12 Nisan 2020 Pazar

COVID-19 ile görünür olan tarım ve gıda krizi - Gökhan Günaydın - Doç. Dr., Ziraat Mühendisi / BİRGÜN

Covid-19 krizi tarım krizinin üzerine oturdu. Bugün karşı karşıya kalınan krizin bütüncül olarak tanımlanabilmesi açısından kriz küresel kapitalizm ekseninde doğru değerlendirilmeli.


Türkiye Covid 19 krizine, uzun süreli bir tarım krizinin sonunda yakalanmıştır. Bunun yerel/ulusal nedenleri olduğu gibi, asıl olarak, kapitalizmin neoliberal dönüşümünün çevre ülkelere dayattığı yeni işbölümünün yarattığı etkiler belirleyici olmuştur.
Sözü edilen yeni işbölümü, tarımsal hammadde üretimi boyutunda, merkez ülkelere sermaye, çevre ülkelere ise emek mallarında üretici olma rolü biçmektedir. Bu bağlamda özellikle tahıllar ve yağ bitkilerinde merkez ülkeler, yaş meyve ve sebze üretiminde ise çevre ülkeler “ihtisaslaşmaktadırlar”. Türkiye’nin son çeyrek yüzyıllık tarımsal üretim desenine bakıldığında, bu etkinin izleri kolayca gözlenebilmekte; tahıllar, yağ bitkileri ve meyve sebze ekim alanı, üretim, ithalat değerleri bu eğilimi ortaya koymaktadır.
Yukarıda anlatılan iş bölümünün bir başka boyutu da sanayi sektöründe yaşanmaktadır. Sınai kaydırmacılık ilkesi çerçevesinde merkez ülkeler tekstil, taşa toprağa dayalı sanayi (çimento, seramik vb) ve gıda sanayi gibi katma değeri düşük, çevre kirletici özelliği yüksek, emek yoğun sanayi dallarını çevreye transfer etmekte, üretilen ürünleri meta zincirleri üzerinden son derece düşük bir fiyat düzeyi üzerinden ithal ederek toplumsal gereksinimlerini karşılamaktadırlar.
Bu düzenin bir sonucu olarak, Türkiye tarım/hayvancılık dış ticaretinde net ithalatçı, gıda ürünleri/içecekler dış ticaretinde ise net ihracatçı konumdadır. Bu iki farklı sektör verileri birlikte değerlendirildiğinde, aşağıda da gösterildiği üzere, Türkiye’nin tarım ve hayvancılıkta net ithalatçı konumu perdelenmektedir.
Türkiye’de tarım ve gıda sorununun anlaşılması açısından bu ayrımın net biçimde ortaya konulması büyük önem taşımaktadır. Bu amacı karşılayabilmek için Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması (SITC, 3 Rev) verilerinden yararlanmak gerekmektedir;
Tablo 1: Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması (ISIC, Rev 3), Tarım/Gıda Dış Ticareti
İHRACAT (Bin ABD Doları)
İTHALAT (Bin ABD Doları)
NET FARK (Bin ABD Doları)
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
2017
5.260.594.765
10.678.200.178
8.895.339.816
4.908.392.270
-3.634.745.051
5.769.807.908
2018
5.522.502.903
11.156.030.672
9.195.136.789
4.620.441.993
- 3.672.633.886
6.535.588.679
2019
5.479.346.078
11.424.888.873
9.388.074.745
4.440.024.997
- 3.908.728.667
6.984.863.876
Kaynak: TÜİK
Tablodan da görüldüğü üzere, 2019 yılında tarım ve hayvancılık dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık, gıda ürünleri ve içecekler dış ticaretinde ise yine yaklaşık 7 milyar dolar fazla verildiği görülmektedir. Bu iki sektörün birlikte değerlendirilmesi durumunda toplamda 3 milyar dolar düzeyinde bir dış ticaret fazlalığı görülmektedir ki, bu da yukarıda verilen teorik çerçeveye uygun bir eğilimdir.
Türkiye’nin, gıda ve yem sanayiinin ihtiyaç duyduğu hammadde üretiminde ithalata bağımlı ülke konumu, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayımladığı ve aşağıya alınan kendine yeterlilik oranları üzerinden net bir biçimde açığa çıkmaktadır.
Buna göre, Türkiye’nin kendine yeterlilik oranları, bazı temel ürünler açısından şöyledir; Arpa % 89, Çeltik % 70, Mısır % 88, Kuru fasulye % 82, Kırmızı mercimek % 77, Nohut % 92, Ayçiçeği % 80, Kanola % 27, Pamuk % 50, soya % 6…
Yukarıda verilen kendine yeterlilik oranları, Uzak Asya, Rusya ve çevresi ile başlayıp AB ve Amerika’ya yayılması olası görülen ihracat kısıtlamalarının Türkiye’de hangi sektörleri ne düzeyde etkileyeceğine ilişkin bazı öngörüler yapılmasını olanaklı kılmaktadır.
Bu durum, aşağıda, yem ve gıda sektörleri bazında değerlendirilmektedir;
  1. YEM SEKTÖRÜ DEĞERLENDİRMESİ
Yem sektörü, bir taraftan kanatlı/büyükbaş/küçükbaş hayvan ve balık yetiştiriciliği için gerekli olan yemin karşılanması, diğer taraftan bu ürünlere dayalı beslenme gereksinimi içinde olan toplumun gıda talebinin karşılanması açısından büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’de yem sektörünün dış ticaret ve üretim verileri, sektörün mevcut durumu hakkında fikir vermesi yanında, virüs krizinden etkilenme derecesine ilişkin analizlerin yapılabilmesine de olanak tanımaktadır.
Tablo 2: Yem Sektöründe Dış Ticaret (2019)
İTHALAT
İHRACAT
Miktar (kg)
Değer ($)
Miktar (kg)
Değer ($)
Hammaddeler Toplamı
12.437.599,708
3.334.572.403
373.678.028
178.031.347
Hazır Yemler Toplamı
76.894.114
117.291.154
275.723.508
117.349.064
Katkı Maddeleri Toplamı
608.989.661
1.366.734.946
874.117.913
693.674.464
Genel Toplam
13.123.483.483
4.818.598.503
1.523.519.449
989.054.875
Kaynak: Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü Kayıtları
Tablodan izleneceği üzere 2019 yılında yem sektörü, 12,5 milyon tona yakın tarımsal hammadde ithal etmiş ve karşılığında 3,3 milyar dolar düzeyinde ithalat faturası ödemiştir. İthal edilen ürünler arasında 3,5 milyon ton mısır, 2,6 milyon ton soya fasulyesi, 730 bin ton soya fasulyesi küspesi, 1 milyon ton ayçiçeği tohumu küspesi ve 1,3 milyon ton nişasta kepeği dikkat çekmektedir.
Sektörün, yerli ve ithal hammadde kullanımı yoluyla yaptığı üretim ise aşağıda gösterilmektedir;
Tablo 3: Yem Sektöründe Üretim (2019)
Miktar (Ton)
Kanatlı yemler toplamı
10.034.794
Büyük-küçükbaş yemler toplamı
14.076.212
Diğer yemler toplamı
828.110
Genel Toplam
24.939.117
Kaynak: TÜİK
Görüldüğü gibi, yem sektörü, 2019 yılında 25 milyon tona yakın yem üretebilmek için 13 milyon ton ithalat yapmıştır. Bu durum, sektörün dışa bağımlılığının % 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.
  1. GIDA SEKTÖRÜ DEĞERLENDİRMESİ
Gıda sanayii, şüphesiz, çok geniş bir üretim deseni içinde toplumsal gereksinimleri karşılamaktadır. Ancak hem miktar hem de değer açısından en büyük pay, buğday ve buğdaydan üretilen işlenmiş ürünlere aittir. Bu bağlamda, sözü edilen ürünlerin üretim ve dış ticaret ilişkilerinin incelenmesi, gıda sektörünün mevcut durumu ve Covid 19 krizinden olası etkilenme biçimlerinin analizinde yararlı olacaktır.
Bu çerçevede olmak üzere; Türkiye 2019 yılında 19 milyon ton buğday üretmiş, buna ilaveten 9,8 milyon ton buğday ithal ederek (yaklaşık % 80’i Rusya ve Ukrayna’dan) 2,3 milyar dolar ithalat faturası ödemiştir. Buna karşılık 66 bin 686 ton buğday ihraç etmiş ve bu ticaretten 27 bin 551 dolar gelir elde edilmiştir.
Türkiye, buğdaydan üretilen işlenmiş maddeler olan makarna ve unda, dünyanın en önemli üretici ve ihracatçı ülkeleri arasındadır.
Tablo 4: Buğdaydan Üretilmiş İşlenmiş Ürünler Dış Ticareti (2019)
İHRACAT
İTHALAT
Miktar (Kg)
Değer ($)
Miktar (Kg)
Değer ($)
Makarna
1.272.725.234
606.969.556
4.593.357
8.037.145
Un
3.262.405.502
1.051.717.676
12.976.024
3.815.935
Bulgur
262.615.458
117.134.445
-
-
İrmik
108.289.146
31.289.059
-
-
Bisküvi (*)
192.728.036
349.938.496
4.875.861
11.850.211
TOPLAM
2.157.049.232
23.703.291
Kaynak: TÜİK, 2019 yılı pasta ve kek dış ticaret verileri yayımlanmadığı için tabloya dahil edilmemiştir.
Görülmektedir ki, buğday ithalatına 2,3 milyar dolar finansman harcayan Türkiye, buğdaydan üretilmiş işlenmiş ürünlerin ihracatından 2,2 milyar dolar düzeyinde gelir elde edebilmiştir. Henüz 2019 yılı verileri yayımlanmadığı için hesaplamalara dahil edilmeyen pasta ve kek ihracatına ilişkin miktar ve değer verileri, bu genel tabloyu değiştirebilme gücünden uzaktır.
Bunun yanında, “Buğday ithalatının işlenmiş ürün ihracatı için yapıldığı” şeklindeki yaygın savunmanın test edilebilmesi için, aşağıdaki tablo verilerine ihtiyaç vardır;
Tablo 5: İşlenmiş Ürünlerin İçeriğindeki Buğday Miktarı (2019)
İşlenmiş Ürün Miktar (bin ton)
Buğdaya çevirme katsayı
Buğday Eşdeğeri Miktar (bin ton)
Makarna
1.272.725
1,660
2.112.723
Un
3.262.405
1,358
4.430.345
Bulgur
262.615
1,450
380.791
İrmik
108.289
1,660
179.759
Bisküvi
192.728
0,870
167.673
TOPLAM
5.098.762
7.271.291
Kaynak: Katsayılar üzerinden tarafımızdan hesaplanmıştır.
Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere, Türkiye, 2019 yılında 9,8 milyon ton buğday ithal etmiş, buna karşılık ihraç ettiği yaklaşık 5 milyon ton buğdaya dayalı işlenmiş ürün içindeki buğday karşılığı yine yaklaşık 7,3 milyon ton olmuştur.
Türkiye’nin buğday ve buğdaya dayalı dış ticaret dengesini görebilmek ve bu yolla ülke tüketimini saptayabilmek açısından, tüm verileri barındıran özet tablo ise aşağıdaki şekilde oluşturulabilir;
Tablo 6: Buğday ve Buğdaya Dayalı İşlenmiş Ürünler Dış Ticareti, Türkiye Buğday Tüketimi (2019)
Yıl
GİREN BUĞDAY
ÇIKAN BUĞDAY
BAKİYE
ÜRETİM
İTHALAT
TOPLAM
İHRACAT
İŞLENMİŞ İHRACAT
TOPLAM
2019
19.000.000
9.805.000
28.805.000
66.686
7.271.291
7.337.977
21.533.709
Kaynak: TÜİK verileri üzerinden tarafımızdan hesaplanmıştır
Görüldüğü üzere, Türkiye’nin 19 milyon ton buğday üretiminin olduğu 2019 yılındaki yurtiçi buğday tüketimi 21,5 milyon ton düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu durum, özellikle verim ve üretimin yetersiz olduğu yıllarda, Türkiye’nin buğday açısından da dışa bağımlı olduğunu ortaya koymaktadır.
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarıda da gösterildiği gibi, tarımsal hammadde açısından net ithalatçı olan Türkiye, özellikle gıda, yem ve yağ sanayiinin gereksinimi olan ürünler açısından dışa bağımlıdır.
Buğday, arpa, mısır, pamuk, soya, ayçiçeği, çeltik, kuru fasulye, kırmızı mercimek ve nohut, Türkiye’nin açığı olan en temel ürünler olarak öne çıkmaktadır.
Covid 19 öncesinde yüksek faturalarla ithal edilebilen bu ürünlerin, önümüzdeki dönemde, ortaya çıkan ve çıkacak ihracat kısıtlamaları çerçevesinde ithalatı zorlaşacak ve/veya olanaksız hale gelecektir.
Türkiye’nin, kısa vadede, acilen, bu temel ürünlerin üretimini ivmelendirecek önlemlere ihtiyacı vardır. Orta vadede ise, nüfus projeksiyonu ve tarıma dayalı sanayilerin talep projeksiyonuna bağlı bir planlı üretim artışına mutlaka gereksinim vardır. Bu ürünlerin baklagiller hariç tümü, sulu koşullarda ve yüksek tarım tekniği / girdisi kullanılarak üretilebilen ürünlerdir. Bu çerçevede, rasyonel kullanım düzeyi 5 milyon hektar düzeyinde olan sulu tarım alanlarında ekim olanağı bulabilmek için birbirleriyle rekabet etmek durumundadırlar.
Bu çerçevede ülke, yeni bir tarım devrimi dönemine girmek zorundadır. Bu dönemde başta sulama olmak üzere tarımsal altyapı yatırımlarına hız verilmeli, üretici rekabetçi fiyat baskısından uzaklaştırılarak, refah düzeyi de gözetilerek tarıma yönlendirilmeli, sektör genç çiftçiler için cazibe merkezi haline getirilerek yükselen çiftçi yaş ortalaması düşürülmelidir.
Bu çerçevenin içinin doldurulması, tarımsal desteklerin yeterli, etkin ve verimli tahsis ve kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bunun yanında bir diğer zorunluluk, yıllardır sektör aleyhine gelişen ticaret hadlerinin tarım lehine çevrilmesi noktasında kendisini göstermektedir.
Bu bağlamda bir örnek olması bakımından, Zirai Mücadele bayiilerinden derlediğimiz bilgilere göre, bazı gübrelerde kriz öncesi döneme göre yaşanan fiyat değişimleri aşağıdaki gösterilmektedir;
Tablo7: Seçilmiş Gübrelerde Kriz Öncesi ve Güncel Fiyatlar
Gübre çeşidi
KRİZ ÖNCESİ (TL/kg)
KRİZ SONRASI (TL/kg)
3:15 Kompoze
1,75
2,00
20:20 Kompoze
1,65
1,90
Üre
1,90
2,40
Amonyum sülfat
1,15
1,30
Kaynak: Zirai mücadele bayilerinden tarafımızca derlenmiştir.
Sözü edilen fiyat değişimlerinin nedeni olarak döviz kurundaki değişimler ve ithalatçı olduğumuz bu ürünlerde orijin ülkelerde arzın düşmesi ve fiyatların yükseltilmesi gösterilmektedir. Zirai mücadele ilaç fiyatlarında da benzer artışlar görülmüştür.
Bu durum da göstermektedir ki, dışa bağımlı hale gelmiş ve kamunun düzenleyici rolü ortadan kalkmış olan tarımsal girdi piyasasının iç ticaret hadlerini tarım aleyhine büken işlevini değiştirmek, ancak radikal önlemlerle mümkündür.
Kriz dönemi, kamunun tarıma dönmesi ve üretici – tüketici ve doğa yararına yeni bir tarım ve gıda rejiminin tesisinin zorunlu olduğunu tüm açıklığı ile göstermiştir.
Gökhan Günaydın - Doç. Dr., Ziraat Mühendisi / BİRGÜN

Kahreden çaresizlik - Mine G. Kırıkkanat

Takvim, 9 Kasım 1983’ü göstermekte.
Genel seçimler yapılalı üç gün olmuş. Oylar daha sayılıyor ama Turgut Özal başkanlığındaki ANAP’ın yüzde 45 dolayında oy oranıyla birinci parti çıktığı belli.
Darbeyle kapatılan eski partiler, seçimlere yeni oluşumlarla girmek zorunda kalmış. CHP’nin yerini doldurmaya çalışan Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp, ılımlı konuşuyor: “Muhalefet etmek için her şeye karşı çıkmayacağız. Memleket yararı her türlü parti çıkarının üzerindedir. Temel inancımız budur.
MHP’nin yerine Mehmet Pamak’ın başkanlığında kurulan Muhafazakâr Parti’ye seçimlere katılma izni çıkmamış.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren, o gün önce Turgut Özal ile görüşecek. Ardından ana muhalefet HP’nin yahşi lideri Necdet Calp’i, son olarak da “şahsının” seçimlerde “netekim” zırt diyen zurnası, Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin başkanı Turgut Sunalp’i kabul edecek.
Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen’in telefonu çalıyor. Arkadaşı Atilla Donat, “Seni yemeğe götüreyim” diyor. Sirmen’in Bekir Çeşnici mahlasıyla gazetemizde “gastronomik” yazılar yazmasına henüz birkaç yıl var; ama kendisi oldum olası zor yemek beğenen, Fransız mutfağının tabulasından geçmiş bir gurme. Zarif yazılarında hissedilmese de konuşurken düşündüğünü kıvırmadan, hatta dank diye söyleyen biri. Arkadaşını, “Sen beni yine Ziya’ya götürürsün, yemeklerini yine beğenmem, yine bozulursun!” diye uyarıyor.
Atilla Donat, “Peki, Süreyya’ya gidelim” diyor.
Gidiyorlar, ama Süreyya kapalı. Dönüp yine Ziya’da konuşlanıyorlar.
Al sana bearnez!
Ziya’nın aşçısı, hatırlı konuklarına tam da bir Fransız yemeği olan Tournedos Sauce Bearnaise öneriyor. Ali Sirmen, aşçıya “Turnödo belki de, bearnez sosu yapmak zordur, bak tereyağı kokarsa olmaz!” diyor. Aşçı sosun tereyağı kokmayacağına garanti veriyor. Yemek geliyor. Bearnez sos, tereyağı kokuyor.
Ali Sirmen, tabii ki burun kıvırıyor. Zavalı aşçıyı, “Sauce Bearnaise” üzerine çektiği ukala bir söylevle ince ince doğruyor. Atilla Donat, “Ben sana dememiş miydim?” doğrulamasıyla zaten bozgun...
Takvim 16 Kasım 1983’ü göstermekte.
Ali Sirmen, Birinci Barış Davası’nın 14 Kasım’daki karar duruşmasının ardından gece yarısı evleri basılarak tutuklananlar arasında. Metris Askeri Cezaevi’nde o gün, yemek dağıtımı onda. Elinde kepçe, bir hafta önce beğenmeyip tabağında bıraktığı Tournedos Bearnaise’i özlemle anıyor ve tenceredeki bulamacı tutuklu arkadaşlarının uzattığı tabaklara “Al sana bearnez sosu!” nidasıyla dağıtıyor.
Korona yarı açık cezaevi
Sirmen, sanıklara zaten üç yıl sekiz ay hapis cezası istenen ve beraatla sonuçlanan Barış Davası’nda üç yıl hapis yattı. Samim Lütfü imzasıyla yayımlanan makaleleri, unutulmaz lezzette bir kitap oldu: Kelepçeli Yazılar*
Aziz dostum Ali Sirmen, sonuncu zaferini koronavirüse karşı kazandı.
Onun bire bir savaştığı Covid19’dan korunmak için şimdi kimimiz yarı açık, kimimiz için tam tecrit ev hapsindeki bizler de kuşkusuz “bearnez sos” benzeri sendromlar yaşıyoruz.
Şahsen, evde zaman geçirmek için reddettiğim davetlere çok hayıflanıyorum. Yürüyebilecekken yürümediğim yürüyüş yollarının özlemiyle kavruluyorum. Yolculuklardan bıkkınlık getirmiş olmama çok kızıyorum. Torunumu okşayamamak, çocuklarımı görememek kahrediyor. Yakınlarıma uzak durmak yüreğimi yakıyor. Bu kış doyasıya boza içmemişliğim, içimde hicran, vb.
Ama korona yasaklarının bilediği en yoğun iki duygu, güvensizlik ve isyan.
Salgında bağış toplayan tek devlet!
Güvensizlik, çünkü AKP hükümeti salgın hakkında doğru bilgi vermiyor. İleride “biz ucuz atlattık” propagandası yapmak için olsa gerek, gerçek ölü sayısı, hasta sayısı, adı konulmayan teşhislerle gizleniyor.
İsyan, çünkü dünyada salgına karşı halkından bağış isteyen ve toplayan tek devlet, Türkiye. Bağışa muhtaç devlet, bir de bakıyorsunuz Saray’a yeni arabalar almak için ihale açmış. Cumhurbaşkanlığı forsuyla yurtdışına uçaklar dolusu yardım gönderiyor. Kızılay, Türkiye’den gayrı her yere uçan koşan hızır ordusu.
Yapımı tamamlanmış yeni Şişli Etfal binası atıl durur, tam teşekküllü Lösante’ye salt “parasız tedavi yapıyor” diye ruhsat verilmezken Atatürk Havalimanı’na sahra hastanesi kuracağız dedikleri, yandaş müteahhite yaptırılan ve askeriyeden alınan arazinin yerleşime açılmasını hedefleyen rantçılık oyunu.
Güvensizlik ve isyan, çünkü hapisanelerde salgın önlemi olarak sunulan İnfaz Yasası tasarısı; ağır suç hükümlüleri için af yasasına, daha hüküm bile giymemiş muhalif gazeteciler için yargısız infaza dönüştü.
Bu devlet niçin hep iyiyi tepeleyip kötüyü kolluyor?
Hukuksuz tutuklulukları salgın yüzünden gündemden düşen Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve arkadaşlarını, eşlerini, çocuklarını düşünmek; çaresiz, sessiz, öfke dolu bir isyan. Vicdan isyanı.
Kahır dedikleri, bu olsa gerek.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Tekin Yayınevi, 1986

11 Nisan 2020 Cumartesi

Salgın günlerinde insan arayışı - Orhan Gökdemir / SOL

Paul Lafargue 1842’de Küba'da doğdu. Çocuk yaşında ailesiyle Fransa'ya göçtü. Tıp Akademisi'ne devam etti. Üniversitede öğrenciliğinde, gençlik hareketlerine katıldı. Proudhon'cu bir anarşist oldu sonra. Çok parlak bir gençti. 1865'te yolu Karl Marx'la kesişti. Marx, bu parlak genç adamın kızı Laura'yla evlenerek aileye katılmasına izin verdi. Fransız Sosyalist Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Pek çok kitap yazdı, ancak solda meşhurlarımızdan değildir.
Hazin bir sonu var hikâyesinin. 1911 yılında karısıyla birlikte intihar etti. Yaşlılığın, beden ve zihin güçlerini azar azar kemirdiğini görmek istemiyordu. İntihar ederek yetmiş yaşını aşmamak üzere kendine verdiği sözü tutmuş oldu. 
Stefan Zweig, belki de Lafargue’ın bu hazin hikâyesi nedeniyle geldi aklıma. Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesi üzerine umutsuzluğa kapılmıştı o da. Hümanistti, halkın böyle bir çılgınlığa ortak olmasını kabul edemiyordu. O da çok parlak bir insan, çok parlak bir yazardı. Faşizm kapıyı çalınca Güney Amerika’ya kaçtı. Yazmaya devam etti, gelişmeleri izledi. Sonra “artık uğruna yaşayacak bir şey kalmadı” diyerek karısıyla birlikte intihar etti. 
Bu hikâyenin altına, “intihar, çaresiz bırakılmış insan için mümkün olan tek protesto biçimidir” diye not düşmüştüm vakti zamanında. Şimdi o kadar emin değilim bu sonuçtan. Başka bir yol bulma çabası, mücadele, daha yaygın bir insani davranış biçimi. Zweig, akla sırtını dönmüş faşist güruha hiçbir şey yapamadığı için, son bir hamleyle yaşamını suratlarına fırlatmıştı. O güruhtan utanıyordu. Nefretten daha ağır, daha öte bir durumdu bu. İnsanın insanlığından çıkması en utanç verici insanlık halidir.
Ama artık biliyoruz, çok da yaygındır. İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık peşindeyiz. Zweig “Yıldızın Parladığı Anlar” demişti bu arayışın adına. Fatih Mehmed'den Handel'e, Dostoyevski'den Lenin'e insanlık ışığının yıldızlar kadar parlak olduğu anlara dönmüştü yüzünü. Tarihi kazıyor, kaybolmuş, yitirilmiş insanı arıyordu. İnsan toplu bir intihara sürüklenirken, yeni bir insanlık arayışıdır. Biz, adına “Komünizm” diyoruz…

***

Lafargue’ın intiharından üç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Zweig intihar ettiğinde İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki yıl oluyordu. Birinci savaşın içinden Ekim Devrimi çıktı. İkinci savaş, sosyalizmin büyük kazanımlarıyla sonuçlandı. Gelişmeler ne Lafargue’ın, ne Zweig’ın umduğu gibi oldu. İki büyük toplu intihar girişiminden başı dik bir insanlık çıktı. Demek, umut iyidir ve kesinlikle intihardan daha insanidir. Ve illa ölecekse insan, umudunun ölmesinden önce olmalıdır bu…

***

İnsanı arıyoruz, Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir.
Pek çok kitabından öte, bir broşürü vesilesiyle tanıyoruz Lafargue’ı. Türkçesi “Tembellik Hakkı” adını taşıyor. Bu çalışmasında kutsal “çalışma hakkı”na karşı çıkıyor ve yeryüzündeki bütün değerli şeylerin üretilmesinin “tembellikle” mümkün olduğunu söylüyor. Kast etiği miskinlik değil, üretici-yaratıcı bir tembelliktir.
Bu devrimci önerisi, ressamın resim yapmasını, romancının roman yazmasını, müzisyenin sanatını icra etmesini bir iş olarak görmemesinin yanında, bütün bunları yapıp etmenin, günlük gailelerden kurtulmuş olmayı gerektirdiğini varsaymasına dayanıyor. İnsanın yıldızı doğanın ona yüklediği zorunluluklardan kurtulduğu anlarda parlayabilir ancak. Bütün bu yüksek faaliyetler, elleriyle toprak kazmak yerine, fırçasıyla resim yapacak boş vakti olanların işidir çünkü. Boş zaman olmadan ne resim ne müzik ne de edebiyat olur. 
Bütün bunlar, ne yazık, bizim piyasa toplumumuzda bambaşka süreçlerde gelişmektedir. Sanat bohem bir azınlığın uğraşı olmuştur örneğin. Sanat yaratıları piyasanın insafına veya insafsızlığına terkedilmiştir. Ama arzu edilen, toplumda herkesin aynı zamanda ressam, müzisyen, edebiyatçı olmasıdır. Marx, işte buna bir çözüm bulmak, insanın yaratıcı yeteneklerinin geliştirmesinin önündeki engelleri kaldırmak için yazmıştır onca şeyi. Ve demiştir ki, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldıralım. Makineleşmeyi “zorunlu emek” süresini kısaltmak için kullanalım. Herkese daha fazla boş zaman yaratalım. Toplumun her üyesi daha yüksek faaliyetler için fırsat bulsun; işçi üretimden arta kalan zamanda müzikle uğraşsın, resim yapsın, şiir okusun. Böylece farklı bir insana dönüşsün. Kolaylaştırıcı bir yanı da olacaktır bu gelişmenin üstelik. Edebiyat, müzik, sanat aracılığıyla herkes farklı insan haline gelince üretim de doğal olarak farklılaşacak, artacak, bu da zorunlu emek süresini daha kısaltmak için kullanılacaktır. İnsanı düştüğü yerden kaldırma, yüceltme planıdır. Kısaca Komünizm diyoruz.

***

Biz ise tembellik hakkından çok çalışma hakkını biliyoruz. İşsizlik rakamlarına aşinayız çünkü. Milyonlarca insan işsiz olduğu için çalışmak da bir hakka dönüşüyor haliyle. Çalışmayanın aç kaldığı tuhaf, insana yakışmaz bir düzen kurduk çünkü. 
Diyor ki Marx, insan haklarını istemek, kapitalist toplumun layığıyla çalışmasını istemekten başka bir şey değildir. Çünkü insan hakları insanı dinden kurtarmaz, tam tersine din özgürlüğü sağlar, onu mülkiyetten kurtarmaz mülkiyet özgürlüğü sağlar. İnsana tembellik hakkı sağlamaz, yaşamını az çok çalışarak kazanma hakkı sağlar.
Biliyoruz, ekmek herkese yeter. Herkesi doyurabiliriz ürettiklerimizle. Herkese başını sokacak bir ev verebiliriz. Her eve bir müzik aleti, bir tual, bir fırça, bir kitap koyabiliriz. Çok basit bir yolla yapabiliriz bunu; el koyacağız bütün üretim araçlarına. Fabrikaları, tarlaları, her şeyi emekçinin emrine sunacağız. Buna kısaca Komünizm diyoruz… 
Bir virüse yakalandık, evlerimize kapandık. Dağıldı kapitalist cennet büyüsü. Kıstırıldığımız yerden piyasa toplumunun bir avuç mülk sahibinin uydurduğu koca bir yalan üzerinde durduğu net olarak görünüyor haliyle. O bir avuç asalağın emrindeki devletler bizden aldıklarını bize vermekte ayak sürüyor. Biz yarattık “servet” adı verilen ne varsa. Fabrikalar bizim, tarlalar bizim, yeryüzünde ne yaratılmışsa biz yarattık.
Haliyle birkaç ay zorunlu tembelliğe de hakkımız var. Oturacağız evlerimizde, fırtınanın geçmesini bekleyeceğiz. Ve bunu bize sağlamayan düzeni, bunun için çalışmayan devleti yeniden düşüneceğiz.

***

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Büyük bir yoksunluğun ortasında insanı arıyoruz yine; Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir. 
Ama onları umutsuzluğa sürükleyen iki büyük toplu intihar girişiminden başı dik çıktı insanlık. İnsan tükenmez…
Tekrar edelim öyleyse: İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık arayışındayız. Adına kısaca Komünizm diyoruz.

Orhan Gökdemir / SOL