28 Mart 2020 Cumartesi

Rant salgını durmuyor - İSMAİL ŞAHİN

İktidarın ‘çılgın projesi’ Kanal İstanbul güzergahında gayrimenkul hareketliliği arttı. Bölgede arazi ve konut fiyatları tavan yaptı. Bazı parseller, son sekiz yıl içerisinde 11 kez el değiştirdi.


İlk ihalesi önceki gün yapılan Kanal İstanbul Projesi'nde, gözler güzergah üzerindeki arazi mülkiyetlerine çevrildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuyla ilgili son olarak “2011 yılında ilk kez milletimizle paylaştığımız bu projeyle ilgili olarak her türlü etüt çalışmasını yaptırdık.
Birileri istemese de kamu, özel sektör, vatandaş iş birliğiyle Boğaz'ın yükünü hafifletecek, şehrimizin marka değerini artıracak Kanal İstanbul'u ülkemize kazandırmakta kararlıyız” dedi. Kanal İstanbul'un yapımına ilişkin açıklamalar gözleri yeniden projenin yapılacağı bölgeye çevirdi.
Marmara Denizi'ni Küçükçekmece Gölü'nden ayıran noktadan başlayarak, Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam eden, Sazlıbosna Köyü'nü geçerek Dursunköy'ün doğusuna ulaşıp Baklalı Köyü'nü geçtikten sonra Terkos Gölü'nün doğusunda Karadeniz'e ulaşan Kanal İstanbul güzergahındaki tapu hareketliliğini mercek altına aldık.
YABANCILAR DA VAR
Erdoğan'ın 2011 yılında ‘çılgın proje' olarak lanse ettiği Kanal İstanbul'un güzergahında, o tarihten bu yana gayrimenkul ticaretindeki hareketlilik arttı. Çoğu tarım arazisi olan bölgede 8 yıl içerisinde 11 kez el değiştiren parseller yer alıyor.
SÖZCÜ'nün Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü verilerinden yaptığı derlemeye göre, Baklalı – Boyalık, Dursunköy, Çilingir ve Tayakadın 2011 – 2018 yılları arasında mülk alışverişinin en fazla yapıldığı bölgeler oldu.
Bu nedenle, geniş arazilerin yer aldığı söz konusu lokasyonlarda, arsaların metrekare fiyatları 2010 yılında 10 – 250 lira arasında değişirken, 2019 yılında 200 – 1600 lira seviyesine yükseldi.
45 kilometrelik kanalla Marmara Denizi ile Karadeniz'in birleştirilmesini amaçlayan projenin yapılacağı bölgelerde yerli ve yabancı birçok yatırımcı gayrimenkul alıp satarken, çok sayıda büyük grup da arazi topladı.

ARAZİLERİN 5908'İ ÖZEL MÜLKİYETE AİT

Kanal İstanbul güzergahında 8 bin 300 parsel var. Bu parsellerin 5 bin 908'inin yani yüzde 71'inin özel mülkiyet olduğu tespit edilirken yüzde 7'sinde ise diğer kamu kuruluşlarıyla ortak olan şirketlere ait paylar bulunuyor.
Kanal İstanbul'un geçeceği güzergah toplam 152 milyon metrekarelik bir alanı kapsıyor. Bu alanın 37.5 milyon metrekaresi su yolu için kullanılacak. 25.5 milyon metrekaresi ise kamusal alan ihtiyacını karşılayacak.
Kanal İstanbul Projesi'ni de içine alan 350 milyon metrekarelik alan 2014 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla rezerv yapı alanı ilan edildi.
Kanal İstanbul'u çevreleyen bu alanın yarısının imarı bulunmuyor. Diğer yarısında ise yerleşim alanları, sit alanları ve İstanbul Yeni Havalimanı yer alıyor.

KANAL İSTANBUL GÜZERGAHINDAKİ ARAZİLER KAPIŞ KAPIŞ GİDİYOR


FİYATLAR UÇTU

TSKB Gayrimenkul Değerleme'nin araştırmasına göre kanal güzergahında arazi fiyatları proje gündeme geldikten sonra 2 – 3 kat arttı.
Arnavutköy'de 2010'da 700 lira ile 1000 TL arasında olan konut metrekare fiyatı, 2018'de 2600 TL'ye geldi.
Küçükçekmece'de ise 800 TL ile 2400 TL arasında olan metrekare fiyatı aynı dönemde 2400 TL ile 5 bin TL'ye çıktı.
İSMAİL ŞAHİN / SÖZCÜ

27 Mart 2020 Cuma

BİR ÇOCUK KÜTÜPHANESİ OLARAK KANBER BAKKAL(Söyleşi) - Anıl Olcan / 1+1 FORUM

BİR ÇOCUK KÜTÜPHANESİ OLARAK KANBER BAKKAL

Koronavirüs ve ekonomiler - KORKUT BORATAV

Kapitalizm koronavirüs ile baş edebilecek mi? 

Ya Türkiye? 

Nasıl? 

Ekonomik, siyasal, toplumsal sonuçları?

Şimdiden yanıtlayamıyoruz. Tek tespit, salgının zincirleme ekonomik krizlere yol açmakta olmasıdır. 

Yakın geçmişin finansal krizleriyle karşılaştırmak yanıltıcıdır. Bu kez insanlar çalışamıyor; üretim bu nedenle duruyor; ücretler ödenemiyor; talep çöküyor. 
Salgın ve emekçilerin çaresizliği, ekonomik krizi toplumsal bir bunalıma  dönüştürmek üzeredir. Tek öncelik olmalı: Salgını durdurmak, hastaları sağaltmak; üretimden kopan her emekçiye doğrudan gelir aktarımı yapmak… Neoliberal kriz yönetimi işe yarayamaz.
  
Bugünün çürük kapitalizmi dahi bu “aykırı” seçeneği kabul etmek zorundadır. İpuçları ortaya çıkmıştır. Bu ipuçlarına, salgın sonrasındaki ekonomik tepkilere hızla göz atalım.

Çare, merkez bankalarında değil; merkezî devlette… 
Finans kapitalin önde gelen bir sözcüsü, Financial Times dahi bu krizde neoliberal reçeteleri yetersiz bulmaktadır. Örnek, bu gazetenin iktisat editörü Martin Wolf’tur. 
Wolf da, gazetesi gibi, 2008-2009 krizine karşı finans kapitali kurtarmaya öncelik veren yöntemleri sonuna kadar desteklemişti. Koronavirüs ortamını değerlendiren 17 Mart tarihli yazısında bu görüşü revizyondan geçiriyor; Batı merkez bankalarının aynı doğrultudaki ilk tepkilerini yetersiz buluyor. 

Mart’ta başlatılan geleneksel (neoliberal) tepkiler nelerdi? 
FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın başlattığı trilyonlarca (binlerce milyar) dolara ulaşan likidite genişlemesi… 23 Mart’ta FED, “sonsuz likidite” (“infinite QE”) adımını da attı. Ne var ki “bazuka” diye nitelendirilen bu hamleler Wall Street ve Avrupa borsalarında sert çöküşleri önleyemedi. 

Wolf da “görev, bundan sonra devlete düşmektedir” tespitini yapıyor. 
Nasıl? 
En son alıcı devlet olmalı; yok olan talebi tamamen telafi etmelidir ki, her işveren, eskisi gibi işçilerine ödemelerini sürdürebilsin.

Bu öneride, Hazine (merkezî bütçe) devreye girecek; talep gerilemelerini tümüyle telafi etmek için harcama yapacak; devlet bütçesinin açık ve borçlanma sınırları ortadan kalkacaktır. 

Nitekim, borsaların çöküşü FED’in “sonsuz likidite” kararı ile değil; iki gün sonra ABD Senatosu trilyon dolarlık ek harcamayı kabul edince son buldu. Böylece Wall Street dahi Martin Wolf’a katılmış oldu: Çare, merkez bankalarında (likidite genişlemesinde) değil; devlette, kamu harcamalarında…

Helikopterle insanlara para dağıtmak
Geçen yüzyılda Keynes, depresyonlarda “devlet harcamaları ile çukur açıp-kapama” yöntemini de önermişti. Bu yöntemin bir biçimi koronavirüs ortamında tekrar gündemdedir: Helikopterlerle insanlara para dağıtmak… 

Önemli olan, finansal sisteme (bankalara, yatırımcılara) değil) doğrudan doğruya insanlara, tüketicilere para dağıtılmasıdır.

Sonuçları göze alan bir siyasal iktidarın (Hazine ve Merkez Bankası’nın) ulusal para ile harcama yapma sınırı olamaz. Makro-ekonomik sonuçları, ekonominin yapısal özellikleri, işsizliğin ve âtıl kapasitenin boyutları belirler.

Merkez bankalarının yurttaşlara aktarım yapma; mal ve hizmet alımı yapma yetkileri, becerileri yoktur. Bütçede tahsisatı olmayan kamu harcamalarının (bütçe açığının) doğrudan doğruya para basarak finansmanı, örneğin Merkez Bankası’nın Hazine’ye avans vermesi yoluyla sağlanır. Bu seçenek, sadece neoliberal malî disiplin anlayışını değil, geleneksel “bütçe hakkı” ilkesini de çiğner. 

İşin tuhafı, “kamu açıklarının merkez bankalarınca finansmanı” bugünlerde sadece “aykırı” iktisatçılar tarafından değil Batı finans sisteminin geçmişte kaptanlığını üstlenmiş iki kişi tarafından dahi savunulmaktadır: Britanya Finansal Hizmetler Kurulu’nun eski başkanı Adair Turner ve FED’in iki önceki başkanı Ben Bernanke (Financial Times, 21  Mart)… 

Para dağıtan sağcı iktidarlar 
Anglo-Sakson dünyasının iki sağcı iktidarı “yurttaşlara açıktan para dağıtma” önerisini benimsedi. 

Koronavirüs krizine karşı Trump, “her Amerikalıya 1000 dolarlık çek dağıtmayı” önermişti. ABD Senatosu 25 Mart’ta bu öneriyi bir “teşvik paketi” içinde kabul etti. 

Yılda 75.000-150.000 dolar arasında gelir beyan eden her vergi mükellefine ayda 1200 dolar ödenecek. (Vergi mükellefi olmayan yoksullar dikkate alınmamıştır.) İşsizlik sigorta ödeneklerinin süresi de dört ay (her ay için 2400 dolar) uzatılacaktır.

Elbette devletin sınıfsal niteliği ağır basmıştır. Ek harcamaların yarısı krizin etkilediği şirketlere ayrılmıştır.  Bu toplamın aslan payı da dev şirketlere düşmektedir. Bu aktarımların yönetici primlerine ve borsaya (şirketlerin kendi hisselerine) yönelmesi önlenemeyecektir. 

Boris Johnson, Trump’tan daha “cömert” çıktı. Parlamentoya koronavirüs krizi nedeniyle getirilen yasal düzenlemeye göre “salgın nedeniyle işini kaybeden her işçiye son ücretin yüzde 80’i” süresiz ödenecektir.

Neoliberal makro-ekonomik politikaların ana dayanağı olan “malî disiplin” anlayışı, 2008 krizinde sadece şirket kurtarma operasyonları için çiğnenmişti. Bugün Trump ve Johnson, emekçilere para dağıtarak bütçe açıklarını artırıyor. Anlaşılan kapitalizmin koronavirüs salgınını yönetemeyeceğinden, çok sert bir toplumsal bunalımı tetikleyeceğinden ürküyorlar. Üstelik, sistem-karşıtı güçlü, örgütlü bir sol muhalefetin yokluğuna rağmen…

Türkiye’de “şirketleri kurtarma” paketi
Türkiye’ye gelelim. 
Cumhurbaşkanı, koronavirüse karşı on dokuz maddelik bir ekonomik paket açıkladı. Sıralanan önlemlerin büyük çoğunluğu doğrudan doğruya şirketlere, işverenlere hitap ediyor. Salgın ortamında güçlüğe sürüklenen şirketlerin ek sorunlarını hafifletmeye dönük öneriler... Yükümlülük bankalarda; ek finansman Hazine’de…

Pakette, doğrudan doğruya emekçileri, yoksulları gözeten maddelerin sayısı sadece üç: Emeklilerin en düşük aylığı 1500 TL’ye çıkarılacak ve bayram ikramiyesi Nisan’a çekilecek; ihtiyaç sahibi ailelere yapılan yardımlara ek kaynak ayrılacak; 80 yaşı aşkın yalnız kişiler için bir “takip programı” devreye alınacak… 

Doğrudan emekçileri gözeten bu kalemlerin ek maliyeti sadece ilk iki öğede yer alıyor; toplam paketin yüzde 3-4’ünü aşamaz. Gerisi şirketlere, işverenlere dönüktür.

ABD ve Britanya’daki koronavirüs paketlerinde gözetilen emekçiler Türkiye’de niçin yok? 
Bu soruyu pek sevdikleri “paydaşlar” söylemi ile geçiştiremezler: “Şirket” olgusu, işçi, işveren, tüketici ve devletten oluşan “paydaşların” bütünü imiş…
Boş çaba. İşçi sınıfı ve işsizlik olgularını böyle yok edemez; unutturamazsınız. 

Türkiye seçeneklerini tartışırken…
Oğuz Oyan, 24 Mart tarihinde Sol Portal’de yayımlanan “Palyatif Önlemlerden Çözüm Çıkmaz” başlıklı yazısında önemli bir tespit yapıyor: Koronavirüs salgını, kırk yıldan bu yana egemen olan neoliberal reçetelere dayalı “eski tür sermaye birikim tarzının sürdürülmesini [imkânsız kılacak]; korumacı-devletçi yapılanma eğilimleri güç kazanacaktır.” 
Ardından da uyarıyor: Bu genel eğilim, Türkiye’deki iktidar tarafından faşizme geçişi güçlendirecek bir fırsat olarak kullanılabilir. 

Arkadaşımız uyarısında haklıdır. Örneğin salgın, yeni bir OHAL için vesile olarak kullanılabilir. Halk sağlığı uygulamaları bakımından iktidarın elindeki yetkiler geniştir; baskıcı yöntemleri daha da genişletmenin anlamı yoktur. 65+ yaştaki insanlara “sokağa çıkma yasağı” OHAL’siz uygulanmadı mı? 

Bu nedenle bir OHAL tasarımı, salgına karşı mücadele için değil, iktidarın siyasî önceliklerine dönük olacaktır. Bu nedenle kesinlikle karşı çıkılmalıdır. 

Bir başka ikilem de söz konusudur. Bu kriz, neoliberal reçetelerden sapılmasını da kaçınılmaz kılacaktır. Batı’daki ipuçlarına değindim. “Saray’ın paketi” bu eğilimi içermiyor; ama er-geç gündeme gelecektir.

İktidar, bu doğrultuda adımlar attığında “ödenek nerede; borçlanma sınırı aşıldı mı?” soruları bize düşmez. “Nereye?” sorusu gündemdedir. Ek kaynaklar, kredi teşviklerine, şirket kurtarmalarına değil, sadece sağlık harcamalarına ve emekçilere dönük nakit aktarımlarına ayrılmalıdır

Bu çerçevedeki ek harcamalar merkezî bütçe sınırları aşılarak; bütçe-dışı kaynaklar sonuna kadar kullanılarak; para basılarak yapılmalıdır. Bugünün gündemi, insanları yaşatmak; emekçi gelirlerini, toplam talebi sürdürmektir. İç talebin bu derecede çöktüğü bir ortamda “enflasyon kâbusu” safsatadır. 

Ayrıca hatırlatalım ki çeyrek yüzyıl önce koalisyon hükümetleri, enflasyona karşı emekçileri koruyacak yöntemleri bulmuş, uygulamıştır. Hatırlanır; yeniden uygulanır; geliştirilir. Sermayeye, finans kapitale teslim olmamak koşuluyla… 

Not: Önem ve değer verdiğim bir ödül jürisinde görevliyim. Katılan çalışmaları incelemek için Mayıs başına kadar yazılarıma ara vereceğim. Sağlığım yerinde; ama usulen ekleyelim: Ölmez, sağ kalırsak… 

Korkut Boratav / SOL

26 Mart 2020 Perşembe

Birkaç şirkete aktarılacak para, 2 milyon aileye verilecek yardımdan daha fazla! - SOL

Koronavirüs yüzünden araç trafiği yüzde 70 azaldı. 3 ay daha böyle giderse köprü ve otoyollara ödenecek garanti bedelleri 9,1 milyar liraya çıkacak ve kaynak ihtiyacının arttığı bugünlerde sadece birkaç şirket milyarlarca lirayı cebine indirmiş olacak.


2019 yılı için Yavuz Sultan Selim ve Kuzey Çevre Otoyolu’nu işleten IC İçtaş İnşaat–Astaldi konsorsiyumu ICA’ya 3 milyar 50 milyon lira garanti ödemesi yapıldı. Sadece tek bir firmaya araç geçiş garantisi adı altında hazineden yapılan ödeme, açlık tehdidiyle karşı karşıya kalan milyonlara yapılacak ödemenin tam 1,5 katı.

BirGün'den Ozan Gündoğdu'nun haberine göre, cebimizden tek kuruş çıkmayacak denilerek köpürtülen yap-işlet-devret (YİD) modelli bu projelerde şu sıralar gündemde yine garanti ödemeleri var. Zira kara yolu trafiğinin salgın yüzünden yüzde 70 azaldığı tahmin ediliyor. Ancak köprü ve otoyolları işleten firmalar sözleşme gereği riski hazinenin sırtına yükleyebiliyor.

YAVUZ SULTAN SELİM KÖPRÜSÜ
Devlet, ICA'ya Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nden (YSS) yılda 49 milyon 275 bin aracın geçeceğini garanti ediyor. Bu sayının altında kalındığında geçmeyen araçlar 3 dolar + KDV tutarında garanti ödemelerinin hazineden tahsil ediyor. Üstelik araç başına dolara endeksli garantiler verilmiş durumda. Bu yüzden geçmeyen araçlar için hazineden ICA’ya ödeme yapıldığı gibi, geçen araçların da farkı ICA’ya ödeniyor.

OSMANGAZİ KÖPRÜSÜ
Nurol, Özaltın, Makyol, Astaldi ve Göçay firmalarının oluştuduğu Otoyol A.Ş. tarafından işletilen Osmangazi köprüsü’nün de tıpkı YSS köprüsü gibi dolara endeksli araç geçiş garantileri bulunuyor. Köprü için yılda 14 milyon 600 bin araç geçiş garantisi bulunuyor. Ancak Temmuz 2016- Temmuz 2019 arasında Osmangazi Köprüsünü kullanan araç sayısı 22 milyonda kaldı. Garanti edilenin yarısı kadar araç geçtiği bilinen köprüden geçmeyen araç başına 35 dolar + KDV tutarında ödeme yapılıyor.

AVRASYA TÜNELİ
Türkiye’den Yapı Merkezi Holding ve Güney Kore’den SKE&C tarafından oluşturulan ATAŞ konsorsiyumunun işlettiği tünele yıllık 25 milyon 125 bin araç geçiş garantisi verilmiş durumda. Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan’ın ifadesine göre 2018’de tünelden geçen araç sayısı 17 milyonda kaldı. Böylece geçmeyen 8 milyon araç için ATAŞ konsorsiyumuna 2018 yılında 155 milyon lira ödeme yapıldı.

İZMİR-BURSA OTOYOLU
İzmir ile Bursa’yı bağlayan otoyolun işletmecisi Osmangazi Köprüsü’nü de işleten Otoyol AŞ. Otoyol için 4 ayrı garanti bulunuyor. İzmir- Edremit için 8 milyon 395 bin araç Edremit- Orhangazi arası için 6 milyon 205 bin araç, Orhangazi-Gebze için yıllık 14 milyon 600 bin araç, Orhangazi-Bursa arası için 12 milyon 775 bin araç geçişi için garanti verilmiş durumda. Sözleşme gereği garanti ödemeleri 2035 yılı temmuz ayına kadar hazineden ödenecek. Otoyol 2020 yılında açıldığı için önceki dönemlerde kaç aracın geçtiği bilinmiyor.

GARANTİYE İLAVE MİLYARLIK ÖDEME
Sözleşme bedelleri dolara endekslenen, araç geçiş garantileri şişirilen bu ve benzeri yollara 7,8 milyar TL ödenek ayrılmış durumda. Ancak koronavirüs salgını yüzünden karayolu trafiğinin azaldığı hesaba katılırsa bu tutar planlanandan çok daha fazla olabilir. Dolar kurunda yeni bir şok yaşanmaz ve korona salgını sadece 3 ay boyunca karayolu trafiğini yüzde 70 azaltır, yılın geri kalan aylarında ise eski trafiğe geri dönülürse bile sadece koronadan kaynaklanan ilave garanti ödemesi milyarı aşıyor.
Kara yolu trafiğindeki yüzde 70’lik azalmanın
  • 1 yıl sürmesi halinde: İlave 5,4 milyar lira,
  • 6 ay sürmesi halinde: İlave 2,7 milyar lira,
  • 3 ay sürmesi halinde: ilave 1,35 milyar lira hazineye fatura ediliyor.
Buna karşılık koronavirüs yüzünden sosyal yardım alan 2 milyon haneye yapılacak ilave ödeme toplamı ise 2 milyar lira.

‘BU YIL GARANTİ ÖDEMESİ YAPILMASIN’
CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, halk sağlığının yanında ülke ekonomisini de derinden etkileyen korona virüs salgınına karşı kullanılacak kaynak için bir öneride bulundu. Gürer, kullanılmayan yol, köprü ve tünel ile havaalanlarında geçiş garantisi kapsamında yandaş firmalara aktarılacak paraların, virüs salgınıyla mücadeleye kaynak olarak aktarılmasını önerdi.
Gürer, “Normal şartlarda bile bu yatırımlar garanti kapsamının çok altında kaldı ve devlet hazineden bu yatırımları yapan firmalara yüklü miktarlarda para ödedi. 2020 yılı bütçesine geçiş garanti bedeli olarak 7.8 milyar lira ödenek ayrıldı. Kamu özel işbirliğiyle yaptırılan yol, tünel, köprü, şehir hastaneleri ve havaalanlarının müteahhitlerine bütçeden yapılan hazine garantili ödemeler bir yıl süreyle ertelenmeli ve garantiler Türk Lirasına çevrilmelidir” dedi.

SOL

25 Mart 2020 Çarşamba

Kaleci Nihat - NAZIM ALPMAN


Yarışmalı televizyon programlarından birinde (1990’lı yıllar) yarışmacı heyecanla “Hangi Nihat?” diye sorunca programcı Güner Ümit, konuyla ilgisi olmamasına karşın Nihat’ın yanına en fazla yakışan kelimeyi eklemişti:
-Kaleci Nihat!
Çok uzun yıllar sonra bile Nihat denildiğinde akla öncelikle Kaleci Nihat (Akbay) geliyordu. Oysa Nihat Akbay 1978’de on yıllık Galatasaray kariyerini tamamlayıp “GS Kaptanı” olarak futbol hayatını noktalamıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısında bile akla gelen ilk kaleci olarak yerini koruyordu.
Yeşil sahaları bıraktıktan 20 yıl sonra da hafızalarda yerini koruyorsa o isme “Efsane” demek abartı olmaz her halde.
Buradan sonra “Nihat Ağabey” diyerek devam edeceğim. Çünkü o bir Beykozlu… Bizlerin bir kuşak öncesinde olan büyük bir sporcu dahası örnek bir insan… Karikatürü dev ismi Altan Erbulak, Nihat Ağabey’in jübilesi için çizdiği karikatürde konuşma balonunda şöyle diyordu:
-Sen Nihat’ın 1 numara olduğuna bakma o her zaman 10 numaradır!
Nihat Ağabey’in en fazla iz bırakan “centilmen” bir sporcu oluşuydu. Beykoz çayırında yetişen ünlü futbol yıldızları arasında onun özel bir yeri vardı. Uzun yıllar Türk futbolunun zirvesine yer alan Galatasaray’ın ve Futbol Milli Takımı’nın kalesini başarıyla korumuştu. En büyük zaferlere imza attığı anlarda dahi onun “şımardığını” kimse görmemişti. Ağırbaşlı, herkese saygılı, beyefendi halleri, coşkulu şampiyonluk anılarından önce geliyordu.
Nihat Ağabey 1968 yazında Beykoz’dan Galatasaray’a transfer olmuştu. O sezon (1968-1969) GS Şampiyonluğu göğüslemişti. Kulüp Başkanı Selahattin Beyazıt Galatasaray Piyangosu düzenlemişti... Bütün GS’lı sporcular Galatasaray Lisesi önünde piyango bileti satıyorlardı.
Bir erkek, bir kadın sporcuyla eşleşerek görev yapıyorlar. Nihat Ağabeyin yanına da Voleybol Takımının yıldız oyucularından Sezgin Yüzak düşüyor. Biletleri birlikte satıyorlar, büyük ikramiyeyi Nihat Ağabey kazanıyor:
-Sezgin Yüzak ile tanışıp evleniyorlar.
İki çocukları oluyor, Arkın(1973) ile Barkın (1977)…
1971 ile 1973 yılları arasında Galatasaray üst üste üç yıl şampiyon olduğunda kaleyi Türkiye’nin en iyi iki kalecisi koruyordu. Biri Yasin Özdenak, diğeri de Nihat Akbay.
İngiliz teknik direktör “Brian Brich dönemi” olarak anılacak yıllarda Galatasaray’ın kalesinde devleşen bir isim olarak tarihe geçen Beykozlu oldu Nihat Ağabey…
Neden Beykozlu diyorum?
Kendisiyle Beykoz Sözlü Tarihi için yaptığım uzun söyleşi de bana şöyle demişti:
-Galatasaray kamplarından izin alır Beykoz maçlarına giderdim!
Beykoz’dan hiç kopmadı. Berberi Sefer’i hiç değiştirmedi. Beykozlu arkadaşlarını da öyle…
Nihat Ağabeyi dün (24 Mart 2020) Kızıltoprak Camiinde kılınan cenaze namazı sonrası Beykoz’da toprağa verdik. Eğer korona salgını olmasaydı kesinlikle Kızıltoprak’ta bir derbi maçı kitlesi toplanabilirdi. O her takımdan yüzbinlerce taraftarın kalbinde özel bir yere sahipti:
-Beyefendi Aslan Kaleci Nihat!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Salgın günlerinde Doğan Öz’ü anarken - Ali Rıza Aydın

24 Mart. İnsanlık düşmanı-sömürü dostu katillerin kurşunlarıyla 42 yıl önce katledilen hukukçu, insanlık sevdalısı, adalet ve sosyalizm mücadelecisi Doğan Öz’ü anma günümüz.

Bu yılki anma toplantısını İzmir olarak planlamıştık. Salgın günleri nedeniyle yapamadık. Bu nedenle Perşembe yazımı hoşgörünüze sığınarak bugüne çektim.
Bugün, Hukukta Sol Tavır Derneği olarak komünist hukukçularla, işçi avukatlarla, Doğan Öz dostlarıyla geleneksel anmamızı yapacak, Doğan Öz ile hukuk ve yargı arasında köprü kurup, bugünün köprü ayağının nasıl çökertildiğini ama Doğan Öz ve diğer adalet mücadelecileri adına nasıl dik durulduğunu anlatacaktık. 

Doğan Öz, 1980’lere ve oradan da bugüne kadar tüm vahşilikleriyle gelen sömürücü düzende, birçok ilerici, aydınlanmacı, barışsever, yurtsever, emekçi, sosyalist ve komünistin katliamı gibi alındı aramızdan.

Bir Savcı olarak ve de polis takibindeyken katledilmesi, yalnızca 1970’lerin son çeyreğinin Türkiye’sini yansıtmıyor; aynı zamanda kapitalist, emperyalist dünyanın ve bu dünyanın işbirlikçilerinin sömürü hırslarını ve emekçi halka, ilericilere karşı düşmanlığını da yansıtıyor.

Doğan Öz ve benzeri cinayetler bir konuyu netleştirdi: Cinayetlerin sınıfsallığı katledilenlerin siyasi kimlik taşıyıp taşımadıklarıyla ölçülmez. 

Öz’ün, okumak için “Komünist Manifesto kitabını istemesi” notunun Konya Emniyet Müdürlüğünün kayıtlarına girmesinin bilinmesine de gerek yok. 
İnsanı suça iten nedenleri ve suçun kaynağını sorgulayan, kontra gerillanın üzerine giden; yolsuzluklara, devlet güvenlik mahkemelerine, Batı’nın istihbarat örgütlerine, idama ve cezasına, siyasi ve ekonomik işlevi açık faşist örgütlenmelere ve çetelere, Komünizmle Mücadele Derneğine karşı savaşım veren bir hukukçunun katli sınıfsal değil de nedir?

İnsanlık düşmanlarına, piyasaya, gericiliğe, yozlaşmaya, işbirlikçiliğe ve sömürüye karşı bütünsel mücadele veren, devleti ve hukuku toplumsal ilişkilerin ürünü olarak gören şair ruhlu Doğan Öz’ün katli sınıfsal değil de nedir? 

24 Mart 1978 günü Ankara Adliyesi’ndeki görevine gitmek üzere otomobiline bindiği esnada uğradığı silahlı saldırıda kaybetti hayatını.

Savcılık ve Emniyet, Ankara’da sol görüşlü Muzaffer Üstünel’in katli olayında elde edilen kovanların Doğan Öz cinayetinde kullanılan kovanlarla aynı silahtan çıkmış olduğunu tespit etti.

Ankara Bahçelievler’de yedi Türkiye İşçi Partili genç yoldaşımızın katil zanlısı olarak yakalanan İbrahim Çiftçi, Doğan Öz suikastını gerçekleştirdiğini emniyet sorgusunda itiraf ettiği gibi Cumhuriyet Savcılarının sorgusunda cinayeti tüm ayrıntılarıyla anlattı. Eylemi Hüseyin Demirel ve Hüseyin Kocabaş’ın emir ve talimatları doğrultusunda yaptığını söyledi.

Askerî Mahkeme Çiftçi’yi Öz cinayetinden idama mahkûm etti. Askerî Yargıtay soruşturmadaki bazı noksanlıklar nedeniyle Mahkeme kararını bozdu. Askerî Mahkeme, Çiftçi hakkında ölüm cezasına tekrar karar verdi. Askerî Yargıtay Genel Kurulu idam kararını bozdu.

Yargılamayı yürüten Askerî Mahkeme, gerekçeli kararında yargı tarihine geçecek ifadelerle, “İtiraz üzerine verilmiş olsa dahi Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararlarına direnilemeyeceği muhtelif Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararlarından anlaşıldığından ayrıca Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkemeleri bağladığından Mahkememiz eski kararında direnememiştir. Bir oy farka dayansa da sekizde yedilik oy çokluğuna dayanan Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun bozma ilamına, hukuki zorunluluk nedeniyle uyulmuş”tur diyerek sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verdi. 

Böylece dönemin birçok cinayetinde olduğu gibi, akla sığmayacak yollarla ve kararlarla, faili belli suikast faili meçhul (!) kaldı.    

Doğan Öz katliamıyla hem hak aramanın ve yargının çürütülmesinin yolu açıldı, hem de hukuk ve yargının düzen içi hallerini analiz ederek toplumcu gerçekçiliği arayan mücadele insanlarının yolu kapatılmak istendi.

Bir konu daha kanıtlandı: Bu tür katliam ve davalar yalnızca failleriyle, düzenden soyutlanarak okunmaz; düzen, gerektiğinde fail bulur gerektiğinde failleri korumasını bilir.

İçinde bulunduğumuz salgın ortamında Fransa’da 600'den fazla doktorun, salgının yol açtığı krizin yönetiminde "devlet yalanı" söylemeleri, “salgın ile ilgili tehlikeyi bildikleri halde zamanında gerekli önlemleri” almamaları, “halktan bilgi gizlemeleri”,  “Dünya Sağlık Örgütü'nün 30 Ocak'taki uyarısından hemen sonra gerekli olan tıbbı malzeme stoku ve yeterince miktarda test kiti oluşturmak için harekete” geçmemeleri gibi gerekçelerle Başbakan ve Sağlık Bakanı hakkında Paris'teki Adalet Divanı'na suç duyurusunda bulunması önemli bir tespiti ve sorumluluğu gündeme getirip harekete geçmek yönünden anlamlı.

Bu suç duyurusu, Türkiye’ye ve diğer ülkelere de örnek olacak bir mücadele girişimi.

Salgının bilimsel olarak okunması ve yaşanan gerçekler bu tür sorumlulukla birlikte başka ve ağır bir katliamı ve sorumluluğu işaret ediyor. 

Koronavirüs salgını doğanın, insanların ve toplumların sağlığıyla birlikte sağlıklı bir çevrede yaşamayı tehlikeye atma ve sömürüyü sürdürebilmek için keyfice her şeyi katletme suçlarıyla da değerlendirilmeli. 

Bu suçların kaynağında ise kapitalizm var. Uzlaşmacıların işbirlikçiliği de unutulmamalı.

Fransız doktorların girişimi bir yönüyle yerinde. Ancak, Doğan Öz katliamının faili meçhule giden hikayesi de unutulmamalı.

Doğan Öz ve benzeri katliamların faili meçhul olmadığı gibi salgınların ve halkın sağlığı adına görevi kötüye kullanmanın, halkı kandırmanın faili de meçhul değil. 
Evet, suçlulardan hesap sorulmalı; ama mücadele, otorite fırsatçılığının ve suçların kaynağı olan sömürücü düzenden hesap sorulmadan bitmemeli. 

Ali Rıza Aydın / SOL