5 Mayıs 2020 Salı

Kapanmak mı zor açılmak mı zor - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Salgın döneminde geliri etkilenmeyen kişileri ve artan iş hacmiyle süreçten nemalanan şirketleri vergilendirmek en etkili politika önerisi gibi görünüyor. Böylelikle kamu kesimi hem toplumsal hizmetleri sürdürecek, ekonomiyi canlandıracak, hem de yoksul kesimlerin yararına geliri yeniden bölüştürecek güce kavuşacaktır.


Tüm dünyada yönetimler hayatı normalleştirmenin kamu sağlığı riskini artırması tehlikesi ile ekonominin kapalı kalmasının maliyetini ödünleştirmeye çalışıyorlar. Bu konuda işverenlerin tavrı net: Kendilerinin ve ailelerinin sağlığını güvence altına aldıklarına göre bir an önce tesislerinin faaliyete geçmesinden yanalar. Emekçilere gelince; özellikle yoksul ülkelerde yaşayan işçiler, seyyar satıcılar, küçük esnaf vb. salgın dönemi mali destekleri yetersiz olduğundan zaten açlığın pençesinde kıvranıyor, bir an önce işe dönmek istiyorlar. Kısa çalışma (Kurzarbeit) ödeneği çerçevesinde Almanya’da ücretlerinin yüzde 60’ını, benzer bir uygulamayla Birleşik Krallık’ta yüzde 80’ini alan çalışanların önemli bir kısmı da, başta kira, zorunlu masraflar çıktıktan sonra geçmişteki yaşam standartlarını tutturmakta zorlandıkları için işbaşı yapmaya hazırlar.

BORSALARA GÖRE HAVA HOŞ

Geçtiğimiz hafta ABD ekonomisinin 2020’nin ilk çeyreğinde yüzde 4,8 daraldığı açıklandı. Pandeminin etkilerinin daha önce hissedildiği Avro bölgesinde ise ekonominin çeyrekten çeyreğe yüzde 3,8, yıllıklandırılmış yüzde 14,4 küçüldüğü ortaya çıktı. Bu oran Fransa’da yüzde 5,8 iken, Almanya ise 2020’de ekonominin yüzde 6,3 daralmasını beklediğini ilan etti.

İşsizlik korkusu yaşayan sade insanların içini karartan bu haberler, borsaların tam aksine coşmasını getirdi. Nisan ayında dünya borsalarındaki yükseliş yüzde 30’a ulaştı. Aşırı düşük faizler, bol likiditeyle paranın hisse senetlerine akışı elbet bu sıçramanın başlıca nedeni. İyimserliğin öteki kaynağı da gelen kötü verilerin hükümetleri ekonomiyi bir an önce açmaya zorlayacağının varsayılması. Böylelikle piyasaların canlanacağı beklentisinin güçlenmesi.

UZAKTAN ÇALIŞANLAR OLDUKÇA KORUNAKLI

Yapılan bir araştırma, Birleşik Krallık’ta orta-üst gelir grubundakilerin harcamalarının kısıldığını, doğal olarak da tasarruflarının arttığını ortaya koydu. Benzer bulgulara Danimarka’da da ulaşıldığı bildiriliyor. Bunun açıklaması “eve kapanma” nedeniyle harcama kanalları tıkanan müreffeh kesimlerin, tam niyetleri bu olmasa da para biriktirmeleri. Bizde de 24 Nisan haftasında vadesiz mevduatların bir haftada 27.5 milyar TL artışının ardında yatan nedenin de bu olduğu tahmin edilebilir.

Oxford Martin School bünyesinde dijitalleşme konusunda kapsamlı çalışmalar yürüten Carl Benedikt Frey, düşük saat ücretli işlerde çalışanların yüzde 83’ünün otomasyon riski altında bulunduğunu, yüksek saat ücretli mesleklerde ise bu tehlikenin yüzde 4’e kadar indiğini göstermişti. Frey’e göre yüksek ücretli işler sadece otomasyon değil, salgın karşısında da korunaklı. ABD işgücünün yüzde 52’sini oluşturan meslekler uzaktan çalışarak icra edilebiliyor. Yüksek gelirli işlerin uzaktan yürütülme olanağı düşük gelirli işlere kıyasla 5 kat daha fazla. Diğer bir ifadeyle düşük becerili işlerde çalışanların uzaktan çalışma fırsatından yararlanması çok daha zor. Tüm bunlar salgınla birlikte toplumsal uçurumların biraz daha açılması tehlikesinin baş göstermesinin belirtileri (Financial Times 21 Nisan 2020).

Geçtiğimiz hafta BirGün’de makalesinin çevirisi yayımlanan eski ABD Çalışma Bakanı akademisyen Robert Reich da salgınla birlikte ortaya çıkan dört yeni sınıf içerisinde “uzaktan çalışanlar”ın diğer üç sınıfa göre çok daha iyi durumda olduklarını dile getiriyordu. Çünkü profesyonel idari ve teknik çalışanlardan oluşan bu kesim “kapanma” süresince hem riskten uzaklar, hem de paralarını almaya devam ediyorlar (BirGün 29 Nisan 2020).

KÜRESEL İŞGÜCÜ KAYBI 305 MİLYON KİŞİ

Covid-19 salgınının farklı toplumsal sınıfları ve sektörleri farklı düzeylerde etkilediğini Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) sık sık güncellediği raporları da ortaya koyuyor. ILO salgının başlarında 25 milyon tam zamanlı işe eşit işgücü kaybı olacağını tahmin ederken, bu rakam önce 195 milyona, en son da 29 Nisan 2020 raporunda 305 milyona çekildi. Belki daha da vahimi, çoğu yoksul ülkelerde yoğunlaşan kayıt dışı ekonomide istihdam edilen 1,6 milyar kişinin geçimlerini sağlayamamak riskiyle karşılaşması. Bu sayı küresel işgücünün yaklaşık yarısına denk geliyor.

Dünyada ortalama işgücü kaybı yüzde 10,5’i bulurken bu oran Amerika kıtasında yüzde 12,4’e, Avrupa ve Orta Asya’da yüzde 11,8’e kadar çıkıyor. Dünya çapında 436 milyon işletme, faaliyetlerinin kesintiye uğraması riskini yakından hissediyor. Toptan ve perakende satışta 232 milyon, imalat sanayinde 111 milyon, konaklama ve yemek hizmetlerinde 42 milyon işletme ekonomik krizin etkisi altında bulunuyor.

ILO Genel Direktörü Guy Ryder durumun vahametini, “Milyonlarca işçi için gelirin kesilmesi demek aynı zamanda yiyeceğin de, güvenliğin de, geleceğin de olmaması demek. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında milyonlarca işletmenin nefesi kesilmiş durumda. Onların ne tasarrufları var, ne de kredi kaynaklarına erişimleri. Eğer hemen şimdi yardım elimizi uzatmazsak bu işletmeler yok olup gidecek” sözleriyle dile getiriyor.

SALGIN BAZI SEKTÖRLERİ DAHA FAZLA ETKİLİYOR

Farklı sektörler farklı düzeylerde işsizlik tehdidiyle karşı karşıya. ILO’nun sınıflandırmasına göre eğitim, sağlık ve sosyal çalışma, kamu yönetimi ve elektrik, su gibi temel hizmetler “düşük risk” kategorisinde. Tarım-ormancılık-balıkçılık “düşük-orta” grubunda yer alırken, inşaat, finans ve sigorta, madencilik ve taşocakçılığı “orta” riskliler arasında. Sanat-eğlence, taşıma, depolama ve iletişim “orta-yüksek” sınıfında. Konaklama ve yemek, emlak, imalat ile toptan ve perakende ticaret ise “yüksek” risk grubunda.

Bu arada yüksek risk altında insan yaşamının korunması için özverili bir çaba yürüten sağlık ordusunun küresel işgücü içinde 136 milyon kişiyle temsil edildiğini vurgulayalım. En kalabalık sektör 880 milyon kişiyle tarım iken, onu 463 milyon ile imalat sanayi izliyor.

Küresel istihdamın toplumsal cinsiyet boyutuna göz attığımızda ise parçalı bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çünkü kadınların yüksek oranlarla temsil edildiği eğitim (yüzde 61,8) ve sağlık (yüzde 70,4) gibi bazı sektörler “düşük” istihdam riski taşırken, sanat-eğlence (yüzde 57,2) “orta-yüksek”, konaklama ve yemek (yüzde 54,1) “yüksek” risk içeriyor.


Covid-19 salgınının farklı toplumsal sınıfları ve sektörleri farklı düzeylerde etkilediğini Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) sık sık güncellediği raporları da ortaya koyuyor. ILO salgının başlarında 25 milyon tam zamanlı işe eşit işgücü kaybı olacağını tahmin ederken, bu rakam önce 195 milyona, en son da 29 Nisan 2020 raporunda 305 milyona çekildi



HEM TALEP HEM DE ARZ CEPHESİ SORUNLU

Peki, Covid-19 salgının etkisini yitirmesi halinde ekonomik faaliyetlerin kaldığı yerden devam etmesi beklenebilir mi? Ne yazık ki mal ve hizmetlere olan talebin canlanmasının, en azından eski kalıplarda sürmesinin önünde çeşitli engeller bulunuyor. Birincisi, özellikle dar gelirli kesimler süreçten gelirleri düşmüş, sınırlı tasarrufları erimiş olarak çıkacaklar. Hele bir de ertelenmiş borçların vadesi gelince taleplerini iyice kısacaklar. İkincisi, salgının getirdiği güvensizlik duygusuyla, işsiz kalmak korkusuyla insanlar satın alma kararlarında çekingen davranacaklar. Üçüncüsü, lokantalar, kafeler açılsa, sinemalar film gösterimine başlasa bile tedirginlik, vehimler kolay kaybolmayacak. Dördüncüsü, alışkanlıklarda değişiklik gözlenecek. Turistik seyahatler, iş seyahatleri azalabilecek; şirketler özellikle hizmet sektöründe, büro işlerinde daha az kişiyle çalışma, uzaktan çalışmaya daha az ücret ödeme modeline geçebilecekler. Salgın dönemini insan yerine robotları, yapay zekayı ikame etmek için fırsat bilen işletmelere rastlanacak. Tüm bunlar emek kesiminin tekin talebini aşağı çeken bir etki yaratacak.

Şimdi de arz cephesine geçersek, orada da ciddi sorunlar yaşanacağını öngörebiliriz. Birincisi, gerek imalat sanayinde, gerekse de hizmetler sektöründe seyrek oturma düzeni verimlilik kaybına yol açacak. Ücretler artmazken birim işgücü maliyetleri yükselecek. İkincisi, tedarik zincirlerinin tek bir halkasında aksama tüm üretimi olumsuz etkileyebilecek. Tedarik zincirlerini sadeleştirme, ulusal ekonomilere dönme eğilimi de maliyetleri yukarı çekecek. Üçüncüsü, uluslararası ticarette yavaşlama ihracatı zayıflatacak. Salgın döneminde ertelenen vergileri, uzun döneme yayılan kredileri ödeme zorunluluğu firmaları zorlayacak.

STAGFLASYON VE TOPLUMSAL MÜCADELE

Ekonomide talep unsurundaki kalıcı değişiklikler sırf Keynesyen önlemlerle krizin aşılamayacağını gösteriyor. Yani insanların işe dönmesi, harcamalarını artırmasıyla sorun kendiliğinden çözülmeyecek (Michael Roberts blogu). Üretimde yaşanacak sorunlar da maliyetlerin yükselmesi tehlikesine işaret ediyor. Bu görünüm enflasyonla durgunluğun bir arada yaşandığı “stagflasyon” senaryosunu akla getiriyor.

Tüm sorunları çözmese dahi, salgın döneminde geliri göreceli etkilenmeyen, buna karşın tüketimi zayıflayan kişileri ve bu süreçten artan iş hacmiyle nemalanan şirketleri vergilendirmek en etkili politika önerisi gibi görünüyor. Böylelikle kamu kesimi hem başta sağlık, toplumsal hizmetleri sürdürecek, altyapı yatırımlarıyla ekonomiyi canlandıracak, hem de yoksul kesimlerin yararına geliri yeniden bölüştürecek güce kavuşacaktır. Bu kurgu da “neoliberal dönemin” kapanması demektir. Ancak yukarıdaki “ılımlı” senaryonun bile yaşama geçmesi kendiliğinden değil, toplumsal mücadelenin yükselmesi sonucu gerçekleşecektir.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN









4 Mayıs 2020 Pazartesi

Erdoğan 8 yıl fırsatını kaçırır mı? - Duvar Arkası

Erken seçim için AK Parti, CHP, HDP ve İYİ Parti kulislerinde neler konuşuluyor? Şifreli maç yayınındaki büyük tehlike... AK Parti çocuğa cinsel istismara af konusunda bayram sonrasına randevu veriyor... Ceza Kanunu değişikliğinde 'FETÖ' etkisi... AK Partililerin telefonları bu kez yeni bir gerekçeyle susmuyor... İktidarın milli dayanışma kampanyasına iktidar partisi üyelerinin yarısı kadar katılım oldu... Hepsi Duvar Arkası'nda...



ERKEN SEÇİM SENARYOLARI: SİYASİ İNTİHAR OLUR
Ankara kulislerinde bitmeyen erken seçim senaryolarına bu kez korona virüsü salgını vesile oldu. Salgına tam takır bir hazine kasası ile yakalanan Türkiye’nin salgın sonrası daha kötü bir krizle karşılaşacağı, onun öncesinde bu dönem yakalanan “göreceli başarı”nın seçime tahvil edilebileceği konuşuluyor. Ancak muhalefet, “Her krizi fırsata çevirmeye çalışan iktidar bunu da siyasi fırsat olarak değerlendirmek isteyebilir” dese de yine de bu hesaba mesafeli. AK Parti’nin ‘iyi senaryo’sunda bugünden bakıldığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3+5 olmak üzere 8 yıl görev yapma şansı olduğuna dikkat çeken bir CHP’li yetkili, “Meclis seçim kararı alırsa Cumhurbaşkanlığı seçimi de yapılacak. Erdoğan da tekrar aday olacak. Onun açısından iyimser senaryo yeniden seçilmesi ama mevcut durumda dahi Meclis’te çoğunluğu yok. Bu çoğunluğu Cumhur İttifakı olarak da kaybetmeleri durumunda Erdoğan son 5 yılını başlatmış olur. Bu haliyle 8 yıl görev yapma olasılığı varken bu olasılığı riske atmaz” yorumunu yaptı. İYİ Parti’ye göre de erken seçimi konuşmak için erken. Salgın sonrası Türkiye’yi asıl olarak bir ekonomik krizle mücadelenin beklediğine dikkat çeken yetkili, “Böylesi bir ekonomik kriz ortamında seçim kararı onlar için siyasi intihar olur” görüşünü dile getirdi. Korona virüsü salgını üzerinden erken seçim hesabını “siyasi fırsatçılık” olarak değerlendiren HDP’li bir yetkili ise bu krizden daha çok AK Partili seçmenin etkilendiğine dikkat çekerek, “İnsanların ölmedik, canımız kurtuldu diye oy vereceklerini sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içindeler” yorumunu yaptı. İktidar cephesinden gelen açıklamalar da yakın zamanda bir seçime işaret etmiyor. Ama bu erken seçim tartışmalarının bittiği değil sadece bir sonraki bahara kaldığı anlamına geliyor.
BİZ BİZE YETERİZ: ANKAPARK MASRAFINI ÇIKARAMADIK
Korona virüsü nedeniyle “Biz Bize Yeteriz” sloganıyla başlatılan Milli Dayanışma Kampanyası’na dair tartışmalar devam ediyor. Kampanyaya dair muhalefet partilerinden gelen “Devlet IBAN vermez, yardım etmek için IBAN alır” eleştirisine kampanyaya katılan kişi sayısı ve kampanya kapsamında toplanan meblağ da eklendi. Muhalefet kulislerinde AK Parti’nin 10 milyonun üzerinde üyesi olduğuna dikkat çekip, SMS ve kişi olarak katılanların sayısının bunun ancak yarısına ulaştığına dikkat çekenler var. Diğer taraftan toplanan meblağ için, “Tüm Türkiye bir araya geldi, Merkez Bankası da katıldı ama Ankapark için harcanan 750 milyon doların üçte biri toplanamadı” yorumu yapan da var. Muhalefete göre ise bu tablonun nedeni kötü yönetim ve iktidara olan güvensizlik.
ŞİFRELİ MAÇ YAYININDA BÜYÜK TEHLİKE!
Korona virüsü salgınına karşı alınan tedbirler kapsamında ertelenen lig maçlarının haziran ortasıyla birlikte seyircisiz oynanması yönünde planlar yapılmaya başlandı. Yaklaşık 1.5 aylık sürede kalan maçların oynanması hesapları yapılıyor. Karar henüz alınmadı ama alınması durumunda böyle bir kararın riskleri olduğunu söyleyenler de var. Salgın nedeniyle izolasyon ve sosyal mesafenin devam etmesi gerektiğine dikkat çekenler, “Eğer lig maçları başlarsa televizyondan şifresiz yayınlanması gerekir. Aksi takdirde kahvehaneler açılırsa kahvehanelerde toplanılır, açılmazsa evler kahvehaneye dönüşür, insanlar maç izlenebilecek olan evlerde toplanır. Bu maçların mutlaka şifresiz yayınlanması gerek. Yayıncı kuruluşa ne gerekiyorsa ödesinler ya da yayıncı kuruluş bu yıl bir jest yapsın ve şifresiz yayının yolu açılsın. Yoksa bu maçların şifreli verilmesi kadar tehlikeli bir şey olmaz” uyarısında bulunuyor. Lig maçlarının oynanıp oynanmayacağına karar verecek olanlar bu uyarıyı dikkate alacak mı? Bunu hafta öğrenmiş olacağız.
ÇOCUĞA CİNSEL İSTİSMARA AF: BİR KEZ DAYAK YİYELİM GEÇSİN GİTSİN
AK Parti çocuk istismarcılarına af getirecek bir düzenleme ısrarından vazgeçmiyor. AK Parti MKYK Üyesi, Van Milletvekili Osman Nuri Gülaçar bu hafta içinde yaptığı bir paylaşımda “erken yaşta evlilik mağdurlarıyla ilgili düzenlemenin infaz paketinde yer alması için çok çabaladıklarını ama bazı sebeplerden ötürü yetişmediğini” söyledi. Söz konusu düzenlemenin bayramdan sonraki Meclis çalışmalarının öncelikli konularından biri olacağı sözünü veren Gülaçar, “Birçok arkadaşımızla birlikte bu konunun çözümü için elimizden geleni yaptığımızdan şüpheniz olmasın” dedi. Söz konusu düzenleme için muhalefet desteği arayan AK Parti’de bu tutum da değişecek gibi görünüyor. AK Parti kulislerinde, “Bu konu gündemde kaldığı sürece sürekli dayak yiyoruz. Cesaret edip yapalım, bir kez dayak yiyelim, geçsin gitsin artık” görüşü dile getiriliyor. Bayram sonrası çalışmaya başlayacak Meclis’te AK Parti’nin baroların seçim yöntemini değiştirecek bir teklif sunacağı konuşulurken, çocuklara cinsel istismara af getirecek bir düzenleme için de adım atılması halinde Meclis’i sıcak bir yazın beklediğini söylemek yanlış olmayacak.
CEZA KANUNUNA FETÖ RÖTARI!
Anayasanın “eşitlik” ilkesine aykırılık gerekçesiyle iptali için Anayasa Mahkemesi’ne taşınan Ceza İnfaz Kanunu değişikliğinin Meclis’teki görüşmeleri Türk Ceza Kanunu’nda da kapsamlı bir değişikliği gündeme getirdi. Yaklaşık 90 bin kişinin cezaevinden çıkmasını sağlayan kanunun görüşmelerinde sık sık Ceza Kanunu’nda 2005 yılında yapılan kapsamlı değişikliğe dikkat çekildi, yıllar içinde hem cezalardaki hem de infaz oranlarındaki artışın bugün cezaevlerinin kapasite aşımına neden olduğu ileri sürüldü. Ayrıca yapılan birçok değişiklikle aynı zamanda çok karmaşık hale getirilen yasanın yeniden elden geçirilmesi gerektiği ifade edildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da infaz kanununu onayladıktan sonra yaptığı açıklamada, “Ceza kanunumuzdaki suç ve yaptırım dengesini tümüyle yeniden ele alacak kapsamlı bir çalışmaya başladık. Önümüzdeki yasama döneminde Meclis’teki ilk işlerimizden biri bu olacak” diyerek değişikliğin işaretini verdi. Ancak AK Partili yetkililer bu konuda acele etmekten yana değil. Bunun nedeni ise büyük kısmı biten ama bir kısmı devam eden FETÖ davaları. AK Parti kulislerine göre Ceza Kanunu’nda değişiklik içeren bir çalışmada dikkat edilecek noktalardan biri FETÖ davalarında devam eden infaz süreleri olur. O davalardaki infaz süreleri tamamlanmadan bir değişiklik söz konusu olmaz.
AK PARTİLİLERİN TELEFONU SUSMUYOR
Korona virüsü tedbirleri kapsamında 31 kente seyahat kısıtlaması getirildi. Karar gereği seyahat etmek isteyen vatandaşların kaymakamlıklardan ‘seyahat izin belgesi’ alması gerekiyor. Bu izni almak da kolay değil. Ancak sağlık ve cenaze gibi zorunlu hallerde veriliyor. İstedikleri izni alamayanlar da bu kez siyasetçilerin kapısını çalıyor. Özellikle AK Partili milletvekilleri telefonlarının susmamasından yakınıyor. Bir taraftan seçim bölgelerinden vatandaşların, diğer taraftan yakınlarının seyahat izin belgesi almak için yardım talep ettiğini anlatan milletvekilleri, “Okul, yurt kaydı, kredi-borç ertelemesi, iş, yardım talebi derken şimdi de seyahat belgesi için aranıyoruz. Ne yapacağımızı şaşırdık” diyor.
duvaR arkası

Korona geçerken Soylu değiştirilmez - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Kızıl yaprakların arasından görülen mavi gökyüzü, üzerine yatılan yeşil çimeni hatırlatır. Taşa vuran ayağın sesleri, uzaktaki sokağın ıssızlığını haber verir. Peki, bir markete yığılmış insanların yüzündeki endişe?
Meşhur geyik muhabbetini duymuşsunuzdur. Dünya İçişleri Bakanları Şampiyonasında, hedef, ormana salınan tilkiyi yakalamaktır. Almanlar kızıl ötesi ışınlarla 6 saatte, Amerikalılar uydu fotoğraflarıyla 5 saatte, Çinliler keskin burunlu köpekleriyle 4 saatte bitirir yarışı. Ellerinde sopalarla ormana giren Süleyman Soylu ve ekibi, 10 dakika sonra kaşı gözü patlamış, yara bere içindeki kelepçeli ayıyla geri döner. Zavallı hayvancık hakemi iknaya çalışır: Yemin ederim ki ben tilkiyim!

Rivayet odur ki sonucu kabullenmeyen hakem, “Koca ayı yemin ediyor, niye inanmıyorsun” diye tartaklanınca şampiyona iptal olur. Kıssadan hisse, Süleyman Soylu’nun problem çözme yöntemi birazcık farklı!
İki saat sonra sokağa çıkmak yasak” diyen Soylu’nun rüzgârıyla markete koşan insanların fotoğrafı, bana bir buçuk yıl önceki başka bir market fotoğrafını hatırlattı. Üstelik konu yine Soylu’ya bağlanmıştı. Türkiye ekonomisinin zor günleriydi. Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı  başlatılmış, Berat Albayrak patronlardan indirim istemişti. Göstermelik de olsa bir indirim furyası ilerliyordu. Derken tuhaf bir şey oldu. Soylu, 81 ilin valisine gönderdiği genelgeyle fahiş fiyatlarla mücadele edilmesini istiyordu. Zabıtaların marketlere girip fiyatları incelediği fotoğraf, dünya basınında “Türkiye’nin enflasyonla mücadelesi” diye dalga geçilerek verilince, Soylu stili dünyaya mal oldu. Bu hareketin baltalama olduğunu düşünen Albayrakçıların gazetesi Sabah’ta Soylu şöyle eleştiriliyordu:
Yani şimdi markete polis mi girecek! Fiyat indirmeyene idari işlem yapılması ne demek! Bence bazen vur deyince öldürüyoruz ve işi amacından saptırıyoruz.”

TURİZM BAKANI'YLA BİLE SORUNLU 

İlk istifası olmadığını öğrendik. “Hakaretleri de kabul ettim” deyince hakarete uğradığını da öğrendik. Sopalı çözüm nedeniyle birçok bakanla karşı karşıya geldiğini öğrendik. Krizlerin önce Albayrak’a, sonra Saray’a gittiğini öğrendik. Telefonunu kapatınca ona Erdoğan’ın bile ulaşamadığını öğrendik. Bir istifa çok şey öğretti…
İçişleri Bakanı Turizm Bakanı ile karşı karşıya gelir mi? Turizm Bakanı’nın geçen yıl bu zamanlar yaptığı “Almanya’dan 5 milyon 600 bin turisti Türkiye’ye bekliyoruz” açıklamasını hatırladınız mı? Erdoğan da 2019 yılı turizm hedefinin 50 milyon turist olduğunu söyleyerek Bakanına destek vermişti. Soylu hemen ardından aynen şunu söyledi: “Avrupa’da, Almanya’da öyle terör örgütünün toplantılarına katılıp da ondan sonra gelip Antalya’da, Bodrum’da, Muğla’da tatil yapanlar var ya, onlar için de tedbir aldık. Hadi gelsinler bakalım, havalimanlarından içeri girsinler. Gözaltına alıp yallah, öyle kolay değil.” Soylu’nun açıklamasına Alman Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye’ye seyahat uyarısı”yla yanıt verdi. Başka birinin paylaşımını beğenmeniz bile gözaltı nedeni diyen uyarıyı seyahat iptalleri takip etti. Kısacası, ormandaki asayiş sorununu ormanı yakarak ortadan kaldıran Soylu, “her işin karışanı” oldukça, işleri bozuyordu.
Soylu’nun gidip gelmesinin ardından Berat Albayrakçı Sabah gazetesinin Ankara Temsilcisi’nin Soylu eleştirisi, hem krizin ne olduğunu hem de sadece ertelendiğini göstermiyor mu:
Kamuoyunun ilgi ve sevgisine mazhar olmak her siyasetçinin en büyük arzusu ve hedefidir. Şahıs bazında kurulan sempati halkaları, ancak kurumsal yapıların içinde, liderliğin sürükleyici gücüne uyumla ve kalibreli ekiplerle anlamlıdır. Cumhurbaşkanı, dere geçerken at değiştiren bir siyasetçi olmadığı için, günün ve görevin gereklerini gözeterek sağduyulu davranmıştır. Cumhurbaşkanı’nın bu tarzı özgündür ve geleceğe dair siyaset mühendisliği öngörülerine dalanlar için yanlış yorumlanmamalıdır.
Demek Soylu üzerinden siyaset mühendisliği yapanlar vardı, korona geçerken bakan değiştirilmezdi.

AKP’DE ANKET SAVAŞLARI 

Tam da Soylucuların “geri dön” kampanyası başlattığı saatlerde, Albayraklar’ın SETA’sından Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na çıkan Fahrettin Altun’un mesajına dikkat ettiniz mi? 00.48’de Erdoğan’ın çalışırken fotoğrafını paylaşmış ve “Allah ömrünüze bereket, gücünüze güç katsın Sayın Cumhurbaşkanım” yazmıştı. “Patron belli” diyordu.
Birkaç gün sonra ilginç bir anket ortaya düştü. Metropoll Araştırma, vatandaşa “Erdoğan’ın görevini yapış tarzı”nı soruyordu. Meğer korona günlerinde Erdoğan’a destek yüzde 41.1’den 55.8’e çıkmıştı! CHP’lilerin yüzde 20’si Erdoğan’a destek vermeye başlamıştı! Anket en çok Albayrakçı yazarları memnun etti. “Oluşmaya başlayan aklıselim zemin”den, “yeni ortak akıl”dan bahseden bile oldu.
İşte tam da bu anda akla başka bir anket geliyor. 2019 yılının aralık ayında, yani 4 ay önce, Washington merkezli Amerikan İlerleme Merkezi, Max Hoffman imzalı bir yazıyı resmi sitesinde yayımladı. Türkiye uzmanı Hoffman’ın başlığı ilginçti: Türk Muhafazakârların Erdoğan’a Sadakati ve Potansiyel Haleflerine Bakış. Hoffman, yine Metropoll’ün AKP’lilere “Erdoğansız AKP”yi sorduğunu anlatıyordu. Metropoll’den öğrendiğimize göre anketi Amerikalılar yaptırmıştı. Parti tabanının yüzde 73’ü Erdoğan’dan başka bir lider düşünemediğini söylüyordu. Düşünebilenlerin yüzde 17’si Süleyman Soylu, 12’si Ali Babacan, 8’i Davutoğlu, diğer 8’i Berat Albayrak7’si Abdullah Gül adını vermişti. Listedeki Soylu ve Albayrak dışında kalanların tasfiye olduğunu biliyorsunuz.
Üstelik bu sadece biri. 2019 yılının temmuz ayında PİAR Araştırma, vatandaşlara bakanları sorduğunda ya da şubat ayında Gezici Araştırma siyasetçilerin güvenilirliğini sorduğunda Soylu hep önde çıkıyordu. Anketler de, birileri bize anketlerle de, bir şeyler söylüyordu.

SOYLU İTTİFAKIN VEZİRİ 

Uzatmayalım…
Belli ki Soylu’nun istifası, market fotoğrafından çok, AKP içindeki fay hatlarının sonucu. Şahın belli olduğu bir satrançta vezirin kim olacağını bilek güreşi belirleyecek. Ancak bu savaşın bir ekseni daha var.
Çok değil, kısa süre önce “yüzde 40” tartışması yaptık. Albayrak’ı destekleyenlerin de olduğu bir eğilim, yeni sistemdeki “yüzde 50 sorunu”nu öne çıkardı. Başkanlık, koalisyonu bitirecekti. Ama yüzde 50 ihtiyacı nedeniyle “küçük partilerin kilit haline geldiğinden” bahsediyorlardı. Şikâyet ettikleri tabii ki başkasının düğününde oynayınca kendini güvey zanneden küsurat partileri değil, MHP idi. Yüzde bahsini açanların öncelikli derdi AKP’nin ayağına bağlı MHP taşını çözmekti. Soylu’nun istifası sırasında yaşananlar; taşın sadece ayakta değil, böbrekte de olduğunu gösteriyor. Zira Soylu’nun istifasına en sert tepkiyi MHP’nin verdiği hatırlanırsa, Süleyman Soylu’nun, AKP içindeki bir kanadın MHP ile ittifakının vezir adayı olduğu netleşti.
Haliyle anket-ankete karşı tablosu iki şey söylüyor. Bir, Erdoğan eskisinden daha güçlü bir patron. İki, arkasındaki destek onu kimseye mecbur bırakmayacak büyüklükte. Anketlerin mesajının sonucunu görmek için kuşkusuz “derenin geçilmesi” beklenecek.
Asıl merak ettiğim başka…
Tilkiliğe ikna yöntemini biliyoruz. Peki, bir zamanlar kendisine “AKP’ye gidecek misiniz” diye sorulduğunda “Teklif ettiler kabul etmedim” diyen, AKP’yi “devlet elbisesi giymekle” suçlayan devlet muhalifi Soylu’yu, Erdoğan’ın veziri olmaya kim ikna etti?
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Vatandaşlık numarasına değil kredi puanına bakılıyor: İstikrar kalkanı fos çıktı - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Kredi puanı düşük olan çoğu kişiye temel ihtiyaç ve esnaf kredisi çıkmıyor. Duruma AKP seçmenleri de isyan etmiş durumda. Halkbank ise 50 bin lira borçlanan esnafa borcunu ödeyemezse diye 75 bin liralık senet imzalattırıyor.


Hükümetin önce 100 milyar liralık dediği daha sonra 200 milyar liraya çıktığını iddia ettiği istikrar kalkanı paketi giderek şaibeli hale geliyor. Yüzde 73’ü gelir değil de faiziyle beraber geri toplanacak kredilerden oluşan destek paketinde krediler de herkese çıkmıyor. Salgının yarattığı ekonomik yıkım ortadayken Albayrak’ın Twitter’dan yazdığı hamasi mesaj ise tepkiyi büyüttü. Albayrak “Milletimizi bölemeyecekler, ülkemizi parçalayamayacaklar. Ay yıldızlı bayrağımızın göklerde dalgalanmasına mani olamayacaklar. Ezanlarımızı susturamayacaklar. Hükmünde galip olan sadece Allah’tır. Biz bunu biliriz” şeklindeki mesajı sosyal medyada durup dururken neden böyle bir mesaj atıldı yorumlarına neden oldu. Albayrak’ın bu tweetinin altına çoğu sert tepkilerden oluşan 3 bin 500 mesaj atıldı.
KREDİ PUANI DÜŞÜK OLANA DESTEK YOK!
Tepki gösteren yurttaşlar Temel İhtiyaç Destek Kredisi’ne başvurduklarını, tüm şartları sağladıklarını ancak kredi çıkmadığını dile getiriyor. Bu yurttaşlardan kendilerine ulaştıklarımız durumun kabul edilebilir olmadığını, tüm umutlarını temel ihtiyaç destek kredisine bağladıklarını söylüyorlar. Yurttaşlardan biri neden size kredi çıkmadı diye sorduğumuzda “verdiği söz yalan çıktı herkes alacak dedi şimdi sicili bozuk icrası olanlar alamıyor, benim de sicilim bozuk emekliyim 2111 lira maaş alıp 1300 lira kira ödüyorum, sıkıntım var” cevabını verdi. Bir diğer yurttaş ise Berat Albayrak’ı eleştirmekten tedirgin oluyor ancak dertlerini de anlatmak istiyor. “Canları sağ olsun Berat Bey’i eleştirmek gibi bir haddim de yok zaten” diye sözlerine başlayan yurttaş “ama şu an SGK kaydım bile yok eşim EYT’li (Emeklilikte yaşa takılan) durumda. Benim bir taşınmazım yok ama borcumu öderim, ama borç bile vermiyorlar” diyor. Borç arayan bir başka yurttaş ise bebeği olduğu için çok daha zor durumda ve şöyle diyor: “5000 altı geliri olan herkese diye reklam yapıldı sonradan şartlar eklendi. İnanın üçüncü kiram geldi. İşsizlik ödeneği ne zaman alırız belli değil. Kaymakamlığa yazdım bin lira gönderdi. Ama bin lirayla nereye gideriz. Faturalar uçuk. Bebek masraf. Yardım değil borç verecekler. Açık dosyam olmasa niye bir ay bekleyeyim gider özel bankadan alırım”
KREDİ ÇIKTI AMA TUTARI SÜRPRİZ OLDU
Üstelik tek sorun bu da değil. Destek paketindeki kredi tutarları 5 bin, 7 bin 500, 10 bin lira olarak açıklanmasına rağmen kredi çıkan yurttaşların pek çoğuna bu tutarlar yerine 3 bin lira çıkıyor. Yurttaşlar ise “bu parayla ne yapacağız” diye soruyorlar. Üstelik bir biçimiyle kredi çekenler de kirayı faturaları ödediler ancak 6 ay sonra başlayacak taksit döneminde ne yapacakları henüz belirsiz.
Temel ihtiyaç destek kredisinde tablo buyken esnaf kredisinde sorunlar daha da büyük. Esnafa bu dönemde destek adı altında yıllık yüzde 7,5 faizli, yüzde 0,75 dosya masraflı 25 bin TL kredi dağıtılıyor ancak esnaftan da kredi puanı düşük olanlara destek çıkmıyor. Bu durumdaki esnaflar ise tefecilerin pençesine düşüyor.
Ayrıca Halk Bankası’ndan kredi talebi onaylanan esnaflar da büyük bir yükün altına sokulmuş durumda. 25 bin TL kredi kullanan esnafın 6 ay sonra başlayacak ve 30 ay boyunca aylık kredi tutarı 884 lira 70 kuruş. Bu tutarın ayrıntıları ise şu şekilde;
►Anapara: 694 lira 44 kuruş
►Faiz: 96 lira 88 kuruş
►Banka komisyonu: 41 lira 67 kuruş
►Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi: 11 lira 77 kuruş.
Böylece 25 bin liralık kredi çeken yurttaş toplamda 28 bin 21 lira ödüyor. Bunun 1000 lirası banka komisyonu 1792 lirası faiz, 229 lirası ise vergiden oluşuyor.
ÖDEYEMEZSE DİYE SENET İMZALATILIYOR
Bu borcun altına sokulmuş esnafın 6 ay sonra hangi ek gelirle borcunu ödeyeceği belirsiz. Halk Bank ise bu riski gördüğü için borç verdiği esnafa bir de senet imzalatıyor. 25 bin liralık Parafkart, 25 bin liralık da Esnaf Destek Kredisi alarak toplamda 50 bin lira borcun altına sokulan bir yurttaş eğer üzerinde ipotek gösterebileceği bir varlığı yoksa 75 bin liralık senet imzalamak durumunda kalıyor. Esnaf, kredinin vadesini 3 ay geciktirirse bu senet avukatlar aracılığıyla mahkemeye sunuluyor ve böylece 50 bin liralık borç bir anda 75 bin lira ve avukat masraflarına fırlıyor. Buna karşın Albayrak, sık sık esnafımızı yalnız bırakmadık nutuklarına devam ediyor.
ZATEN İHTİYACI OLANLAR BU KESİMLER
CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat konuya ilişkin gazetemize açıklama yaptı. Destek diye sundukları paket gelir desteği değil borç diyen Karabat “İnsanlara gelir değil yüzde 7,5 faizi ve masraflarıyla geri toplayacakları borç veriyorlar. Onu da herkese değil kredi puanı yüksek olanlara veriyorlar. Yani geri ödenemez diye korkuyorlar ve rahatlıkla geri ödeyebilecek olan insanlara veriyorlar. Ancak son 2 yıldır ülke zaten bir ekonomi krizden geçiyor. Bu nedenle pek çok esanfımızın kredi puanı salgından önce bozuldu. Salgınla beraber iyice zor duruma düşen esnafa şimdi de kredi puanı düşük diye borç dahi verilmiyor. Esnafın senet borcu var, kredi borcu var, kira gideri duruyor. Halbuki en çok ihtiyacı olan insanlar kredi puanı düşük olanlar” dedi.
Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Alım tekelleri yaşasın diye milyonlarca işçi topun ağzında - ADİLE KAYA / SOL

Formel olarak 1,1 milyon, kayıtdışı dahil edildiğinde 1,5 milyon işçinin çalıştığı, mal ve hizmet sağladığı diğer sektörlerle birlikte etki alanı 2,5 milyon işçiye uzanan bir sektörün yüzde 40-50’lere ulaşan üretim, ticaret dalgalanmalarına açık hale getirilmesi, 15-20 alım tekeliyle, onlara bağımlı hareket eden onlarca yerli sermayedarın keyfine teslim edilmesi çok daha kuvvetli sorgulanmalı.


Covid-19 salgını turizm, yeme-içme, havacılık gibi hizmet sektörlerini çok kuvvetli biçimde etkilerken imalat sanayi sektörleri arasında en ağır darbeyi tekstil-giyimin alması bekleniyor. Perakende zincir mağazalarının kapanması, tekstil-giyim ürünlerinin salgın günlerinde öncelikli olmaması önemli etkenler. Ancak sektörün yapısından ötürü “arz şoku” da bu darbede etkili. Üretimde öne çıkan ülkelerin salgından erken etkilenen ülkeler olması nedeniyle tedarik zinciri aksamaları yaşandı, yılın ilk aylarında Çin’deki üretim araları akışta aksamalara yol açtı. McKinsey gibi uluslararası düzeyde sermaye danışmanlığı yapan kuruluşların Nisan ayı tahminlerine göre 2020 yılında dünya ölçeğinde hazır giyim gelirlerinin (2019’da 2,5 trilyon dolar civarındaydı) yüzde 27-30 azalması, 2021 yılında ise 2019 düzeyinin ancak yüzde 2-4 üzerine çıkması bekleniyor.1

Salgınan daha öldürücüler: Fatura on milyonlarca işçiye kesildi

Giyim ürünlerinde otomotiv, beyaz eşya, elektronik ürünler gibi diğer dayanıklı tüketim mallarından farklı olarak talebin ertelenmesi, ilerleyen dönemde kayıp talebin önemli bir bölümünün ek teşvikler gibi uygulamalarla uyarılması güç. “Hızlı moda” (“fast fashion”) olarak adlandırılan ve baskın olan tüketim eğilimiyle sezon sayısının neredeyse 52’ye çıktığı, yani haftalık ya da birkaç haftalık yeni koleksiyonların satışa sunulduğu bir yapı söz konusu. Salgınla birlikte yılın en az dörtte biri, en az 3-4 koleksiyon iptal oldu. Az sayıda alım tekeli, Avrupa’da, ABD’de ve salgının yayıldığı diğer ülkelerde hızla mağazalarını kapatırken imalat sanayi istihdamının yüzde 50’den fazlasını hazır giyim sektöründe istihdam eden Bangladeş, Kamboçya gibi ülkeler başta olmak üzere bu duruşun faturasını dünyanın dört bir yanındaki on milyonlarca tekstil-giyim işçisine kesti. Türkiye’de de çok ağır bir tablo oluştuğu, gelecek sezonlara ait sipariş iptallerinin ötesinde teslim edilmiş siparişlerin ödemelerinin alınmasında, üretimine hazırlık yapılan, hammaddeleri temin edilen siparişlerde önemli sıkıntılar yaşandığı, alım tekellerinin yönettikleri büyük ağı harcadıkları sermaye örgütlerinin açıklamalarından anlaşılıyor.2
Otomotiv, elektrikli teçhizat, hava taşıtları gibi bir ürünün yüzlerce, binlerce farklı parçadan oluştuğu sektörlerde üretimin parçalanması, farklı coğrafyalarda üretilen parçaların bir başka yerde bir araya getirilmesi, “küresel değer zinciri” yapısı, çok daha basit ürünler üreten tekstil-hazır giyim ürünler için de geçerli. Hatta bu yapının öncüsü tekstil-giyim sektörü oldu. Hindistan’da üretilen ham bezin Türkiye’de işlemden geçip ipliğe ya da kumaşa dönüştüğü, ipliğin ya da kumaşın bir başka ülkede tekrar işlem görüp kumaş olarak bir başka ülkeye gönderildiği, burada bir tişört ya da takım elbise haline getirildiği, nihai olarak bir ülkede paketlenip perakende zinciri mağazalarına dağıtımının yapıldığı, basit sayılabilecek bir tişört için, pamuk, sentetik elyaf gibi hammadde tedariği de eklendiğinde 6-7 ülkeyi kapsayan bir dolaşım ağı resmedilebilir. Bunun yanında çok standart, basit ürünlerin yüksek miktarda tek bir ülkede, hatta tesiste üretilmesi mümkünken lüks ürünlerde kişiye özel ürünlerin, özel tasarımların çok daha fazla işlemden, aşamadan geçmesi de söz konusu olabiliyor. Kapitalizmin doğuşunu, modern sanayi üretiminin başlangıcını temsil eden sektör, bugün aynı zamanda temel “ihtiyaç”la “piyasa”nın güdülediği tüketim iştahı arasındaki mesafenin en geniş olduğu “ürün sepeti”yle kapitalizmin her tür irrasyonalitesini de en uç halleriyle sergiliyor.
Sermaye yoğunluğu, teknoloji düzeyi yüksek tekstil fabrikalarından terzi ya da fason atölye ölçeğine milyonlarca farklı işletmenin dahil olduğu bir “değer zinciri”, son 30 yıldaki gelişmelerle büyük oranda perakende zincirleri/markalar tarafından yönetiliyor. Alım tekelleri, sermayelerin ölçeklerine ve üretim/hizmetlerinin niteliğine göre bir hiyerarşiye sahip olduğu karmaşık ve çok geniş bir üretim ve hizmet ağını yönetiyor. Son 30 yıl özellikle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ekonomilerde kentleşmenin artışı, tarımdan sanayi ve hizmetlere sektörüne kayışın hızlandığı, tüketim alışkanlıklarının hızlı değiştiği bir süreç olurken hazır giyim ve ayakkabı tüketiminin de hızlı arttığı bir dönem oldu. Çin başta olmak üzere “ucuz emekgücü cenneti” ülkelerin dünya ekonomisine ve ticaretine hızlı entegrasyonuyla sömürü olanakları genişledi. Alışveriş merkezleri başta olmak üzere dev zincir mağazalarla “hızlı” ve “ucuz” moda tüketimi sunan Inditex (Zara, Bershka, Massimo Dutti vb), TJX (TJ Maxx, Marshalls vb), H&M, GAP, C&A, Footlocker gibi 15 alım zincirinin dünya hazır giyim cirosundaki payı yüzde 10’u geçti.

Salgından önce de dönüşüm konuşuluyordu

Tekstil-giyim sektöründe mevcut yapısı, üretim-hizmet ağı ya da “küresel değer zinciri” yapısı üzerinden tartışılan “dönüşüm ihtiyacı”nın salgınla birlikte hız kazanması bekleniyor. Otomotivdekine benzer şekilde3 mevcut yapının düşen kar oranları, artan sermayeler arası rekabet, pazar büyümesinin yetersiz kalması gibi nedenlerle sorgulandığı ve zaten gündemde olan dijitalleşme (hem üretim organizasyonunda hem de pazarlama/satış kanalı olarak), daha küçük ölçekli mağazalar, yeni malzemelere dayanan, daha teknolojik ürünler gibi eğilimleri güçlendireceği, bir eliminasyonun yaşanacağı öngörülüyor.4 Mevcut durumda yüzde 30 civarında olan e-ticaretin artması beklenirken Amazon gibi e-ticaret platformlarının etkinliğinin artması, mevcut “değer zinciri” yapısında da buna uygun değişiklikler, şehir merkezlerindeki çok katlı mağazalardan daha lokal ve küçük mağazalara kayış salgınla birlikte iyice hızlanabilir. Hijyenik malzemelerden, nano teknolojik kumaşlardan üretilen giysiler, giyilebilir teknolojiler, tek kullanımlık giysilerin, ki bunların tamamı hem büyük tekstil tekelleri hem de alım tekelleri için daha karlı yeni ürünler demek, tüketiminin kışkırtılması da salgının ortaya çıkardığı çeşitli hassasiyetleri istismar ederek kolaylaşabilir. Hiç kuşkusuz bu dönüşümün hazırlıklı olmayan, hızlı adapte olamayan, mevcut yapının yükünü fazlaca taşıyan değer zincirinin değişik noktalarındaki değişik ölçeklerdeki sermayelerin eliminasyonu anlamına geleceği de söylenebilir.

Ne kadar ‘ileri’ entegrasyon, o kadar büyük batma riski

Tekstil-giyim sektörü dünya ölçeğinde 2,5 trilyon dolarlık gelir ve 751 milyar dolarlık ihracatın yanısıra en fazla istihdam yaratan sektörlerden biri. Yukarıda değinildiği gibi tamamen “üretim üssü”ne dönüştürülmüş bazı ülkelerde istihdam oranı imalat sanayi istihdamının yarısından fazlasını oluşturuyor. Tekstil-giyim-deri Türkiye için de en temel sektörlerden biri olma özelliğini, yıllar içinde ağırlığı azalsa da koruyor. Sektörün ekonomi içindeki payı dolaylı etkilerle yüzde 8-10, imalat sanayi üretimi içindeki payı yüzde 15, ihracattaki payı yüzde 15, imalat sanayi istihdamındaki payı ise yüzde 26, toplam istihdamdaki payı ise yüzde 8 civarında. 2000’lerin başına göre ihracat ve istihdam payı azalsa da hala en önemli istihdam sağlayan ve döviz geliri yaratan sektörlerden biri durumunda. Ki ihracata katkısı yüksek otomotiv, beyaz eşya gibi sektörlere göre ithalat düzeyi -yıllar içinde artsa da- daha düşük olduğu için, net ihracat katkısı da en yüksek sektör. Ama tabii ki sektörün son 40 yıllık hikayesi büyük ölçüde uluslararası sermayeye bağımlılığın artışının hikayesi. Türkiye’nin mevcut hazır giyim ihracatının yaklaşık yarısı 12 alım tekelinden kaynaklanıyor. “Küresel değer zinciri”ndeki yer ilerledikçe, taşınan risklerin arttığı, alım tekellerinin yönlendirmeleriyle sömürü oranlarının arttığı, nasıl kırılgan bir yapıya ulaşıldığının son iki ayda yaşananlarla iyice belirginleştiği söylenebilir.
İhracatın yaklaşık yüzde 70’i ihracata yönelik, nitekim Türkiye dünyanın 6. büyük ihracatçısı durumunda. Yıllar içinde Türkiye’nin konumunda bir farklılaşma yaşandı, uluslararası işbölümündeki rolünde değişiklikler oldu. Avrupa pazarına yakın olmanın, rakip ülkelerin bir bölümüne göre sanayi ve hizmet altyapısının daha gelişkin olması, emekgücü niteliğinin yüksekliği gibi faktörlerle üretim organizasyonu yapan, yer yer tasarım da dahil “ful paket” çözümler üreten bir role doğru kayıldı. Özellikle Çin’in dünya ticaretine serbest bir şekilde dahil olduğu 2005 sonrasında rekabet gücünün düşük olduğu alt sektörler, ürün gruplarından çıkıldı. Gümrük Birliği Anlaşması bu sürecin hazırlığına ilişkin önemli bir referans oldu. Çin başta olmak üzere Uzakdoğu ülkelerine göre rekabet gücünün düşük olduğu ürün gruplarında üretim kapasitesinin bir bölümü devreden çıkarken, büyük alım gruplarının tedarik politikaları doğrultusunda sektörde yapısal dönüşüm yaşandı. Büyük iplik ve kumaş üreticileri, rekabetin yüksek olduğu standart ürünlerden büyük ölçüde çıktı. Bazı gruplar bu ürün gruplarında üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelerde yatırım yaptı. (Söktaş grubunun Hindistan’da ham bez yatırımı, Çalık grubunun Özbekistan yatırımları vb.) Özellikle sentetik iplik ve kumaşlarda hazır giyim ihracatındaki artışa ve yükselen talebe rağmen TL’nin değerli olmasının da etkisiyle üretim kapasitesini geliştirmek yerine ithalata yönelindi.
Hazır giyimde de tişört benzeri, yüksek hacimli talebe konu ürünlerin üretim ve ihracattaki payı azalırken “fast fashion” trendiyle uyumlu, büyük alım gruplarına ve markalara koleksiyon hazırlamaya yönelik faaliyetler arttı. 2000’li yıllar aynı zamanda Türkiye’de organize perakendenin, özellikle sayısı hızla artan AVM’lerle çok hızlı bir gelişim gösterdiği bir dönem oldu. Bu gelişim yurtiçi pazarda giyim firmalarının markalaşma ve mağazalaşma konusunda önemli bir sıçrama yaşamasını da sağladı.
2000’li yıllarda Türkiye teksil ve giyim sektörünün Türkiye ekonomisi içindeki ağırlığı azaldı. Bu gerilemenin önemli nedenlerinden biri sosyoekonomik gelişmelere bağlı olarak diğer sektörlerdeki büyüme, özellikle de otomotiv, elektrikli teçhizat, makine gibi sektörlerin global değer zincirlerine entegrasyonunun hız kazanmasına dayalı daha hızlı büyüme oldu. İkinci önemli neden de tekstil ve giyim sektörünün küresel ticarette artan serbestleşme, büyük alım gruplarının tedarik politikaları, yeni üreticilerle artan rekabet, yeni teknolojik gelişmeler (IT bazlı uygulamalar), yeni iş modelleriyle birlikte Türkiye’nin global tekstil ve giyim değer zincirlerine entegrasyon düzeyindeki değişim oldu.
Buna rağmen 2005-2019 döneminde tekstil, giyim ve deri üretimi imalat sanayi ortalama üretim artışının altında kalmakla birlikte, artış gösterdi. Söz konusu dönemde tekstil üretimi ortalama yüzde 2,3, giyim üretimi yüzde 4,3, deri üretimi ise yüzde 4,8 büyüdü. 2005-2010 döneminde üretimde gözlenen inişli çıkışlı seyir üç sektör için de 2010 sonrasında yerini düzenli bir büyüme seyrine bıraktı. Bu gelişimde tekstil sektörü için ithalatta ek vergi uygulamalarının ve Suriyeli göçmenlerin istihdamıyla emekgücü maliyetlerinin düşürülmesi etkili oldu. Antep’te, Zeytinburnu’nda, pek çok şehirde fason atölye kapasitesi ve kayıtdışı çalışmada artış yaşanırken “rekabetçi” olunmayan ürünlerde, alt sektörlerde üretim artışı olduğu görüldü. 2008 krizi sonrası Avrupa tedariklerinde stok maliyetlerini düşürmek için yakın coğrafyalara yönelme, Çin’de emekgücü maliyetlerinin artışı, Türkiye’de daha hızlı gelişim gösteren sektörlerde büyümenin yavaşlaması ve bir “istihdam jeneratörü” olarak doğrudan ve dolaylı destek mekanizmalarıyla yeniden tekstil-giyime dönüş büyümenin sürükleyici unsurları olarak sayılabilir.
Sektörün karmaşık yapısı ve hiyerarşisi hem bağımlılığın yüksek olduğu alım tekelleri hem de Türkiye’de suyun başını tutan sermaye grupları için sömürü olanaklarının genişletmeye, riskleri aktarmaya yarıyor.
Tekstil-giyim-deri sektörleri 88 bin işletmeyle en yüksek üretim tesisi sayısına sahip sektör. İşletmelerin yüzde 90’ı 100 işçinin altında işçi çalıştıran işletmeler olmakla birlikte üretim değeri üzerinden bakıldığında payın yüzde 50’sinin 100 üzeri işçi çalıştıran işletmelerde olduğu görülüyor. Tekstil tek başına alındığında sermaye yoğunluğu daha yüksek olduğu için İstanbul Sanayi Odası ilk 500 sıralamasında yer alan şirketlerin üretimdeki payı yüzde 38 iken, Türkiye İhracatçılar Meclisi ilk 1000 ihracatçı sıralamasındaki giyim şirketlerinin de ihracatın yüzde 15’ini gerçekleştiriyor. Çok oyunculu yapı günün sonunda kuvvetli bir tekelleşmeye bağlanıyor.

Tahribatın işçilere yıkılması kader olmamalı

Kısa vadeli bakıldığında, Mart ayındaki yüzde 20 civarındaki ihracat daralmasının, 3 Mayıs olmasına rağmen hala açıklanmayan Nisan verisinde yüzde 50’nin üzerine çıkması bekleniyor. Mayıs ve Haziran için de yüzde 30-50 aralığında daralmalar olası. Bu tablonun 2020’nin kalanında Çin’e tercih edilecek olmakla, yılın son çeyreğinde görece normalleşmeye bağlı olarak talebin artmasıyla telafisi güç.
Orta-uzun vadeye bakıldığında da yukarıda sözü edilen uluslararası dönüşümden Türkiye sermayesinin payına ne düşer konusu tartışmalı. Uluslararası sermayenin, alım tekellerinin yeni çerçevelerine uyum sağlamak için daha fazla risk alınacağı, sömürü koşullarını daha ağırlaştırmaya yönelik “yenilikler” devreye alınmaya çalışılacak. Ancak TL’nin değer kaybına rağmen döviz bazında birim fiyat düşüşleriyle rekabet edebilen bir sektörde, son darbeyle birlikte iflasların kaçınılmaz olduğu, devlet desteklerinden ve alım tekellerinin kısmi kayırmalarından yararlanan büyük ve orta ölçekli şirketlerin bir bölümünün ayakta kalacağı, herkesin riskini bir alttakine aktarması sonucu ölçek küçüldükçe eliminasyonun artacağı öngörülebilir.
Formel olarak 1,1 milyon, kayıtdışı dahil edildiğinde 1,5 milyon işçinin çalıştığı, mal ve hizmet sağladığı diğer sektörlerle birlikte etki alanı 2,5 milyon işçiye uzanan bir sektörün yüzde 40-50’lere ulaşan üretim, ticaret dalgalanmalarına açık hale getirilmesi, 15-20 alım tekeliyle, onlara bağımlı hareket eden onlarca yerli sermayedarın keyfine teslim edilmesi çok daha kuvvetli sorgulanmalı. Yukarıda çizilen tablonun sermaye cephesinden “kaçınılmaz” sonucu 500 bin civarında tekstil-giyim işçisinin işsiz kalması.
İşçi sınıfı cephesinden bakıldığında ise sektörün uluslararası sermaye boyunduruğundan ve bir bütün olarak sermaye keyfiyetinden kurtarılması gerektiği açık. Çok acil tüm işçilere çalışma güvencesi sağlanması, sektör için ekonominin bütünü için uygulanacak bir kamulaştırma programı çerçevesinde bir planlama yapılması, kaynakların sermayeyi değil halkı kurtarmaya ayrılması talebi yükseltilerek başlanabilir.
ADİLE KAYA / SOL

3 Mayıs 2020 Pazar

'Namusun' Ekonomi Politiği - Kaya Tokmakçıoğlu / SOL

'Márquez’in anlatıcısı, Santiago Nasar cinayetini geleceği anlamlandırmak adına geçmişi incelemek, Latin Amerika’daki şeref duygusunu ve kolektif belleği araştırmak için bir araç olarak kullanır... Geriye dönük olarak, herkes çelişkili yorumlarla birlikte olayları mitleştirmeye, abartmaya, yeniden yaşamaya vs. devam edecektir. Kırmızı Pazartesi başka bir kaydı tutar; bir başka deyişle…

Kırmızı Pazartesi’nin yayımlanışı Gabriel García Márquez’in yazma orucuna gönüllü olarak son verişini simgeliyordu. Şilili diktatör Augusto Pinochet iktidarda kaldığı sürece hiçbir şey yayımlamayacağına söz vermişti. Márquez’in suskunluğu 1976’da başlamış ve Şilili pek çok yazarın ısrarlarının etkisiyle 1981’de söz konusu novellanın yayımlanışıyla dikkat çekici bir biçimde sona ermişti. Yazarlık yaşamına pek çok Latin Amerikalı edebiyatçı gibi gazeteci olarak başlayan Márquez, iyi gazetecilikten çıkardığı derslerle romanın daha ilk cümlesinde dikkatleri üzerine çeker:
Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30'da kalkmıştı.”
Kırmızı Pazartesi, 1951 yılında Kolombiya’nın Sucre kentinde gerçekleşen gerçek bir cinayeti kurgulayarak okura yeniden anlatıyor. Márquez, Arjantin gazetesi La Nación’la gerçekleştirdiği bir söyleşide Cayetano Gentile Chimento’nun (romanın başkahramanı Santiago Nasar) çocukluk arkadaşlarından biri olduğunu ifade eder. 22 Ocak 1951’de Chica ailesinin iki erkek kardeşi (romandaki Vicario’lar) Cayetano’yu öldürürler. Cinayetin sebebi, kız kardeşlerinin düğün gecesi müstakbel kocası Miguel Reyes Palencia (romanda Bayardo San Román) tarafından bakire olmadığını anlayıp onu ailesine geri getirmesidir. Metinde gerçekleştiğine benzer bir şekilde, iki kardeş Cayetano’yu kasaba meydanın ortasında güpegündüz bıçaklayarak öldürürler. İşleneceği Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü alt başlığıyla yayımlanan novella, karakterler için kurmaca isimler kullanırken, isimsiz bir kasabayı mekân olarak seçer. Bu bağlamda novella, İspanyolca alt başlıkta ifade edildiği üzere bir kronik değildir. Márquez, bir kroniğin geçmiş olayları yeniden anlatmasının aksine gerçek isimler ve mekânlar kullanmaz, tanıkların hiçbirisiyle konuşmaz. Bununla birlikte, cinayet koşullarının ve cinayete giden sürecin kesinlikle doğru olduğu konusunda ısrar etmektedir. Novellaya geri dönecek olursak, bekâretini bozan gerçek adamın kimliğini öğrenmek isteyen ailesinin baskılarına dayanamayan Angela, kasabadaki kimsenin bunu destekleyen bir tanıklığı olmamasına karşın, varlıklı bir aileye mensup, genç ve yakışıklı Santiago Nasar’ı suçlar. Bunun üzerine Angela’nın kardeşleri Pedro ve Pablo, Santiago’yu derhal öldürerek ailenin yerle bir olan şerefini yeniden tesis etmenin planlarını yapmaya başlarlar. Kasaplık et ticaretiyle uğraşan ikiz kardeşler bıçaklarını bileylerler ve Santiago’yu evinin yakınındaki bir dükkânda beklemeye başlarlar. Cinayeti işleme niyetlerini ve bunun nedenlerini tüm kasaba halkına açık açık anlatmalarına karşın, kimi sebeplerden ötürü kasabadan hiç kimse cinayeti engellemek için bir çaba sarf etmez. Aksine tüm kasaba halkı, meydandaki bu tüyler ürpertici, kan dondurucu olayın tanığı olur.
                    Fidel Castro, Felipe López Caballero ve Gabriel García Márquez

Türlerüstü Bir Anlatı

Kırmızı Pazartesi her ne kadar bir günce, vakayiname ya da kronik olduğunu (olguların, olayların zamandizisel, tarihsel bir kaydı anlamında) iddia etse de niyet ettiğinin tam tersini gerçekleştirir. Romanın zamandizisel olmayan akışı, türün kurallarını ihlal etmekle kalmaz, buna ek olarak hikâyedeki boşluklar, Santiago Nasar’ın Angela Vicario’yu baştan çıkardığı için cezalandırıldığının olgularını bir araya getirmeye el vermez. Bu bağlamda günce, okuru yer yer zorlayan ve onu metinden koparmaya çalışan bir yapıdadır ve bu yapının ögeleri sık tekrarlar, tahminler, varsayımlar ve genellikle çelişkili yorumlardan oluşur. Kırmızı Pazartesi gazetecilikle dedektif romanını gerçekçilikten ödün vermeden harmanlayan melez bir anlatıdır. Novellanın alt başlığında kullanılan kronik sözcüğüyle ifade edilen gazetecilik yönelimi, romanda gerçekleşen olayların zamansal detaylarında ve dilin gerçekçi bir biçimde kullanımında görülür. Hikâyeyi belgelere dayalı bir gazetecilik düsturuyla anlatmayı tercih eden Márquez, onu yeniden inşa eden anlatıcı olduğunu aralara girerek okura hissettirir.
Hikâyenin çoğu, Márquez’in suç anında kasabada olmaması ya da sevgililerin bir araya gelip gelmedikleri gibi birkaç istisna dışında (her iki olay da kurmacadır), olgusal bir temele sahiptir. Kırmızı Pazartesi’nin gerçekçiliği, bir sahil kasabasındaki yaşamı sadakatle betimleme niyetinde görülür. Novella, günlük yaşamın rutinini tam olarak anlatır: kasaba halkının piskoposun ziyareti için hazırlanmaları ve Angela’nın düğün kutlamaları; bekar gençlerin genelevde zaman geçirme alışkanlıkları ve bunun doğal sonuçlarından biri olarak Vicario kardeşlerden birinin zührevi bir hastalıktan mustarip olduğu gerçeği.
Kırmızı Pazartesi, gerçekçi romanın karakteristik özelliklerinden biri olduğu üzere hem toplumsal hem de psikolojik düzlemlerde sadakatle betimlediği sıradan insanlara odaklanır. Okuyucuyu, ikiz kardeşlerin zihinlerinin iç işleyişine ve diğer karakterlerin kişiliklerinin doğasına maruz bırakır. Bir dedektif hikâyesi olarak, türün özelliklerini mükemmel bir biçimde bünyesinde taşır. Cinayetin parçaları, dedektifin vakaya yaklaşabileceği şekilde, kurbanın arkadaşı olan isimsiz bir anlatıcı tarafından bir araya getirilir. Başından itibaren okur suçluları bilir, dolayısıyla ortada çözülmemiş bir cinayet yoktur. Bunun yerine, kurbanın ya da suçluların haksız olup olmadığını anlamaya çalışır. Ancak cinayetin saçmalığı, Santiago Nasar’ı gerçekten kimin öldürdüğünü sorgulayabilecek bir okuru gerektirmektedir. Kanıtlar katillerin Vicario kardeşler olduğuna işaret etmekte, ancak kasaba halkının, yasal ve dini otoritelerin sorumluluklarını da sorunsallaştırmaktadır. Okuyucunun yanıtlaması gereken soru budur. Bu anlamda, roman başlı başına bir dedektif hikâyesi olarak da okunabilir.

Düzenin Şiddet Simgesi Olarak Kilise

Romanda kilisenin rolü, inancı, umudu, insanlar arasındaki hayırseverliği yayma konusundaki görevi ve İsa’nın bu dünyadaki sözüyle çelişki oluşturacak şekilde tasarlanmıştır. Her ne kadar kilisenin ihaneti çok yönlü olsa da, piskoposun kasabaya gelişi kilisenin başarısızlığını açıkça simgeleştirir. Kasabayı ziyaret edebilecek en yüksek görevlinin gelişindeki beklentiler ve halkı saran telaş, kiliseye olan inancın simgesel bir ifadesidir. Piskoposun gelişinden ötürü heyecanlı olan Santiago Nasar, o kutsal Pazartesi günü her zamanki gibi Kutsal Çehre’ye gitmek yerine kasabada kalmayı tercih eder. Peder Amador, cinayeti önleyememesinin bahanesi olarak piskoposun kasabaya gelişini gösterir. Santiago’nun annesinin tahmin ettiği gibi, piskopos karaya çıkmayı reddederek kasaba halkının inanç ve umuduna ihanet eder.
Kilise, böylelikle şiddet ve acı çekme kültürünü pekiştirir.1 Vicario kardeşler Santiago’yu öldürdükten sonra bir kiliseye sığındıklarında, rahip onların, cinayet bir şeref meselesi yüzünden işlendiği için, Tanrı’nın gözünde bağışlandıklarını söyler. Her ne kadar dinsel ideoloji bağlamında affedilmiş olsalar da Vicario kardeşler ölümün kötü kokusu tarafından lanetlenmişlerdir. Kardeşlerin üç gece boyunca uyuyamamaları gibi psikosomatik bozuklukları, cinayetten bilinçsiz bir uzaklaşma isteğinin bedensel ifadesi olarak görülebilir.
Santiago’nun bir rahip tarafından baştan savma bir biçimde otopsisi yapılmış bedeni, kilisenin simgesel damgasını taşır:
“Ayrıca rahip, parçalanmış iç organlarını kökünden söküp çıkarmış, ama sonunda bunları ne yapacağını bilemediğinden öfke içinde kutsadıktan sonra çöp tenekesine atmıştı.”
Bu grotesk imge, hem kanlı tavşanın iç organlarında hem de piskoposun kasabayı uzaktan kutsamasında tekrar eder. Hıristiyanlığın bu içli imgesi Santiago’nun tabancasından kazara çıkan kurşunun izlediği “hiperbolik” yolla paramparça edilir:
“Babası tarafından akıllıca konulmuş bir kuraldı bu, geçmişte bir sabah hizmetçi kızlardan biri kılıfını çıkarmak için yastığı silkelediğinde tabancanın yere çarpıp patlamasıyla kurşunun odadaki dolabı parçalayıp salonun duvarını aşarak savaş patlamışçasına bir gümbürtü içinde komşu evin yemek odasından geçip meydanın ta öte yanındaki kilisenin ana mihrabında duran insan büyüklüğündeki alçıdan bir aziz heykelini un ufak ettiğinden beri. O zamanlar küçücük bir çocuk olan Santiago Nasar, bu talihsizlikten alınan dersi hiçbir zaman unutmamıştı.”
Kilisenin Vicario kardeşlerde doğrudan ve kasabanın diğer sakinlerinde dolaylı olarak temsil edilen içgüdüsel vazgeçme ideali, Santiago’nun ölümünün geçerli bir sebebi olmakla birlikte, roman buna dair ek bilgileri otopsi sahnesinde verir. İkizlerin bedene kast eden ve üzerinde yedi ağır yara (herhangi biri ölümcül olmaya yeterlidir) meydana getiren korkunç cinayeti, kilisenin bedene ve son tahlilde yaşama karşı düşmanlığının bir simgesidir. Peder Carmen Amador, otopsiyi Dr. Dionisio Iguarán’ın yokluğunda gerçekleştirir. Her ne kadar belediye başkanı Lázaro Aponte’nin talimatı üzerine bu işi gönülsüzce yapsa da görevini ihmal ettiği için her şeyden önce Santiago’nun ölümüne neden olan kasaba rahibinin otopsiyi gerçekleştirmesi rastlantısal olamaz. Dolayısıyla otopsinin gerçekleştirildiği tarz açıkça kilisenin bedene karşı düşmanlığını ve onun ölüm kültünü simgeler.
Kimi ayrıntılar Santiago’nun ölümünün hem Hıristiyan hem de primitif ögeler barındıran ortak bir kurban etme eylemi olarak algılanmasına yol açar. Bekaret kültü, kilisenin simgesel rolü ve Santiago’nun İsa figürü olarak sergilenmesi Hıristiyanlığın temel ögelerini yansıtır. Çoğunlukla psikoloji ve kurban etme törenleri, primitif ögeleri temsil eder. Düğünde ortaya çıkan zevk verici, coşkun ve piskoposun gelişiyle iyice yükselen atmosfer, gerçekleşen tüm olayların psikolojik olarak doruk noktası olan Santiago’nun kurban edilişini hazırlar.

Toplumsal ve Tarihsel Bağlam

Kırmızı Pazartesi, Gabriel García Márquez’in diğer yapıtlarına da nüfuz eden Kolombiya toplumunun siyasal ve toplumsal tarihini yansıtır. Örneğin Yaprak FırtınasıAlbaya Mektup YokŞer SaatiYüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk’ta okur, 19. yüzyılın sonundaki Kolombiya’daki iç savaş betimlemeleriyle karşı karşıyadır. Santiago Nasar’ın hikâyesindeyse bu tarihsel gerçek es geçilmemesi gereken tek bir göndermeyle ele alınır. Damat Bayardo San Román’ın babası General Petronio San Román 19. yüzyılın sonundaki iç savaşta liberal Albay Aureliano Buendia'yı yenilgiye uğratan muhafazakâr birliğin bir üyesidir. İsimsiz anlatıcı onu hayranlıkla tanıtsa da anlatıcının annesi Luisa Santiaga generalle tanıştığında elini bile sıkmaz. Onu, birliklerine Gerineldo Márquez’i arkadan vurmasını emreden bir hain olarak hatırlar. Novellanın tarihsel bağlamı daha önce kaydedilmiş olanlardan çıkarılabilse de olayların gerçekleştiği gerçek zaman tam olarak belli değildir. Metni 1981’de yayımlayan Márquez, gerçekleşen olayı gazeteci olarak çalışırken ilk olarak 1951’de duyduğunu ifade eder. 1950’lerin başındaki Kolombiya, devlet eliyle beslenen muhafazakârlarla içinde komünistlerin de yer aldığı geniş bir sol cephe arasında çatışmaların yaşandığı bir ülkedir. Kolombiya tarihinde “La violencia” (şiddet) olarak adlandırılan ve 1948-1958 aralığını kapsayan toplumsal süreç, novellanın arka planını dolaylı olarak oluşturur. Márquez odak noktasına, zenginlerle yoksullar arasındaki sınıfsal eşitsizliği yerleştirir. Bayardo San Román ve Angela Vicario’nun evliliği, karşıt toplumsal ve ekonomik güçlerin çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Kasabada kimse Bayardo San Román kadar zengin değildir. Rahipten belediye başkanına ve pek çok feodal beye kadar kasaba sakinlerini tarafına çeken ve onlara dostluğunu kazandıran servetidir. Angela Vicario’nun annesi, Angela’nın Bayardo’yu sevmediğini ifade etmesine yanıt olarak “Aşk da öğrenilir,” derken Bayardo’nun mal varlığını düşünmektedir.
García Márquez’in anlatıcısı, Santiago Nasar cinayetini geleceği anlamlandırmak adına geçmişi incelemek, Latin Amerika’daki şeref duygusunu ve kolektif belleği araştırmak için bir araç olarak kullanır. Sıradan Nasar’ın (Nasıralı, Hıristiyan, Hz. İsa) tutkusu dramatik bir sahne dekorunda dile getirilir; herkesin bildiği ve kimsenin önleyemediği son, metin boyunca duyurulur. Geriye dönük olarak, herkes çelişkili yorumlarla birlikte olayları mitleştirmeye, abartmaya, yeniden yaşamaya vs. devam edecektir. Kırmızı Pazartesi başka bir kaydı tutar; bir başka deyişle Hispano-Amerikan bilincin kroniğini yeniden yazar.
                    Gabriel García Márquez, Artemio Cruz'un Ölümü, Türkçesi: İnci Kut, Can Yayınları

Kaya Tokmakçıoğlu / SOL
(1)Novelledaki çoğu karakter isminin Hıristiyanlığa bir göndermede bulunduğu açıktır. Maria Alejandrina, Doğu Ortodoks kiliselerinde saygı duyulan 4. yy. azizi Mısırlı Azize Meryem’i çağrıştırır. Azize Meryem, henüz 12 yaşındayken İskenderiye’de fahişelik yapmaya başlamış, fakat Kutsal Haç yortusunu kutlamak için Kudüs’e hacca gittiğinde ıslah olmuştur. “Nasar” adı İsa ile özdeşleşen kasaba olan Nasıra’yı çağrıştırır ve Vicario kardeşler (Pablo ve Pedro) İsa’nın havarilerinin isimlerine bir gönderme gibidir. Santiago’nun yakın arkadaşının adı da Cristo Bedoya’dır. Ayrıca aile reisi Poncio Vicario’nun adı da İsa’yı ölüme mahkûm eden Roma valisi Pontius Pilatus’u hatırlatır