yıkılacak elbet/Anayasa Kuran/Laiklik dinsizliktir.”
10 Ağustos 1981. Bir numaralı darbeci Org. Kenan EvrenÇanakkale’de 12 Eylül darbesinin amacını açıklıyor: “Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz!”
1983 yılında, 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yapılan değişiklikle camiden okula geçiş ve imamların okullarda öğretmen olmaları sağlanıyor. 
Mart 1987, Süleyman Demirel konuşuyor: “Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok. Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur... Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır.”
28 Aralık 1989. Turgut Özal başbakan. Hükümet, üniversitelerde türbanı serbest bırakıyor. 
2 Kasım 1990Güneydoğu’da “faaliyet” gösteren irticai terör örgütü Hizbullah’tan ilk kez Cumhuriyet gazetesinde söz ediliyor. 
31 Ocak 1990. Prof.Dr. Muammer Aksoy öldürülüyor.
7 Mart 1990. Gazeteci Çetin Emeç öldürülüyor
4 Eylül 1990. Dine yönelik eleştirileriyle tanınan eski müftü, yazar Turan Dursun öldürülüyor.
6 Ekim 1990. Prof.Dr. Bahriye Üçok öldürülüyor
31 Ocak 1991. Turgut Özal, Cumhurbaşkanı. Dini ve dine göre kutsal sayılan gerekçeleri kullanarak halkı devletin güvenliğini ihlal edebilecek hareketlere teşvik ve bu amaçla örgüt kurulmasını suç sayan TCK’nin 163. maddesi kaldırılıyor.* 
Birinci bölümün sonu. Devamı gelecek haftaya...
Ülkemizi ne kadar tanıyoruz?
Okurlarımdan sık sık, 18 yıllık AKP iktidarında geldiğimiz noktaya ilişkin “ülkemi tanıyamıyorum, olanlara inanamıyorum” şaşkınlık ifadesini duyarım. 
Oysa ortada çok şey var, ama şaşılacak bir şey yok.  
Her alanda ekilen biçiliyor ve Türkiye yıllardır şahmerdan darbeleri, balta, kazma, çekiç vuruşlarıyla gözümüzün önünde yıkılıyor.
Biraz sabredin. Yukarıdaki kronolojiyi tamamladığımda, siz de büyük tabloyu görecek, bu ülkeyi kimlerin kimlere sattığını, nasıl amansız bir yenilgiye hazırladıklarını anlayacaksınız.
* İlkini 2009 yılında yayımladığım yukarıdaki tarihçeyi çıkarmakta www.bosnakforum.com’un mükemmel hazırlanmış “karşıdevrim kronolojisi”nden yararlandım.  
(II)
16 Şubat 1992. Doğu Perinçek ve İP’nin dergisi “2000’e Doğru”, “Hizbullah’ı Çevik Kuvvet mi eğitiyor?” başlığıyla çıkıyor. Haberi yazan ve görüntüleyen, derginin Diyarbakır muhabiri Halik Güngen. 
18 Şubat 1992. Gazeteci Halit Güngen öldürülüyor. 
20 Eylül 1992. Gazeteci Musa Anter öldürülüyor. 
22 Ocak 1993. Gazeteci Uğur Mumcu, “İmam Subay” başlıklı ve sonuncu olacak makalesinde, “Dinsel ticaret 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra parasal kaynağa da kavuşarak devlet içinde de köşe başlarını tuttu. 1983 yılında Milli Eğitim temel yasasını değiştirdiler, bugün Harp Okulları yasasını. İmam hatip olarak yetiştirilenler Emniyet müdürü, savcı, yargıç, kaymakam olacaklar, bu yasa değişikliği TBMM’den geçerse subay da olacaklar” diye yazıyor. 
24 Ocak 1993. Gazeteci Uğur Mumcu öldürülüyor. 
17 Şubat 1993. Org. Eşref Bitlis, organize bir uçak kazasında ölüyor. 
2 Temmuz 1993. Sivas’ta Alevi derneklerin düzenlediği Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılan 33 aydın, yakılarak öldürülüyor. Madımak Oteli’ni ateşe veren Sünni mürteciler, yangından kaçanları linç etmeyi beklerken “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak/Şeriat gelecek zulüm bitecek/Kahrolsun laiklik” diye haykırıyorlar. 
27 Mart 1994. Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi, İstanbul ve Ankara dahil 22 ilde yerel seçimleri kazanıyor. 
19 Nisan 1994. Necmettin Erbakan konuşuyor: “Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak, kansız mı? 60 milyon buna karar verecek...”
10 Kasım 1994. Ankara’dan Anıtkabir’e saldıran “meczup” haykırıyor: “Sizleri Kuran’a davet ediyorum!”
11 Ocak 1995. Yazar ve şair Onat Kutlar öldürülüyor. 
9 Ocak 1996. Bir gün önce göz-altına alınan Metin Göktepe, polislerce dövülerek öldürülüyor. İş insanı Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe, Sabancı Center’a yapılan terörist baskında öldürülüyor. Katillere kapıyı açan terörist işbirlikçi Fehriye Erdal’ın, eski İstanbul Emniyet müdürü yardımcısı Hüseyin Kocadağ’ın “ricasıyla” işe alındığı söyleniyor. 
28 Temmuz 1996. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal öldürülüyor. 
3 Kasım 1996. Bir Mercedes’le bir kamyon çarpışıyor, içinden Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve Gamze Öz’ün ölüsü, DYP milletvekili ve Kürt aşiret reisi Sedat Bucak’ın dirisi, ama bagajından politikacı/mafya/kontrgerilla işbirliği çıkıyor. Susurluk skandalı patlıyor. 
26 Kasım 1996. Zamanın Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, Susurluk’ta ortaya çıkan “faili meçhul” eşkıyalığı, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözleriyle savunuyor. 
11 Ocak 1997. Başbakan Necmettin Erbakan, 51 adet tarikat ve cemaat şeyhine başbakanlık konutunda iftar yemeği veriyor. 
8 Mayıs 1997. Refah Partisi Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, “Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak!” diyor. 
17 Temmuz 1998. İslamcı feminist yazar Gonca Kuriş, Mersin’deki evinin önünden silahlı üç kişi tarafından kaçırılıyor. 
13 Mayıs 1999. Akit gazetesi, baş sayfadan “Halkı köpeğe benzetti” ve “Zorba Kemalist gemi azıya aldı” başlıklarıyla hedef aldığı Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafını, üzerine çarpı işareti koyarak yayımlıyor. 
21 Ekim 1999. Ahmet Taner Kışlalı öldürülüyor.* 
* İkinci bölümün sonu. Devamı gelecek haftaya. 
Durdurulamayan yıkım 
Seri suikastlar, tıpkı seri cinayetler gibi tümevarım yöntemiyle çözülür, değerli okurlarım. Katilleri ve azmettirenleri; her biri organize cinayetten ibaret suikastların zaman ve mekândaki ortak noktalarından yola çıkarak belirleyebilirsiniz.
Biraz sabredin. Yukarıdaki tabloyu tamamladığımda, siz de Türkiye’deki suikastların ortak noktasını görecek, cinayet ve katliamların ne işe yaradığını ve azmettirenlerin kim olduklarını anlayacaksınız.
Türkiye’nin hâlâ omuzlarında, giderek daha çok sallanarak durduğu dürüst ve ülkesine yararlı insanların en büyük zaafı, zararlıların eseri bu meşum kronolojiyi durduramamak oldu. Ne şahmerdan darbeleri bitti, ne cinayetler, ne de kumpas tutuklamalar. 
İki Barış, bir Murat’a selam olsun!
Oğullarım gibi sevdiğim, araştırmacı gazetecilik başarılarını hayranlık ve takdirle izlediğim Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Murat Ağırel, doğdukları ülkenin aydınlarını ve özgür düşünceyi yok etmek üzerine kurulu vahşi tarihçesine rağmen var oldular, sindirilemediler, dik durdular, mücadele ediyorlar...
Meşum kronoloji bugüne uzatıldığında, son halkasında iki Barış’ın ve muhabir arkadaşları Hülya Kılınç’ın tutuklanması; aslında son kitabı Sarmal yüzünden hedef gösterilen Murat’ın adli denetim koşuluyla serbest bırakılması var. 
Bu son halka, yine uğursuz günlerin habercisi. Ancak...
Gerçekleri gizlemek için gerçekleri söyleyen ve yazanları FETÖ usulü, yargı eliyle taciz ve cezalandırmaya kalkanlar, suikastçı jargonuyla söylemek gerekirse, artık “kendi ayaklarına sıkıyorlar”. 
Artık kimse güvende değil, Türkiye’de. 
Güvenliğimizi yok edenler de dahil.
(III)
21 Ocak 2000. İki yıl önce Mersin’de kaçırılan İslamcı feminist Konca Kuriş’in cesedi, Hizbullah’ın Konya’daki mezar evinden çıkıyor.
2000-2001 arası yapılan operasyonlarda, Hizbullah’a ait mezar evlere, hatta sahillere gömülmüş 60’tan fazla cesede ulaşılıyor. Türkiye’de 1991’den öteye kaybolup ne ölüsü ne dirisi bulunabilen insan sayısı, bu tarihe kadar 543... 
24 Ocak 2001’de Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan öldürülüyor. 25 Ağustos’ta, iş insanı Üzeyir Garih öldürülüyor.
3 Kasım 2002. AKP iktidar oluyor. 18 Aralık’ta Prof. Dr. Necip Hablemitoğlu öldürülüyor. 
15 Kasım 2003. İstanbul’daki iki sinagoga yapılan İslamcı terör saldırılarında 27 kişi ölüyor. 20 Kasım’da İstanbul’daki İngiltere Başkonsolosluğu ve HSBS Genel Müdürlüğü’ne yapılan İslamcı terör saldırılarında 30 kişi ölüyor. 
5 Şubat 2006. Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro öldürülüyor. 17 Mayıs’ta Danıştay’a saldırı. Yargıç Mustafa Yücel öldürülüyor, dört yargıç yaralanıyor.  
19 Ocak 2007. Gazeteci Hrant Dink öldürülüyor. Trabzon’dan gelen katil Ogün Samast, “Cuma namazını kıldım, vurdum!” diyor. 18 Nisan’da Malatya’daki Zirve Yayınevi’nde biri Alman 3 kişi, Hizbullah usulü bağlanıp boğazları kesilerek öldürülüyor. 22 Mayıs’ta Ankara’nın Anafartalar Caddesi’nde canlı bomba katliamı. 9 ölü, 88 yaralı.   
12 Haziran 2007. Ümraniye’de bir evde bulunan silahlarla, kumpas davalara konu olacak baskın ve gözaltılar başlıyor. 3 Aralık’ta Taraf gazetesi, Gülen cemaati sözcüsü Hüseyin Gülerce’nin “Artık şekilci İslamdan vazgeçip öze bakmalıyız” sözlerinin altına döşediği, İslamda Gülen reformu manşetiyle çıkıyor.
27 Temmuz 2008. İstanbul Güngören’de iki bomba patlıyor. İmza PKK. 18 ölü, 154 yaralı.
8 Eylül 2008. Deniz Feneri davası. 13 Mayıs 2015’te zamanaşımına uğrayacak ve düşecek. Aralarında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın da bulunduğu 20 sanık, serbest.   
20 Ekim 2008. Ergenekon davası başlıyor. Altı yıllık yargı sürecinde 235 sanıktan 71’i tutuklu yargılanacak. 8 sanık tutukluyken ölecek. 7 sanık kansere yakalanacak. 1 Temmuz 2019’da hepsi beraat edecek! 
26 Aralık 2009. Türkiye Devleti’nin en önemli sırlarının korunduğu “Kozmik Oda”ya giriliyor.
31 Mayıs 2010. İsrail’in Mavi Marmara baskını. 9 ölü.
19 Haziran 2010. Taraf gazetesinin “Balyoz darbe planı” kapsamında tutuklanan 365 askerin davası başlıyor. 2012’de 325 sanığın ömür boyu hapse çarptırıldığı dava, 2015 yılında hepsinin beraatıyla sonuçlanacak. 
14 Şubat 2011. OdaTV’ye polis baskını. Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu tutuklanıyor. Nazlı Ilıcak’ın “müşteki” sıfatıyla müdahil olduğu 13 sanıklı dava altı yıl sürecek ve sonunda tüm sanıklar beraat edecek.  
23 Şubat 2011. Askeri casusluk ve şantaj davası başlıyor. 29 Ocak 2016’da 16’sı tutuklu 56 sanığın hepsi beraat edecek. 
19 Ekim 2012. Çukurca saldırısı. İmza, PKK. 24 asker şehit, 18 asker gazi. 
11 Şubat 2013. Cilvegöz saldırısı. 14 ölü, 28 yaralı. 11 Mayıs’ta Reyhanlı saldırısı. İmza PYD/PKK. 51 ölü, 150’den fazla yaralı. 
28 Mayıs 2013. Gezi Direnişi başlıyor. Bir aylık sürecin bilançosu 4 ölü, 60’ı ağır 7 bin 832 yaralı.
17/25 Aralık 2013. Aralarında Bakan çocuklarının da bulunduğu çok sayıda VİP, yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında gözaltına alınıyor. AKP iktidarıyla FETÖ çatışması başlıyor. 
19 Ocak 2014. MİT tırları.
20 Temmuz 2015. IŞİD’in Suruç saldırısı 34 ölü, 104 yaralı.
10 Ekim 2015. IŞİD’in Ankara Garı katliamı. 109 ölü, 500’ü aşkın yaralıyla tarihe “Türkiye’nin en kanlı terör eylemi” olarak geçiyor.
22 Mart 2016. Rıza Sarraf, ABD’de tutuklanıyor. 
15 Temmuz 2016. FETÖ/PDY’nin yaptığı iddia edilen başarısız darbe girişimi. Bilanço: 248 şehit, 2196 yaralı. OHAL ilan ediliyor. KHK’lerle 20 bine yakın memur ihraç ediliyor. 50 bin 504 tutuklu, 69 firari var. Kasım 2019’da 1224’ü ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 1103’ü müebbet hapis cezası almak üzere toplam 3 bin 838 kişi hapis cezasına çarptırılacak.
19 Aralık 2016. Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov öldürülüyor. Siyasal İslamcı olduğu anlaşılan çevik kuvvet polisi katil, olay yerinde öldürülüyor. 2016 yılında, IŞİD, PKK ve TAK’ın bombalı saldırıları sonucunda 350 kişi ölüyor. En fazla can kaybı, IŞİD’in 54 ölüyle sonuçlanan Gaziantep saldırısı. 
1 Ocak 2017. Reina Katliamı. İmza, IŞİD. 39 ölü, 70 yaralı.
29 Mart 2017. Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla, ABD’de tutuklanıyor. Oysa Ekim 2019’da İstanbul Borsa Genel Müdürü olacak, ama henüz bilmiyor...
21 Mayıs 2019. Hapisanelerde hiçbir Hizbullah hükümlüsü kalmadığı, çoğu ömür oyu hapis cezasına çarptırılan 100’e yakın tüm Hizbullah katillerin 2011 yılından öteye peyderpey serbest bırakıldıkları ortaya çıkıyor.
Mart 2020. Araştırmacı gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik ve Aydın Keser tutuklanıyor. 
İç düşman mı yaman, dış düşman mı? 
Yukarıda üçüncüsü yer alan tarih dizini, elbette çok eksik. Ama PKK’nin, FETÖ’nün, IŞİD’in kuklacısının kim olduğunu bilince; dizin eksik de olsa ülkemizi parçalamak ve devleti çökertmek için sittin senedir çabalayan dış güçleri işaret ediyor. Ancak... Aralara yolsuzlukları, hırsızlıkları, eğitimle cahilleştirmeyi, ekonomik talanı, Diyanet yalanını, Suriye ve Libya akınlarını, nafile şehitleri, IŞİD’liler dahil milyonlarca sığınmacı ve yandaş beslemeyi, muhalifleri aç bırakmayı, aydınları ezmeyi, sansürü, hukuksuzluğu, yargıyla zulmü, seçim dalaverelerini ve Türkiye’nin tarımından mal varlığına nasıl, kimlere satıldığını eklersek... Siyasal İslamcı iç güçlerin yıkıcılıkta dış güçlere nal toplattığı açık, hatta kapıları düşmana açan olduğu da söylenebilir.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Korkmayın! - Tolga Binbay

İnsanın aklına ister istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” kitabı geliyor. 2007’de yayınlanan kitabında felaketler kapitalizminin yükselişini ve egemen sınıflara, küresel elitlere “yönetme” sürecinde sağladığı olanakları anlatıyordu. Askeri, toplumsal, bilimsel ve psikolojik olanakları. Bir hafta içinde yaşadıklarımız, dolaylı yoldan izlediklerimiz tam da bu olanakların boyutlarına da işaret ediyor, sanki. 
Kendi adıma, günümüzde, şu son bir iki haftaya damga vuran olaylarda, masa başı mesai ile yazılan senaryolarla, projelerle yol alındığını düşünmüyorum. Böyle masalar vardır. 

Ama dünya, Türkiye, toplumsal düzen, masa başında kotarılamayacak kadar karmaşıklaşmış durumda. Planlar olur, ama planlar asla tutmaz. 

Öbür taraftan her şeyin çok kontrol altında olduğunu söylemek de pek mümkün görünmüyor. Yani ortada planlı ve kontrollü bir “felaket” olmadığı da ortada. Ama yaşananları an ve an izleyip raporlayan “düşünce kuruluşları” da mutlaka vardır. Strateji ve hamleler öneren de... Ama yaşadıklarımız bir film değil. Kurmaca değil. Gerçek. 
Klein kitabında bunun, yani küresel ölçekteki felaketlerin yeni bir yönetim biçimi olduğunu söylüyordu. Ki dün yayınlanan bir söyleşisinde (*) de Koronavirüs’ün “felaket kapitalizminin aradığı mükemmel felaket” olduğunu söylemiş. Yani kapitalizmin yapısal krizini bastırmak için aradığı çok boyutlu bir felaket olduğunu belirtmiş. 

Olabilir mi? 

Yani bu salgın üzerinden kapitalizm küresel ölçekte daha otoriter, kitleleri ölüme gönderebileceği, çeşitli kısıtlamalar ve düzenlemeler getirebileceği bir döneme geçebilir mi? Zor değil mi? Ama öbür yandan bunlara çoktan geçmediğimizi söylemek de mümkün mü?

Göreceğiz.

Ama tüm bunlara uygun biçimde “level level” giden toplumsal-psikolojik bir panik atmosferi yaşadığımız da aşikar. Ve bu atmosfer bir tür “rahat yönetme” olanağı sağlıyor.

Zaten her zerresine kadar atomize edilmiş, her tür dayanışmacı örgütlülüğü elinden alınmış devasa bir kent nüfusu rahatça yönetilebiliyor. Hem olumlu anlamda (işte alınan önlemlere uyulması gibi) hem de olumsuz anlamda (çok fazla güvensizlik ve bilgi kirliliği olması gibi)...

Level level dedim. Bu çağrışım boşuna değil. Yaşadıklarımızda biraz da bilgisayar oyunlarını, kıyamet filmlerini çağrıştıran bir yan var. Her şey çabucak normalize oluyor. Kent merkezlerinin, sokakların boşaldığı, meydanların askeri araçlarla tutulduğu, insanların evlerine, apartmanlarına kapandığı günler bunlar. Bu görüntüler “toplum sağlığı” için ama bir savaş sahnesini ya da son on yılda yüzlercesi çekilen mutasyona uğramış virüs filmlerinden bir kareyi hatırlatmadığını söyleyebilir miyiz?

Benzerlik aşikar olunca insan “oradayız işte” diye düşünüyor. İnsanlığın tüm tarihsellikten kopuk biçimde yok olacağı film sahnesinde. Ama yok öyle bir şey! Yani tarihten, sınıflardan azade bir son da yok! Ve tam da bunlarla ilişkili olarak, boyutları itibariyle insanlık tarihindeki çok ender bir krizin içine yuvarlanıyoruz.
Bir yandan, mesela, tüm abuk sabukluklara rağmen bilim önem kazanıyor. Bilimi yine de şovun, safsatanın içine koyuyorlar ama hemen her platformda bilimin sözü geçiyor. Melekler yok, efsaneler yok, üfürük yok. Üç haftada mesela, aşıların sorgulandığı bir dünyadan aşı icadına koşulan bir dünyaya geçtik. 
Kötü mü?
Bir yandan da işin psikolojik boyutu hızla yayılıyor. Bilime, bilgiye açılan yer kadar endişeye, paniğe, söylencelere de yer açılıyor. Whatsapp grupları vaka ve hastane adından geçilmiyor. Hatta öyle durumlar oluyor ki aynı hastaneden bir sağlık çalışanı, bir doktor “yok öyle bir şey” dese bile inanılmayabiliniyor.

Salgın olasılığıyla birlikte bu psikoloji de yayılıyor. Bilimi, kurumsal duyuruları falan da dinlemiyor. Aynı odaktan yayılan bir kaç olgudan, farklı olgulardan yayılan bir kaç yüz olguya geçtiğimizde bu psikoloji daha öne çıkacaktır. Umarım görmeyiz ama ilk ölüm haberi geldiğinde panik havası toplumu ketlemeye de başlayacaktır. Ve sonra da bu ketlenme hali yeni normal olacaktır. 

Klein bu olasılığın “elitler ve egemenler” için yeni fırsatlar ortaya çıkardığını söylüyordu işte. Zaten 2007 tarihli kitabı bunun üstüne kuruluydu. Söyleşisinde “İşte artık oradayız, o dediğim noktada” demeye getiriyor. Ve krizin psikolojik yanına da dikkat çekiyor.

Olabilir ama tarih sadece bunlardan ibaret olsaydı halen mağara elitlerinin döneminde yaşıyor olurduk. Emin olun düzenleri değişmesin diye uğraşıyor olurlardı. Ama tarihi elitler, küresel egemenler değil sınıflar yapıyor. Özellikle de emekçi sınıflar. İster beğenin, ister beğenmeyin. Şimdi de öyle olacak. Büyük insanlık koleranın hakkından geldiği gibi, koronanın da kapitalizmin de hakkından gelecek. 

Göreceğiz.

Bu nedenle, korkmayın! Ve şunu da unutmayın: geriye, yarınlara sadece örgütlü olanlar ve onların yapacakları kalacak.
Sağlıcakla.

Tolga Binbay / SOL

13 Mart 2020 Cuma

Bir söyleşi: 2020 başında Türkiye’de sol - KORKUT BORATAV

Ocak 2020’de Cumhuriyet gazetesinden Leyla Kılıç ile bir söyleşi yaptık. Bant çözümlerini gözden geçirdim; gazeteye ilettim. Söyleşi, bazı sorular çıkarılarak ve kısaltılarak 8 Mart Pazar günü Cumhuriyet’te yayımlandı. 

Söyleşinin tümünü aşağıya alıyorum. İki ay önceki tespit ve değerlendirmelerimin bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum. 

                 *** 

- Türkiye, uzun yıllardır sağ merkeziyetçi bir bakış açısı ile yönetiliyor. 1980 askeri darbesi sol kesimi hedef aldı. Geçmişte yaşananları düşündüğümüzde solun eksik kaldığı noktalar neler? 
Bugünkü iktidarı artık “merkez sağ” olarak nitelendiremeyiz. Türkiye, İslamcı/neo-faşist bir rejime dönüşme süreci içindedir. İslamcı faşizm gündemdedir; şimdilik tamamen yerleşememiştir. 

Geçmişe kuşbakışı göz atarsak, 12 Mart’ı izleyen yıllarda Türkiye toplumu, parlamenter düzlemde “demokratik sol” CHP’nin, parlamento-dışında devrimci-sosyalist örgütlerin ortak etkisi altında sola yönelmekteydi. 12 Eylül darbesinin ana amacı bu yönelişe son vermekti. Parlamenter sol parçalandı. Parlamento-dışı sosyalist sol çökertildi; toparlanamadı. Darbe, böylece, temel işlevini en az on yıl için gerçekleştirdi. 

- Kendini sol olarak nitelendiren siyasi partilerin oy oranları %50’ye yaklaşmıyor bile. Bunun nasıl değerlendiriyorsunuz?
1980 sonrasında parlamenter sol, iki defa öne çıkacak konjonktürle karşılaştı; ancak fırsatları kaçırdı. Birincisi, 1989-1993 dönemidir. 12 Eylül kayıplarına karşı güçlü bir sendikal mücadele yükseldi; ANAP’ın neoliberal programı halk sınıflarınca reddedildi. SHP 1989 yerel seçimlerinde birinci parti oldu; ancak bu konumunu iki yılda yitirdi. Nedeni, bence, sınıf muhalefetini sürdürmekten kaçınmasıydı. Sosyalist solun çöküntüsü, SHP’yi sola çeken ana etkeni ortadan kaldırmıştı.

İkinci fırsat 2002 seçimlerinde kaçırıldı. Bir yıl önce patlak veren ekonomik krizin toplumsal maliyeti öylesine ağırdı ki seçimler üç koalisyon partisi (DSP, MHP ve ANAP) ile DYP’yi TBMM’den tasfiye etti. Parlamento dışındaki partilerden halk muhalefetini üstlenen iktidara gelecekti. CHP, Kemal Derviş’i partisine aldı; finans kapital ile büyük sermayenin programını devralarak seçimlere girdi. Tek parti iktidarını bu sayede AKP’ye armağan etti. Siyasal İslam’ın on yedi yıllık iktidar dönemi böyle başladı. 

- Toplumda ekonomik, sosyal ve dış politika anlamında sola karşı bir önyargı var mı? Varsa siz bunu neye bağlıyorsunuz? Toplumun önyargılarını aşmak için sol topluluklar ve sol siyasi partiler neler yapmalı? 
“Sola karşı önyargı”, Türkiye’de genellikle bir “Merkez Sol” parti olduğu düşünülen CHP açısından tartışılıyor.

Bu tartışma, “sol nasıl tanımlanmalı?” sorusu ile başlamalıdır. Devrimcilikten reformculuğa uzanan en geniş yelpaze içinde “solculuk”, kapitalizmin bölüşüm karşıtlıklarında emekçi sınıfların saflarında yer almak olarak anlaşılmalı. Bu ölçüt, bugünün dünyasında emperyalizm-karşıtı bir konumu da içerir. 

Bu ölçüte göre bugünkü CHP yönetiminin “sol” içinde yer aldığı söylenemez. 

Sermayenin dünya çapında sınırsız tahakküm programı olan (ve Türkiye emekçilerini de sistematik olarak baskı altında tutan) neoliberalizm ile barışıktır. Güncel ekonomik sıkıntıları eleştirmekle yetinmek sınıfsal (dolayısıyla “sol”) bir muhalefet platformu olamaz. Dünya çapında saygınlığı tükenen, içeriği boş “sosyal demokrat” yaftası, adeta sınıf muhalefetinden, yani “sol”dan uzak durmak için benimsenmiştir; aslında “liberal” nitelemesine uymaktadır. Bu nedenlerle CHP, bugünkü yönetimi ile bir Merkez Partisi’dir. 

1970’li yıllarda halk sınıflarının taleplerini açıkça benimseyen Ecevit, CHP’yi iki seçimde üst üste birinci parti yaptı. Özal’ın neoliberalizmine karşı yükselen işçi sınıfı muhalefet dalgasına uyum sağlayan SHP de 1989’da ilk sıraya yükseldi. Bu tarihsel örneklere bakarsak, CHP’ye karşı bugünkü önyargılar, belki de, bu partinin yeterince “solcu olmaması” nedeniyledir.

Bu tespitler CHP yönetimiyle sınırlıdır. Bu partinin seçmen tabanı, örgütlerinin büyük bir bölümü “solcu”, yönetim ise “merkezci/liberal”dir. Ciddi bir kopukluk söz konusudur. 

- Burjuvazi ve liberallerin, İslamcı faşizmle çıkar ortaklığına teslim olduklarını ve bu deformasyonlara karşı mücadelenin sosyalistlere düştüğünü söylemiştiniz. Sosyalistler neler yapmalı? 
Bugünün Türkiye ortamında siyaset yelpazesinin “Cumhuriyetçi” kanadı nerede yer alıyor?  Bazen “Cumhuriyet kazanımları” diye de ifade edilen aydınlanma değerlerini (başta laikliği) ödünsüz sahiplenmek, savunmak, Kemalist devrimlerin mirasçısı CHP’den beklenir.  Bugünkü parti yönetimi ise, “halkımızın dinî hassasiyetlerini gözetme” bahanesi altında İslamcı uygulamalara, baskılara, anayasal ihlallere karşı mücadeleden ısrarla kaçınmaktadır. Son tahlilde siyasal İslam’ı güçlendiren bu edilgen tavrına rağmen CHP, yine de Merkez-Cumhuriyetçi bir parti sayılabilir. Belki de bünyesine yerleşmiş sembolik Kemalist kalıntılar sayesinde… Hem neoliberalizme savrulması, hem de İslamcı uygulamalara karşı teslimiyeti, CHP’nin Sol-Cumhuriyetçi bir kimlik kazanmasını engellemektedir. 
Bu durumda Cumhuriyet değerlerini militanca savunma görevini sosyalist sol üstlenmiştir. Gözlemler bu tespiti doğruluyor. Devletin ve toplumun İslamcı doğrultuda biçimlenmesine karşı çıkan örgütlerin, hareketlerin dökümünü yapın; sosyalistler öne çıkacaktır. 

İslamcı ideolojinin emekçi, yoksul katmanlarda giderek hâkim olması, sosyalizmin emekçi sınıflar saflarında yaygınlaşmasını da frenlemektedir. Aydınlanmacı önceliklerin sosyalist akımlar tarafından sahiplenilmesinin doğal, zorunlu bir nedeni de budur.

Sosyalist partiler, örgütler parlamenter düzlemde fiilen etkisizdir. Ancak, gençlik, emekçi, halk sınıfları örgütlenmelerinin zaman zaman ön saflarında yer alırlar. Parlamentonun iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve HDP’nin milletvekilleri, hatta yönetimleri içinde de sosyalistler daima var oldu. Sosyalizmin, Marksizmin Türkiye’nin düşün alanında küçümsenmeyecek etkisi sürmektedir. 

- AKP iktidarı ve onun getirdiği sağ bakış açısının yapılan son yerel seçimlerde gerilediğini gördük. Türkiye’de solun geleceği açısından umut var diyebilir miyiz? 
AKP iktidarı temsilî demokrasi kuralları çerçevesinde nasıl son bulacak? Yanıt, 2015 Haziran genel seçimlerinde ve 2019 yerel seçimlerinde gerçekleşti: Merkez Cumhuriyetçi (CHP) ve milliyetçi partiler ile Kürt siyasetinin fiili ittifakı ile… 2015’te AKP’ye karşı sert bir muhalefet gerçekleştirmiş olan MHP’nin rolü 2019’da İyi Parti tarafından devralındı. 2015’te HDP lideri Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi, milliyetçi Türk seçmeninin geleneksel tepkisini aşındırdı. 2019’da da HDP “Millet İtifakı”nı dıştan destekledi.

2019 yerel seçimlerinde Cumhuriyetçi ve sosyalist solun taban örgütlenmesi ve sandıklara militanca sahip çıkması da etkili oldu.

AKP iktidarı ve Saray, iki seçim sonrasında da yenilgiyi benzer hamlelerle yanıtladı: Cumhuriyetçi ve milliyetçi partiler ile HDP arasındaki fiili ittifaka son verecek “karşı saldırılar”… Haziran-Kasım 2015 arasında bu operasyona Kandil’den kaynaklanan “özerklik ilanı ve hendekler” katkı yaptı. 2019’da Saray’ın Suriye’deki askerî operasyonu, iç siyaset önceliği taşıyan bir hamle oldu. CHP ve İyi Parti tarafından 2019 Suriye operasyonuna verilen açık desteğe rağmen HDP’nin temkinli, sağduyulu bir tutum izlemesi dikkat çekicidir.  

AKP / Saray iktidarının “uzatmaları oynadığı” düşüncesindeyim. Temsilî demokrasinin normal kuralları içinde vadesi dolmuştur. İslamcı faşizme kesin geçişi tamamlayacak bir “Saray darbesi” olası mıdır? Öngörü yapamam. “Normal” ortama ilişkin konuşabiliriz. 

Egemen güçler, AKP’den kopmalar sonrasını içeren bir Merkez Cumhuriyetçi, milliyetçi Sağ ve ılımlı İslam koalisyonunun tasarımı içindedir. CHP’nin Merkez’de yer aldığı bu ortamda, sosyalist sol, önemli ve üçlü bir programı savunmak, kısmen üstlenmek durumunda olacaktır: Parlamenter sisteme dönüşün demokratikleşerek gerçekleşmesi; hukuk, eğitim, kamu yönetiminde İslamcı uygulamaların tümüyle tasfiyesi ve emek-karşıtı neoliberal uygulamalara karşı mücadelenin öncülüğü… İlk iki göreve, CHP ısrarla davet edilmelidir. Sonuncu “görev” sola özgüdür; düzen partileri dışındaki mücadele alanını oluşturur. 

Korkut Boratav / SOL

12 Mart 2020 Perşembe

Kondoskali'den Kumkapı'ya: Bir semtin hikayesi - Ferda Balancar

Araştırmacı yazar Orhan Türker’in ‘Kondoskali’den Kumkapı’ya: Eski Bir İstanbul Semtinin Hikâyesi’ başlıklı kitabı SEL Yayınları’ndan çıktı. İstanbul’un farklı semtleri üzerine yaptığı araştırmalarla ve yazdığı kitaplarla tanıdığımız Orhan Türker’le dünden bugüne Kumkapı’yı konuştuk.

Kitabın önsözünde, “Kumkapı, 1960’ların ortalarına kadar Rumların, Ermenilerin ve Türklerin bir arada yaşadığı, Hıristiyan azınlıkların kültürlerinin ağır bastığı canlı ve renkli bir İstanbul semtiydi” diyorsunuz ve “1960’lardan sonra görülen etnik ve sosyal değişim”e vurgu yapıyorsunuz. 6-7 Eylül 1955’ten sonra Kumkapı’da ve genel olarak İstanbul’da sözünü ettiğiniz etnik ve sosyal değişim yaşanmadı mı?  

Bence, 6-7 Eylül 1955 ekonominin Türkleşmesi için yapıldı. Ama beklenen sonuç tam olarak alınamadı. İnsanlar doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerleri terk etmediler. Kırıp dökenler bile, “Bakın artık ne dükkanınız, ne eviniz var. Gidin artık” diyorlardı. Buna rağmen Hıristiyan azınlıklardan önemli bir kesim İstanbul’u bırakıp gitmedi. Demokrat Parti iktidarının ilk beş yılında yani 1950-55 döneminde bir özgürlük ve güven havası vardı. Azınlıklara güven geldi; evler yapıldı. İstatistiklere bakın;1950-55 arasında azınlıkların doğum oranında ciddi bir artış vardır. İnsanlar artık, “Burası bizim de ülkemiz. Burada yaşayacağız” demeye başlamışlardı. Öte yandan 6-7 Eylül’ün bahanesi Kıbrıs’tı. İstanbul’da yayınlanan Rumca gazeteler de 6-7 Eylül’le ilgili yatıştırıcı bir dil kullandılar. Ama 1964’te yaşanan sürgün insanlara tercih hakkı bırakmadı. İstanbul’da yaşayan pek çok Rum vatandaşa, “Bir hafta içinde bu ülkeyi terk edeceksin. Malını mülkünü bırakıp bir valizle gideceksin” denildi. İnsanlar başka bir tercih hakları olmadığı için gitmek zorunda kaldılar. Bu nedenle ‘1964’ İstanbul için tam bir dönüm noktası oldu. 

Kumkapı için de geçerli mi bu durum?

Aslında Kumkapı için dönüm noktası 6-7 Eylül 1955 oldu. Çünkü özellikle Kumkapı’nın sahil bölümünde 6-7 Eylül korkunç boyutlarda yaşandı. Evler, kiliseler ateşe verildi ve tecavüz olayları yaşandı. Kumkapı’da tecavüz olayları çok yaygın şekilde yaşandı. Pek çok insan, gidip de şikayet bile edemedi. Bu insanlar 6-7 Eylül’den sonra Kumkapı’dan Beyoğlu, Kurtuluş, Tarlabaşı gibi daha merkezi yerlere kaçtılar. Ekonomik durumları daha iyi olanlar da Yeşilköy ve Bakırköy gibi semtlere gittiler. Kumkapı büyük ölçüde boşaldı. Öte yandan Kadıköy gibi semtlerde dükkanlara, iş yerlerine saldırıldı ama evlere girilmedi. Kumkapı ve Samatya’da ise evlerin içine girildi. Kadıköy demişken aklıma geldi: Girit göçmeni bakkal Mehmet Efendi vardı. Rum aksanıyla Türkçe konuştuğu için “bu da gâvur” deyip onun bakkal dükkanını da kırıp döktüler. Beyoğlu’nda ise iş yağmaya dönüştü. Kuyumcuları soydular. 6-7 Eylül’ün en kötü yaşandığı yerlerden biri de Kumkapı, özellikle de Kumkapı’nın sahil kesimi oldu. Güçlükle konuşturabildiğim o dönemi yaşamış yaşlı Rumlardan öğrenebildiğim kadarıyla durum bu. 

“Güçlükle konuşturdum” diyorsunuz. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen insanlar konuşmaktan korkuyorlar mı?

Özellikle gençler bu konuyu hiç konuşmak istemiyorlar. Gençler, kendileri o günleri yaşamadıkları için bu ülkede yaşamaya devam etmek için o günlerden söz etmek de istemiyorlar. O dönemi bizzat yaşamış olanlar, yani benim yaşımda olanlar ve daha yaşlılar ise konuşuyorlar ama aslında onlar da ısrar etmezseniz konuşmazlar. “Ne gerek var geçmişi konuşmaya” diye düşünüyorlar. Konuşanların bir kısmı da Türk komşuları tarafından kurtarıldıklarını belirtiyorlar. Bunda gerçek payı da var. Genelde bu işleri yapanlar onların komşuları değil, daha çok İstanbul dışından gelenlerden oluşan organize topluluklardı. Konuştuğum Rumlar bunu her zaman söylerler.  

Kitapta Kumkapı Rumları arasındaki rekabet oldukça ilgi çekici. Türkçe konuşan Rumlarla, Yunanca konuşan Rumlar arasındaki rekabetten söz ediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

1453’te İstanbul’un fethinden sonra İstanbul boşaldığı için Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u  canlandırmak amacıyla Anadolu’dan ve başka yerlerden Rumları ve Ermenileri zorunlu iskân politikasıyla İstanbul’a getirmiş. Bunların içinde Kırım’dan getirilen Ermeniler de var. Kumkapı’da yaşayan Rumlar ve Ermeniler de 1453’ten sonra buraya yerleştirilenler. Bunların arasında Marmara Adaları'ndan gelenler var. Kapıdağ yarımadası yani Erdek ve civarından getirilenler de var. Ayrıca Kapadokya’dan getirilenler var. 



Kumkapılı Arapoğlu Ailesinin kızı 
Stella'nın düğün günü evden çıkışı 
(1933, Hristo İnepekoğlu Arşivi)

Kapadokya’dan gelenler genel olarak Türkçe konuşuyorlar. Türkçe konuşan Rumlar için farklı savlar var. Kapadokya’da bazı yerleşim yerlerinde Rumlar sadece Türkçe konuşurken, bazı yerleşim yerlerinde ise sadece Rumca konuşuluyormuş. Mesela Ürgüp’te ağırlıklı olarak Türkçe konuşulurken, Ürgüp’e 6 kilometre uzaklıktaki Sinasos’ta Antik Yunanca konuşuluyormuş. Yunanistan’da dile getirilen  bir sava göre, Kapadokya’daki Rumlar, Anadolu’nun eski medeniyetlerinin kalıntısı. Mesela Hititlerin… Ve bunlar zamanla Yunan medeniyeti içinde Yunanlaşmışlar. Türkçe konuşuluyor olması ise iki şekilde izah ediliyor. Bir sava göre bunlar Anadolu’ya ilk gelen Türk boyları. Bu sava göre, o Türkler Ortodoks Hıristiyan oldular ve Türkçeyi korudular. Bu sav Yunanistan’da hiç kabul görmüyor. Yunanistan’da daha çok kabul gören sava göre, 17. yüzyılda toplu olarak Müslüman olup Türkleşen Kapadokya Rumları Türkçe konuşmaya başladılar. Toplu İslamlaşma yerine bazı yerlerde “ya diliniz ya dininiz” denilmiş. Bir kesim de dinini tercih edip dilinden vazgeçmiş. Bu sav, tarihsel gerçeklerle ne ölçüde örtüşüyor, bilemiyorum.

 Öte yandan Kapadokya fakir bir bölge. Bugün nasıl Kapadokya’dan pek çok insan Avrupa’da işçi olarak çalışıyorsa, eski dönemlerde de 13-14 yaşına gelen bir erkek çocuk İstanbul’a gönderiliyor. İstanbul’da esnaflık yapan bir akrabanın yanında pişiyor. Biraz para toplayıp, köyüne geri dönüp evleniyor. Daha sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Zaman içerisinde de ailesini alıp İstanbul’a yerleşiyor. İşte, Kumkapı gibi bazı semtlerdeki Türkçe konuşan Rumların hikâyesi böyle…  







Aya Kiryaki Kilisesi

Peki, Türkçe ve Rumca konuşanlar arasındaki ayrılık nerden geliyor?

İki ayrı kültür söz konusu. Kapıdağ yarımadasından yani bugünkü Erdek ve çevresinden gelenler aslen Miletlilerin soyundan geliyorlar. Yani Antik Yunan soyudur onlar. Kapadokya’dan gelenlerle aralarında önemli bir kültür farkı var. Türkçe konuşanlar daha çok kendi aralarında evleniyorlar. İki ayrı coğrafya, iki ayrı kültür söz konusu. Kumkapı’da Çifte Gelinler Caddesi sınır olmak üzere Gedikpaşa’ya kadar yukarı bölge Türkçe konuşanlarındı. Çifte Gelinler Caddesi’nden aşağıya sahile kadar olan bölgede ise Rumca konuşanlar yoğundu. Kendi aralarında evlenmeleri, kaynaşmaları zordu çünkü bir taraf doğru dürüst Türkçe konuşamazken, diğer taraf ise hiç Rumca bilmiyordu. Bu mesafe rekabeti de beraberinde getiriyordu. Kapadokyalıların Gedikpaşa, Kapalıçarşı ve civarında dükkanları vardı. Sahile yakın bölgede oturanlar ise taş işçiliğiyle ünlüydüler. Kapıdağ yarımadası da zaten taşlarıyla meşhurdur. Öte yandan bence İstanbul’un belki de en güzel iki kilisesi Kumkapı’dadır. İşte o rekabet nedeniyle bu iki kilise yapılmıştır. Kapadokyalılar Ayia Kiryaki Kilisesi’ni yaptılar. Kapıdağ’dan gelen Rumca konuşanlar ise Panayia Elpida Kilisesi’ni inşa ettiler.  

Kumkapı’da Ermeni nüfus da yoğun. Patrikhane de orada. Ermeni-Rum gerilimi ya da rekabeti de söz konusu mu?

Evet, bir rekabet söz konusu ama bu rekabetin ölçüsü ve sonuçları hakkında pek bilgi sahibi değilim. 

Konuştuğunuz yaşlı Rumlardan bu konuda bir şey duymadınız mı?

Hayır duymadım ama gözlemlediğim kadarıyla Rum-Ermeni rekabeti söz konusu. Mesela Rumlar der ki “Ermeniler Türklere bizden daha yakın”. Ermenilere sorsanız bunu kabul etmezler. Bu tür tartışmalar olduğunu biliyorum. Ayrıca günümüzde Rum-Ermeni evliliklerine olumlu bakılıyor. Ama geçmişte her iki tarafın da buna olumlu bakmadığını biliyorum. 

Kumkapı meyhanelerinden söz ediyorsunuz. Yaklaşık 400 yıldır Kumkapı, meyhaneleriyle ünlü bir semt. Bu sadece deniz kıyısında olmasıyla mı ilgili? 

Kumkapı meyhane kültürünün bu kadar gelişkin olmasının iki nedeni var. İlki, dediğiniz gibi deniz kıyısında olması. Bugün olduğu gibi önünden yol geçmiyor. Her türlü deniz mahsulü denizden geliyor. Ama ikinci nedeni ise Kumkapı’da pek çok bağ, bahçe, bostan var. Meyhane için deniz mahsullerinin yanı sıra bağ, bahçeden gelen roka, kırmız turp, taze soğan, kıvırcık var. Bir meyhane için gerekli her şey var Kumkapı’da. 

Günümüzde Kumkapı’nın halinden hiç kimse memnun değil. Kumkapı için çözüm öneriniz var mı?

Kumkapı’da yapılırken bir ailenin oturması için yapılmış evler, bugün merdivenaltı imalat için kullanılıyor. Bu evler artık ev olmaktan çıkmış. Gedikpaşa’ya doğru olan sokaklar böyle. Sahilde ise mülteciler bir evde 10 kişi yaşıyorlar. 

Şunu da ekleyeyim; Ermeniler günümüzde Rumlara göre nüfus açısından daha kalabalık bir azınlık. Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi’ndeki Ermenice kaynaklara ulaşılarak semte dair pek çok bilinmeyen ortaya çıkarılabilir. Ben Rumca bildiğim için bu kitabı ortaya  çıkardım. Ermenice bilenler de Ermenice kaynakları okuyarak Kumkapı üzerine pek çok bilgiyi ortaya çıkarabilir. 


Orhan Türker kimdir? 

Orhan Türker, 1949’da İstanbul’da doğdu. Özellikle Moda’da geçen çocukluk yıllarında Rumlarla yakın ilişkisi sonucunda küçük yaşta Yuannca öğrenen Türker, Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitirdi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda çalışan Türker, Yunanca tercüman-rehber lisansına sahip olarak turizm alanında çalıştı. ‘Mega Revma’dan Arnavutköy’e: Bir Boğaziçi Hikayesi’, ‘Galata’dan Karaköy’e: Bir Liman Hikâyesi’ gibi İstanbu’un farklı semtlerini konu alan pek çok kitaba imza atan Orhan Türker’in ‘Galata’dan Karaköy’e: Bir Liman Hikâyesi’ kitabı 2008’de Yunancaya çevrilip ‘İstanbul Limanı’nın Hikâyesi’ adıyla Yunanistan’da yayınlandı. 

Kondoskali’nin konumu

Kondoskali (Kumkapı), surlarla çevrili eski İstanbul’un Marmara Denizi yönündeki büyük semtlerinden biridir. Yeditepeli İstanbul’un ikinci ve üçüncü tepelerinin Marmara Denizi’ne doğru inen eteklerinde yer alır. 1934 tarihli ‘İstanbul Şehir Rehberi’ne göre, Kumkapı Eminönü ilçesinin bir nahiyesiydi. Günümüzde Eminönü ilçesi Fatih ilçesine katılmıştır. Kabaca 13 mahalleden oluşur. Bunlar; Bayram Çavuş, Çadırcı Ahmet Çelebi, Kazani Sadi, Katip Kasım, Mesih Paşa, Mimar Hayrettin, Mimar Kemalettin, Muhsine Hatun, Şehsuvar, Tavşantaşı, Tülbentçi Hüsamettin, Nişanca ve Saraç İshak mahalleleridir. Eski Kumkapı Rum cemaati kendi içinde bir düzenleme yaparak burayı iki kilise bölgesine ayırmıştır. Tepelerin eteklerinde yer alan Gedikpaşa, Ayia Kiryaki Kilisesi’nin semtini oluşturur. Kadırga ve Langa’yı birleştiren anayolla deniz arasında kalan geniş düzlükte ise bölgenin ikinci Rum cemaatini oluşturan  Panayia Elpida Kilisesi yer alır. 

1950’lerin ortalarında Marmara kıyıları doldurulup sahil yolu oluşturulmadan önce, Sarayburnu’ndan Kumkapı’ya sahilden ulaşmak mümkün değildi. Sahile yakın mahalleler Sirkeci ya da Yenikapı yönüne ulaşımı Kumkapı İstasyonu’nda duran trenlerle sağlardı. Beyazıt ve Çarşıkapı’ya daha yakın olan Gedikpaşa’ya ulaşım ise 1961’de kaldırılana kadar eski tramvay hattıyla sağlanırdı.    

Ferda Balancar / Agos

‘Başka âlem isteyenler’in tarihi - Olcay Büyüktaş

DİSK’in kuruluş bildirgesinde deniyor ki: “BİZLER; Türk işçi sınıfının tüm çıkarları, hakları ve özgürlükleri ve de onuru için bir araya geldik...” İlk ciltten de anlaşılıyor ki anlatılan “Başka bir âlem” için yola çıkanların hikâyesi....


Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) bu yıl kuruluşunun 53. yılını kutlama etkinliklerine bir de kitap ekledi: DİSK Tarihi / Kuruluş. Direniş. Varoluş... Üç ciltlik bir çalışmanın ilk cildini oluşturan kitap 1967-1975 yılları arasını kapsıyor.

DİSK hakkında ilk çırpıda pek çok şey gelebilir akla. Mesela, kökleri Türkiye’nin 150 yıllık içi sınıfı mücadelesine dayanan bir emek örgütü...
Ya da, 50 yılı aşkın mücadelesinde nice badireler atlattığı... Kurucusu Genel Başkanı Kemal Türkler’in pusu kurularak öldürdüğü. İkinci genel başkan Abdullah Baştürk’ün yıllarca hapis yattığı, idamla yargılandığı...1980 darbecilerinin mallarına el koymak istediği...
Böyle bakıldığında Türkiye işçi sınıfının 1960’lardan 2020’lere yolculuğunun DİSK olmadan yazılamayacağını da kavrıyor insan. DİSK’in mücadele ve deneyim hafızasını önemseyenlerin uzun çalışması sonucu yazılan kitap, yalnız kronolojik olarak değil, tematik başlıklarla ele alınmış. Ancak kuruluşundan öncesi, kuruluş sırası ve sonrasında DİSK’i kurma çabasında olanların, bu örgütlülüğe gönül ve destek veren, “Zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyleri olmayan” insanlara, birlikte karşı çıkma ve “Başka bir âlem” kurma fikrini gerçeğe dönüştürme ufku kazandıranlar olduğu görülüyor.

SINIF SENDİKASI

1960’ların yükselen işçi sınıfı hareketinin bir sonucu olarak görülüyor DİSK. Türkiye’de 1940’lardan başlayarak çok sayıda farklı sendikal girişim ve ayrışma söz konusu. Bunların bir bölümü baskılar sonucu bir bölümü ise kendi başarısızlıkları nedeniyle uzun ömürlü olamıyor. DİSK bu açıdan farklı bir örnek. Onca badireye ve engellemeye rağmen varlığını sürdürüyor, güçleniyor ve farklı bir sendikacılığın adresi oluyor. DİSK’in işçilerle kurduğu bağlar ve işçilerde DİSK’e olan inanç, DİSK’in kalıcı hale gelmesini sağlıyor. DİSK, Türkiye’de farklı bir sendikacılığın, sınıf sendikacılılığın adresi oluyor.

KAMUNUN DEĞİL ÖZEL SEKTÖRÜN SENDİKASI

Kuruluş, var oluş döneminde DİSK’in işverenlerden, derin devletten, Türk-İş’ten ve hatta ABD sendikalarından gelen çelmeler ve engelleme girişimlerine rağmen kendi ifadeleri ile “gerçek sendikacılığı” var etme dönemi olarak tanımlanıyor. 
Türkiye işçi sınıfının özellikle özel sektörde bir sınıf olarak rüştünü ispat ettiği, sınıf olma sürecinde ciddi varlık gösterdiği bir dönem. Kamu sektöründe gelişen sendikacılıktan farklı olarak DİSK, özel sektörde dişe diş bir mücadele ile örülen sendikal deneyim olarak yer alıyor tarih sahnesinde.
DİSK Tarihi kitabının DİSK tarafından yayımlanan bir kitap olduğunu ancak bir resmi DİSK tarih anlatısı olmadığını dile getiren kitabın editörü Aziz Çelki, “Kitapta DİSK’in başarıları, mücadele ve kazanımları kadar, DİSK’te yaşanan tartışmalar ile eksik ve hatalara da yer verildi” diyor. Olgular ve belgeler tarihsel önemlerine uygun olarak yer alıyor kitapta. Kitap, DİSK’i çeşitli boyutlarıyla ortaya koymayı, DİSK’in deneyimini ve mücadelesini bir bütün olarak bugünlere aktarmayı amaçlıyor. Bu tarih içinde büyük mücadeleler olduğu kadar büyük tartışmalar da var. 

UYAN, ESİRLER DÜNYASI!

Kitabı elinize alıp karıştırmaya başlayınca, birden kendinizi bu dizeleri mırıldanırken buluyorsunuz... Tabii yaşınız azıcık varsa...
Uyan artık, uykundan uyan,
Uyan, esirler dünyası!
Zulme karşı hıncımız volkan,
Bu ölüm dirim kavgası.
Mazi ta kökünden silinsin,
Biz başka âlem isteriz.
Bizi hiçe sayanlar bilsin,
Bundan sonra her şey biziz...

CUMHURİYET’E DE TEŞEKKÜR...

Aziz Çelik’in editörlüğünde hazırlanan bu kapsamlı çalışmanın yayın danışmanlığını Can Şafak ve Ergün İşeri, araştırma ve arşiv çalışmalarını da DİSK-Ar uzmanları, Deniz Beyazbulut, Zeynep Kandaz ve Meliha Kaplan üstlendi. Can Kaya’nın tasarımını yaptığı kitaba, Süreyya Algül, Zafer Aydın, Aziz Çelik, M. Hakan Koçak, Can Şafak, Melih Biçer, Kıvanç Eliaçık, Ece Göktürk, Tevfik Güneş, Ergün İşeri ve Necdet Okcan da yazar olarak katkıda bulundular. 
Kitabın girişinde katkıda bulunanlara teşekkür ediliyor, gazetemiz Cumhuriyet de bu listede yer alıyor.
Olcay Büyüktaş / CUMHURİYET

Saray’ın koltuğundaki kara kediler - BARIŞ TERKOĞLU

Asır ile yüzyıl aynı şey mi? Biliyorum, eşanlamlı kullanılıyor. Ancak asır bir niteliği; yüzyıl, adı üzerinde bir niceliği anlatıyor gibi. Tarihçi Eric Hobsbawn, 20. asrı 1914 ile başlatıyor ve 1990 ile sonlandırıyordu. “Kısa 20. yüzyıl” diyordu. Demek saatimizle ölçtüğümüz ile içeriğini doldurduğumuz zaman, farklı şeyler ifade ediyor.
İdlib ateşkesini tutuklandıktan bir gün sonra öğrendim. Meşhur fotoğrafta bizim heyetin ayakta dizilmesinden önce Berat Albayrak’ın ve İbrahim Kalın’ın ellerini önde kavuşturmuş hali dikkatimi çekti. Benim de hep bu pozu vermemi istiyorlardı. Ben ise bileğime kelepçe takılacağı an hariç buna izin vermiyordum. İronik ama hem Albayrak’ın hem Kalın’ın duruşu tesadüf mü?
Savaş, iradeyi teslim almaktır 
Uzun Şubat Harbi” diyebilir miyiz? Bu yıl 29 gün çeken şubatın başlangıcını geriye aldık, sonunu ise marta sarkıttık. “Uzun Şubat” kısmı böyle. Ya harp? Açık söylemesek de elbette Rusya ile savaştık. Yenildik mi? Bu, savaştan ne anladığımıza bağlı.
Savaş, insan öldürmek değildir. Elbette harpte insan ölür, yaralanır, yıkım olur. Ancak bundan ibaret olsaydı, biz tarihimizde daha çok öldüğümüz, daha çok yıkıldığımız savaşları kazanmış sayılmazdık.
Peki, öyleyse galibiyet nedir?
Kuşkusuz, savaşı kazanmak “karşı tarafın iradesini teslim almak”tan başka bir şey değildir. Bir taraf “eller yukarı” ya da “eller aşağı” yapıyorsa; bu, karşının iradesine teslim olduğunun işaretidir.
SETA’nın Şubat Doktrini
Erdoğan, 29 Ocak 2020’de Afrika’dan gelirken “Rusya, Astana ve Soçi’ye sadık değil” diyerek ilk adımı attı. 31 Ocak’ta ise İdlib’de Rusya-Suriye operasyonlarına “seyirci kalmayacaklarını” ve askeri güç kullanabileceklerini söyledi.
Böylece savaşın iki temel parçası, düşman ve güç ortaya çıkmış oldu. 1 Şubat’ta yeni politikanın sahipleri ya da akıl vericileri belirdi. Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Politikalar Kurulu Üyesi Burhanettin Duran Sabah’ta daha da önemlisi SETA’nın yayın organı Kriter’de aynı vurguyu yapan iki makale yazdı. Rusya’nın ateşkesi ihlal ettiğini iddia ediyor, “Ankara ve Moskova’nın ayrışma içerisinde olduğunu” söylüyordu. “Ankara’nın sabrı taşıyor”, “yeni bir politika arayışı devre” diyerek meydan okuyan Duran, “askeri güç kullanımının seçenekler arasında” olduğunu anlatıyordu.
Peki, bu kadar mı?
Burhanettin Duran’ın Cumhurbaşkanlığı’ndaki görevini yanında SETA’nın beyinlerinden olduğu, iktidar içindeki Pelikan grubunun SETA’yla adının birlikte anıldığını söyleyip devam edelim. Duran, Rusya’ya karşı açılan cephede Türkiye’ye yeni bir eksen tarif ediyordu. Rusya ve Suriye’nin Avrupa demokrasilerini de tehdit ettiğini söyleyen Duran, ABD ve AB’nin Türkiye’nin yanında Rusya’ya karşı harekete geçme çağrısında bulunuyordu. En önemlisi, “Rusya’yı dengeleme yükünü sadece Ankara kaldıramaz, denge çöktüğünde Avrupa da ciddi zarar görür” diyordu. Demek Rusya ile müttefikten çok, onun tahteravallideki dengeleyicisiydik.
Duran’dan sonra Pelikancılar-SETA’cılar aynı doktrini ete kemiğe büründürdü. Birkaç hafta önce ABD’nin Kasım Süleymani’yi vurmasına kadeh kaldırırken, bu kez Türkiye’yi Washington eksenine oturtacak açılımı savunuyorlardı.
Şubat Doktrini’nin sonu
Beklenen oldu. Türkiye, Suriye’de askeri varlığını hızla artırdı. Bu “uzun Şubat”ta ÖSO eliyle, TSK desteğiyle Erdoğan’ın gösterdiği SETA’cıların anlattığı işi yapmaya çalıştı: İdlib’de terör örgütleriyle savaşan Rusya-Suriye’yi durdurmak, ele geçirdiği topraklardan çekilmesini sağlamak.
Uzun Şubat’ta ilan edilmemiş bir savaştaydık. Önde ÖSO, ardında Türk askeri harp ediyordu. Karşımızda tartışmasız Rusya vardı. Harbin sonunda kaç ÖSO’cu öldü, bilmiyoruz. Ama resmi açıklamaya göre süreç Türkiye’nin 59 şehit vermesine neden oldu.
SETA’nın çizdiği politika bir fizik kuralına dayanıyordu. Momentum diyoruz. İki nesne birbiriyle çarpışıp ayrılıyor. İtme, çekme yaratıyor. Moskova ile çarpışan Türkiye, hesapta ABD-AB eksenine savrulacaktı. Öte yandan Rusya’yı tehdit sayan ABD-AB de bizimle İdlib’de buluşacaktı. 
Üstelik bu eski bir Osmanlı politikasıydı. Biz Florance Nightingale adındaki hemşirenin adını taşıyan bir hastanemiz olmasını, 19. yüzyılda Rusya’ya karşı Avrupa’yı kendimize müttefik edebildiğimiz savaşa borçluyduk. Ama bu kez olmadı. Ne kimse İdlib’e asker gönderdi, ne hava savunma sistemleri geldi, ne de Rusya’ya karşı somut adım atıldı. Bu öyle garip bir politikaydı ki, öğrendiğime göre sudan bir bahaneyle Sputnik Türkiye’yi basanlar, Rusya’nın resmi temsilcisi olan yayını fiilen kapatacak adımı atmaya bile çalıştı. O da olmadı. SETA’nın politikası ameliyat masasında kaldı. 
Saray’ın kara kedisi
İyi ki ateşkes oldu. İyi ki daha çok halk çocuğunu ölüme yollayacak politika sürdürülemedi. İyi ki cihatçıların yanına itilen Türkiye, İdlib’deki örgütlere cephe olmak durumunda kaldı. İyi ki Devlet Bahçeli silahını alıp “ayı avına” gitmek zorunda kalmadı.
Savaş olmamasına sevinilir. Şubat Harbi’nin bitmesinin uzun vadede kazananı İdlib’de olmamıza ikna olmayan Türk halkıdır. Peki, teslim olan? SETA’nın siyasi patronu Berat Albayrak’ın ve SETA’nın yaratıcılarından İbrahim Kalın’ın “ellerim bomboş” pozundan söz etmiş miydim?
Tutuklandıktan sonra ilk kez cumartesi gazetelere kavuştum. Hemen merakla savaş borusu çalan Burhanettin Duran şimdi ne yazmış diye baktım. “Ankara ve Moskova arasında ‘kopuş’ bekleyenlere bu fırsat verilmedi” diyordu. Önceki yazdıklarını unutmuş gibiydi. Aklının nerede kaldığını ve “krizin yeniden gelme ihtimaline karşı Batı beklentileriyle müzakere devam etmeli” ifadeleri özetliyordu.
Uzun Şubat Harbi’nde kaybettiğimiz halk çocuklarını yüreğimize gömdük. Anıları acılarımızı artırdığı kadar farkındalığımızı da artırsın. Böylece Rusya ile aramızı bozan “kara kedi”nin yavrularının Saray’ın koltuklarında oturduğunu görelim.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET