30 Mart 2020 Pazartesi

Hulusi Akar’ın hırkası - Barış Terkoğlu

Bir iniş, bir yokuş. Kara taştan bir büyük binanın önünden geçtiler.
- Burası ne? 
- Bu, işte, bizim karargâh, 
Erkânı Harbiye Riyaseti.
Yakup Kadri’nin Ankara romanında, Selma Hanım’ı gezdiren Binbaşı Hakkı Bey, Milli Mücadele’nin Genelkurmay binasını böyle tanıtıyordu. Milli Savunma Bakanı’nın gömlek ve hırka ile Suriye harekâtını yönetirken verdiği fotoğraf bana o sahneyi hatırlattı. Hulusi Akar, etrafındaki kamuflajlı askerlere talimat veriyordu, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar ise geride bir siluet olarak kalmıştı. Tabii ki bir bakanın eskiden Genelkurmay Başkanı da olsa kamuflaj kıyafeti giymesi uygun düşmezdi. Öte yandan kravatla savaş yönetmek de pek ortama uymazdı. Belli ki “savaş yönetme kıyafeti sorunu”na çözüm böyle bulunmuştu.

Bir anormallik yok mu, diye düşünüyorduk. Emekli olduktan sonra haber kanallarına yerleşen askerler de bu konuda pek konuşmuyordu. Neyse ki bizim gazeteden İpek Özbey, emekli General Ahmet Yavuz’a “Bu fotoğraf normal midir” diye sordu. Her zaman aklıselimi söyleyen Ahmet Yavuz, “Bence yanlış yapıyorlar, bu tip bir harekâtı Genelkurmay Başkanı sevk ve idare eder ve harekât merkezlerinde komutanlar görünür” diye yanıt verdi.
CHP’li bakan da yönetebilir mi?
Mesele sadece fotoğraf değil ki... 
100 yıl önce çözdüğümüz bir sorun yeniden karşımızda duruyor. Basit bir şey söyleyeyim. Diyelim oldu ya, bir dahaki seçimde Millet İttifakı kazandı. Oldu ya, mesela Tuncay Özkan da savunma bakanı olarak açıklandı. Özkan, karargâha girip, Hulusi Akar gibi parmağıyla harekâtı yönetmek isterse komutanlar ne diyecek? “Biz sadece AKP hükümetinin bakanından emir alırız, sizden emir almayız” mı diyecekler? Yoksa “Siz de eski bir Genelkurmay Başkanı bulun” diye ricacı mı olacaklar? Hani biz bu işe “askeri siyasallaştırmayalım” diye başlamamış mıydık? Bu fotoğraf, tam da “siyasetin göbeğindeki ordu” kapısını kimse fark etmeden açmadı mı?
Konuştuğum kişi “mecburen” demese “düşünemediler” diyecektim. Öyle ya, askerlikle bağlantısı ara sıra orduevinin önünden geçmek olan televizyon yorumcuları bile “Hava sahasının kapalı olduğu bir bölgede harekât risklidir” diyordu. Kuşkusuz iyi eğitimli askerlerden oluşan TSK’nin komuta kademesi de bunun farkındaydı.
Düşünüyor, tartışıyor ve kapalı kapılar ardında söylüyordu. Ama pek de dinlenmiyordu. 
Dahası da var...
TSK, PKK ile mücadelesi sonucu gayri nizami harp deneyimi olan bir orduydu. 
Suriye’de gayri nizami harp unsuru olarak “bölge gücü” ÖSO yaratılmıştı. Ama bazı sorunlar vardı. ÖSO, savaşma konusunda isteksizdi. İçinde “bizden” özneler olmadan savaşamıyordu. Öte yandan ÖSO’nun karşısında iki düzenli ordu, Suriye ve Rusya vardı. 
Düzenli ordularla savaşan ÖSO, bir başka düzenli ordu olan TSK birliklerinden kopamıyordu.
Gayri nizami harbin en önemli kurallarından biri düzenli ordu ile gayri nizami harp unsurlarının iç içe geçmemesiydi. Sakal bırakan, düzenli nöbet tutmayan, giyimi dağınık milislerin; düzenli ordu düzenini bozması, en bilinen sorundu. İki grubun yakınlaşması, ayrıca dağınık birliklerle savaşan milislerin, düzenli ordu birliklerini hedef haline getireceği bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Bu ve daha birçok sakınca TSK komutanları tarafından öngörülmüştü. İdlib’deki harekât haliyle “rasyonel askeri” değil, “siyasi” bir operasyon haline gelmişti. Bu durumda asker komutanların siluet, siyasi bakanın ise “güzel çıkmış mıyım” diyeceği fotoğrafın zeminini doğal olarak yarattı. “Biz 34 şehidi nasıl bir anda verdik” sorusunun bir gün verilecek yanıtı da bu fotoğrafta aranacaktı. Putin’in Moskova Mutabakatı günü bile söylediği “Hiç kimse (şehit olan) Türk askerlerinin yerini bilmiyordu” sözlerinin sırrı da.
Bu bıçağın iki yanı 
100 yıl önce çözdük demiştim ya... 
Sahiden Milli Mücadele yıllarında da bu tartışma yapıldı. Düşünün, Meclis daha bir haftalık bebek. Harbi kim yönetecek diye tartışıyor. “Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı)” tezini savunanlar olunca, Mustafa Kemal, Osmanlı’da çöküş dönemine göndermede bulunarak uyarıyor:
Harbiye Nezareti’nin meşgul olduğu vazifeler, ordunun iaşesi, giyimi ve teçhizi gibi hususlardır. Vazifelerine emir ve komuta dahil değildir. Bizim memleketimizde öteden beri Harbiye Nazırları harp harekâtını ve komutayı dahi üzerlerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. Onun için memleketimizde bağımsız Erkânı Harbiye Riyaseti yoktur. Doğrudan doğruya Harbiye Nazırı’nın arzusu dahilinde hareket eden bir Erkânı Harbiye Reisi vardır.
Peki, Genelkurmay Başkanı ne yapacak? 
Mustafa Kemal, “Nasıl harp edecek, vatanı nasıl müdafaa edecek ve nasıl hazırlanmak lazım geldiğini düşünür” dediği Genelkurmay Başkanlığı için bu ayırımın neden önemli olduğunu, konuşmasının devamında şöyle anlatıyor:
Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi, sırf askeri hususlar ile meşgul olur ve böyle bir zatın siyaset meselesine karşı olması, kendisinin kabine ile beraber icabında düşmesini icap eder.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, bu bıçağın iki yanını da gösteriyor. Bakanın savaş yönetmesi, savaşı yöneteceklerin siyasetin içinde olması sonucunu doğuruyor:
Efendiler, komutanlar askerliğin görev ve gereklerini düşünür ve uygularken, beyinlerini siyasi görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevlilerin bulunduğu unutulmamalıdır.
Aşk da savaş da kıyafet değildir
Dükkâna giriyorsunuz. Duvardaki çivide asılı ceket tabii ki bakkalındır. Tezgâh başındaki önlük elbette bakkalındır. Ama devlet, bakkal dükkânı değildir. Devleti kuran Mustafa Kemal, Meclis adına harbi yönetme yetkisini ancak kanunla ve belli bir süre tanımlayarak kabul etmişti. Kuruluşun ardından vekil olmak isteyen komutanlara “Ancak üniformanızı çıkarırsanız” demişti. Şimdi devlet, tek kişiye göre tanzim edilen bir bakkala dönüşürken, kurumlar kendi başına işlemiyor. “Başka bir hükümet olursa” ne olacağının yanıtı işte bu nedenle verilemiyor.
Selma ve Binbaşı Hakkı Bey mi? Hakkı Bey’in şahsiyetine değil, harp içindeki üniformalı haline vurulduğunu fark eden Selma Hanım, Kurtuluş’tan sonra Meclis’te iş kovalayan sivil kıyafetli Hakkı Bey’i boşadı. “Her şey, akıl ve irade işidir” diyen Kuruluşçu devrimci Neşet Sabit’e âşık oldu.
Ankara’daki o taş binanın önünden geçerken, aşkın da savaşın da bir kıyafet işi olmadığını artık biliyordu.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Deniz Poyraz: 'Yeryüzünün sosyalizmden başka bir kurtuluş reçetesi yok' (SÖYLEŞİ) - Emre Falay

Deniz Poyraz’ın öykü dili yalın, çarpıcı, aforizmalardan uzak, yaşamın içinden, hatta yaşamın tam orta yerinde. Poyraz ile 'Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler' adlı öykü kitabına, edebiyata, kültür-sanat alanına, sınıfsal olana ve mücadeleye dair konuştuk.

Deniz Poyraz dergi, gazete ve kitap eklerindeki eleştiri ve makalelerinin yanına 2018 yılında bir öykü kitabı eklemiş oldu ve ne de iyi yaptı. “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”de yer alan öykülerin bir bölümü deyim yerindeyse epey sarsıcı. Bazı öykülerin sonuna geldiğinizde ise kimi zaman yazarın bize sakladığı sürpriz nedeniyle, kimi zaman içlerinde barındırdıkları umut, size duyumsatacakları tanışıklık ile kendinizi gülümserken buluyorsunuz. Öte yandan, Deniz Poyraz’ın öykü dili yalın, çarpıcı, aforizmalardan uzak, yaşamın içinden, hatta yaşamın tam orta yerinde.

Deniz Poyraz ile “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”e, edebiyata, kültür-sanat alanına, sınıfsal olana ve mücadeleye dair konuştuk.

Merhaba Deniz. Ne yalan söyleyeyim kitaptaki ilk öyküyü (Pul Biber Yangını) okumaya başladığımda beni bir hayal kırıklığının bekleyip beklemediğine ilişkin tereddüt içindeydim. Dışavurumcu bir genç yazar ile mi karşı karşıyayız acaba derken, hem öykünün bütünü hem de kitapta mahalleyi anlatan diğer öykülerin tavrı beni şaşırttı…
Merhaba… Pul Biber Yangını adlı öyküm, kitabın diğer öykülerinden bazı yönleriyle ayrışıyor, doğrudur. Daha hareketli, görece daha akışkan bir yapısı var öteki metinlere nazaran. Şöyle söyleyeyim, öykülerimi kaleme aldığım dönemde, öyküde ve kısmen romanda “dışavurumcu erkek tiplemeleri” epey bir modaydı. Fakat bu erkek karakterlerin hikâyeleri, “yüceltilen ve kutsanan erkeklik anlatıları”ndan öteye varmıyordu. Hakeza, özellikle Gezi Direnişi sonrası büyük sükse yapan popüler edebiyat dergileri de bu tiplemeyi pek sevdi. Söz konusu erkeğin kadın versiyonları da türetildi sonra. Bu temsil, edebiyatta gitgide stereo-tipleşti.

Bunun bu derece kanıksanması, bir yanıyla, aslında toplumsal bir karşılığının olduğuna da işaret ediyordu. İyi veya kötü, bir şeyin yaşamda bir karşılığı varsa, bundan kaçamazsınız; ancak o şeyin neresinde mevzileneceğinizi, ona hangi noktalardan yaklaşacağınızı seçmek size kalmış. Öykümü bu “lümpen delikanlı” tiplemesinin ruh dünyasını çözümlemeye çalışarak yazdım. Ayrıca, “böyle bir karakterle çıkılacak bir yolculuk beni nereye vardırır” gibi bir düşünce içinde olduğumu da hatırlıyorum.

Öte yandan, Pul Biber Yangını’nda kullandığım dili, kurduğum atmosferi beğenen ve diğer öykülerde de bunu talep eden, bunu arayan okurlar oldu. Neticede, ne yaparsak yapalım, söz konusu kurgusal bir metin olunca bir yerden sonra iş öznelleşiyor işte…

'BENİM MAHALLEM BİRAZ KARANLIK'
Yara isimli öykü gerçek anlamda canımı acıttı diyebilirim. Dilersen buradan devam edelim. Edebiyatçıların bir bölümünün bir tür yeni-romantizm içinde, geçmiş “güzel” günlere özlem duyarak ürettikleri pek çok hikâye çıktı karşımıza son yıllarda. Güzel, insani, sevecen, çocuksu bir mahalle kavramı ile birlikte… Senin öykülerindeki mahalle bundan farklı bir yerde. Buradaki tavrını biraz açar mısın?
Bir öykü dosyası hazırlarken hangi öykünüzün ön plana çıkacağını kestiremiyorsunuz. Benim için hepsi bir tabii ama okur Yara öyküsünü diğerlerinden başka bir yere koydu. Bunun farkındayım. Dediğim gibi, böyle şeyleri öngöremiyorsunuz yazarken…

Bu topraklarda doğup büyüyen hemen herkesin zihninde iyi kötü bir mahalle imgesi var. Mahalleden söz açmak, “bilinen bir sokakta kaybolmak” gibi. Yazar, içine doğduğu toplumun bir parçası; yani toplumsal bir kişilik. Dolayısıyla yazdığı şeyler de kolektif hafızanın bir ürünü olabiliyor. Fakat aynı mahalleye doğsak ve aynı devri yaşasak bile bu, aynı ideolojik yapının bileşenleri olduğumuzu göstermez elbette. O yüzden yazarların bir mekânı, zamanı, karakteri ele alış biçimleri farklı. “Benim mahallem” belki biraz karanlık. Kolektif suç ortaklıkları içeriyor. Yarattığı mikro-iktidar alanına tapanlarla, “öteki”ne hayatı zehredenler birbirine komşu. Buradaki tavrım, öykülerimi yazarken hep insana veya topluma dair bir “meseleden” yola çıkmamla ilgili olabilir. Böylece o sevecen ve çocuksu mahalle algısının üstü kazınıyor biraz, altından daha karanlık bir mekân çıkıyor. Mahallenin bu hâli yaşarken değil, yazarken keşfettiğim bir şeydi –ki kendi adıma kıymetli bir keşif oldu.

'SINIFLI DÜNYA DÜZENİYLE YÜZLEŞELİM'
Öykülerindeki küçük insanı tam sevecekken ondan nefret de edebiliyoruz ya da tam tersi. Her durumda anlamaya çalışıyoruz onu. Anladığımız her durum, her karakter okur için de bir yüzleşme çağrısı sanki. Öyküde karakterlerini nasıl kuruyorsun?
Doğrusunu isterseniz, ben hayatımda hiç katıksız iyi veya mutlak kötü birine rast gelmedim. Her türlü duyguya, düşünceye, eyleme meyilli varlıklarız; yeter ki fırsatını bulalım… Dolayısıyla, başkaları hakkındaki yargılarımızı da onlarla kurduğumuz ilişkilenme biçimleri belirliyor bence. Hayatının bir döneminden, en yakınından bile -misal babasından veya annesinden- bir anlığına dahi olsa nefret etmemiş biri var mıdır? “Var” diyen, psikoloji bilimini -tüm o karmaşaları hiçe sayar. Yine de ortada çok ekstrem bir durum, kapanmaz bir yara, olağanüstü bir problem yoksa hiçbirimiz onların tümden yok olmasını dilemeyiz. Fakat burada önemli bir detay var ki, içine doğduğumuz yaygın ideolojik yapı, adeta var oluşumuzdan gelen bazı karanlık noktaları beslemekle mükellefmiş gibi çalışıyor. Dünyaya gelerek, aslında her türden eşitsizliğe ve korkunç bir güvensizliğe de doğmuş oluyoruz. İnsan, en yakınının bir gün en uzak olacağını, en sevdiği dostunun belki günün birinde en azılı düşmanına dönüşeceğini hesap ederek yaşamaya başlıyor ve bu kapitalist ilişkilenme biçimde her birimizin aslında ne kadar yalnız, aciz bireyler olduğumuzu gösteriyor.

Öte yandan, bireyi toplumdan soyutlayıp ona tek başına bir “iyilik” veya “kötülük” atfedemeyiz. Bir insanı faunasından ayrı değerlendiremeyiz. Hem çıkarımlarımız hatalı olur hem o kişiye haksızlık ederiz gibi geliyor bana. Ancak az evvel sözünü ettiğim bu “doğal karanlığımızı” ehlileştirip, türümüzü hem insanlık hem de yeryüzündeki diğer canlı varlıklar için daha zararsız hâle getirmemiz pekâlâ mümkün. Tam bu noktada hem kendi karanlığımızla hem de kendini mutlak bir yazgıymış gibi dayatan sınıflı dünya düzeniyle yüzleşelim isterim. Dayanışma, yoldaşlık, vicdan, eşitlik, hürriyet gibi kavramların etkisinin zayıflamasının kimlerin işine geldiğini iyice bir düşünelim isterim.

Neticede, karakterlerim, böyle bir düzenin içinde kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar. Kimi buluyor kimi de karanlık içinde boğulup gidiyor. Gerçekte de öyle değil miyiz?

Buradan yola çıkarak gerçekliği kavrayış biçimi hakkında da konuşmak gerekiyor sanırım. Gerçeğin tek yönlü, değişmez ve mevcut karanlık biçimiyle kavranışı edebiyatımızda da toplumsal varlığından yalıtılmış karakterler yaratabiliyor. Senin yaşayan, canlı karakterlerin ile gerçeği kavrayış biçimin arasındaki ilişki nedir?
Önceki soruya verdiğim yanıtlar burada da geçerli olmakla birlikte, bence bir karakteri “canlı, inanılır, yaşayan, sahici” kılan şey, onun hayatın olağan akışına ve insan tabiatına uygun biçimde hareket edip etmediğidir. Bu sadece realist veya toplumcu gerçekçi yazın için değil; fantastik/bilim-kurgu türüne ait bir edebiyat ürünü veya deneysel bir metin için de geçerli bir kural bence. Çünkü her türlü deneysellik de mevcut insandan veya toplumdan yola çıkarak yapılacak. 

Milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki bir galakside geçecek bir kurgunun karakterleri de yine türümüze ait bir öz taşıyor olacak.

Öte yandan, insan çok boyutlu ve son derece kestirilemez bir varlık. Her hareketi her kararı her refleksi hep binlerce ihtimale gebe. Bu gerçeklik, hayatı hem keyifli kılan hem de karmaşıklaştıran bir durum. Ayrıca bu ihtimalleri yöneten ve yönlendiren bir sürü direnç noktası var her birimizin yaşamında. Ne kadar becerebiliyorum bilemem; ama bir karakter yaratırken bu temel prensipleri es geçmemeye gayret ediyorum.

Karakterlerini ve gerçekliği kavrayışına dair tavrının öykü diline de yansıdığını düşünüyorum. Neredeyse Orhan Kemal yalınlığında bir dil kuruluşun var diyebilirim. Öte yandan televizyonda penguenleri anlatan belgeselin sesi ya da torpido gözünde “Asi ve Mavi” kaseti bulunan Lada araba gibi ince detaylar çıkıveriyor karşımıza. Öykü dilini kurarken nelere dikkat ediyorsun?
Yeni karşılaştığımız bir yazarı değerlendirirken hep “şunun gibi yazıyor, dili bunu andırıyor” deriz. Ben de sık sık yaparım bunu. Bilhassa sevdiklerime, yakınlarıma kitap önerirken… Henüz okumadıkları bir yazardan bahsedeceksem, bildikleri bir yazarı referans göstermek kolayıma gelir. Tabii bu söylediğiniz, benim örneğimi çokça aşan, büyük bir şey. Onur verici, teşekkür ederim… 

Ayrıca Orhan Kemal, önce metinlerinden, sonra aydın ve entelektüel tavrından çok etkilendiğim bir yazar… Hatta “yazar” deyince mesela benim kafamda canlanan da tam olarak bir Orhan Kemal imajıdır.

Dil meselesine gelince, bu biraz “ne yersen o’sun,” önermesindeki gibi bir şey. Okur olarak neyle “beslenmeyi” seviyorsan, yazar olarak da dilin o “beslendiğin” şeye meylediyor yazarken. Bu konuda dikkat ettiğim en önemli husus, karakterin kimliğinin inşası ve bu inşaya güç verecek sözcük kullanımı.

Yeri gelmişken, diyelim bir kitap yazma iddiamız var ve bu süreçte kendi dilimizin ustalarını es geçip devamlı çeviri metinler okuduk. Böyle bir durumda, karakterlerimizin bu toplumdaki hiç kimseye benzememe riski doğar –ki bu evvela kendi toplumu için üreten bir yazarın hiç istemeyeceği bir şey. Adnan Binyazar Toplum ve Edebiyat kitabındaki denemelerinden birinde “başkası gibi yazmanın bir yazarı evrenselleştiremeyeceği”nden bahsediyor. Ben, buradaki “başkası gibi” ifadesini, başka bir kültürün dili ve hafızası olarak algılıyorum. Bu sebeple, “öykü dili” denen kavram üzerine düşünürken, öyküyü hangi dilde yazacaksam o dilin ustalarını ve bıraktıkları mirası esas alıyorum. Dil konusunda dikkat ettiğim şeyler aşağı yukarı bunlar…

Klasik bir soru olacak belki ama beslendiğin kaynaklar nedir? Hem edebi, estetik hem de düşünsel anlamda…
Ben her biri için tek tek yanıtlamaya çalışayım o hâlde. Edebi olarak Refik Halit Karay, Orhan Kemal, Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday, Peyami Safa, Jack London, Herman Melville, Anton Çehov, Andrey Platonov; estetik anlamda Sevgi Soysal, Latife Tekin, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Cemil Kavukçu, Metin Kaçan, Boris Vian, Georges Perec, Vladimir Nabokov, Thomas Bernhard, J. D. Salinger, Javier Marias, Raymond Carver, John Cheever; düşünsel olarak da Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve F. M. Dostoyevski. Bunlara ek olarak, Orhan Pamuk’un çalışma azmi, romancılıktaki disiplini, takıntıya varan detaycılığı ve kararlılığı da bence her yazara ve yazar adayına örnek olmalı.

'DÜNYA ŞİRKETLERİN KÂR SAHASINA DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA'
İçinden geçtiğimiz zamanın, yaşadığımız her an, her şeyin ne denli sınıfsal olduğunu bizlere hatırlattığını düşünüyorum. Sınıfsal olan buna paralel biçimde edebiyat ve sanatın içinde yavaş yavaş görünmeye başlıyor sanki. En azından çelişkileri ile… Ancak bu anlatıda sınıfın kendisi henüz bir özne olarak yer almıyor. Bu da içinden geçtiğimiz zaman ile ilintili olsa gerek. Senin öykülerindeki karakterler yaşamlarını ellerine almaya yani özne olmaya çalışıyor diye düşünüyorum. “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”in ilk sahnesinde işçi servisinden inen ve artık işsiz olan baba Şevket’in yaşamı belli ki değişecek. Yuğ’da yaşamında anlamlı olanı arayan Özgür, Kâşif’in İsa’sı, Ümmü’sü… Kaderlerini ellerine almaya hazırlanıyorlar. Sence sınıfsal olan ve sınıf, yakın gelecekte anlatımızda kendisine nasıl bir yer bulacak? Bir de dilersen bu soruyu kendiliğinden bir durum olmaktan çıkaralım. Yazarın gerçekliği bu yönde bükmede bir tavrı, sorumluluğu var mı ya da olmalı mı?
Hem bizi hem dünyayı ilgilendiren güncel gelişmeler karşısında sermaye sınıfının tutumunu, bu sınıfın desteğiyle iktidarını sürdürmekte olan sistem partilerinin davranışlarını, aldığı kararları kaygıyla izliyoruz. Bariz biçimde emekçi düşmanı bir tavırla hareket ediliyor. Zaten başka türlüsünü ummak hayalcilik olurdu; burjuva partilerinin eline bakmak, mevcut siyasal düzeni doğru okuyamamakla eş değer bence. Oysa emekçilerin kendi örgütlülüklerinden başka tutunacak dalı olmadığı gerçeği, mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıktığı dönemlerden bu yana bilinen ve On Dokuzuncu Yüzyıl’da da “kitabı yazılan” bir şey. 

Ben, tarih boyunca süregelen sömürü sisteminin Yirmi Birinci Yüzyıl’daki iyice azgınlaşan tavrını, emekçi kesimlerin içine itildiği alternatifsiz, örgütsüz yaşantıya bağlıyorum. Bu, yalnız benim dile getirdiğim bir durum da değil sanırım. Kapitalistleri duraksatacak, geri adımlar atmaya sevk edecek bir güç ne yazık ki bugün yok. Dünya, şirketlerin kâr sahasına dönüşmüş durumda. Kapitalist anlamda bir küreselleşmenin de patronlar haricinde kimseye bir fayda sağlamadığı ortada. Patronlar sömürü düzenini yeryüzünün her noktasına yaydıkça, yani sermaye yeryüzünde pislik saça saça özgürce dolaştıkça sömürülenlerin payına zorunlu göçler, salgın hastalıklar, savaşlar, açlık ve yoksulluk düşüyor.

Öykülerimi yazarken, karakterlerimi -sosyo-ekonomik ve kültürel durumları ne olursa olsun- birer laboratuvar faresi gibi ele almamaya; onları yaratırken vicdanla ve anlayışla hareket etmeye gayret ediyorum. Fakat gerçek dünya, kurgudan daha acımasız ve böyle bir tabloda bir emekçinin özne olması, ancak sınıfsal mücadeleye katılımıyla mümkün. Çünkü yüzyılımızı kurgulayan sermayedarlar ve onların devlet görünümlü şirketleriyle orduları, yeryüzü pastasını insafsızca paylaşırken, önerdikleri çiğ “burjuva bireyciliği” dışında özne olup kendimizi gerçekleştirme şansı vermiyorlar bize, vermeyecekler de. Fakat, biz milyonlarız ve ne pahasına olursa olsun kaderimizi kendi ellerimize yazmanın bir yolunu bulmak zorundayız… 

Daha açık bir ifadeyle söyleyelim hadi: Yeryüzünün sosyalizmden başka bir kurtuluş reçetesi yok.

Emre Falay / SOL


DENİZ POYRAZ KİMDİR?
1991’de Lüleburgaz’da doğdu. Lise öğrenimini Lüleburgaz Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki mühendislik eğitimini yarıda bırakarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne kaydoldu. Mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi’nde Yayıncılık Yönetimi alanında yüksek lisansa başladı.
Eleştiri, makale ve röportaj türündeki çalışmaları Ayrıntı, Duvar, Evrensel Kültür gibi dergilerde, BirGün gazetesinde ve kitap ekinde, ayrıca Bianet, İyikitap gibi çeşitli internet sitelerinde yayımlandı. "Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler" isimli öykü kitabı 2018 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlandı.

29 Mart 2020 Pazar

Korona bir alt üst oluş çağının kapısını açtı! - Erhan Nalçacı

ABD emperyalizminin en üst düzey yöneticisi olan Trump bir kez daha atıp tutturamadı. Hatırlarsanız, iki ay kadar önce Çin’den başlayıp yayılan yeni koronavirüs salgını için “Havalar ısınınca Nisan’da geçer” demişti.

Şimdi ABD’nin pandeminin yeni merkez üssü olduğu söyleniyor.

Ama Trump atmaya devam etti. Aşağıdaki grafik 20 Şubat ile 11 Mart arasında ABD’deki vaka sayısının roket hızıyla artışını ve Trump’ın konuyla ilgili demeçlerini veriyor.


Şimdi ise durum korkunç. Ülkedeki vaka sayısı 70 bini geçti.

Nisan ayının ortasında her gün 2 bin civarında kişinin yaşamını yitirebileceği ve toplam ölü sayısının ABD’de 80 bini geçebileceği tahmin ediliyor.

Biz bu tabloyu önceden tahmin edebilir miydik?

Evet, edebilirdik. Böylesine bir salgına, bir ülkenin dayanıklı olması için ya sosyalist olması, ya da kamucu devlet örgütlenmesini henüz terk etmemiş olması gerekiyor.

Salgın piyasanın ve sermaye iktidarlarının nasıl emekçi halkı koruyamayacağını, halk sağlığında nasıl doldurulması mümkün olmayan boşluklar bıraktığını çok iyi gösterdi (ABD diye konuşuyoruz ama siz örneğin, Türkiye diye de okuyabilirsiniz).
ABD dünya emperyalist sisteminde tam bir uç örnekti. Dünyaya “demokrasi” taşıyacağını söyleye dursun, tam anlamıyla kendisi bir sermaye diktatörlüğüydü.
Bunu sadece işçi sınıfının tepesine binerek gerçekleştirmedi, dünya sömürüsünden aldığı payın bir kısmıyla geniş bir “orta sınıf” yaratmayı başararak da yapmıştı.

Uzun süredir emekçileri de içeren bu “orta sınıf” çözüldü, ABD geniş bir asgari ücretle çalışan işçiler dünyası haline geldi.

Şu hale bakın, işsizlik maaşı talebinde bulunan emekçi sayısı 300 bine yakınken, pandemi ile birlikte bu sayıya 3 milyon kişi eklenmiş. İşsizlik oranının iyi ihtimalle 2008 krizinde bile görülmeyen bir rakam olan %13’lere çıkacağı söyleniyor.
Kaldı ki ABD’de fabrikalar kapanmadı henüz.

ABD gücünün doruğuna ulaştığı 2. Dünya Savaşı yıllarının sonunda her gün bir savaş gemisini denize indirecek kapasiteye kavuşmuştu.

Şimdi ise acıklı bir durum var:
En çok vakanın görüldüğü New York Valisi “30 bin solunum cihazı gerektiren hasta var, bana 400 tane göndermişsiniz, bari kimin öleceğini siz seçin” diye isyan etti.
Emperyalizmle ilişkisini bir kenara bırakalım, ama Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) bir pandemide önemli işlevleri bulunur. ABD’nin ise ödemesi gereken yıllık ödentiyi DSÖ’ye vermediği ortaya çıktı.

ABD emperyalizmin patronluğu iddiasını bu şekilde sürdürülebilir mi?

Bu arada salgını kendi ülkesinde sınırlandıran Çin zor durumda olan diğer dünya ülkelerine malzeme yardımı yapıyor, salgını uluslararası bağlarını güçlendirmek için kullanıyor.

Birbirinden malzeme çalan AB ülkelerini ise dile bile getirmiyoruz burada.
Pandemi sonrası kimse sakin bir dünya beklemesin! Emperyalist zincirde yeni zaaflar ve kuvvetli yanlar ortaya çıkacak, gerilim yükselecek. Sorunları savaşla çözme eğilimleri, otoriter rejimlerin olasılığı artacak.

ABD bunun sinyallerini veriyor ve örneğin Venezuela yöneticilerini uyuşturucu ticareti ile suçlayarak yeni bir saldırı başlattı.

Şimdiden tarihsel bir dönemlendirme yapmak doğru değil, ama dünyanın yeni koronavirüs pandemisi ile bir alt üst çağına girdiğini söyleyebiliriz.

Bu çağa damgasını kesinlikle vuracak şey sosyalizme geçiştir.

Unutmayın, evde otursanız bile saflara katılmak için yapabileceğiniz şeyler var!

Erhan Nalçacı / SOL

28 Mart 2020 Cumartesi

Hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi: Kolera İsyanları - Kavel Alpaslan / duvaR.

Osmanlı'yı yenen Rus Çarlığı'nda zaferin 'hediyesi' kolera olur... Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri... Yani 'ayrıcalıklılar'dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır.


1828-1829 Osmanlı-Rus savaşı, Edirne Antlaşması’yla ve Rusya’nın zaferiyle sonuçlanır. Fakat muzaffer Rus askerleri memleketlerine dönerken cephe hikayeleriyle birlikte kolerayı da yanlarında götürür… Kısa süre içinde yayılan hastalık, Çar I. Nikolay’ın kardeşi Prens Konstantin de dahil yüzbinlerce insanın yaşamına mâl olmuştur. Karantinaya alınan evler, mahalleler ve kentler kâr etmez… Yoksulluk yüzünden salgının asıl çilesini çeken kitleler ayaklanır. Dedikodular sonucunda doktorlar; yoksulluk yetmezmiş gibi baskı yapan toprak sahipleri ve hükümet yetkilileri öldürülür… Hastaneler de dahil olmak üzere yağmalar başlar. Sokaklara egemen olan artık sadece kolera değil, aynı zamanda korku ve öfkenin doğurduğu kaos ve belirsizliktir.

Çar en sonunda halkının karşısına çıkar ve kitleleri ‘sakinleştirir’. Başkent meydanlarında halka yaptığı konuşma, tablolara, heykellere konu olur. Gel gelelim sarayına dönen ‘fedakar’ imparator, ilk iş üzerindeki tüm kıyafetleri ateşe verip uzun sürecek bir banyo yapmayı da ihmal etmez. Oysa Çar’a yardımcı olan sadece hitabet gücü ve sözleri değil, aynı zamanda topları ve tüfekleridir…
Maksim Gorki
Glasgow Üniversitesi’nden Samuel Kline Cohn Jr, koleranın 1830’larda dünyada nasıl bir iz bıraktığını anlatırken Rusya’da yaşananlar hakkında ‘hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi’ tanımını yapıyor. Sahiden kontrolsüzce hareket edilen bu isyanda ‘hoş’ bulunacak bir yan yok. Rus ve dünya edebiyatının en güçlü isimlerinden Maksim Gorki de 1905 yılında kaleme aldığı ‘Güneşin Çocukları’ adlı oyununda ‘Kolera İsyanları’na farklı bir gözle bakıyor ve aydınların kitlelerle kurduğu ilişkilere değiniyor. Ancak kolera onun için sıradan bir konu değil. Gorki henüz çok küçük bir yaştayken bu hastalığa yakalanır. Bir süre sonra sağlığına kavuşur. Ancak babası, oğlundan kaptığı koleraya yenik düşer ve hayatını kaybeder. Gorki, anılarında anlattığı üzere babasının gömüldüğü gün, yaşı gereği sadece mezarın dibinde gördüğü kurbağaların orada kalıp kalamayacağını düşünse de kolerayı ileride daha farklı bir şekilde değerlendirecektir. Kişisel tecrübeleriyle birlikte 1905 yılında Rusya’da başlayan devrimci süreç, Gorki’nin bu oyunu yazmasında etkili olmuştur.
Ancak biz önce biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak için tekrar 19. yüzyıldaki Kolera İsyanları’na gidelim. Güneyden ve doğudan gelen salgın, yavaş yavaş başkent St. Petersburg’u da pençesine almıştır. Bunun üzerine hükümet çok sayıda bölgeyi karantinaya alır. Başkentte 1831 yılında hastalık zirveyi bulduğu zaman günde yaklaşık 600 kişi hayatını kaybetmektedir. Okullar, tiyatrolar, iş yerleri, hükümet binaları… Hepsi kapatılır. Karantina dolayısıyla sokaklarda polisiye tedbirler artarken dedikodular da mahallelerde yayılmaya başlar.
                                         Çar I. Nikolay’ın, halkın arasında konuşurken gösteren bir resim…
Gerçekle yalan kontrolsüz bir şekilde birleşince ortaya korkunç bir manzara çıkar. Kuyuların zehirlendiği fısıltıları yayılırken, doktorlar ve hemşireler ilk kurbanlardan olur. Öyle ki insanların sirkeyle ellerini sık sık yıkamaları önerileri bile ‘doktorların komplosu’ olarak değerlendirilir. Hatta kentte içerisinde kolera hastalarının bulundu bir hastane ateşe verilir, pek çok sağlık çalışanı da korkunç bir şekilde galeyana gelen kitle tarafından katledilir. Sennaya Meydanı’ndan kraliyet güçleriyle çatışmalar devam ederken sert, baskıcı ve tutucu tavırlarıyla bilinen Çar’ın askeri konuşması gerçekleşir…
 Gel gelelim ülkedeki bu kontrolsüz isyan dalgası hemen sönecek gibi değildir. Novgorod bölgesindeki Staraya Russa’da salgından korunmak için alınan önemlerin yetersiz olduğundan şikayetçi olanlar ayaklanır. Hükümetin hastalığı bilerek yaydığından şüphelenenlerin sayısı da hiç az değildir. Burada da pek çok sağlık çalışanı canından olur. Fakat birikmiş öfkenin hedefinde sadece doktorlar yoktur. Hükümet yetkilileri ve toprak sahipleri gibi kesimler de isyancılar tarafından tutuklanır, öldürülür. Ayaklanma bastırıldığında sadece Staraya Russa’da 3 bini aşkın isyancı asker ve köylü, Çarlık güçleri tarafından ya idam edilir ya da sürgüne gönderilir…
Peki tüm bu yaşananları bugün nasıl okumak gerekiyor? Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri… Yani ‘ayrıcalıklılar’dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır. New Mexico Üniversitesi’nden Yury V. Bosin de ayaklanmanın sınıfsal boyutuna dikkat çekiyor: Hükümetin karantina ve kontrol uygulamaları, umutsuzluk, korku, tedirginlik ve kızgınlık halkı sokaklara sürüklemiş, en yoksulların hastalıktan en fazla etkileniyor oluşuysa hem üst sınıflara karşı kini hem de doktorlara karşı dedikoduları alevlendirmiştir. Dolayısıyla yaşananları sadece ‘dedikodu’ ya da sadece ‘salgın korkusuyla’ açıklayamayız. At izinin it izine karıştığı bu başıboş ayaklanmanın ardında, ülkedeki yoksulluk ve savaş yorgunluğunun hastalık yaralarını sarmada yetersiz kalması da gözardı edilemez.
Şimdi Gorki’ye geri dönelim… Güneşin Çocukları oyununda ayrıcalıklı aydınların kapılarının dışındaki dünyadan habersiz bir şekilde kurduğu düşleri eleştirir. Dışarıda kapıya dayanmış kolera salgını vardır. Eser, siyasetle ilgili bir aydının burjuva toplumunda bağımsız bilimsel çalışma yapma savının geçersizliği kanıtlanmaktadır. Aynı oyunda, halkın taşıdığı potansiyel güç de duyurulmaktadır. Çalışmalarını bu güçle birleştirmeyen aydın, yenilgiye yazgılıdır.(1)
“Evvelzaman içinde, güneşin ışığıyla yaşantıya baş veren o şekilsiz, bir damlacık albümin nasıl ilkin suyosunu, derken aslan, derken insana dönüştüyse; bir gün gelecek, insanlar, bütün insanlar birleşip görkemli, uyumlu bir örgen kuracaklar. Yani insanlığı kuracağız dostlarım!… Bu örgenin hücreleri insan zekasının geçmişteki şanlı zaferleriyle işte bugünkü çalışmalarımızdan oluşacak. Gün, pir aşkına, gönüllüce savaşma günü!… Adım adım yaklaşıyor, seziyorum, görüyorum, yaklaşıyor o mutlu gelecek. İnsanoğlu durmadan gelişiyor, olgunlaşıyor. Yaşantı bu işte, yaşantının bütün anlamı bu! (…)
Ölüm korkusu var ya… İnsanların yiğit, güzel ve özgür olmalarını engelleyen hep o!… Ölüm korkusu koskocaman, kara bir bulut gibi çökmüş üzerlerine, gölgesiyle kaplamış yeryüzünü, heyulâlar salıyor ortalığa. İnsanları özgürlüğe giden yoldan, ‘bilim’ denen ana yoldan saptırıyor. Yaşantının anlamını şaşırtan derme-çatma, saçma kuşkulara sürüklüyor onları, gerileterek yanılgılara düşürüyor zekayı. Ama biz, bizler, insanlar, yaşantının ışıklı kaynağı güneşin çocukları… biz ki, güneş tarafından yaratılmışız… o kara ölüm korkusunu er geç yeneceğiz! Biz ki, o bilinmezin karanlıklarını yarıp aydınlatan mağrur ve coşkun düşüncelerin yaratıcısı, o enerji, güzellik ve sevinç ummanı, o ruhların diriltici ruhu, kanımızın o ışıklı kaynağı güneşin çocuklarıyız!”(2)
Sevdiğiniz filmleri tekrar tekrar izlerken, en acıklı sahne ekrana gelir. Aslında hikayenin kötü bitecek finalini bal gibi biliyorsunuzdur. Ama insan çoğu zaman kaçınılmaz sonu bile bile, son ana kadar farklı bir senaryonun ihtimaliyle heyecanlanabilir. Rusya’da yaşanan Kolera İsyanları da felaketten doğan başıboş öfkeden medet umulamayacağını gösterir. Fakat acı da olsa kitlelerin neler yapabileceğini de kanıtlar. Gorki ise korku ve tedirginlik dolu bir atmosferde kapalı bir kutuda yaşayan aydınların belli bir yüzyılın meselesi olmadığını, eserini 1905 yılında yazarak gösteriyor…
Kavel Alpaslan / duvaR.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler
(1) Oyun Yazarı Olarak Marksim Gorki – Ataol Behramoğlu (Türk Tiyatrosu – Sayı: 423, Yıl: 1977)
(2) Maksim Gorki – Güneşin Çocukları (Can Yücel)
Yury V. Bosin – Cholear Riots of 1830-1831
Samuel Kline Cohn Jr – A class struggle we may not like
https://www.rbth.com/history/331853-why-russians-rioted-against-quarantines

Korona virüsünden sonraki dünya* - Yuval Noah Harari / duvaR.

Her şeyden önce, virüsü yenmek için bilgiyi küresel olarak paylaşmamız gerekiyor. İnsanların virüslere karşı en büyük avantajı budur. Çin'deki bir korona virüsüyle ABD'deki bir korona virüsü insanlara nasıl bulaşacakları konusunda bilgi alışverişi yapamaz. Ancak Çin, ABD'ye korona virüsü ve bununla nasıl başa çıkılacağı hakkında birçok değerli ders verebilir.


Bu fırtına geçecek. Ama bu süreçte yapacağımız seçimler hayatlarımızı önümüzdeki yıllar boyunca etkileyecek.
İnsanlık şu anda küresel bir krizle boğuşuyor. Belki de bizim neslimizin karşılaştığı en büyük kriz bu. Önümüzdeki birkaç hafta bireylerin ve devletlerin alacakları kararlar önümüzdeki yıllarda dünyanın nasıl olacağını şekillendirecek. Bu kararlar sadece sağlık sistemlerimizi değil ekonomimizi, siyaseti ve kültürümüzü de şekillendirecek. Hızlı ve kararlı davranmamız gerek. Eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarını da dikkate almalıyız. Alternatifler arasında tercih yaparken, kendimize sadece bu kapımızdaki tehditle nasıl başa çıkacağımızı değil, bu fırtınalı günler geçtikten sonra bizleri ne tür bir dünyanın beklediğini de sormamız gerek. Evet fırtına geçecek insan ırkı hayatta kalacaktır, çoğumuz hayatta kalacağız ama işgal ettiğimiz dünya artık daha farklı olacak.
Pek çok kısa vadeli acil önlemler hayatı sabitleyecektir. Acil durumların doğasında bu var, tarihi süreçleri hızla ileri sararlar. Normal zamanda yıllarca sürecek karar verme süreçleri saatler içinde tamamlanır. Olgunlaşmamış hatta tehlikeli teknolojiler hayata geçirilir, zira hiçbir şey yapmamanın riskleri daha büyüktür. Koskoca ülkeler büyük ölçekli sosyal deneylerdeki kobay farelerine dönüşür. Herkes evden çalışsa ve sadece uzaktan iletişim kursa nasıl olurdu? Bütün okullar, üniversiteler internet üzerinden eğitim verse nasıl olurdu? Gibi deneyler. Normal zamanlarda hükümetler, işletmeler ve eğitim kurulları asla böyle deneyler yürütmeyi kabul etmezlerdi. Ama normal bir zamanda değiliz.
Kriz zamanlarında özellikle iki önemli tercih konusuyla karşı karşıya kalırız. İlki, totaliter denetim/gözetim ve vatandaşların yetkilendirilmesi arasındaki tercihtir. İkincisi ise ulusçu, milliyetçi izolasyon ile küresel dayanışma arasında yapılacak olan tercih.
Salgını durdurmak için, tüm toplumların belirli kurallara uyması gerekir. Bunu başarmanın iki yolu vardır. Bir yöntem, hükümetin insanları izlemesi ve kuralları ihlal edenleri cezalandırmasıdır. Bugün, insanlık tarihinde ilk kez, teknoloji herkesi, her daim izlemeyi mümkün kılıyor. Elli yıl önce, KGB günde 24 saat, 240 milyon Sovyet vatandaşını takip edemezdi ve toplanan tüm bilgileri etkili bir şekilde işlemeyi hayal bile edemezdi. KGB, ajanlarına ve analistlere güveniyordu ama her vatandaşı takip edecek bir ajan bulamazdı. Ama şimdi hükümetler kanlı canlı, insan ajanlar yerine her yerde bulunan sensörlere ve güçlü algoritmalara güvenebilirler.
Korona virüsü salgınına karşı yaptıkları savaşta birçok hükümet yeni gözetleme araçlarını çoktan konuşlandırdı. En dikkat çeken durum Çin’de görülüyor. İnsanların akıllı telefonlarını yakından izleyerek, yüz milyonlarca yüz tanıma kamerası kullanarak ve insanların vücut ısılarının ve tıbbi durumlarının kontrol edilmesini ve raporlanmasını zorunlu hale getirerek, Çin yetkilileri sadece şüpheli korona virüsü taşıyıcılarını hızlı bir şekilde tanımlamakla kalmayıp aynı zamanda hareketlerini ve temasa geçtikleri kişileri belirliyor. Bir dizi mobil uygulama, vatandaşları enfekte hastalarla temasa geçtiklerinde uyarıyor.
ACİL DURUM BAHANESİ 
Gözetim konusunda hangi noktada olduğumuz konusunda karşılaştığımız sorunlardan biri, hiçbirimizin nasıl gözetim altında tutulduğumuzu ve gelecek yılların neler getirebileceğini tam olarak bilmememizdir. Gözetim teknolojisi son derece hızlı gelişiyor ve 10 yıl önce bilim kurgu gibi görünen şey bugün artık haber değeri bile taşımıyor. Bir düşünce deneyi olarak, her vatandaşın günde 24 saat vücut ısısını ve kalp atış hızını izleyen biyometrik bir bilezik takmasını talep eden varsayımsal bir hükümeti düşünün. Elde edilen veriler devlet algoritmaları tarafından istiflenir ve analiz edilir. Algoritmalar, daha siz bilmeden önce bile sizin hasta olduğunuzu bilecek ve aynı zamanda nerede olduğunuzu ve kiminle tanıştığınızı da bileceklerdir. Enfeksiyon zincirleri büyük ölçüde kısalır ve hatta tamamen kesilebilir. Böyle bir sistem, günler içinde salgını durdurabilir. Kulağa ne güzel geldi, değil mi?
Bunun kötü yanı ise, yeni denetim sistemlerinin bu şekilde önünün açılabilecek olmasıdır. Örneğin diyelim ki CNN haberin bağlantısına değil de Fox Haberin bağlantısına tıkladım. Bu size benim siyasi görüşüm veya karakterimle ilgili bile verebilir, değil mi? Ancak diyelim ki ben bir video izlerken benim kan basıncımı, vücut ısımı ve nabzımı ölçtünüz. Buradan beni nelerin güldürdüğünü, neye kızdığımı, çok çok kızdığımı da öğrenebilirsiniz. Bunlar gibi veriler tıpkı kaç derece ateşimiz olduğu bilgisi gibi biyolojik fenomenlerdir. Öksürüğünüzü tespit eden teknoloji kahkahanızı da tespit eder. Hükümetler ve şirketler kitleler halinde biyometrik verilerimizi hasat etmeye başlarsa, bizim kendimizi tanıdığımızdan daha fazla bizleri tanıyacaklardır. Bunun da anlamı, sadece hislerimizi öngörmekle kalmayıp bunları yönlendirebilecekleri – bir ürüne veya bir siyasiye doğru, istedikleri biçimde. Biyometrik gözetim ve denetim, Cambridge Analytica’nın olaylı veri hackleme hikayesini tarihe gömer; Kuzey Kore’de yaşayıp biyometrik denetim bilekliği taktığınızı ve Büyük Lider konuşurken sinirlendiğinizi sinyallerle bu bileklikten belli ettiğinizi düşünün: geçmiş olsun!
Korona virüsü vaka sayısı sıfıra indiğinde dahi bazı veriye aç devletler biyometrik denetimi sürdürmek istediklerini “çünkü ikinci bir korona dalgasından endişe ettiklerini” söyleyebilirler. Ne demek istediğimi sanırım anladınız. Son yıllarda zaten özel hayatımızla ilgili tartışmalar giderek büyüyordu. Korona virüsü krizi bu savaşta bir dönüm noktası oldu. İnsanlara sağlık mı özel hayatın gizliliği mi derseniz çoğunlukla sağlığı seçerler.
POLİS MEMURU ‘SABUN’ 
İnsanlara sağlık mı gizlilik mi diye sormak aslında sorunun temeli. Çünkü bu insanları yanıltmaktır. Hem sağlıklı hem özel hayatımız gizli yaşayabiliriz.
Merkezi izleme ve sert cezalar, insanları faydalı yönergelere uygun hale getirmenin tek yolu değildir. İnsanlara bilimsel gerçekler söylendiğinde ve insanlar bu gerçekleri anlattığına inandıkları kamu otoritelerine güvendiklerinde, vatandaşlar biri onları gizli gizli izlemeden bile doğru şeyi yapabilir. Kendini motive eden ve iyi bilgilendirilmiş bir toplum genellikle polisle kontrol edilen ama cahil bir toplumdan çok daha güçlü ve etkilidir.
Örneğin, ellerinizi sabunla yıkadığınız zamanı düşünün. Bu, insanların hijyenindeki en büyük gelişmelerden biri olmuştur. Bu basit eylem her yıl milyonlarca can kurtarıyor. Bize daha eskiymiş gibi geliyor ama bilim insanları ellerin sabunla yıkanmasının önemini daha 19. Yüzyılda keşfettiler. Daha önce, doktorlar ve hemşireler bile ellerini yıkamadan bir ameliyattan diğerine geçiyorlardı. Bugün her gün milyarlarca insan “sabun polisinden” korktukları için değil, gerçekleri anladıkları için ellerini yıkıyor. Ellerimi sabunla yıkarım çünkü virüs ve bakterileri duydum, bu küçük organizmaların hastalıklara neden olduğunu anlıyorum ve sabunun bunları ortadan kaldırabileceğini biliyorum.
Ancak böyle bir uyumluluk ve işbirliği seviyesine ulaşmak için güvene ihtiyacınız var. İnsanların bilime güvenmesi, kamu yetkililerine güvenmesi ve medyaya güvenmesi gerekir. Son birkaç yıldır sorumsuz politikacılar bilime, kamu otoritelerine ve medyaya olan güveni kasıtlı olarak baltaladılar. Şimdi aynı sorumsuz politikacılar, halkın doğru şeyi yaptığına öylece güvenemeyeceğinizi savunarak, otoriter rejime giden yolu açmanın cazibesine kapılıyorlar.
Normalde, yıllarca aşınmış olan güven bir gecede yeniden oluşturulamaz. Ama bunlar normal zamanlar değil. Kriz anında, zihinler de hızla değişebilir. Kardeşlerinizle yıllarca acı tartışmalar yaşayabilirsiniz, ancak bazı acil durumlar ortaya çıktığında aniden gizli bir güven ve dostluk kaynağı keşfedersiniz ve birbirinize canla başla yardım edersiniz. Bir gözetim rejimi inşa etmek yerine, insanların bilime, kamu otoritelerine ve medyaya olan güvenini yeniden oluşturmak için çok geç kalınmadı. Yeni teknolojileri de kesinlikle kullanmalıyız, ancak bu teknolojiler vatandaşları güçlendirmelidir. Vücut sıcaklığımı ve tansiyonumu izlemekten yanayım, ancak bu veriler tüm gücü elinde tutan bir hükümet oluşturmak için kullanılmamalıdır. Aksine, bu veriler daha bilinçli kişisel seçimler yapmamı ve hükümeti kararlarından sorumlu tutmamı sağlamalı.
KÜRESEL BİR PLANA İHTİYACIMIZ VAR 
Yapmak zorunda kalacağımız ikinci önemli tercih de ulusalcı tecrit ile küresel dayanışmadan hangisini seçeceğimizdir. Hem salgının kendisi hem de ortaya çıkan ekonomik kriz küresel sorunlardır. Sadece küresel işbirliği ile etkin bir şekilde çözülebilirler.
Her şeyden önce, virüsü yenmek için bilgiyi küresel olarak paylaşmamız gerekiyor. İnsanların virüslere karşı en büyük avantajı budur. Çin’deki bir korona virüsüyle ABD’deki bir korona virüsü insanlara nasıl bulaşacakları konusunda bilgi alışverişi yapamaz. Ancak Çin, ABD’ye korona virüsü ve bununla nasıl başa çıkılacağı hakkında birçok değerli ders verebilir. İtalyan bir doktorun sabahın erken saatlerinde Milano’da keşfettiği şey, akşam saatlerinde Tahran’da hayat kurtarabilir. İngiltere hükümeti çeşitli politikalar arasında tereddüt ettiğinde, bir ay önce benzer bir ikilemle karşı karşıya olan Korelilerden tavsiye alabilir. Ancak bunun gerçekleşmesi için küresel bir işbirliği ve güven ruhuna ihtiyacımız var.
2008 mali krizi ve 2014 Ebola salgını gibi önceki küresel krizlerde ABD küresel lider rolünü üstlendi. Ancak mevcut ABD yönetimi liderlik rolünü bıraktı. Amerika’nın “büyüklüğünü” ve selametini, insanlığın geleceğinden çok daha fazla önemsediğini çok açık bir şekilde ortaya koydu.
Bu yönetim en yakın müttefiklerini bile terk etti. AB’den tüm seyahatleri yasakladığında, zahmet edip Birliğe uygun bir zaman önceden haber vermedi ve böylesi ciddi bir önlemin sonuçlarıyla uğraşması AB’ye kaldı. Yeni bir Covid-19 aşısına tekel hakkı satın almak için bir Alman ilaç şirketine 1 milyar dolar teklif ettiği iddiasıyla Almanya’yı skandalla sarstı. Mevcut yönetim nihayetinde taktik değiştirse ve küresel bir eylem planı ortaya çıkarsa bile, asla sorumluluk almayan, asla hata kabul etmeyen ve tüm suçu başkalarına bırakırken övgüleri hep kendisi toplamaya çalışan bir lideri çok az kişi takip edecektir.
ABD’nin bıraktığı boşluk diğer ülkeler tarafından doldurulmazsa, hem mevcut salgını durdurmak zor olacak, hem de ondan geriye kalanlar da gelecek yıllarda uluslararası ilişkileri zehirlemeye devam edecektir. Yine de her kriz bir fırsattır. Mevcut salgının insanlığın küresel bölünmüşlüğün, uyuşmazlığın yarattığı akut tehlikeyi fark etmesine yardımcı olacağını ummalıyız.
İnsanlığın bir seçim yapması gerekiyor. Uyuşmazlığı mı seçeceğiz yoksa küresel dayanışma yolunu mu benimseyeceğiz? Uyuşmazlığı seçersek, bu sadece krizi uzatmakla kalmayacak, aynı zamanda gelecekte daha da kötü felaketlere yol açacaktır. Küresel dayanışmayı seçersek, bu sadece korona virüsüne karşı değil, 21. yüzyılda insanlığa saldırabilecek tüm gelecek salgınlara ve krizlere karşı bir zafer olacaktır.
 Yuval Noah Harari
Yazının orijinali Financial Times’ta yayınlanmıştır. (Çeviren ve derleyen: Şebnem Kınacı)
*Bu çeviri ilk olarak koronagunlerindeceviri.blogspot.com‘da yayınlanmıştır. 

Körlerin yürüyüşü - ORHAN GÖKDEMİR

Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan körler yürüyor. Körlerin en önde gideni bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse görünmemekte. Ortalıkta bir kilise… Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Feriseler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında çukura yuvarlanmak üzere ardı ardına dizilecekler...

***

İşte içinden geçtiğimiz dönemi özetleyen o tek karenin hikayesi böyle... O karenin yaratıcısı Pieter Brueghel. Bruegel veya Brueghel, kendi gibi ressam olan oğulları ve torunlarından ayrılmak için “Köylü Bruegel” lakabıyla anılmış.

Körün Kıssası ya da Körlerin Yürüyüşü, Hollandalı ressam Pieter Brueghel tarafından 1568'de yaratılmış. Avrupa’da süren din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Ortaçağın cilalayıp azizleştirdiği üst sınıf insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve her birinin yüzüne bir köylü sureti yerleştirmiş.


Onun için “köylü”ye çıkmış adı. Gerçekten köylü mü, bilen yok ama tarihin üzerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğu kesin. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış:"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi, sandıklarınızı, kumbaralarınızı... altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları.."

Brueghel 1569 yılında öldü. Körler’i ölümünden bir yıl önce tamamladı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'de yer alan “Ferisiler” hakkındaki bir sözdü. Matta İncili'nde İsa, Ferisiler hakkında şöyle diyordu: "Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer."

Ferisiler Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki yaygın tarikatlardan biriydi. Teoloji konusunda çok bilgiliydiler, kutsal kitabı ezbere biliyorlardı. Bu bağnaz Yahudiler, din ile çıkar arasındaki mesafeyi de oldukça kısaltmışlardı. İsa, Ferisileri şu sözlerle azarlamıştı: “Kutsal Yazıları araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarda sonsuz yaşama sahip olduğunuzu sanıyorsunuz” Din ile kişisel çıkarı birbirine karıştıran Ferisiler kör olmuşlardı ve çıkarcı körlerin kılavuzluğuna soyunmuşlardı.

Din çoğaldıkça ahlak azalır… İnsanlığın çukurudur bu. Brueghel, işte o çukuru resmetmekteydi.

***

Hollandalıdır Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindedir. Halbuki her şey hala derinlemesine dinsel görünmektedir. Çünkü insan inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştür ve bir çıkış yolu da gözükmemektedir. Yani, uçuruma doğru giden o üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır…
Belki de trajedi, insanlığın her defasında kendi karanlık mağarasını yaratıp kör olmayı seçmesi ve kendini her defasında çukurun başında bulmasındadır. Görmek istemeyenin göze ihtiyacı yoktur.

O yüzden gülünçtür ilk bakışta körler ama yüzlerine dikkatle baktığınız zaman görüp görebileceğiniz tüyler ürpertici dramlardır sadece. Brueghel’in devrimci görüşüdür bu. Onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır, meleklerin yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Sanki Türkiye’nin son yirmi yılını tuvale not düşmektedir. Kendi karanlık mağarasında kör olmayı seçmişler ülkesidir resmedilen.

***

Körler’den altı yıl önce yaratmış “Ölümün Zaferi”ni. Tabloda görülen tam bir yıkımdır. Dindar ve ahlaksız bir toplumun resmidir bu da. Cesetlerle doludur ortalık, çünkü sağduyu yitirilmiş ve zulüm olağanlaşmıştır. Bu çürümenin sonucudur kara ölüm. Veba hiçbir zaman bir salgın olarak algılanmamıştır zaten. Bu korkunç hastalık tanrının insanların ahlaksızlığına karşı biçtiği ağır bedeldir.

Ölümün Zaferi’nde gördüğümüz panoramik bir ölüm peyzajıdır. Gökyüzü yanan şehirlerin dumanıyla kararmıştır. Altındaki denize gemi enkazları dağılmış, kıyıda bir ölüm ordusu toplanmıştır. Her yana ölümün ve yıkımın kokusu sinmiştir. Ölüm, tabut kapaklarından yapılma kalkanlar taşıyan iskeletlerden oluşmuş ordusuyla ilerlemektedir. Bu ordunun önüne kattığı insanlar, elindeki tırpanla insanları öldüren atlı bir iskelet tarafından, üzerinde haç bulunan büyük bir kutunun içine doğru sürülmektedir. İnsanlar çaresizce kaçıp kurtulmaya çalışmaktadır. Ama nafile; ölüm yaşayanı yakalar!

Gelin görün ki vebanın saldığı ölüm korkusu insanları eskisinden daha ahlaksız ve daha dindar yapmıştır. Zulümden vazgeçmek yerine hastalığı kendilerinden uzak tutacağını umarak önce evsizleri ve dilencileri, sonra Yahudi ve Müslümanları öldürdüler. Hastaları ve hasta olduklarından şüphelendiklerini yaktılar. Ancak zulüm salgının ayrımsız herkesi telef etmesinin önüne geçemedi. Körseniz düşerseniz, korkaksanız ölürsünüz…

***

Brüeghel’in hikayesi yıllar önce yayınlanan benim “Körler Düşerken” kitabınının da ilham kaynakları arasındaydı. “Ölüm eşitler hepimizi” deniyordu bir yerinde, salgın vesilesiyle hatırlattım. Baskısı ne yazık ki yok, söz verdim “pedefesini” bulursam okuyucuları ile paylaşacağım.

Döndük başa. Salgın ve kapitalizm ile yüzleşiyoruz yeniden. Tuhaf bir biçimde dindar ama ahlaksız bir dönemin içinden geçiyoruz yine. Salgını tanrının gazabı olarak algılayanlar çoğunlukta. Çinlilere, yaşlılara, öksürenlere, tıksıranlara saldırıyorlar hışımla. Ama ölüm kimsenin kuruntularına aldırmaksızın ilerliyor. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Birbirine tutunan körlerin büyük bir çukura düşüşüne tanıklık ediyoruz hep birlikte. Tanrının değilse tarihin gazabıdır.

Sanatın yüceliği işte burada. Salgın, azizlerin aslında sıradan faniler olduğunu ortaya çıkarır. Ölüm korkusu yüze takılmış maskeleri parçalar, herkesi aslına döndürür. Dönüp tekrar bakın varsılların, muktedirlerin suratlarına. Gerçekte hepsi birer kör keşiştir. Bugünlerden geriye kalacak tek şey de onların suratında beliren insanlık dramlarıdır belki, kim bilebilir?

“Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer." Din çoğalıyor, ahlak azalıyorsa düşüşteyiz demektir.
"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi
sandıklarınızı, kumbaralarınızı...
altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları.."

Birbirine tutunmuş körler çukura doğru ilerliyor. Yakında düşecekler. "Para çantalarıyla kasaların savaşı"nın hazin sonudur. Demek ki ışığa yaklaşıyoruz...

Orhan Gökdemir / SOL