1 Nisan 2020 Çarşamba

Selam olsun bir zamanların “hürriyet diyarı”na - Feyza Kürkçüoğlu

DENİZ HAMAMLARINDAN “BEACH”LERE İSTANBUL’UN DENİZ SERÜVENİ
“Şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.” Aziz Nesin bugünleri görse küçük dilini yutardı. Refik Halit, Saik Faik, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar ne hale gelirdi kimbilir… Artık plaj kalmadı, “beach” veriyorlar. Parası bol olana tabii. Halbuki bir zamanlar o sahiller “hürriyet diyarı”ydı. Deniz hamamlarından bugünlere, İstanbul’un denize girme serüveninde bir gezinti… 
                                      1960’lı yıllarda ada plajlarından bir görünüm
Sıcakların dayanılmaz olduğu günlerde üç tarafı denizle çevrili bir şehir olan İstanbul'daysanız ve de denize giremiyorsanız keyfiniz yok demektir. Uzun yıllardır İstanbullular denize girmek için Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz sahillerine taşınıyor…
İstanbul’da 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan denize girme serüveni, deniz hamamları, halk plajları ile devam eder, 1980’lerden itibaren de Marmara Denizi’nin kirlenmesi, kıyıların doldurularak yapılaşması sonucunda kesintiye uğrar. 2000’li yılların başından itibaren İstanbul Belediyesi’ne bağlı Halk Plajları tekrar hizmet vermeye başlasa da artık o eski plaj günleri tarihe karışmıştır.
1990’ların başında denize girme tarihimizde bir kırılma olur, Türkiye “beach” adı verilen “plaj”larla tanışır. Ancak “beach”ler, eski plajlara benzememektedir. “Peki, eski plajlar nasıldı?” diye soranlar için “Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’ın İlk Adım isimli kitabından birkaç satırla yanıtlayalım:
“Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, karşıda hoş birkaç siluet –beğenmediklerine bakmayıver–, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
“Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’dan birkaç satır: “Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
Eski plajların yerine geldiği iddia edilen bu yeni “beach”lerde hayat daha farklıdır. Aslolan denize girme değil, eğlenmedir. Akla hayale gelmeyecek kadar çok çeşitli “aktiviteler” ile birlikte gün boyu müzik, yeme ve özellikle içme vaat eden beach’lere girmek ise sadece ama sadece parası olanların başarabileceği bir iştir.
Yaz aylarının gelmesiyle birlikte yazılı ve görsel medyada, sosyal medyada son yıllarda tekrar eden konulardan biri de bu beach’ler olur. Bazıları buralarda yapılan partileri, eğlenceleri haber yapar, bazıları da buraların “çok pahalı” olduklarından dem vurur…
                                       Boğaz’ın serin sularına “açıktan” girenler 

“Açıktan denize girme…”

20. yüzyılın başından itibaren İstanbul’da, kişiye özel “deniz banyoları”, “deniz hamamları”, çeşitli kulüp ve derneklere ait “hususi plajlar” ve “halk plajları”, İstanbullulara hizmet vermiştir. Deniz hamamları ve plajların tarihini anlatmadan önce, pek de anlatılmayan, eski deyişle “açıktan denize girilen” yerlerinden söz edelim…
İstanbul’un bu şehirde yaşayıp denize girmemiş, daha da ötesi denizi görmemiş 300 binin üzerinde çocuğun, yazın bunaltıcı sıcağına dayanamayıp bütün yasaklara ve tehlikelere karşı yine de kendini Boğaz’ın serin sularına bırakanların bulunduğu bir şehir olduğu gerçeğini unutmadan zamanda bir yolculuğa çıkalım. 20 Temmuz 1947’de Yedigün dergisinde yayınlanan “Beleş Plaj” başlıklı yazıdaki Kumkapı ve Yenikapı sahilleriyle başlayalım. Sait Faik’i dinliyoruz:
“İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Şehir en sıcak günlerinden birini yaşıyor bugün. Sizinle okuyucular –siz yerinizden kalkmadan, sizin yerinize ben kalkayım– büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim. Bildim bileli, çocukluğumdan beri burası Süleymaniye, Sultanahmet, Karagümrük, Çarşıkapı, Soğanağa Mahallesi, Şehzadebaşı çoluk çocuğunun plâjıdır: Kumkapı, Yenikapı sahilleri. Belediye yasak eder. Birkaç gün kimseler gözükmez. Bir meltemsiz günde yine çoluk çocuk, buraları doldurur. İnsan, bunun biricik çaresinin orayı temiz tutmak, yüzlerce çocuğa beleşten kuvvet ve kudret istasyonu olarak kullanılmak üzere üç beş tahta, dört beş sıra ile bir halk plâjı edivermek olduğunu akıl ediyor da…
Sait Faik’i dinliyoruz: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Bugün sizinle büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim.”
İstanbul’da plajlar dışında denize girmek yasaktır demiştik. Ancak deniz hamamlarının açıldığından bu yana bu yasağı uygulamak pek mümkün olmamıştır. Nedeni plajlara gidecek parası olmayanların İstanbul gibi bir deniz şehrinde denize girmemeleri düşünülemez. Zaman içinde denize “açıktan girilen” yerler, sahiller, kumsallar değişse de denize girilen yerler hep olmuş ve olacaktır.
İstanbul’da “açıktan denize girenler” Osman Cemal Kaygılı’nın da konusudur. Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul isimli kitabında İstanbul’da yaşayıp plajlara girmeye, gidip gelmeye parası olmayan insanların denize girme maceralarını, “fıkara plajları”nı anlatır.
“Kışın, dört balıkçıdan başka kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın, bilhassa karpuz kabuğu suya düştükten sonra muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür, orada istasyonun önündeki deniz hamamı daha sabahtan dolar ve öğleye doğru adam almaz bir haldedir. Ondan sonra kadro harici kalanlar yıkık kale diplerinde soyunup açıkta denize dalarlar; sahil yolu ta Kumkapı’dan Samatya açıklarına kadar suda yaşayan çıplaklar diyarını andırır. İşte bunun için Kumkapı ve Yenikapı’nın bir ismi de birkaç senedir ‘fıkara plâjı’ olmuştur.”
                                               1920’li yıllarda Moda Deniz Hamamı

İstanbul’un deniz hamamları

İstanbul’un denize girme serüveninin başladığı yıllara dönelim. İlk durağımız deniz hamamları… 19. yüzyılın ortalarından başlayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar İstanbul’da saltanat süren deniz hamamları, İstanbulluların serinlemek ve dinlenmek için tercih ettikleri mekânların başında gelmekteydi. “Deniz hamamı” ya da “deniz banyosu” olarak adlandırılan bu mekânlar; deniz kenarında, kıyıya iskeleyle bağlı, dört tarafı kapalı ve küçük soyunma kabinleri olan, tahtadan yapılmış, eski tabirle “salaş” yapılardı. Her sene yeniden kurulan deniz hamamlarının yanlarında gazinolar, kahvehaneler bulunurdu.
1826 ile 1850 arasında İstanbul’da üç deniz hamamı bulunurken 1875 yılında deniz hamamlarının sayısı 62’ye çıkar. Bunların 34’ü erkeklerin, 28’i kadınların kullanımına açıktır. 1885’de İstanbul’un nüfusunun 873 bin 570 kişi olduğu düşünülürse, deniz hamamlarının o yıllar için ne denli fazla olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Osman Cemal Kaygılı “fıkara plajları”nı anlatır: “Kışın kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür.”
Deniz hamamlarını anlatmaya bir başka İstanbul sevdalısı Sermet Muhtar Alus’un 4 Ağustos 1939’ta Yeni Mecmua’da yayınlanan “Eski Deniz Safaları” başlıklı yazısından bir bölümü aktararak devam edelim:
“İstanbul'da Büyükada ve Boğaziçi'nde oturan kesesi dolgun, mahdut kimselerin küçürek küçürek hususi deniz hamamları mevcuttu. (…) Bu hamamlar birbirlerine örnek. Kazıklar üzerine çakılmış çam tahtalarından, dört köşe ortası havuzlu, üstü açık, derunlarında çepeçevre tek kişilik kabinler; önlerinde balkon, bir yanlarında da art arda loca... Çatılarda, iskelevari yollarında, bayrak gibi uçuşan renkli peştamallar… Bu erkeklere mahsus olanı... 90,100 adım ilerilerinde, aynı salaşın daha küçüğü, dört tarafı sıkı sıkı örtülü, hatta pedavraları çatlaksız, budaksız bulunanı kadınlarınkisi... İçinde bin bir ağız; kahkaha, çığlık; tam kadınlar hamamı...”
İstanbul’da denize girme serüveni; özellikle Boğaz ve Yeşilköy sahillerinde varsıl kişilerinin yalılarının önünde ince birer ahşap iskele ile denize bağlanan “zata mahsus” deniz hamamlarından sonra umumî deniz hamamlarının açılması ile devam eder. Genellikle Kumkapı, Yenikapı gibi sahillerden denize giren İstanbul halkı açılan umumi deniz hamamlarına rağbet etmeye başlar. Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Eminönü, Fındıklı, Ortaköy, İstinye, Büyükdere, Beykoz, Paşabahçe, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Pendik, Tuzla ve İstanbul adalarındaki deniz hamamları Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak birer birer kapanacak, yerlerine kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri plajlar açılacaktır.
                                          1950’lerin başında Florya Belediye Plajı

Florya plajları ve Beyaz Park Gazinosu

Deniz hamamları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yerini hızla plajlara bırakacaktır… İstanbul’un ilk plajı, Florya’da açılır. Uzun yıllar İstanbul’un rağbet gören sayfiye semtlerinden biri olan, yeşil ile mavinin buluştuğu Florya sahilleri, 1920’lerin başında hareketlenir. Önce İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin bahriyeli askerleri burada denize girmeye başlar. Ardından Ekim Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Rusların bir bölümü Florya kıyılarına yerleştirilir. Florya, bu tarihten itibaren sıcaktan bunalarak denize giren Beyaz Rusları görmek için gelen İstanbulluların akına uğrar.
Florya plajının kuruluş hikâyesini Willy Sperco’nun Yüzyılın Başında İstanbul kitabından birlikte okuyalım:
“1920 yılından itibaren Wrangel ordusunun subaylarıyla Türkiye'ye sığınan Rus kadınların başarılı bir şekilde işlettikleri ince kumlu bir plaj uzanır. Başlangıçta boşta kalan subaylarla kendilerini tatilde sayan ve güz sonu Rusya'ya döneceklerini hayal eden Petersburglu ve Moskovalı dilberler, yakıcı güneşte, altın kumlarda çıplaklıklarını sergiliyorlardı. Güzel Moskovalıların kendilerini gösterdikleri bu yerlere, ‘Cuir de Russie’nin (Rus derisi anlamına gelen bir parfüm adı) sarhoş eden kokusunun cazibesine kapılan Türk ve yabancı erkekler akın akın gelmeye başladılar. Az sonra buralarda açık hava koltuk meyhaneleri ile banyo kabinlerine benzer tahta yapılar belirmeye başladı.”
Kadın ve erkek deniz hamamlarının birbirine yakın olmasını "ahlâka aykırı" bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park'a gelen Mustafa Kemal’in söyledikleri: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”
Anastas isimli Rum bir meyhanecinin açtığı küçük bir barakadan ibaret açık hava meyhanesinin yerini sonradan Solaryum Plajı alacaktır. İstanbul’un İlk plajı olarak kabul edilen Solaryum Plajı “Uzun Aleksandr” ve “Küçük Aleksandr” tarafından açılır. Solaryum Plajı’nın ardından da Haylayf Plajı hizmet vermeye başlar.
Yaz ayları boyunca trenler İstanbulluları Florya’ya taşır, durur. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile 1935 yılında 43 günde inşa edilen Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile birlikte Florya’nın çehresi de değişir. Yıllar boyu peş peşe yapılan kimi salaş yapılar yıkılarak yolları, parkları ve sahili ile yeni bir Florya kurulur. Temmuz ve ağustos aylarında Sirkeci-Florya arasında çalışan, o yılların en uygun taşıma aracı olan trenlerde yer bulmak, seyahat etmek meseledir. İstanbul Belediyesi tarafından açılan Florya Belediye Plajı ile birlikte Florya, İstanbul’un en gözde sayfiye semti olur. İstanbulluların en çok rağbet ettiği plajların başında Florya plajları gelir: Belediye Güneş Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı…
                                       1957’den 1980’lerin başına dek hizmet veren Ataköy Plajı
Modern anlamda açılan ilk plajımız Sarıyer, Büyükdere’deki Beyaz Park Plajı olur. 13 Ağustos 1926’da Beyaz Park Gazinosu ve Deniz Banyosu adıyla hizmet vermeye başlayan Beyaz Park, kadınlara ve erkeklere ait olmak üzere iki deniz hamamı ve ortalarında bulanan bir gazinodan ibarettir. Kadın ve erkek deniz hamamlarının bu derece birbirine yakın olmasını "ahlâka aykırı" bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park'a gelen Mustafa Kemal, durumu öğrendiğinde söyledikleriyle denize girme tarihimizde yeni bir dönem başlayacaktır: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır."
Aziz Nesin’le, noktalayalım: “İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar.
1927 yılında yenilenen Beyaz Park, kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri büyük bir yüzme havuzu, üç kademeli atlama kulesi, modern tesisleri ile hizmet vermeye başlar. 1940’lı yıllarda İstanbul Yüzme Şampiyonası’nın yapıldığı Beyaz Park aynı zamanda gazino ve konser salonu olarak da hizmet verir. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zehra Bilir, Hamiyet Yüceses, Celal Şahin, İsmail Dümbüllü gibi çok sayıda ünlü sanatçının sahne aldığı Beyaz Park Gazinosu da tıpkı plajlar gibi tarihe karışır.

“Kaçınılmaz son”

1940 yılından başlayarak özellikle Anadolu’dan İstanbul’a göç ile birlikte İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başlar. Rıza Serhadoğlu, 1955’de yayınlanan Büyük İstanbul Albümü kitabında İstanbul plajlarını şöyle sıralar: “Kadıköy ciheti: Moda Deniz Hamamı, Fenerbahçe Plajı, Caddebostan Plajı, Suadiye Plajı, Süreyya Plajı. Boğaz ciheti: Salacak Plajı, Lido Deniz Hamamı, Küçüksu Plajı, Büyükdere Plajı, Tarabya Plajı, Şile Plajı. Florya ciheti: Haylayf Plajı, Belediye Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı, Küçükçekmece Plajı. Adalar: Heybeli Plajı, Yörükali Plajı.”
Daha sonraki yıllarda bu plajlara yenileri eklenir. Örneğin Ataköy Plajı, 1957 yılında açılır. Aynı anda dört bin kişiye hizmet veren plaj, o yılların en büyük tesisi olur.
Birbiri ardına kapana kapana 1980’lerin başına dek varlıklarını sürdürmeye devam eden İstanbul plajları zamana yenik düşer. Bu yenilgi için birçok neden sayılabilir. Öncelikle artan nüfus yoğunluğuna bağlı olarak kısmen kapalı bir deniz sayılan Marmara kirlenir. Bir başka neden ise deniz kıyılarının işgale uğraması, betonlaşması ve yapılaşmasıdır. Bu “kaçınılmaz” son Ege ve Akdeniz’deki diğer şehirleri beklemekteyken, kıyıların yağmalanması, işgali ve yapılaşması nasıl hâlâ devam edebiliyor, anlamak mümkün değildir. Umarız, bu şehirler İstanbul gibi plajlarından yoksun kalmaz.
“İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor” diyen Aziz Nesin’le, Mahallenin Kısmeti isimli kitabından birkaç satırla noktalayalım:
“İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un bir başından bir başına deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar. (…) Kavaklar’dan Çekmece’ye, Şile’den Pendik'e kadar şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.”
Feyza Kürkçüoğlu / 1+1FORUM

Sabırla, duayla, IBAN’la… - FATİH YAŞLI

Çok değil bundan altı ay önce, Fırat’ın doğusunda barış pınarları akıtıyor, tampon bölge kuruyor, o bölgeye TOKİ’yle apartmanlar dikip 1 milyon mülteciyi yerleştiriyorlardı. Fetih sureleri, hatim indirmeler, salalar, muhalefetin anında hazırola geçmesi derken, harekât başlayalı on gün ya olmuş ya olmamıştı ki bir ABD heyeti Türkiye’ye geldi, birkaç saatlik bir toplantı yapıldı ve pınarlar birden akmaz oldu, harekât bitiverdi.

Bitmeseydi ne olurdu peki? Bunu merak edenler, harekât sırasında doların nereye fırladığına ve anlaşma haberiyle birlikte nereye düştüğüne bakabilirler. Bağımlı ekonomilerde dış politikanın da sınırlarını bu belirler, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin bir parçası olup emperyalizme efeleniyormuş gibi dahi yapamazsınız, anında hizaya getirirler.

***

Çok değil bundan altı ay önce şaşalı bir kampanya eşliğinde “yerli otomobil” tanıtılıyor, ön siparişler alınıyor, iktidar tabanını bir kez da buradan konsolide etmeye, yoksul halka hayal satmaya çalışıyor, muhalefet ise bir kez daha hazırola geçip kutlama mesajları yayınlıyor, ön sipariş kuyruğuna giriyor, “gurur duyduk” vb. açıklamalar yapıyordu.

“Bu arabanın fabrikası nerede” diyenlere, 
“bunun neresi yerli” diye soranlara, 
“patent başvurusu yapıldı mı” diye merak edenlere, 
“uluslararası rekabet gücü olmayan bir ürünü üretmeye sahiden gerek var mı” deyip milli birlik beraberlik korosuna katılmayanlara ise “vatan haini, terörist, bölücü” damgası vuruluyordu.

Ne oldu o iş hatırlayan var mı peki, nerede yerli otomobil, fabrikanın temellerinin geçen ay atılması gerekiyordu, atılan bir temel var mı, ne zaman başlıyoruz seri üretime?
***

Ve yine çok değil bundan sadece bir ay önce, Suriye’de bu sefer de bahara kalkan olma operasyonu başlatılıyor, binlerce asker İdlib’e hava desteği olmaksızın yığılıyor, misliyle karşılıklar veriliyor, “yansın Suriye, yıkılsın İdlib” naraları atılıyor, Şam’a giriliyor, omuz üzerinde baş bırakılmıyor, Esad’ın kafasına çuval geçiriliyordu. Sonra mı? Sonra kimin yaptığını herkesin bildiği bir hava saldırısında onlarca asker yaşamını yitirecek, çok geçmeden de Moskova’da Rusya’yla masayla oturulacak ve “İdlib mutabakatındaki sınırlarına çekilsin” denilen Suriye devletinin harekât sırasında çok sayıda yerleşim bölgesini tekrar kontrolü altına alması mecburen kabul edilecekti.

Mecburen kabul edilecekti; çünkü güya “dengeli dış politika” adı altında ama tamamen ikbal kaygısıyla, bir zamanlar Suriye’de uçağı düşürülen Rusya’ya öyle bir yanaşılmıştı ki, Putin’e kol öyle bir kaptırılmıştı ki ve İdlib’de öylesine akıldan yoksun, öylesine irrasyonel bir kumar oynanmıştı ki, kabulden başka çare yoktu.
O günden beri İdlib’in akıbetini, oradaki gözlem noktalarını, sınıra yığılan mültecileri, yitip giden yaşamları, Moskova’da ülke tarihinin en büyük diplomatik fiyaskolarından birine imza atılmış olmasını hatırlayan var mı peki?

“Bahar Kalkanı” da tıpkı “Barış Pınarı” ya da “yerli otomobil” gibi, hiç yaşanmamış, hiç olmamışçasına, unutuldu gitti.
***

Geçerken hadi bir de Libya tezkeresini hatırlayalım, sahi alelacele çıkartılan o tezkere ne oldu? Libya deniz komşumuzdu, Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlar adına her türlü adım atılmıştı, Libya’yla anlaşma yapılmıştı ve şimdi de sırada asker göndermek vardı. “Meşru” Trablus hükümeti “darbeci” Hafter güçlerine karşı korunacaktı, sahada da, masada da biz vardık falan…

Nedir Libya’da son durum bilen, anlatan var mı peki? Her şeyin uzmanı ekran demirbaşları konuşuyorlar mı bu mevzuyu şu aralar, koltuk değnekliğinden hiç bıkmayan bir kısım ulusalcı zevattan ses çıkıyor mu konuya dair, nedir son durum, Hafter güçlerinin ilerleyişine, ÖSO çetelerinin “maaşımız ödenmiyor” diye Suriye’ye geri dönüşlerine dair ne düşünüyorlar, ne diyorlar?

***

Osmanlı’yı diriltmek, cihan hâkimiyeti, küresel güç, dünya liderliği falan derken, yukarıda anlatılanların hepsinde de hamaset hakikat duvarına çarptı ve geldik Korona günlerine, geldik ve bir kez daha gördük neyin ne olduğunu.

Günlerdir toplumun çeşitli kesimlerinden gelen “sokağa çıkma yasağı” talebi çok net bir şekilde “önceliğimiz üretim ve ihracat” denilerek reddediliyor; çünkü ekonomi öyle bir halde ki, çünkü ekonomiye şu son 18 yılda tek bir çivi bile çakılmadığı ve paralar betona gömüldüğü için durum öylesine kötü ki, üretimin durdurulması halinde ücretler, maaşlar nasıl verilecek, verilmezse insanlar ne yiyip ne içecek, bunlar bilinmiyor.

Yükü patronlara yüklemeyi zaten reddediyorlar, ama aynı yükü kendilerinin üstlenemeyeceklerini de biliyorlar. Doları bastırmak için Merkez Bankası rezervleri tüketilmiş, bütçe açığını kapatmak için İhtiyat Akçesi Hazine’ye devredilmiş, risk primi yüksek olduğu için ancak yüksek faizle borç bulunabiliyor, milyarlarca dolar geçiş garantili yollara, köprülere, tünellere, yolcu garantili havaalanlarına, yatış garantili hastanelere, yani en ufak bir katma değeri olmayan, istihdam yaratmayan projelere gömülmüş, yani çok net bir şekilde kasada para yok.

Para olmadığı için de eğer üretim durursa ihracat duracak, ihracat durursa zaten turizm gelirlerinden bu sene pek bir şey beklememek gerektiği için ortaya çıkacak döviz sıkıntısıyla birlikte yeni bir kur şoku yaşanacak, bu yaşanan krizi daha da tetikleyecek ve hem kendileri hem ekonomi için çarklar artık döndürülemez noktaya gelecek.
***

Para bulunabilir mi peki? İstenirse elbette ki bulunabilir. Tek sefere mahsus olmak üzere servet ve zenginlikten alınacak bir “salgın vergisi”nden tutun da, gelir ve kurumlar vergisinde yüksek kazançlıların vergi matrahını artırmaya, Hazine garantili projelere ödeme yapmayı durdurmaktan tutun da İşsizlik Fonu’nu kullanmaya, çalışanların, ücretlilerin ve işsizlerin tüm maliyetlerini karşılayacak bir “acil eylem planı” hazırlanıp kolaylıkla yürürlüğe sokulabilir elbette.

Tercih edilir mi peki? 

Edilmez, çünkü şu salgın günlerinde belki de en iyi öğrendiğimiz şey olan “her şey sınıfsaldır” sözü gereğince, iktidarın sınıfsal karakteri bunların hiçbirini yapmasına izin vermez. Tam da bu sınıfsal karakter nedeniyle, yoksullar, çalışanlar, emekçiler “evde kal” çağrısının muhatabı değillerdir ve onlardan beklenen her sabah tıka basa toplu taşım araçlarında işlerine gitmeleri ve sağlıksız koşullarda üretime devam etmeleridir, devam etmelidirler ki çarklar dönmeye ve birileri zenginleşmeye devam edebilsin.

***

Korona günlerinde dünyanın her tarafında “sosyal devlet” bir kez daha tartışılır, konuşulur hale gelirken, bizim payımıza düşen akşamları boş sokaklarda yankılanan ve insana mezarlıktaymış gibi hissettiren dua, sala sesleri ve verilen IBAN numaraları oldu.

Dünyadaki neredeyse bütün devletler, elbette ki sistemi kurtarmak ve toplumsal tepkiyi engellemek adına, doğrudan gelir desteği de dâhil, halkın yaşamını kolaylaştıracak çeşitli uygulamaları hayata geçirirken, bizim payımıza, sanki zaten vergi vermiyormuşuz gibi, sanki karşımızda devlet değil de bir şirket, bir STK varmış gibi, halktan bağış istenmesi ya da kamu bankalarından faizle kredi kullandırılması düştü.

Korona bize bir kez daha iktidara karakteristiğini veren şeyin dincilikle piyasacılığın yıkıcı bir sentezi olduğunu gösterdi. İşe gitmek zorunda olmaktan test kitlerine ulaşmaya, hastanelerde uzun kuyruklarda beklemekten paran yoksa tedavi görememeye kadar, tıpkı her şey gibi salgının da sınıfsal ve politik olduğunu, alt sınıfların payına da bolca dua ve fedakârlık düştüğünü bu süreçte çok açık bir şekilde gördük.

Tam da bu nedenle, dincilikle piyasacılığın bu tahrip edici, yıkıcı sentezinin karşısına hem akla ve bilime dayalı hem de sınıfsal bir siyasetle çıkmamız gerekiyor. Halkçılık, kamuculuk, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların altı doldukça, bu kavramlar siyasal olarak ete kemiğe büründükçe, kitlelerle buluştukça kurtuluş umudumuz artacak, aksi ise bu karanlığın içerisinde sürüklenmeye devam etmek anlamına gelecek.

Fatih Yaşlı / SOL

31 Mart 2020 Salı

Neler yapılmalı? - OĞUZ OYAN


28 Mart Cuma günü benim de dahil olduğum bir Sosyal Bilimciler grubu bir çağrı yayınladı. Bu çağrı metnine daha sonra birçok sosyal bilimci daha imzasını verdi. Üçüncü aşamada ise tüm destekleyicilerin imzası metnin altına eklenmeye başlandı. sosyalbilimcilerincagrisi.com adresinden ulaşılabilecek olan bu çağrı, "yaşam hakkını koruyabilme savaşımı" için 22 maddelik bir yapılması gerekenler listesi içeriyor.
Neler yapılmalı sorusunun yanıtını bu 22 maddelik listeyle tüketmek kuşkusuz mümkün değil. Örneğin tarımsal üretimi korumak ve geliştirmek, esnafa destek olmak için ek önlemler gerekir. Dolayısıyla kapitalist sistem içinde kalarak dahi önerileri sınırlamak mümkün değil. Kaldı ki, bu çürümüş sistemi aşabilme koşulları oluştuğunda, yapılacak çok farklı şeylerin ortaya çıkacağı da kesin.

Bugünkü sistemin egemenlerinin iki temel kaygısı var: Bir, virüs salgınının kendi iktisadi faaliyetlerini fazla etkilememesini sağlamak; eğer bu mümkün değilse olumsuz koşullar geçene kadar devletten destek almak; iki, krizle mücadelenin finansman ihtiyaçları için devletin kendi sınıfının kapılarını çalmasını önlemek (veya kapıları çalınmadan önce kasalarını çoktan vergi cennetlerine boşaltmış olmak).
Sermaye adına kapitalist devleti yönetenler bakımından ise, birinci şık, ülke ekonomisinin salgından fazla etkilenmemesi olarak algılanır ve politikalar ona göre oluşturulur. (Kuşkusuz siyasetçi-sermayedar örtüşmesi varsa, hem kendi ekonomisini hem ülke ekonomisini birlikte algılar). Bunun en vahşi ve açıksözlü ifadesini, Trump'ın ağzından duymak şaşırtıcı değildir. Trump, "Ölü sayısı 100 bin-200 bin arasında kalırsa, iyi bir iş çıkardık demektir" diyebiliyor. ABD'de ölü sayısının halen 2.500 civarında olduğunu, pandemiyi büyük ölçüde kontrol altına almış bulunan beş kat fazla nüfusa sahip Çin'de ölü sayısının 3.500'ün altında olduğunu dikkate alırsak, Trump'ın "başarı" saydığı sayının ne büyük bir insanlık felaketine karşılık geldiği daha iyi anlaşılır. Aslında Trump'ın telaffuz etmediği ama ima ettiği "makul" sayının milyon mertebesinde olacağını anlamak için falcı olmaya gerek yoktur.

Kapitalizmin vahşi özü böyle günlerde daha fazla açığa çıkar. Birkaç yüzbin veya milyon kişinin ölümü, sistemin genel çıkarları yanında bir hiçtir. "Ekonomiyi kapatmak" asla düşünülmemelidir. Hele de ölenler, sömürü çarkının büyük ölçüde dışına çıkmış yaşlı emeklilerden, kronik hastalardan, evsizlerden, müzmin işsizlerden oluşuyorsa. Birleşik Krallık da yola böyle çıkmıştı aslında; ama başlangıçtaki, "herkese bulaşsın da toplum bağışıklık kazansın" biçimindeki saldırgan sistem savunuculuğu, halk tepkileri nedeniyle geriye çarkla sonuçlanmıştı. Buna rağmen ilk anların gevşekliğinin faturasını ödeyenler arasına siyasetin ünlü simaları da katılıvermişti. 

Türkiye'yi yöneten AKP aklı ise, bir yandan "sokağa çıkmayın, işyerlerinde minimum sayıda insan çalışsın" gibi laflar ediyor, öbür taraftan da insanlara hemen hemen hiçbir nakdi ve ayni destek sunmuyor. Açıklanan şişirilmiş paketin emekçilere sunduğu önlemlerin pek cılız kaldığına dair eleştiriler üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın "sosyal yardım" listesinde yer alan 2 milyon küsur yoksula bir defalık 1.000'er TL yardım yapılması gündeme alınabildi. Ama bu bir kerelik teselli yardımının derde deva olması mümkün değil. 

Dün akşam RTE'nin zenginlerden bağış-zekat isteyerek, bu arada kendi yedi aylık maaşını bağışlayarak başlattığı kampanya ise, sosyal devlet adına çok zavallı bir görünümdür. DİSK'in, işsiz sayısının en az bir milyon artacağına dair tahmininin dahi pek iyimser kalabileceği bir ortamdan geçiliyor. Zaten resmi işsiz sayısının 4,5 milyon, geniş tanımlı işsiz sayısının 7,2 milyon olduğu bir Türkiye tablosuyla bu salgına yakalanılmış durumda. Bununla birlikte emeği korumak gene de mümkündür ve bunun yolları aşağıda yazılmaktadır.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI
Bu olağanüstü koşullarda, sistem-içi önlemler olarak sınıflandırılsa da, yürürlükteki maliye ve para politikalarını sınırlarına kadar zorlayacak olağanüstü önlemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiye kadar, iktidar dışındaki siyasi partiler başta olmak üzere, sendikalar, meslek örgütleri, aydınlar, bilim insanları kendi önerilerini kamuoyu ile paylaştılar. TKP'nin açıkladığı müdahale programı, acilen sistem içi çözümler önermekle birlikte, bunların en radikal olanıydı. İktidar dışındaki kurumların eylem planları arasında kuşkusuz birçok çakışan nokta da bulunmaktaydı. Biz kısaca bunların en yenisi olan Sosyal Bilimcilerin ayrıntılı ve oldukça köşeli Çağrısı üzerinde duralım.

Bu çağrı, kabaca üç bölüm altında toplanabilecek bir bütüncül eylem planından oluşuyor. 

Birinci bölümdeki ilk dokuz maddede, emekçilere dönük bir eylem planının neleri içermesi gerektiği hakkında ayrıntılı öneriler sunuluyor. Bu kapsamda, "bütün işlerin 15 gün süreyle durdurulması"ndan özel korunması gereken gruplara salgın süresince ücretli idari izin verilmesine; tüm işyerlerinde sağlık önlemlerinin azami düzeye çıkarılması zorunluluğundan gerektiğinde çalışanların "çalışmaktan kaçınma hakkını" kullanacaklarına (DİSK'in de önemli bir talebidir); işten çıkarmaların yasaklanması genel talebinden işten çıkarmalar yerine kısa çalışma ödeneğinin (KÇÖ) verilmesine; mevcut işsizler ordusuna her türlü önleme rağmen yeni işsizler eklenecekse (mevcut yapıda bu durumu öngörmemek aşırı iyimserlik olurdu), hepsinin -esnek ve yarı zamanlı çalışanlar dahil- İşsizlik Sigortası Ödeneğinden yararlandırılmasından bu iki ödeneğe hak kazanma koşullarının kaldırılmasına ve süresinin ve miktarının arttırılmasına kadar bir dizi önlem dile getirilmektedir. (Not: Bazılarının "işten çıkarmanın yasaklanması ile KÇÖ'nin yaygınlaştırılmasının birlikte önerilmesi arasında bir çelişki bulmaları", konuyu iyi anlamamalarıyla ilişkili olabilir. KÇÖ, çalışanların işlerini kaybetmemeleri için İşsizlik Sigortasından zor durumdaki işletmelere ücret takviyesi yapılması anlamındadır. Dolayısıyla bir çelişki değil, bir tamamlayıcılık söz konusudur. Kuşkusuz bu sistem-içi bir çözümdür ve vasıflı emekgücünü yitirmek istemeyen işverenin de tercihidir). 

İkinci bölümdeki  öneriler (10-17. maddeler), tüm hane halklarına doğalgaz, elektrik, su ve internetin ücretsiz sağlanmasından, sağlık yardımı alan 10 milyon civarındaki kayıtlı yoksula aylık net 500 TL yurttaşlık geliri ödenmesine; öğrenci borçlarının ana para ve faizlerinin, çiftçi borçları ve ihtiyaç kredilerinin faizlerinin silinmesine; devlet ve özel hastanelerin ücretsiz sağlık hizmeti vermesi ve buna uymayan özel hastanelerin kamulaştırılmasından sağlık gereçlerinin üretilmesi için bazı fabrikaların dönüştürülmesine; yüksek istihdam yapan şirketlerde ve/veya stratejik sektörlerde istihdamı koruma amacıyla gerekirse kamulaştırmaların yaygınlaştırılmasından KİT gibi kuruluşların oluşturulmasına kadar bir dizi toplumsal/ekonomik hedefe yönelmektedir.

Üçüncü bölüm önlemler, bütün bu maliye politikası önlemlerinin finansmanı için gereken her türlü para ve maliye politikası tedbirinin uygulanmasını kapsamakta ve bu süreçte bütçe açığı ve enflasyon kaygılarının taşınmaması, dış ve iç finans çevrelerinden gelebilecek tepkilerin göğüslenmesini önermektedir.

Nihayet, sonuçta, devletin salgını bahane ederek gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmasına, daha baskıcı bir devlet aygıtını kalıcılaştırmasına şiddetle karşı çıkılmaktadır. Salgına karşı benimsenen "bilim kurulu yöntemi"nin doğruluğu vurgulanmakla birlikte, bu kurulun inisiyatifinin sadece siyasi iktidarda olmaması gerektiği, meslek örgütleri ve sendikaların kurulda temsilinin sağlanması gerektiği vurgulanmaktadır.

"Çağrı"nın bütününe bakıldığında, öncelikle emeği ve halkın geniş çalışan kesimlerini vuran bu salgının ve onun körüklediği ekonomik krizin, ancak bu kesimlere yapılacak çok kapsamlı gelir aktarımlarıyla, barınma ihtiyacının türevi olan bazı temel harcamaların (elektrik, su vs) devlet tarafından üstlenilmesiyle, emeğin hem çalışma hem de -gerekirse- çalışmaktan kaçınma haklarının savunulmasıyla, hastalık ve işsizlik hallerinde tam kamu desteğine ulaşmalarının sağlanmasıyla toplumsal etkilerinin törpülenebileceği önerilmektedir. Bu öneriler, aynı zamanda, ekonomik krizin en sert vurduğu alan olan talep krizinin aşılabilmesi açısından da tamamlayıcı niteliktedir. 

SONUÇ
Herkes salgının sistematik etkilerinden söz ediyor bugünlerde. Bu "sistematik" terimini, bilinen bütün anlamlarını bir yana bırakıp dar anlamında kavramakta yarar var: Bugünkü pandemik salgın, sisteme dair bir şeydir. İçinde bulunduğumuz sistem de kapitalist sistemden başkası değildir. O halde, bu sistemin "kârları ençoklaştırma" mantığından, emek güçlerini ve tüm doğal kaynakları hoyratça sömürme "serbestliğinden", gerçek ihtiyaçları yansıtmayan tüketimlere meyletmekten kurtulmadıkça, pandemik krizler ve çözümsüzlük semptomları birbirini izleyecektir. Bunlar da kapitalist üretim tarzının aşılmasını gerektirmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

Tuhaf olmayan zamanlar: Bir hakem, bir virüs ve hâlimiz - İsmail Sarp Aykurt

Pandemi günlerinde spor ile eğitim sömürü koşullarının genişlemesi ile yeniden buluşturuluyor. 'Hakem de mi yetiştirmeyeceğiz’ değildir mesele, patronlara ve patron olan bakan ve başkanlara ucuz iş gücü devşirme potansiyelinin arttırılması ve gençlerin hayallerinin belirlenmesinin, daha doğrusu çalınmasının, patronlara bırakılmasıdır.

Korona virüsün esir aldığı yalnızca gündelik yaşamlarımız değil. Ayrıca her şeyi bir virüs ile ilişkilendirmenin de sınırları olduğu açık. Çünkü virüs olmadan da gündelik hayatımızda tutsak ediliyor, adeta tipi değişmek üzere bin bir türlü faşizme maruz bırakılıyorduk. Üstüne eklenen salgın oldu, sömürü koşulları ise tam randımanlı bir şekilde devam ediyor. Kimimiz gitmeye devam ediyoruz ofislere, kimilerimiz ise dijital girdabın içerisinde bir siber proleter. Durum değişmiyor, virüs bir katalizör olabilir, ancak durumun vahameti kapitalizm ile ilişkili.

Spor da bir üst yapı kurumu olarak bu koşullardan rafine kalmadı, kalamazdı. Yeni pozitif vakalar çıktı, buna sporcu ve yöneticiler dâhil oldu ve karantina hali sporda da güncellendi. Önceki yazılarda da bahsi geçmişti, endüstriyel sporun çarkına içkin olan her unsur telekonferanslarda, maaşlarda indirim pazarlığında şu aralar… NBA, Barcelona ya da Manchester United. Bu ticari panayırın en üst segmentinden bir örneklemdir ismi geçenler. Geçmeyenler faaliyet dışı değil, endüstriyel sporda bir ekonomik açmazın işaretleridir bunlar. Bize yansıyan ise fedakârlık psikolojisidir. Yabancı değiliz. Spor, burjuvaların kirli ellerinde yitirilmiştir.

İlk mutasyon futboldadır. Popülerler ön plandadır, büyük paralarla ve büyük paralara oynanır; ama futbol emekçilerinin, amatörlerin ne emekleri ne de aktivitesi kaale alınır. Bir fabrikasyondur bu ve zaman gelir, çoğu emekçi için futbolun kurtarıcı olduğu pozisyon yerini keskin bir kayboluşa ve yoksulluğa bırakır. Durumu bir dip not ekleyerek noktalayalım, tartışılmak üzere. Üzerinde durulması gereken bir başlıktır ve önemlidir, 1999 senesinde şimdilerin emekli futbolcusu Hollandalı P.V. Hooijdonk’un İskoç kulübü Celtic’in haftalık 7000 poundluk ücret artışını geri çevirirken dillendirdiği “Bir evsiz için gayet iyi olabilir ama uluslararası bir golcü için değil” cümlesi endüstriyel sporun profesyonel futbolcu varyantının fotoğrafıdır. 2000’lerde de farksızdır ve fazlasıdır. Evsiz hala evsizdir… Futbol, sıklıkla sınıf atlamaya özendirilen kitlelerin ve çoğunlukla hayal kırıklığı ile sonlanan, çocukluk orjinli bir imgenin bulanıklaştığı bir yapıya dönüşmüştür. Futbola bakarken, bu yönü ile de bakmak gerekiyor. Futbolda da tekelleşme var ve bu tekeller, tatlı hayallerden bir sömürü modeli inşa edip, emekçilerden ordu kuruyor. Olmayı becerenler için gelsin paralar, diğerleri için bir hayal pazarlaması ve belirsiz bir gelecek vaadi…

Futbol bir ilahi tombala mıdır?

İster hakem ol, ister futbolcu ya da sadece taraftar; düşün, torbadan taşları kim çekiyor?


KORONA İLE UĞRAŞIRKEN: YENİ VAAT HAKEM MESLEK LİSESİ
Ülke sınırlarında da yeni bir faaliyetin temeli atıldı geçenlerde. Özetle, korona virüsün gündemi belirlediği spor gündeminde gözlerden kaçtığını düşündüğüm ya da daha doğru bir ifadeyle atlandığına tanıklık ettiğim bir gelişmedir bu. Bir yeni ‘sömürülenler ordusu’ kurma girişimi diyelim adına. Türkiye’de futbolun geleceğini ilgilendiren bir kritik gelişme, hatta zat-ı muhteremlerin ifadesiyle ‘gurur abidesi’ ya da ‘dönüm noktası’ olarak nitelendirdiği bir gelişme bu. 

Bu kez işin içerisinde futbolcular yok. Bu kez futbolun en önemli unsurlarından bir diğeri mevzubahistir. Her hafta kimsenin memnun olmadığı, her haftanın ‘elemanı’ seçilen hakemler…

Futbolculuğun ya da hakemliğin bir meslek olup olmadığı başka konu, ancak hakemliğin öteden beri bir başka meslek ile sürdürüldüğü gerçeğine vakıfız. Aslen polis ama hakem, aslen muhasebeci ama hakem, mühendis ama boş zamanlarında hakem… 

Şimdiki modelde ise Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ile TFF Başkanı Nihat Özdemir ve Merkez Hakem Kurulu (MHK) Başkanı Zekeriya Alp bir aradalar. Yeni bir projeleri var ve bunun ismi Hakem Meslek Liseleri. Hani, çocuk emeği sömürüsünün, Ensar gericiliğinin, ucuz iş gücünün genel merkezlerinden, şirket okullarından bahsediyoruz. Şimdi bu okullar futbol hakemi yetiştirmek için kolları sıvıyor. Tanışıyoruz.

SALTANAT-I HAKEM VE SAKİN OL ÇEMP
Biraz daha açalım. 
Başlangıçlar son derece parlatılmış ve yeni bir şey varmış gibi sunulur. Burada Türk futbol tarihinin dönüm noktası olacak olan nedir mesela? 

Burada okuyacak olan ve hayalleri olan öğrenciler gerçekten genç işsizliğin bu kadar yoğun olduğu, spor ülkesi olmayan bir ülkede ne tür görevler edinecekler? 

Öğrenciler buraya envai çeşit hayal ile gelirken bunun gelecekteki karşılığı ne olacak? 

Öğrencileri, hangi vitrinde pazarlamaktır, KPSS mağduru mu yapmaktır niyetiniz? 

Bu soruları henüz başlarken sormak durumundayız. Bu okullar için Türkiye, henüz sporcularını verimli bir şekilde istihdam eden, onları yönlendiren, hakemlerine sahip çıkabilen ve onları geliştirmek için yeterli alt yapıya sahip bir ülke olmaktan uzak. Madem tersi geçerli, neden her hafta hakem mevzuları konuşulmak zorunda ve Erman Toroğlu-Bünyamin Gezer sendromuna katlanıyor bu ülke? 

Devşirme, rastlantısal ve plansız sporcu jenerasyonları ile başarı hedefleyen bir ülke olarak hakemliğin meslek liselerine konu edilmesinin muhakkak bazı yeni amaçları olacaktır. Yeni olan, özünde eskidir. Buna ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor. 

Hakemliğe gelince, futbol ile ilgili olan ya da olmayanlar bile bu hakem tartışmalarına teşne… Boş durmadıkları görülüyor. O yüzden gün yüzüne çıkartmak ve izlemek gerekiyor. MEB ile TFF arasında ortaya konan protokoldeki ayrıntılar ise buradan okunabiliyor.

Tüm maddeler içerisinde dikkatle izlenmesi gerekenler olduğu açık ve ‘henüz yeni projelendirilmiş’ olsa da çoğunun altı doldurulmamış durumda olduğu tahmin edilebilir. Amatör liglerde sıra bekleyen o kadar hakem varken ve onlara fırsat eşitliği tanınmazken; ‘profesyonellere’ nazaran çok daha zor koşullarda hayallerinin peşinde koşanlar varken ve sadece futbola olan tutkusu uğruna hakemlik yapanlar bulunurken nasıl olacak bu işler, diye sormadan edilemiyor. 

Hele ki işler, liyakat değil, saltanat usulünde gerçekleştirilirken… 

Çünkü Türkiye’de hakemlik adeta ‘babadan oğula’ geçiyor. Yakın bir zamanda bir gazetede yayımlanan araştırmada, profesyonel liglerde hakemlik yapan 588 hakemden 77’sinin daha önce hakemlik yapanlarla yakın akraba olduğu görülüyor. Üst klasmana çıkmaya aday hakemler arasında yer alan 22 hakemden 8’inin 7 tanesinin babası eski hakem konumunda… Yoksa yine mi bir soyadı fetişizmi yaşanıyor?

Hakem camiasında yaşananlar, her hafta tartışılan hakemlik uygulamaları, bir türlü sağlıklı uygulanamayan Video Asistan Hakem (VAR) sistemi derken, hakemlik yapmak saha içindeki en üst düzeydeki amir olmanın bir tık ötesine geçiyor. Şaka değil, hakemlik bizim ülkede gündem belirliyor, saatlerce, haftalarca… 

Ekonomik bir kriz içerisinde salınan, salgın şartlarında yaşamaya çalışan bir ülkede şu anda amatör olarak hakemlik yapan çok sayıda insan var. Örneğin, İstanbul’da azımsanmayacak bir amatör hakem kitlesi bulunduğu söyleniyor. Bu hakemlerin her birinin alacakları da kimi zamanlar ödenmiyor, bunlar genelde yerel haberlere yansıyor ve amatör hakemler genel bir mağduriyete mecbur ediliyor. 

Bir ilave, Federasyon Süper Lig hakemlerine ciddi rakam ödemeleri (2017-18 sezonunda maç niteliğine göre bu rakam bir orta hakem için 10 bin TL yi bulmuştu) yaparken, amatör hakemler komik rakamlarla maç yönetmeye çalışıyor! Buna bir de vize ücretleri ve harcırahlardaki dengesizlikler ekleniyor. 

Örnek olsun, amatör lig hakem ücretleri bir dönem, kategorilere göre değişse de, 55 ila 240 TL arası maç başına ücret alabiliyordu! Kimi zamanlar zam adı altında 8 liralık bir artışa bile katlanmak zorunda kalan amatör hakemler, başarısız Video Asistan Hakem (VAR) uygulamasına daha çok para harcandığını bilerek isyan ediyorlardı. 

Süper ligin yeşil zemininde yer alan hakemleri geçtik, Riva’daki VAR hakemlerinin oturdukları yerden ciddi miktarlarda (maç başı minimum 4 bin 400 lira) para aldıkları ortaya çıkmıştı. Geçen sene, 27 kez VAR hakemi olarak görevlendirilen Barış Yıldırım’ın 118 bin 800 lira aldığı da konuşulanlar arasındaydı. 2019-2020 sezonu üst klasman hakemler için belirlenen ücretlerin ise maç başına 12 bin TL olarak revize edildiği yansıyordu medyaya.

Tüm bu anlatı içerisinde hakem meslek liselerinin ne yapacağına dair soru işaretleri artıyor. Meslek liselerinin şimdiki hali ile hakemlik arasında kurulan bağ da biraz netlik kazanıyor gibi. Hepinizi Cüneyt Çakır yapamayacağız tabi ama siz yine de gelin bir deneyin… 

Alın size yeni bir virüs daha! Ve yeni bir ticari yapılanma… Ellerinde çok klasik bir araç var; o da sömürmenin yeni araçlarını geliştirmek… Onu yapıyorlar, deniyorlar.

KORONADAN KORUNMAK: YALNIZ KALMAMAK
Bir yanda korona ile mücadele etmeye çalışan insanlarımız, beri yanda gözden kaçırılanlar… Sporun sınıfsallığı çok görünür ve hâkim sınıfın elinde paramparça edilmiş durumda. Ortaklaşa girilen yeni yatırım alanlarından tutun da, ‘sakin ol çemp’ diyerek spor yapan patron soytarılığına kadar geniş bir havzada keyif sürülüyor salgın günlerinde… 

Biz virüsle uğraşırken burjuva boşa geçirmiyor hiçbir anını. Bütün bunları aynı toplumsal ve maddi zeminde tartışmak gerekiyor. Yoksa evinde spor yapan ve sakinlik tavsiye eden burjuvamızın 22 odalı yalısını anlayabilmek kolay olmuyor! 

Virüs insanlığı birleştirmek bir yana sınıfsal ayrım çizgilerinin altını çiziyor. Çünkü burjuva sporu ile işçi sporları da birbirinden farklı. Aynı şeyi yaptığımızı sanmayalım. 

Görülmüyor mu, biri yalısında deniz kenarındaki evinde bisikletiyle keyif çatarken, diğeri zamanı kalırsa mesaisinden kalabalıkta sırasını bekliyor, paslı bir bisiklete binmek için parklarda… İlki bireycidir, bencildir; ikincisi ise kolektivist.

Korona günlerinde sömürü koşulları genişletilmeye devam ediliyor, burjuvalar ve temsilcileri yeni kâr kapıları yaratıyor. Spor ile eğitim sömürü koşullarının genişlemesi ile yeniden buluşturuluyor. Konuştuklarımıza son bir değini gerekir, ‘hakem de mi yetiştirmeyeceğiz’ değildir mesele, patronlara ve patron olan bakan ve başkanlara ucuz iş gücü devşirme potansiyelinin arttırılması ve gençlerin hayallerinin belirlenmesinin, daha doğrusu çalınmasının, patronlara bırakılmasıdır. 
Yoksa bizim iç görümüz, yetiştirmenin ötesidir. Topluma faydalı bir birey olarak geliştirmektir amaç, toplumcu dinamizmi öne çıkarmaktır.
Son olarak; ‘hareket mi faul’, ‘top mu ele gidiyor’ bilmiyorum ve hakem retoriği ile ‘gördüm’ mü denir bilinmez ama, artık bu düzene ve temsiliyetine kırmızı kart çıkartmak gerekiyor. Yoksa bu kurulu düzen bir bütün olarak sporu aşındırırken, hakem meslek liselerinin heyecan dolu yeni adaylarını da bekliyor olacak öğütmek için… 

Kapitalizm her yerde ve alanda bir vandallık gözetiyor. Başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmek gerek şimdi. Örgütlenmezsek, bir kitaptaki ifadedeki gibidir artık ‘makus talihimiz’; düğünde kalabalık; taziyede yalnız!

İsmail Sarp Aykurt / SOL

30 Mart 2020 Pazartesi

Haydi Abbas vakit tamam - (Alıntı:Nimet Elal Kıskaç paylaşımından)



 "Haydi Abbas vakit tamam" şiirinin hikayesi
Yıl 1941... Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere Edremit Burhaniye’de bulunan birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker.
Abbas oğlu Abbas, sakat ve çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp;
*Abbas oğlu Abbas Emret komutatan!.. der.
Aralarında söyle bir konuşma geçer.
+ Nerelisin?
- Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
+ Sen benim emir erim olur musun?
- Sen bilir komutan!.
Askere eşyalarını toplamasını ister ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister.
Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar.

Akşam olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı.

Zaman zaman karşısına alıp derleşirken bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder.
Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyf gecesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;
+ Sen İstanbul'u bilir misin Abbas?
- Bilir komutanım.
+ Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
- Bilir komutan!. Ben orda acemi birlikteydim.
+ Orda benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp
onu getirir misin?
- Elbet komutan!
Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki, Abbas yeni asker kıyafetlerini giymiş traş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar;
+ Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
- Ben istanbula gidecek komutan!.
+ Ne yapacaksın sen İstanbul'da?
- Sen söyledi bana. Ben gidecek sana Sevgiliyi
getirecek!..
Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır.
Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbası karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme döker.
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

(Alıntı:Nimet Elal Kıskaç paylaşımından)

5 trilyon dolar neo-liberalizmi kurtarır mı? - Mehmet Ali Güller

Bir süredir ısrarla koronavirüsü “Çin virüsü” diye isimlendiren ABD Başkanı Donald Trump, bu terimi kullanmaktan pişman olmadığını ancak artık kullanmayacağını açıkladı!
Ne oldu da Trump bunu söylemekten vazgeçti peki? Öyle iddia edildiği gibi Asyalıları incittiğini fark etti de ondan mı vazgeçti? 
Elbette hayır! 

Vazgeçmek zorunda kaldı, çünkü ABD’nin o “kaba emperyalist tavırları” sürdürebilecek pozisyonu sallanıyor…
ABD G7’de yalnız kaldı
Öncelikle Trump’ın “Çin virüsü” terimini artık kullanmayacağını açıklamasının, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yaptığı telefon konuşmasından sonra geldiğini önemle belirtelim.
Dahası çok önemli G7 ile G20 zirveleri ile bir de BM toplantısı var…
Bu üç toplantının da Trump’ın geri adım atmasıyla doğrudan ilgisi var.
Anlatalım: 
G7 zirvesinden “ortak açıklama” çıkmadı! Çünkü Britanya, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya, ortak açıklama metninde Dünya Sağlık Örgütü’nün “Covid-19” terimini kullanmak istedi. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise “Wuhan virüsü” tanımında ısrar etti.
ABD, “ırkçı” tutumuyla ortak açıklamayı engellemiş oldu ama aynı zamanda G7’de de yalnız kalmış oldu.
Benzer tablo BM toplantısında da yaşandı. Fransa, BM’de koronavirüsle mücadele için dünyada çatışmaların durdurulması ve yardımlaşma önerisi sundu. ABD, “Wuhan virüsü” denilmediği için öneriyi engelledi. Ancak orada da yalnız kaldı!
Ortak hareket planı
G7’de yalnız kalan ABD, Çin’in de yer aldığı G20 zirvesine haliyle eli zayıflamış girdi. 
İki saat 15 dakika süren “sanal zirve”den beş temel karar çıktı:
1) Küresel piyasalara 5 trilyon dolar sürülecek. 
2) G20 ülkeleri Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile çalışacak. 
3) G20 ülkeleri sağlık bakanları, 19-20 Nisan’a kadar “ortak mücadele” için planlarını oluşturacak. 
4) G20 ülkeleri maliye bakanları ve ulusal merkez bankaları ortak bir hareket planı hazırlayacak. 
5) Afrika başta olmak üzere en çok etkilenen yerlere yardım yapılacak.
Şi Cinping’in dört teklifi
G20 zirvesi, koronavirüs sonrasında nasıl bir dünyanın şekilleneceğinin de bazı ipuçlarını verdi.
Zira G20’ye, G7’de yalnızlaşarak gelen ABD ağırlığını koyamadı. Tersine Çin Halk Cumhuriyeti zirveye ağırlığını koydu.
Bunun göstergesi ise Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in zirvede yaptığı şu dört teklifin, alınan kararlara yansımasıydı:
1) Salgınla mücadele kararlılık gerektirir. ,
2) Kontrol ve tedavi için kolektif tepki şart. 
3) Uluslararası kurumlara destek verilmeli. 
4) Makro-ekonomik politikalarda koordinasyon.
Neo-liberalizmin asıl sorunu
Gelelim G20’nin neo-liberal ülkeleri açısından en önemli soruna… 
Şu ana kadar açıklanan paketlerin büyüklükleri şöyle:
ABD Senatosu 2.2 trilyon dolarlık teşvik paketini onayladı. AB’nin lider ülkesi Almanya ise 640 milyar dolarlık bir yardım paketi açıkladı.
Dünya Bankası Başkanı David Malpass önümüzdeki 15 ay için 160 milyar dolarlık mali destek girişimi başlatmaya hazırlandıklarını söylerken, IMF Başkanı Kristalina Georgieva da “IMF olarak, 1 trilyon dolarlık kredilendirme potansiyelimizi üyelerimiz için hazır bekletiyoruz” dedi.
Batı açısından asıl sorun ise şu: Piyasaya 5 trilyon dolar sürmek, 2008 krizinden bile tam olarak çıkamayan neo-liberal sistemi kurtarmaya yetecek mi?
Üstelik de salgının sağlık boyutunun 1.5 yıl, ekonomik boyutunun da 3 yıl süreceği belirtiliyorken…
Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET