21 Haziran 2020 Pazar

Çoklu baro sistemi: Kimin için, kime rağmen? - ÖZLEM ŞEN ABAY - CEREN İLHAN / SOL

'Bağımsızlığına çoktan gölge düşmüş bir yargı sistemi içinde halkın hak arama özgürlüğünün temsilcisi ve güvencesi olan avukatların ve savunma hattının ihtiyacı olan şey suni tartışmalar değil, adil yargılanma hakkı çerçevesinde mesleklerini icra edebilmelerinin önünün açılması, sosyal ve ekonomik koşullarının düzeltilmesidir'



Başlamadan önce AKP’nin hukuk alanına yönelik yapısal ve organik müdahalelerinin belli bir olgunluğa ulaştığı ve yeniden yapılanma sürecinin, kimi yeni istekler ve hesaplaşmalar dışında, büyük ölçüde tamamlandığını söylemek gerekiyor. AKP, iktidara geldiği günden bu yana değişen yoğunluklarla alana şu üç ana başlıkta müdahale etmeyi tercih etti; mevzuat, hukuk kurumları ve politik davalar yoluyla. Daha fazla açlık, yoksulluk ve de savaş anlamına gelen AKP devrinin esasen en önemli düzleyici aracı; bu araçlarla hukuk haline gelmiştir. Bu anlamda yasa ve Anayasa değişikliklerinden HSYK düzenlemesine, sayısını unuttuğumuz “yargı reformu paketleri”nden yeni infaz düzenlemelerine, mesleğe kabul usullerinden hukuk eğitimindeki değişikliklere kadar dört bir yandan hukuksal alanı dizayn etmeye odaklanıldığını söylemek mümkündür.  Zira hukuk yalnızca kendi özgün ilişkileri ve adalet talebi bağlamında değil; eğitimden sağlığa, seçim sisteminden işçi-işveren ilişkilerine kadar her alanda geçerli bir anahtar. Yasa koyucunun elinde tüm kapıları açacak ve hatta kendinden sonra kimse içeri girmesin diye arkadan kilitlemesini sağlayacak bir anahtar. İktidar hukuku böyle yorumladı ve yorumuna uygun biçimde başta hukuksal alanın kendi karar ve uygulama mekanizmaları olmak üzere hukukun içerdiği ve değdiği her alanı daha da “kullanışlı” hale getirmek için ‘düzleyici’ pek çok düzenlemeye imza attı.  

Bu düzenlemeler arasında başta Ceza Kanunu ve İş Kanunu değişiklikleri, yüksek mahkemelerin yapısı ve bileşenlerinin değiştirilmesi, yeni Anayasa ve HSYK yapılanması geliyor. Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi bir gecede çıkan KHK’larla, masumiyet karinesi rutin hale gelen tutuklamalarla, adil yargılanma hakkı ve doğal hâkim ilkesi OHAL komisyonlarıyla buharlaştırıldı. Kuvvetler ayrılığı ilkesi partili cumhurbaşkanı sistemi ile tarihe karışırken, bağımsız ve tarafsız yargı kavramı bir şairin dizelerinden çıkmışçasına soyut bir imgeye dönüştürüldü. Evet, tüm bunlar oldu fakat bahsettiğimiz düzleyici dönüşüm bitti mi? Toplumsal meşruiyeti sağlamaya aritmetik hesabıyla değiştirilen kanunlar, düzenlemeler yetti mi? Ya da soruyu şöyle soralım, yazının en başında bahsettiğimiz yapısal dönüşümlere eklenmek istenen yeni istekler nelerdir, hesaplaşma mecrası neresi olacaktır? 

Yeni saldırı alanı: Savunmanlık hattı 

Bu sorunun cevabını anlamak için AKP’nin salgın döneminde can havliyle gündeme getirdiği Avukatlık Kanunu'nda yapılması planlanan değişiklik tasarısına bakmak yeterli diye düşünüyoruz. 

Bugün geldiğimiz noktada söz konusu üç kuvvet; yasama, yürütme ve yargı arasından ilk ikisi partili cumhurbaşkanında birleşmiş görünüyor. Toplumsal muhalefetin meclisle sınırlı olmayacağına dair düşülecek şerhler saklı kalmak kaydıyla yazımızın ana teması olan yargıya gelecek olursak, hâkim ve savcıların bağımsızlığı ve tarafsızlığına böylesi bir gölgenin düştüğü başka bir dönem görülmemiştir diyebiliriz. Mesleğe kabul edilme ve atama süreçlerinden, mesleğin icrası ve denetimine kadar hiçbir aşamada yargının bağımsızlık ve tarafsızlığından söz edemeyeceğimiz günlerden geçmekteyiz. Hâkim ve savcılığa kabul sınavlarında torpilin kural, liyakatin esas alınmasının istisna olduğu günlerden geçiyoruz ve bu kimse için sır değil. Torpil belgeleri basında alenen yayınlanıyor. Ancak tüm bunlara rağmen AKP iktidarı yine de panikte. Haksız da sayılmazlar, zira temel hukuksal metinlerde yazan haklar ve ilkeler nasıl oraya kendiliğinden veya muktedirin lütfuyla yazılmadıysa, o şekilde de kaldırılamazlar. Bulunduğu çağın toplumsal dokusunun ve mücadelelerinin ürünü olan hukuksal hak ve ilkelere yönelik gerici müdahalelerin toplumsal dirençle karşılaşması kaçınılmazdır. İşte bu direncin hukuk alanında en yoğun görüldüğü yer savunma ve savunmanın örgütü olan barolar olduğu içindir ki bugün AKP can havliyle baroları işlevsizleştirmek için yasal kılıf bulmaya çalışmaktadır. Bu kılıfın şu andaki adı ise tahmin edileceği üzere Avukatlık Kanunu'nda ve baroların kurumsal yapısında gidilmek istenen değişikliklerdir.

Neden şimdi?

Yüksek Yargı'da tamamlanan dönüşümün özellikle Büyükşehir Baroları'nda ve avukatlık zemini olan savunmanlık hattında ters bir tablo yarattığını söylemek mümkün. Bu anlamda zeminin “muhalif” kimliğini artırarak korumaya devam ettiği söylenebilir. Ancak aynı zeminin bu yazının konusu olmamakla birlikte “ticarileşme” tehdidi altında ideolojik bir karmaşaya sahip olduğunu da söylememiz gerekir.   
İşte neden şimdi sorusunun cevabını asıl olarak iktidara muhalif karakterde aramak gerekiyor. Her koşul ve şartta sağlanmak istenen biat kültürünün dışında kalan Barolar yeni bir saldırı alanı olarak durmakta. 
Bireysel anlamda yapılan savunma mesleğinin özellikle, siz boyun eğmeyen bir gelenekten geliyor ve bu hattı örmeye çalışıyorsanız, kolektif olarak örgütlenebilecekleri ve kendi haklarını müdafaa edebilecekleri en önemli mecralar hukuk örgütleri ve Barolar. Hem bireysel savunma hattının kendisi, hem de kolektif örgütlenme mecraları artık direnci kırılması gereken mevziler olarak yeniden tanımlanıyor iktidarca.

 

Değişiklik ile ne yapılmak isteniyor?

AKP ve MHP’nin barolar başta olmak üzere meslek kuruluşlarının yapısı ve seçim sistemini değiştirmeye yönelik hamlesi öncelikle bu kurumların kamusal ve merkezi yapılanmasına, bağımsız inisiyatif geliştirebilme kabiliyetine yöneliyor. Çoklu baro sistemini öngören değişiklik tasarısına göre üye sayısı 5000’i aşan barolarda birden fazla baro yapılanmasına gidilebilecek. Yani İstanbul, Ankara, İzmir gibi yurt çapındaki avukat toplamının yarısından fazlasını bünyesinde bulunduran barolar kendi içlerinde bölünecek. 2000 üyeye ulaşan her topluluk kendi barosunu kurabilecek. 

Avukatların tarihsel ve anayasal örgütü olan barolara yönelik bölerek yönetme politikasının neye hizmet edeceği çok açık: güçsüz baro, güçsüz savunma. Kamusal niteliği tartışılır hale getirilen barolara vurulan darbe eninde sonunda halkın hak arama özgürlüğüne vurulan darbeye dönüşecek, avukatlar yalnızlaştırılıp etkisizleştirilirken asıl olarak etkisizleştirilmek ve yalnızlaştırılmak istenen savunma hattı; mahkeme salonlarında adalet arayan işçiler, kadınlar, muhalifler, bütünüyle bir halk olacaktır. Baro yapılanmasında gidilmek istenen değişiklik ve buna yönelen tepkiler bu nedenle önemlidir. 

Bizzat AKP sözcüleri tarafından “çoğulculuk” ve “rekabet” adına savunulan çoklu baro sistemi, kendi mimarları tarafından bile akılcı biçimde gerekçelendirilememekte, rekabet ve çoğulculuk gibi piyasacılığın abc’si olmuş kavramlarla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Yargı alanının hayati bileşeni olan savunmadan, halkın hak arama özgürlüğünün teminatı olan ve bu anlamda kamusal hizmet vasfını haiz savunmadan ve onun meslek örgütünden mi bahsediyoruz, yoksa KOBİ’lerden mi? Rekabet, kamusal ve anayasal bir meslek örgütünün yapılanmasında nasıl belirleyici olabilir? Yeni yapılanmanın gerekçesi olarak sunulan rekabetin teşvikiyle ne kast edilmektedir? Çoklu baro sisteminde, irili ufaklı baroların birbiriyle girişeceği rekabetin bağlamı ne olacak, bundan kim “kazançlı” çıkacaktır? Baro aidatlarında indirim mi vaat edilecek örneğin, ya da baro pulunda kampanya mı yapılacak? Bir baro çıkıp ben disiplin kurallarını kaldırdım, bana kayıt olan avukat etik kurallardan muaftır mı diyecek, yoksa başka bir baro çıkıp ben iktidara daha yakınım bana üye olana her hafta 10 CMK görevi, şu mahkemeden tahliye kararı garantisi mi diyecek? Aslında evet diyecektir. Çünkü mesleğin bağımsız karakteri doğrudan üye olduğunuz Baroya göre etiketlenmeniz nedeniyle zarar görecektir. Kürsüdeki hakimden, savcıya, dışarıdan bakış açısı buna göre şekillenebilecektir. Meslek kanununda dahi “reklam yasağı” olan avukatların örgütünde ne tür bir rekabet olacak yanıtlanması gereken sorunlardan bir tanesidir. 

Yanıtlanması gereken diğer bir sorun ise sığınılan bir diğer argüman olan çoğulculuk konusu. Çoğulculuk demişken, Avukatlık Kanunu ve baro yapılanmasında yapılmak istenen değişikliğin fitilinin Ankara Barosu tarafından Diyanet İşleri Başkanı tarafından yapılan ve LGBTİ kişileri hedef alan açıklamanın kınanmasıyla ateşlendiğini hatırlamakta fayda var. Hatırlamakla beraber şaşırtıcı bulmuyoruz, zira çoğulculuk neo-liberal hükümetler tarafından gerçek çelişkileri örtmek için sıkça kullanılan bir perdedir. Barolar, özellikle müdahale edilerek bölünmek istenen İstanbul, Ankara ve İzmir Baroları neo-liberalizmin çoğulculuk ambalajına ihtiyaç duymadan senelerdir her türlü dezavantajlı ve ezilen kesimi; sömürülen işçileri, işkence mağdurlarını, şiddet gören, istismara uğrayan kadın ve çocukları, katledilen hayvanları, çevreyi korumayı görev edinmiş onlarca komisyona sahiptir. Bu komisyonlar birçok engele ve zorluğa karşın ayakta kalmaya çalışmaktadır. Çoklu baro sisteminin barolara hâlihazırda katacağı hiçbir değer yoktur, ancak kaybettirecekleri sadece avukatlar ve avukatlık mesleği değil tüm halk nezdinde savunma hattına dair hayati önemdedir.

Saldırıya karşı topyekün mücadele

Bu bağlamda söz konusu değişikliğe verilen tepkilerin boyutu artıyor. Bilindiği üzere Ankara'ya doğru "Savunma Yürüyüşü" başladı. Savunma, kendi meslek örgütüne, kamusal ve anayasal statüsüne yönelen saldırıya karşı direnişe geçti. Binlerce avukatın temsilcisi olan baroların bu tutumunun iktidar tarafından dikkate alınması ve barolar nezdinde savunmanın etkisizleştirileceği gayrimeşru değişiklik tasarısının geri çekilmesi bu noktada derhal atılması gereken yegâne adımdır. AKP kendi iktidar alanını genişletmek için savunmayı budamak yerine; avukatların gerçek sorunlarına gözlerini kapamaktan vazgeçmelidir. Avukatlar üstlendikleri davalar sebebiyle hedef tahtasına oturtulurken, bir yandan gerçek  savunma hattı kapatılıp, bir yandan uzlaşma kültürüne biat etmeye zorlanırken, mahkeme salonlarında saldırıya uğrayıp can güvenlikleri tehlikeye atılırken, müvekkilleriyle görüşme hakları engellenirken ve hatta yaptıkları savunmalar sebebiyle tutuklanırken konuşulması gereken baroların seçim sistemi olmamalıdır. Yer yer asgari ücretin bile altına düşen ücretlerle, İş Kanunu’nda tanımlanan en temel haklardan yoksun bir şekilde çalıştırılan binlerce işçi avukatın durumu hiç gündeme getirilmezken, işçi avukatların kendi çabalarıyla çıkarılmasını sağladığı işçi-işveren avukat arası ilişkileri düzenleyen yönetmelik Danıştay'ca iptal edilmiş ve işçi avukatlar en temel iş hukuku haklarından mahrum bırakılmışken baroda nispi seçim sistemini, sözde çoğulculuğu tartışmak kabul edilemez.

Bağımsızlığına çoktan gölge düşmüş bir yargı sistemi içinde halkın hak arama özgürlüğünün temsilcisi ve güvencesi olan avukatların ve savunma hattının ihtiyacı olan şey suni tartışmalar değil, adil yargılanma hakkı çerçevesinde mesleklerini icra edebilmelerinin önünün açılması, sosyal ve ekonomik koşullarının düzeltilmesidir. Gerisi meslek kuruluşu üzerinden girişilen bir iktidar mücadelesinden ibaret olup, tarihsel ve toplumsal meşruiyete sahip değildir.

ÖZLEM ŞEN ABAY - CEREN İLHAN / SOL

Ahanda’nın Koca Çınarı - KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

Herhangi bir mekanik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren aygıt olarak tanımlıyor sözlükler dinamoyu. Kitlelerin potansiyel enerjisini örgütlü bir güce akıtmaya çalışan Hasan İzzettin Dinamo, Soyadı Kanunu çıktığında en çok bu yüzden “dinamo”yu kullanmak istedi belki de.
 

Herhangi bir mekanik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren aygıt olarak tanımlıyor sözlükler dinamoyu. Kitlelerin potansiyel enerjisini örgütlü bir güce akıtmaya çalışan Hasan İzzettin Dinamo, Soyadı Kanunu çıktığında en çok bu yüzden “dinamo”yu kullanmak istedi belki de. Aramızdan ayrılalı 31 yıl oluyor bu inançla ve inatla yazan, bedelini yaşarken ağır bir biçimde ödeyen koca çınar. Dağılmakta olan bir imparatorluğun “uzun on yılı”nın arifesinde, 1909’da Akçaabat’ın Ahanda köyünde dünyaya gelir Dinamo. Babası Ahmet Bey köyde balıkçılık ve bahçe işleriyle geçimi sağlamaktadır ve aile yaşanan göçler sonrasında geçim zorlukları baş gösterince İstanbul’un Sarıyer semtine göç eder. Balkan Savaşları’yla birlikte artan işsizlik aileyi Samsun’a savurur. Dinamo babasını ve abisini I. Dünya Savaşı’nda henüz beş yaşındayken kaybedecektir. Ardından annesini kaybetmesiyle on yedi yaşına kadar Darüleytam’da (Yetim ve Öksüzler Yurdu) kalacaktır. 

Öksüz Musa ile Savaşlar ve Açlar söz konusu deneyimleri sade bir dille anlatırken, Dinamo savaşın üzerindeki etkilerini şöyle dile getirir:

“Avrupa sömürgeci devletlerinin, yeryüzünü ve onun pazarlarını yağmalama rekabeti yüzünden patlattıkları Birinci Dünya Savaşı’na biz, Cermanofil devlet adamlarımızın aptalca katıldıkları o savaş, kalabalık ailemizin ekmek parasını çıkaran babamla ağabeyimi aldı götürdü ve Kars dağlarının karlarına gömdü. Açlık ve ölüm, kalabalık aileye kuduz bir kurt sürüsü gibi daldı. Toprakla uğraşan bu zavallı anne iki yıla varmadan kırıldı gitti. Kutsal İsyan’ın yazarıyla iki kız kardeşi dışında. Bundan dolayı o zaman ufacık bir çocuk olan bende, savaş kavramı karşılığında salt ölüm ve açlık getiren alçakça bir davranış olarak yerleşti. Dünyaya küskün ruhumda böylece bir savaş kompleksi oluştu. Savaş anlamsız ve aptal bir boğuşmaydı.”

1927 yılında ortaokulu tamamlayan Dinamo, öğretmen olmaya karar verir. Sivas Öğretmen Okulu’na gitmenin yollarını aramaktadır. İlk öğretmenlik deneyimini Amasya’da gerçekleştiren yazar, 1928’de artık Sivas’tadır. Okula kaydını gerçekleştirir. O günden sonrasını “ilk düşünmeye ve insanları kafamla sevmeye başlayış” olarak anar ve Sivas’ı da başlı başına bir üniversite olarak anacaktır:

“Ben Sivas Öğretmen Okulu’nda öğrenciyken, orada 1920’lerden beri sosyalist bir çevre vardı… Eski legal çalışmalar döneminden kalma bir hava ve bunun içinde de birkaç kişi yaşıyordu. Aydınlar arasında süregelen bu daha çok duygusal sosyalizm geleneğine sahip öğretmenler, ben Sivas Öğretmen Okulu’na öğrenci olarak gittiğimde saygıdeğer kişiler olarak devletin kuruluşlarında görev görmekteydiler. Şairliğimiz çabucak çevrede duyulduğundan şehrin türlü okullarında ve kuruluşlarında çalışan bu sosyalist kişilerle ‘Adım’ adlı sosyalist bir dergi çıkardık…”

On dört yaşından beri şiir yazmaktadır Dinamo. Mehmet Emin Yurdakul’dan etkilenerek edebiyata adımını atan şair, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya vd. pek çok hececiden feyz alır. Öte yandan, dönem Nâzım’ın dönemidir. 1928 sonunda Sovyetler’den dönen şair, “Putları Yıkıyoruz” ile edebiyatın eski kuşaklarına, onlardaki muhafazakârlığa, düzen bekçiliğine ve köhneliğe bayrak açmış, ardı ardına şiir kitapları yayımlamaya başlamıştır. 835 Satır’ın şairi “Goethe ile Shakespeare’i bile unutturacak” ve Dinamo Adım dergisinin şiir sayfalarında, toplumsal konulara değinen ilk şiirlerini yayımlayacaktır:

“…
Sivas yaylasında ne güzel esiyorsun, Nâzım,
Kızılırmağın çağıltısı
        Gürleyüğün göğe baş çekişi
Renk renk bulut bahçelerinin
        süsleyişi ufukları
Seninle çok daha güzel,
çok daha güzel anladım.

Seni izliyorum adım adım
        Nâzım!”

1933’te Sivas Öğretmen Okulu’nu bitirip Malatya ve Adıyaman’da öğretmenlik yapan Dinamo, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Resim-İş bölümüne kaydolarak Ankara’ya gelir. Bu sırada Nâzım’la tanışır ve şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Son sınıftayken eylemlere katılmak, gizli örgüt kurmak ve İnönü’ye karşı yayımlanan siyasal bir bildiride adı geçmesi savıyla tutuklanarak dört yıl hüküm giyer. Okuldaki dolabında yer alan yazıları ve şiirlerine el konulur. Bunlar içinden “Tren” başlıklı şiiri düzen için sakıncalı bir yazar olarak addedilmesine ve uzun yıllar sürgünler ve hapislikle geçecek bir yaşama yol açacaktır. Asım Bezirci “Tren” şiirini şöyle betimlemektedir:

“Dinamo’nun söylediğine göre, Sivas – Erzurum demiryolunun yapılışında çalışmış askerlerin halini yansıtan bir şiirmiş bu. Korkunç Temmuz sıcağının sapsarı bozkırı yakıp kavurduğu bir öğle vakti, bacaklarında yazlık asker pantolonu, gövdelerinin üst yanı bütün çıplak, iri yarı, dev gibi, genç iki sıra istihkâm askeri kızıl demire dönmüş omuzlarına kaldırdıkları çelik rayları ritmik yürüyüşlerle bir sağa bir sola sallayarak taşıyan işçileri anlatıyormuş. Lirik ve trajik tonlarla örülen şiir İsmet İnönü’ye duyurulmuş. Sonra, Dinamo gerek bu şiir gerekse sözü geçen bildiri dolayısıyla 1935’de dört yıla hüküm giymiş.”

Hapishane yıllarının tek avuntusu okumak için bol bol vakit bulması ve Nâzım’la yüz yüze tanışmasıdır. 1938’de askerî mahkemede onanan cezasıyla Ankara Merkez Cezaevi’ne nakledilen Nâzım, öğretmen Ruşen Zeki ve Dinamo’nun yattığı koğuşa verilecek, ilk defa yüz yüze gelen iki şairin geçirdiği günleri Dinamo yıllar sonra Musa’nın Mapusanesi adlı anı romanı aracılığıyla okurlara aktaracaktır.

30’lu yılların sonu, Alman faşizminin Avrupa’da yayılışına tanıklık ederken, Halk Partisi iktidarı aydınlar üzerindeki baskıyı artırmakta, düzen antikomünist reflekslerini hızlı bir biçimde vermektedir. Beyoğlu’ndaki bir bekâr evinde yalnız ve beş parasız yaşamaya çalışan Dinamo dönemin Türkiye Komünist Partisi’yle irtibat halindedir. Emperyalizmin ve onun ülke içindeki işbirlikçilerinin emekçi halkı sömürmesine karşı şiirler yazmakta, emperyalist bir savaşın işçi sınıfının belini bükeceğinden endişe duymakta, öte yandan Sovyetler Birliği’ne sonsuz bir güven beslemektedir. İnsanlığın kurtuluşunu sosyalizmde gören Dinamo 40’lı yıllarla birlikte tüm şiirlerini ve yazılarını bu uğurda kaleme almaya başlar. Naziler’in Yunanistan’ı işgaliyle birlikte artan Alman hayranlığının Türkiye’yi bir uçurumun eşiğine getirdiğinin farkındadır. “Bağımsızlık Marşı” başlıklı şiiri olası bir Alman işgaline karşı 1942 yılında yazılmıştır:

“Faşizm geliyor, Türkiye’ye doğru yine faşizm!
Radyolar,
Kesin aşk şarkılarını,
Marş okuyalım.
Bir kez daha bu kutsal toprak uğruna
Ölmenin,
O ölümsüz tadını duyalım.
Yakalım meydanlarda
Ufacık heveslerden söz eden şiirleri!
Şiirimizi geçirelim ateşten.
Ateşle yıkayalım
Şiirimizin yüzündeki kirleri!”

Aynı yıl Yeni Edebiyat’ta yayımlanan “Vatan Şarkısı” başlıklı şiiri sınıfları birbirine düşürür nitelikte görüldüğü için Bakanlar Kurulu kararıyla derginin kapatılmasına yol açar. Nâzım’dan derin izler barındıran şiirin bir bölümü şöyledir:

“Vatan, milyonlarca topraksız köylü,
Kara yere giren yarım milyon ölü
Vatan, bin bir yamalı giyneği içinde
Taşı toprağı altın şehirlere doğru
Tozlu gurbet yollarına diziliş!
Vatan bir lokma ekmek parasına
On sekiz saat iş.
Vatan, iş bulmak için
Karnının kapısını aylarca mühürleyip
Fabrika kapılarında nöbet bekleyiş.”

Yeni Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayımlanan sekiz şiiri nedeniyle 1942’de bir yıl ağır cezaya çarptırılan Dinamo, askere alınıp sürgün edilir. Öldürülme endişesiyle askerden kaçar. Bu nedenle 1942’den 1949’a dek süren yedi yıllık bir sürgün hayatı yaşamak zorunda kalır. TKP’ye yönelik gerçekleştirilen 1944’teki tevkifatta parti dışı komünist hareketin lideri olarak aranmaktadır. 1945’te Sansaryan Han’daki sorgulamalarda katledilecek Hasan Basri Alp’ın evinde gizlenen şair “Türkiye Sovyet Cumhuriyeti” başlıklı şiirini tevkifatın yaşandığı dönemde kaleme alır. Dergide yayımlanamadan polisin eline geçen şiir on yıllar sonra yayımlanabilecek ve TBMM’nin kapalı oturumunda tartışmalara neden olurken, Dinamo’nun ağır ceza almasına yol açacaktır. Askerliğini de yakan ve yıllar sonra gün yüzüne çıkan şiir şöyledir:

“Aziz Türk işçisi!
Tütüncüm, tornacım, mensucatçım, ateşçim ve sair
Dünyanın kurtuluş saati çalıyor.
Biliyorum ki en kabadayınız
Soğuk tütün depolarında
Koca bir hafta harcadıktan sonra
Ancak bir kefen parası alıyor,
Karısını veya çocuğunu gömmek için.
Aziz Türk işçisi!
Senin bahtın,
Yaralı parmaklarınla ayıkladığın
Malum tütünün zifiri kadar karadır.
Haydi, sen de aslanlar gibi göster boyunu,
Böyle süklüm püklüm durduğunu
Gören kahpe vurguncular ve onların hükümeti,
Bırakıp senin nasırlı ellerine
Bu güzel memleketi,
Savuşsunlar birer köşeye, çil yavrusu gibi.
Öyle silkin ki aziz işçim,
Benim tornacım, tütüncüm, mensucatçım ve işçim,
Bütün Türkiye’deki ağaçların
En üst dallarından en alt dallarına kadar
Senin nasırlı ellerinle asılanlar
Harikulade bir meyve zenginliği manzarası versin.
Bu işe meşhur Sultanahmet Meydanı vakası
Vaka-i Vakvakiye bile imrensin.
Çekip alalım ayaklarından
Donlarına varıncaya kadar onların,
Gömülelim koltuklarına o ılık salonların…
Dışarıda yağarken buram buram kar,
Aç ve soğuk günlerden kalma hatıralar,
Karışıp halka halka Bafra tütünü dumanına
Bize göz kırpacak uzak yıldızlar.
Hülasa, Türkiye Sovyet Cumhuriyeti,
Çalışmak, yaşamak, gezmek hürriyeti
İçin kurulacaktır.
Ve bunlara karşı çıkan babamız bile olsa
İnsafsızca ve merhametsizce
Tutulup çarmıha vurulacaktır.”

’44 Tevkifatı’nın üzerine gelen ’51 Tevkifatı ile komünist hareketin iyiden iyiye güç kaybetmesine koşut bir biçimde “sükût suikastı”na uğrayan Hasan İzzettin Dinamo, unutulmuşluktan ancak 60’lı yıllarda sıyrılabilecektir. 1960 yılında kendi olanaklarıyla yayımladığı Karacaahmet Senfonisi okurlarına ulaşamaz, dolayısıyla pek yankı bulmaz. 1966 yılına geldiğimizde epeydir uzak kaldığı edebiyat dünyasına geri döner. Kayınbiraderi Mehmet Ali Yalçın’ın –ki kendisi Mustafa Suphi’nin Beyaz Ordu’ya karşı savaşan Kızıl Alay’ının bir üyesi olan Halil Yalçınkaya’nın oğludur– sahibi olduğu MAY Yayınları aracılığıyla yıllardır isteyip de yazamadığı Kurtuluş Savaşı tarihini kendine özgü bir yöntemle kaleme alır. Yıllar önce onu derinden etkilemiş Anadolu’nun isyanında savaşsız, yalansız ve riyasız bir yaşamın halkların özgürleşmesiyle mümkün olabileceğini görmektedir. Emperyalizme karşı verilen savaş için yazılan Kutsal İsyan, 13.500 sayfalık gerçek olaylardan edinilmiş notlardan oluşturulmuş belgesel bir romandır.

Edebiyatımızın özgün sesi Hasan İzzettin Dinamo özgürlüğü, barışı ve eşitliği edebiyatının omurgasına çakmış, ezilen ve sömürülen halkların mücadelesini yaşamı ve yapıtlarıyla özdeşleştirmiş gerçek bir yurtseverdi. Cumhuriyet’le birlikte gerçekleşen toplumsal dönüşümün yoksul halk üzerindeki etkilerini şiirlerine olduğu kadar romanlarına da taşıdı. Emperyalizme ve sömürüye karşı mücadeleyi isyan sözcüğüne eşitledi. 6-7 Eylül Olayları’nda haksız yere altı ay İstanbul Harbiye Askeri Cezaevi’nde tutuklu kalan, 12 Mart’ta tekrar gözaltına alınan Dinamo özgürlüğün önemini şiirlerinde her daim vurgulamış, daha 1939’da yazdığı “21. Yüzyılın İnsanlarına Şiirler”inde halka özgürlüğün değerini ve umutsuz olmamayı öğütlemişti.

“Demek, diyorum, bu duruma gelirmiş
budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.”

KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL




20 Haziran 2020 Cumartesi

Her heykel aynı suda yüzer mi? - Kavel Alpaslan / duvaR.

Paris'in ince işlenip dizilmiş kaldırım taşları sökülünce ortaya çıkan kumlar, 1968'de sokaklarda barikat kuranlar için 'kumsal' olarak kendini göstermemiş miydi? Nasıl bir heykelin yıkılışını yorumlamak, o heykelin kime ait olduğuyla ilgiliyse, estetik konusu da ona bakan gözlerin kime ait olduğuyla ilgilidir.

Batı metropolleri, bir süredir kendi sömürgeci geçmişiyle hesaplaşmayı tartışıyor. Güncelliğinden dolayı henüz tahlilini derinlikli şekilde yapamasak da şunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok: Irkçı mirası yansıtan heykellerin devrilişi, içinden geçtiğimiz dönemin bir sembolü olacaktır. ABD’den İngiltere’ye, Fransa’dan Belçika’ya kadar çeşitli heykeller, ırkçılık karşıtı eylemlerden nasibini aldı. Fakat biz bunların ne anlama geldiği konusunda, heyecanın etkisinde yapılmış iddialı yorumlardan şimdilik kaçalım ve heykellerin yıkılışına dair yapılan bazı tartışmalar üzerine yoğunlaşalım.

Bir Washington Post yazarı kalkıp Kırım yakınlarında, denizin dibinde bulunan Lenin ve Marx heykellerinin fotoğrafını paylaşmış ve imalı bir şekilde ‘bugün sırf sanatsal nedenlerle bile tüm heykellerin denize atılabileceğini’ söylemiş. Elbette bunu yaparak dolaysız bir şekilde bir köle taciriyle, ‘zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok’ diyenleri aynı kefeye koymuş.

Yaptığımız şey, sadece basit bir yorumun satır arası okuması değil. ABD’de, Avrupa’da heykeller bir bir devrilirken, kimilerinin hemen geçmişteki örneklerine döndüğünü görüyoruz. Ama böylesi bir ‘tarih’, bütün devrilen heykellerden oluşan, sıradan bir dizgi yaratımından bir adım öteye gidemiyor. Böylesi zihinlerin yerini Google, ‘Tarihte devrilen heykeller’ sorusuna vereceği yanıtla pekala doldurabilir. Önce odaklanmamız gereken şey, bu gelişigüzelliğin kendisi.

Ciddi ciddi oturup ‘neden devrimcilerin heykelinin bir köle taciri heykelinden daha farklı olduğunu ve denizde olma nedenlerinin aynı yorumlanamayacağını’ anlatmaya kalkarsak, Marx ve Lenin’in kahkahaları Kırım Denizi’nin dibinden evlerimize kadar gelecektir. İnsan tarihe baktığında olayları, kişileri birbirinden ayırabilme yetisine sahiptir. Bunu yaparken sahip olduğunuz tarihi okuyuş şekli, sizin sadece işinizi kolaylaştırır. Yani ‘taraf olmaktan’ korkan bu amorf düşüncelerin ordusuna mensup olanlar bile bunu başarabilir.

Daha da basitleştirilmiş bir anlatımla şöyle söyleyelim: Soykırımcı kralların heykellerine bir saldırı olduğunda bu hesaplaşmanın kendi geçmişi bellidir, harekete geçiren altyapısı bellidir. Siz istediğiniz kadar marksizmi eleştirin, istediğiniz kadar kendinizi farklı konumlandırın; devrimcilerin heykellerine yapılan saldırılar bundan apayrı bir arkaplan taşıdığı için, yapılan tasnifler de farklı olacaktır. Biraz daha uzağa gidersek, Mısır’daki köle isyanlarında firavunların mezarlarına girip öfkeyle talan edenlere ne diyeceğiz, tarihi eser kaçakçısı mı?

                                     Çar III. Aleksandr’ın Moskova’daki heykeli ve yerde sürüklenen bronz kafası…

Bir de estetik ve kültürel değer tartışması var tabii. Düne kadar yıkılan Lenin heykellerine sevinip ‘özgürlük’ destanları yazanlar, şimdi sözkonusu heykellerin ‘sanatsal’ değerini hatırlatıyorlar. İşin daha da vahim yanı, kendini ‘sol’ olarak gören bazı kesimlerden de tek tük böyle seslerin çıkıyor olması. Ekim Devrimi sırasında devrilen devasa çarlık eserlerinden ne kadar haberleri var acaba? Mesela Çar III. Aleksandr’ın Moskova’daki heykeli ve yerde sürüklenen bronz kafası -ki bugünün öfkesiyle akraba sayılabilir- devrimin sembollerinden biridir. Aleksandr’ın bu heykeli, basit bir estetik kaygıyla dikilmemiştir. Dolayısıyla kendisine yönelik öfke, bir noktadan sonra insanların gözündeki ‘estetiği’ bastırabilir. Bundan doğal bir şey yoktur.

Tam da burada gözün estetik algısının değişebileceğini hatırlayabiliriz. Bir başka deyişle kimisi için, böylesi bir yıkımın ta kendisi de ‘estetik bir olay’ olarak değerlendirilemez mi? Paris’in ince işlenip dizilmiş kaldırım taşları sökülünce ortaya çıkan kumlar, 1968’de sokaklarda barikat kuranlar için ‘kumsal’ olarak kendini göstermemiş miydi? Nasıl bir heykelin yıkılışını yorumlamak, o heykelin kime ait olduğuyla ilgiliyse, estetik konusu da ona bakan gözlerin kime ait olduğuyla ilgilidir.

Doğruya doğru, Marx ve Lenin heykelleri suyun altında estetik olarak çok güzel görünüyor. Fakat sömürgecilerle, ırkçılarla, köle tacirleriyle aynı sularda yüzmüyorlar. Kimse bilmem hangi köle tacirinin ne ismini hatırlayacak ne de heykelle somutlaşmış cismini. Onlar, yıkılışlarıyla var olacak, var oluşlarıyla değil. Oysa çelişkiler bir yere gitmediğine göre, hayaletler dolaşmaya devam edecek. Dolayısıyla hangi heykelin denizde yosun tuttuğunun önemi yok; önemli olan hangisi tarihte çürüyüp gidecek, hangisi rehberlik edecek…

Kavel Alpaslan / duvaR.


Ayasofya neden müze kalsın? - Aydemir Güler / SOL

'Ayasofya açılsın' diyorlar. Ayasofya bir müze ve zaten açık. Ayasofya’nın ibadete açılması tezi laiklik düşmanlığıdır. Bu tartışmada tarafsız kalmak, sesini çıkarmamak, çekimser oy vermek laiklikle dincilik arasında 'eşit mesafede durmak' bile olmuyor.

Hayatta önce tavır alınır. Ayasofya konusunda da öyle. “Önce” alınan tavrın, doğası gereği ideolojik ve politik olmasından endişe etmeyin. Yeter ki, aldığınız tavır bilgiye ve bilime dayandırılsın, tutarlılık vazgeçilmez koşul olsun. 

Ayasofya müze olarak kalmalıdır. Ayasofya’nın ne işlevle süreceği öncelikle siyasetin konusudur. Çok açık olmalıyız: Biz Ayasofya’nın müze olarak korunması istiyoruz, çünkü laikiz. Laikliğin içerilmediği bir özgürlük, ilerleme, kurtuluş, eşitlik yolu yoktur.

Dile dikkat! “Ayasofya açılsın” diyorlar. Ayasofya bir müze ve zaten açık. Ayasofya’nın ibadete açılması tezi laiklik düşmanlığıdır. Bu tartışmada tarafsız kalmak, sesini çıkarmamak, çekimser oy vermek laiklikle dincilik arasında “eşit mesafede durmak” bile olmuyor. Çekimser kalan, laisizme, insan aklına, bilime, özgürlük ve eşitlik ahlakına karşı huruç harekâtını sürdüren dinciliğin en riyakâr destekçisi konumuna kendini yerleştirmiş demektir. “Farkında bile olmadan” diyemiyorum; yıllardır uyarıp duruyoruz. Duymayan kalmamış, herkes anlamıştır…

Ayasofya tartışması, Fatih’in (Yaşlı) geçen gün burada yazdıklarının üstüne, sağın kadim demagoji deposudur. Sağcılar da ülkeyi (vatanı), toplumu (milleti) savunur görünmek zorundadır. Bunu emekçilerin gerçek yaşamına değmeyen birtakım hayali çıkarlar tarif ederek yaparlar. Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla emekçi halkın gerçek gündemi arasında en ufak bir ilinti olmadığı, kubbenin yoksulluğun, işsizliğin üstünü örtmesinin amaçlandığı açık olmalıdır. Yine çekimserlere dönersek, tarafsızlık açıkça sömürenler ile sömürülenler arasında tercih yapmamak anlamına gelir. Ezenle ezen arasında tarafsızlığı savunan, egemen güçlerin safında yer alıyordur. 

Hiç de soyut değil. Yoksul emekçileri Türk ve Müslüman kimliğine angaje etmek, kışkırtıcılıktır, sahte hedefler imal etmektir ve nefret suçudur. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi başka inançlara karşı kampanya olmaksızın, dinci şovenizmi körüklemeden yapılamaz. Kaldı ki maksat da yeni bir cami alanı bulmak değil, dincilik ve şovenizm yoluyla halkın aklını biraz daha iğfal etmek. Özetle bu büyük, çok büyük suç. 

Tutarlılık, bilgiye ve gerçeğe dayanmak vb. dedik ya yukarıda. Bunların esamesi okunmaz Türkiye gericiliğinde. Ayasofya yeniden ve yeniden yapıldığında Ortadoğu’da İslam henüz doğmamıştı. Dahası Orta Asya’da henüz Orhun yazıtları yazılmamıştı! Gericilik kendini ve haddini bilmemektir.

Elbette Ayasofya insanlığa ait. Yapımındaki ve korunmasındaki büyük el ve kafa emeği insanlığın. Türk ve Müslüman olmakla kendini tanımlayanların Ayasofya’yı sahiplenmeleri ancak bu bütünün parçası olmalarıyla mümkündür ve gerisi palavradır. Yoksa işin içinden çıkılması imkânsız. Düşünsenize, Ayasofya sınıflı toplumlar tarihi boyunca insanlığın imza attığı çoğu kültürel yaratı gibi kendisinden öncekileri ezerek yükselmişti. Tek tanrılı din olarak Hıristiyanlığın bu görkemli tapınağı, çok tanrılı din geçmişinin inkârını ve imhasını da temsil etti. Sütunlarının bazılarının Artemis, Heliopolis ve Baalbek tapınaklarından getirilmesini, eski inançlara hürmet sayan var mıdır, bilmiyorum. Ama aslında Katedral, geçmişte en az kendisi kadar kutsal sayılan bir pagan tapınağının arazisine konmuştu. 

Yani Ayasofya’nın nasıl müslümanların Ayasofya’yı sahiplenebilmelerinin koşulu onu var eden büyük emek ve kültür birikiminin bütünlüğünü algılamaktan geçiyorsa, aynı şey Hıristiyanlar için de geçerlidir. Hıristiyan mabedi 15.yüzyılda kapanmış bir defterdir. Atatürk’ün imza attığı müze kararı da sonraki dönemi, İslamın Hıristiyanlığı ezerek egemenliğini ilan ettiği defteri kapattı. Olaya el koyan laikliktir. 

Devrimler çağının doruğa yükseldiği 20.yüzyılda halk kitlelerinin çıkarı karşılığını laiklikte buldu. Halen geçerli olan bu bağlantı yeniden somut olarak kurulmayı beklemektedir. Bu tarihin herhangi bir momentine geri dönülemez. Yukarıda da söylendiği gibi geri döndürme girişimi insanların bir bölümünün diğerlerinden nefret etmesiyle mümkündür. Bu alçakça kışkırtma olasılığını ancak emekçi kimliğinin birleştiriciliği ortadan kaldırır.  

Kilise ve cami dönemleri bitti. Müzeyi korumak devrimci bir tutumdur. Ama burjuva devrimi çoktan yenilgiye uğradı. Bize bir başka devrim gerek. 

Devrim dediğiniz olgu, adını hak etmek için yaptığı atılımın geri döndürülmesi olasılığını reddetmeli, yasaklamalıdır. Devrim, kapadığı kapının üstüne kırılmaz kilitler asar. Ve devrim halk bu kilitlerin arkasında durduğu ölçüde sürer.
 
O halde bugün sorun Ayasofya’nın ne olup ne olmayacağından önce, halkı laikliğe yeniden kazanmak değil midir? Sağın demagojik oyuncağının tedavüle çıkması laikliğin nasıl yıkıldığını temsil ediyor. Demagoji deyip geçmiyoruz, laiklik yeniden kurulmayı bekliyor. Yoksa zombiler çıkagelir!

Bir kez kapı açılmaya görsün; bütün gericiler oradan geçmek ister. Ermeni kilisesinin AKP ataması bir patriği var. Bu şahıs çıktı “madem tapınacağız, bize de bir yer açın; hem cami hem kilise olsun” dedi. AKP son zamanlarda boşa kürek çekip duruyor her konuda ya; patrik bu beyhudeliğin de takipçisi.  Neyse ki bu kadar saçmalığı dinlerin kardeşliği adına alkışlayacak kimse kalmadı. AKP’li patrik Rum Ortodoksluğunun eski tapınağını, Osmanlı İslam’ının merkezindeki ibadethaneyi, laikliğin müzesini ona buna pazarlama hakkına sahip değil. Fener patriğinin “müze olarak kalmayacaksa bize verin, kilise olsun” demesi ise ironi sanatının dincilerin elinde ne hale geldiğini gösteren en berbat örneklerden biri. Bu dünyada farklı tek tanrılı dinlerin militanlarının birbirlerinin sembollerinin altında ibadet edebilecekleri ütopyası, hiçbir şeyden haberi olmamaktır. Dinlerin militanlarının, 21.yüzyılda sermaye diktatörlüklerinin geri çağırdığı bu zombilerin olağan davranışı birbirini kesmektir. Birbirlerini kesmemelerinin teminatı yalnızca laiklik olabilir. 

Önce tavır alırız. Sınıflı toplumlarda kurumsal dinler egemen sınıfın egemenlik aracı olurlar. Çare dinin kamusal alanın dışına, bireysel alana, vicdan alanına çekilmesini sağlayacak olan bir laik devrimde. Dinciler kamusal, bireysel ve vicdani alanların tanımı konusunda yüzlerce yıl konuştular. Kusura bakmasınlar, tanımları egemenler yani dinciler değil, halk yani laisizm koyacak. Tanım bilime, akla, vicdana, ahlaka uygun olacak. Devrim kendisini koruyacak. Müzelerle oynanması sosyalizmde teklif bile edilemeyecek. 

Aydemir Güler / SOL

19 Haziran 2020 Cuma

Krizde para, maliye politikaları ve Türkiye - Korkut Boratav / SOL

Salgın sonrasında Türkiye’de merkezî bütçenin ekonomi canlandırmaya dönük katkısı millî gelirin yüzde 1,6’sıdır. Bu oranla Türkiye yirmi ülke içinde sondan altıncıdır.



Bugünlerde Batı iktisat çevreleri, korona krizinin ekonomik boyutunu hafifletmenin yöntemlerini tartışıyorlar. 

2008 krizinde izlenen politikalarda revizyon var mı? Bu soruya ve Türkiye uzantılarına göz atmak istiyorum.

Merkez bankaları, para politikaları

Batı ekonomilerinde ilk tepki, 2008-2009 krizinde uygulanan araçların canlandırılması oldu: Merkez bankaları  finansal piyasalara astronomik düzeyde likidite pompaladılar; ama bu kez hızla, daha yüksek düzeylerde ve genişleterek… 

2008 sonrasında bu yöntem ikinci el piyasalardan hazine alımları biçiminde gerçekleşmişti. Bugünlerde iki doğrultuda genişletilmektedir.

İlk olarak, merkez bankaları yeni ihraç edilen (“taze”) hazine tahvillerinin alımını da üstleniyor. Bu, bütçe açığındaki artışların tümüyle merkez bankalarınca finansmanı anlamına da gelebilir. Yani neoliberal para politikası ilkelerinin açıkça çiğnenmesi…Bu “ihlal”, İngiltere Merkez Bankası’nca açıkça beyan edilmiş (FT, 9 Nisan); ABD, Avrupa ve Japonya da ise fiilen gerçekleşmiş durumdadır.

İkinci olarak, merkez bankaları parasal genişlemenin bir bölümünü, özel şirket borç senetlerinin de alımı ile gerçekleştiriyor. Bu yöntem 2008 krizi sonrasında da uygulanmış; ama sınırlı tutulmuştu. Şimdilerde genişletilerek canlandırılıyor. Üstelik batık (“junk”) şirket tahvillerini de kapsayarak… “Serbest” piyasaların “kutsal” piyasa disiplini ilkesi de  açıkça çiğnenmiş oluyor. 
Bu uygulamalar sonunda, ABD ve Avrupa merkez bankalarının bilançolarındaki menkul varlıkların (borç senetleri vd) bu ülke millî gelirlerinin yüzde 40’ına ulaşacağı öngörülüyor. Bu konuda daha “sabıkalı” olan Japon Merkez Bankası’nda ise aynı oran yüzde 100’ü çoktan aşmıştır. 

Hemen ifade edelim ki, parasal genişleme, toplam talebin, dolayısıyla millî gelirlerin doğrudan bir öğesi değildir; ilk aşamada servet transferleri ile sınırlıdır. Ana işlevi kriz ortamında batık sermaye gruplarını, özellikle finans kapitali desteklemektir. 

Merkez bankalarından likidite genişlemesinin en “ölü” biçiminde, batık bir tahvil, nakde (paraya) dönüşür. Sonrasında ek parasal genişleme, düşük faizler ile beslenir; borsalara, öncelikle hisse senetlerine yönelir  Finansal varlıkların (servetlerin) değerleri ile millî gelir arasındaki makas açılır. “Onarım” süreci ilerledikçe iç talep  etkilenebilir. Bankalar üretime, yatırıma dönük kredileri artırırsa; şirketler kapasite kullanımını yukarı çekerse… 

Batı ekonomileri bugün bu aşamada değildir. Üretim (GSYH) çift haneli oranlarda çökerken borsalar yükselmekte; finansal sistemin “balonlaşması” başlamaktadır. 

Maliye politikaları…

Kamu harcamaları ise, parasal genişlemeden farklıdır; GSYH’nın bir öğesidir. Bunlardaki artış, ek vergilerle telafi edilmiyorsa, millî geliri doğrudan artırır. Ekonomi sıfır işsizlik, tam kapasite durumunda ise enflasyonu ve “nominal” millî geliri yukarı çeker. İşsizlik ve atıl kaynaklar varsa önce doğrudan doğruya, sonraki aşamalarda (“çoğaltan” etkisiyle) zincirleme gelir artışlarına yol açar. 

Neoliberalizmin bütçe disiplini ilkesi, kamu açıklarını sınırlayan kurallar içerir. Korona salgını sonrasında tüm Batı’da bu ilke açıkça terk edildi; Keynes, özgün biçimiyle yeniden hatırlandı: Sert bir krizi frenleyecek en etkili yöntem, genişleyen bütçe açığıdır… 

Bu uygulamaların G20 ülkelerindeki ilk bilançosunu IMF veriyor (Fiscal Monitor, Nisan 2020). Doğrudan talep genişletici bütçe açıkları, GSYH düzeylerine oranlanıyor. Toplamları, kapsanan ülke millî gelirlerinin yüzde 3,5’ine ulaşmıştır. 2008 krizinde benzer uygulamaların eşiği şimdiden aşılmıştır. 

Önde yer alan ülkelerin tümü gelişmiş “merkez” ülkeleridir. GSYH’nın %10,6’sı oranında bütçe katkısıyla Avustralya ilk sıradadır. Sonraki dörtlü (sırayla) Japonya, ABD, Kanada ve Almanya’dır. Bu ülkelerde ve Britanya’da salgının ilk altı ayında işsiz kalanlara ve/veya düşük gelirlilere açıktan (1000-1750 dolar arasında) nakit aktarımları yapılmıştır. 

Mayıs sonunda AB, 750 milyar avro’luk bir onarım ve toparlanma fonu oluşturmayı kararlaştırdı. Salgından en sert etkilenen İspanya, İtalya, Fransa “aslan payı” beklentisindedir. 

Hazineler şirketleri besliyor; bölüşümü etkiliyor

IMF belgesi, kapsanan 20 ülkede, şirketlere ve bankalara dönük kredi desteği, garanti ve hisse alımları biçimindeki (ve genellikle merkezî bütçelerde yer almayan) hazine katkılarını da tahmin etmiş. 

Bu tür kamu desteklerinin G20 ülkeleri millî gelirleri içindeki (ağırlıksız) ortalaması yüzde 6,9’dur. Dikkat ediniz: Kapitalist devletlerin özel sermayeye kaynak aktarımı, kamu hizmetlerinin, sosyal transferlerin payını (%3,5’i) yaklaşık iki misli aşmaktadır. 

Merkez bankalarının servet dağılımı üzerinde (yukarıda değindiğim) etkileri, şirketlere, bankalara dönük bu tür kamu transferleri ile doğrudan gelir dağılımına taşınmaktadır: Devletin millî geliri yeniden (“ikincil”) dağılımını sermaye lehine değiştirmesi…

Göreli büyüklükler karşılaştırıldığında Batılı ülkeler ön sıralarda yer alıyor. Millî gelire oranları %10’u aşan göre ilk altı ülke Japonya ve Batı Avrupalılardır. 

Batılı dev sermaye gruplarının bu alandaki sicili karanlıktır. Hazine kaynakları, temettü dağıtımına, zayıf şirketleri devralmaya veya kendi hisse senetlerinin alımında kullanılır… Ölçü öylesine kaçmaktadır ki IMF’nin yeni başkanı Georgieva bile bu konuda “temettü dağıtımını ve satın almaları durdurun…” doğrultusunda bir uyarı yazısı yayımlamak zorunda kalmıştır (FT,  21 Mayıs). 

Türkiye’nin özel sorunu: Dış kaynaklar…

Salgın sonrasında Türkiye’deki uygulamalara da göz atalım.

Para politikalarında TCMB’nin özerkliği 2018 sonrasında son bulmuş; politika faizi enflasyonun altına çekilmiştir. Yukarıdaki örneklere bakarak bu adımı bugün anlayışla karşılayabiliriz. Ama, ötesinde kargaşa söz konusudur. Kamu bankaları-TCMB-Varlık Fonu-Hazine arasındaki bağlantılar, batık, “yandaş” şirketleri kurtarma, kredi akımını canlandırma, hatta döviz fiyatlarını da frenleme önceliklerine yönelmiştir. Sayılar, ayrıntılar izlenememektedir.

Maliye politikalarının Nisan’a kadar yansımasını IMF’nin sözünü ettiğim yayınından izleyelim. Buna göre, salgın sonrasında Türkiye’de merkezî bütçenin ekonomi canlandırmaya dönük katkısı millî gelirin yüzde 1,6’sıdır. Bu oranla Türkiye yirmi ülke içinde sondan altıncıdır. İki ülkede (Suudi Arabistan ve Güney Afrika’da) bu katkı sıfırdır. Salgın sonrasında ek sosyal harcamaların büyüklüğünü izliyoruz; bu toplamın yarısına bile ulaşmıyor. 

Aynı dönemde Türkiye’de şirketlere, kredilere, garantilere dönük Hazine desteklerinin millî gelire oranını IMF yüzde 0,6 olarak belirlemiş. Bu oran, 2020’de Türkiye’nin genel kamu açığı (%2,2) ile merkezî bütçe açığı (%1,6) artış oranları arasındaki farktan türetiliyor. (IMF, Fiscal Monitor, Tablo A9, s.99 vd). Bu hesaplama “keyfi”dir.  

Neden “keyfi” diyorum? Türkiye’deki “kapkaççı” kapitalizmin tipik ve yoz bir örneklerinin kamu kaynaklarına yansımasının IMF de farkındadır; ama KÖO (mega yatırımlar ve şehir hastaneleri) gibi bilinen örneklerin Hazine üzerindeki yükünü hesaplayamamaktadır. 

Bunlara, salgın öncesinde ve içinde ölçüsüz boyutlara ulaşan ve yukarıda değindiğim para-maliye ve döviz politikalarının karışımından oluşan çapaçul uygulamaları ekleyin. İktidarın, yandaş şirketlere vd. aktardığı Hazine kaynaklarını hesaplamak imkânsızdır.

Bu “çapaçul” uygulamaların döviz piyasalarına bulaşması, Türkiye’nin, yukarıda tartıştığım Batı ekonomi politikalarından ayrışmasını da gösteriyor. Batılılar, kendi paralarıyla borçlanma ve borç ödeme özgürlüğüne sahiptir. IMF’nin eski baş iktisatçısı Blanchard dahi, “kamu açığından kaynaklanan borçlarımızı gerekirse para basarak -monetisation ile- ödeyebiliriz” doğrultusunda “fetva” verdi (VOX, 10 Nisan). 

Türkiye ise böyle bir “ayrıcalık”tan yoksundur. 2020’ye 437 milyar dolar dış borç stoku ile girmiştir ve 12 ay içinde bunların yüzde 39’unun vadesi gelmektedir. Bu nedenle iktisat politikaları seçeneklerini dış finansman sorunlarını dışlayarak tartışamayız.

Önümüzdeki hafta bu konuya eğilmek istiyorum. 

Korkut Boratav / SOL

AKP’den sermayeye Varlık Fonu mesajı: Turkcell operasyonu kimi kurtaracak? - Özgür Şen / SOL

Turkcell gecikmiş bir operasyondu, geçmişten kalan bir sayfayı kapattı. AKP sermayeye bir mesaj verdi ama bu mesaj yapısal nedenlerle zayıf kaldı. Şimdi önemli olan taze, yeni açılan sayfaların nasıl kapanacağı…


Dün yapılan açıklamayla Türkiye Varlık Fonu’nun Turkcell’deki çoğunluk hissesini satın alacağı kesinleşti. Sürecin bundan sonrası formalite olarak görülebilir. Zaman içinde gerekli mercilerden onaylar mutlaka tamamlanacak, bu işin kazasız atlatılması için AKP her önlemi alacaktır. Çünkü Varlık Fonu tarafından atılan bu adım, çok boyutlu stratejik bir hamle.
Şirketin piyasa değeri dolar bazında 2010 yılından bu yana düşme eğiliminde olsa da Turkcell sektörün şüphesiz en önemli şirketi. Mobil pazarda liderliğini koruyor, üstelik para da kazanıyor. Satış öncesi piyasa değeri 4.8 milyar dolar eden şirket 2019 yılını 3.2 milyar TL kâr ederek kapatmıştı. 2020 yılında da zarar etmesi için bir neden olmayan, finansalları sağlam, büyümeye, kâr etmeye devam edecek bir şirket Turkcell. Piyasa değeri de son yıllarda şirket yönetiminde yaşanan belirsizlikler nedeniyle aslında olması gerekenden düşük. Satın alma duyulur duyulmaz o değerin yüzde 10 artması da bunun bir göstergesi.

2001 krizi ve sermayenin yeniden yapılanması
AKP bu satıştan önce de Turkcell’de kontrolü atadığı yönetim kurulu üyeleriyle elinde tutuyordu. Turkcell’in mecazen değil gerçekten içinden çıkılmaz karmaşıklıkta hisse yapısı uzun süredir AKP’nin yönetimi elinde tutmak için bir bahaneydi.
Şirketin yönetimini uzun yıllardır elinde tutan Mehmet Emin Karamehmet ve Çukurova grubu, zor duruma düştükçe Turkcell hisselerini kullanarak borçlanmıştı. Borçlanırken de yönetimi elinde tutmak için şirketin hisse yapısını karmaşıklaştırmaya devam etmişti.
Bu iş için özel şirketler kuruldu, kurulan bu şirketler imtiyaz hisseleri aldı. Turkcell’in hisse yapısının bir bulmacadan farkı yoktu. Her şirket birbirine ortaktı ama Karamehmet tüm bu karmaşa içinde yönetimdeki ağırlığı elinde tutmayı başarıyordu.
2001 krizinin sarsıntıları devam ederken 2002 yılında TMSF’nin Pamukbank’a el koyması Karamehmet için sonun başlangıcıydı. Aslında Mehmet Emin Karamehmet, bir diğer mobil operatör sahibi olan Uzanlar gibi 2001’de sermaye cephesinde yaşanan yeniden yapılanmanın sembol isimlerinden biriydi.
Telsim’in patronu Cem Uzan, siyasette de şansını zorlayarak, bu yapılanmaya direnmek için her yolu denemişti. Karamehmet, belki Uzan kadar gürültü çıkarmadı, ama o da direnmek için elinden geleni yaptı. Siyasete girmedi ama en azından Turkcell’i elinde tutmak için hukuki ve ekonomik yan yollara başvurdu. 100’e yakın şirketin sahibiydi ancak finansal akışı sağlam ve kârlı Turkcell’i kurtarsa kendini de kurtaracağının farkındaydı. Ama olmadı… 2000 yılında dünyanın en zengin 29. insanıydı. Bugün yine o da Uzan gibi zengin bir insan ama yine Uzan gibi eski gücünden oldukça uzak.
Meselenin Pamukbank’tan grup şirketlerine karşılıksız kullandırılan krediler olmadığı da ortada. Tıpkı Uzanların sorununun ABD tekeli Motorola ile olan ihtilaf olmadığı gibi… 90’larla yıldızı yükselen bu gruplar 2000’lerin sermaye yapısında kendilerine yer bulamadı. Uzanların siyasi çıkışı da bunu görmesiyle ilgiliydi. Karamehmet’in kendisini ısrarla geri planda tutmaya çalışması da… Bambaşka yöne bakan her iki strateji de çalışmadı ve bu gruplar tasfiye oldu. Yerlerini ise  döneminde başkaları dolduracaktı.

Turkcell’de AKP operasyonu
Çukurova’nın Turkcell’i elinde tutmak için yaptığı manevralar şirketi bir yönetim çıkmazına soktuğunda, diğer ortakların buna tepki göstermesi kaçınılmazdı. Turkcell çok kârlı bir şirketti, kimse elinde tuttuğu altın tavuğu kaçırmak istemiyordu. Diğer ortaklar Çukurova’nın hamlelerine cevap verdikçe Turkcell’de yönetim belirlenemez hale geldi ve bu ortam AKP’nin müdahalesi için eşsiz bir zemin hazırladı.
Ortaklar anlaşamayıp SPK’nın talimatları uyarınca yönetime bağımsız üye atayamayınca, AKP, ortakların yerine 2013 yılında bağımsız üyeleri atadı ve Turkcell’i kontrol altına aldı.
Yasal zemin zaten hazırdı, AKP söylemsel olarak da güçlüydü; bu kadar büyük bir Türk şirketinin yönetimsiz kalmasına izin verilemezdi. AKP’nin dediklerine bakılırsa, AKP tüm tarafların ve elbette Türk sermayesinin hakkını koruyordu.
AKP, gerçekten de Türkiye sermaye sınıfının yanında ve onu savunuyordu. Bunu yaparken kendisi de ekonomik ve siyasi olarak kazanıyordu elbette. Turkcell kendisi, taşeron, bayi ve yurtdışı bağlantılarıyla dev bir ekosistemdi ve bu sistemde AKP’nin yakın çevresine yer bulmak hiç zor değildi. Turkcell bu süreçte AKP tarafından her açıdan sonuna kadar kullanılacaktı.
 

Varlık Fonu mu Turkcell mi?
2013 yılından bu yana Turkcell’i fiilen AKP’nin atadığı yöneticiler kontrol ediyor. O nedenle bugünkü hisse devri doğrudan Turkcell’in yönetimiyle ilgili bir husus değil. AKP bu satın alma ile başka bir iş yapıyor.
Öncelikle kârlı ve gelecekte de kritik bir konumda olacağı belli bir şirketin hisseleriyle Türkiye Varlık Fonu gerçek bir hüviyete kavuşmak için adım atıyor.
Varlık Fonu’na önceden devredilen şirketler zaten kamu mülkiyetinde olan şirketlerdi. Turkcell ise fiilen hükümet denetiminde olsa da mülkiyeti başkalarına ait bir kuruluştu. Bu satın almayla Varlık Fonu, aslında gayet uygun koşullarla, kamuda olmayan hisseleri devralarak, portföyüne dışarıdan bir şirket katmış oldu.
Bu satın almada sadece Telia’ya o da hisse değerinin yarısına karşılık gelen 530 milyon dolar ödenecek. TVF’nin Çukurova’nın adına üstleneceği borç ise zaten Ziraat Bankası’na ait. Çukurova hisseleri kurtarmak için son çare Ziraat Bankası’ndan 2015 yılında 1.6 milyar dolarlık bir kredi almıştı.
AKP’nin bu borcun ödenemeyeceğini bile bile bu krediyi kullandırttığı ve TVF kurulmasa ve bu operasyon TVF aracılığıyla gerçekleşmese dahi bu defa Ziraat Bankası’nın kullanılacağı, bugünden bakıldığında rahatlıkla görülüyor. Turkcell hisseleri için sürecin sonu da AKP’nin planı da daha o günlerden belliydi.
Ama TVF’nin varlığında şimdi işler çok daha kolay. Turkcell’in hisseleri için üstlenilen borç, TVF’nin sahibi olduğu ve yönettiği bir bankaya ait. TVF yöneticisi Zafer Sönmez’in borcun yeniden yapılandırılması konusunda bu kadar rahat olmasının nedeni de, bu işlemin artık fon içinde bir işleme dönüşmesi.

AKP yabancı sermayeye karşı mı?
TVF’nin Turkcell operasyonuna iki yönden de değerlendirenler mutlaka çıkacak. AKP’nin her yaptığında boncuk arayan ulusalcılar Turkcell’in hisselerinin alınmasının yabancı sermayeye karşı bir zafer olduğunu ilan ederken, liberaller bu tür operasyonlarla yabancılara korku salındığını, yeni yatırımlar için dışarısının korkutulduğunu iddia edecekler.
Oysa bu operasyon ne doğrudan yabancı sermayenin hedefe oturtulduğu bir adım ne de uluslararası sermayeyi köklü bir şekilde rahatsız eden bir tarafı var.
Belki de on yıldır Turkcell’den çıkmak isteyen Telia’nın bu alışverişten zarar ettiğini söyleyenler de sadece son gün yapılan alışverişe baktıkları için yanılıyor. Telia’nın hissedarlığına uzun vadede bakıldığında Turkcell yatırımının Telia’ya hiç de zarar ettirmediği, başlangıçta koyulan sermayenin katlanarak Telia’ya geri döndüğü görülüyor.
Son dönemde ortağıyla ihtilafa düşen Telia, bu bağlamda bu dönemde aslında kârdan zarar etti, belki beklediğinden ve planladığından daha az kazandı. Her sermaye grubu gibi daha fazla para kazanmak istediği için de şikayet etmekten geri durmadı. Hisse devri de yine tam istedikleri koşullarda gerçekleşmedi. Bu hisse devrinden de şikayet ederlerse bu böyle algılanmalı.
AKP’nin yabancı sermayeyle ilişkisi ise daha açık. Turkcell’in ortaklığındaki yabancı payı Ruslar’ın yüzde 24,8 hissesiyle zaten devam ediyor. TVF’nin Turkcell’le ne yapacağını elbette zaman gösterecek. Ancak acele etmeseler de, bir vadede bu hisselerin bir başka uluslararası tekele devredilmesi de kimseyi şaşırtmamalı.
AKP bu operasyonu kamuyu güçlendirmek, sermayeye ders vermek için yapmadı. Tam tersine, TVF aracılığıyla Türkiye sermayesine soluk aldırmaya çalışan AKP, sistemi rahatlatmak, belirsizlikleri çözmek, Turkcell’de birikmiş sermayenin yeniden değerlenmesini sağlamak için bir adım attı. Bu süreç boyunca AKP’nin kendisinin de bu değerlenmeden faydalanmaya çalışacağı zaten aşikar ama AKP’nin bu operasyonla Türkiye sermayesinin önünü açmaya çalıştığını hiç unutmamak lazım. Tabii Türkiye sermayesinin önünü açmanın, uluslararası sermayenin desteği ve yardımı olmaksızın imkansız olduğunu da…

Kriz çırpınışları ve AKP’nin mesajı
Türkiye Varlık Fonu, Türkiye kapitalizminin yaşadığı derin krize çare olsun diye atılmış bir adımdı. Kamu şirketlerinin fon altında toplanmasıyla başlayan süreç şimdi Turkcell operasyonuyla biraz daha ete kemiğe büründü.
TVF, sermaye için çalışmaya devam edecek. TVF, sermaye için faaliyet yürütürken bu süreçte AKP’yi de krizden kurtarmaya çalışacak. Ancak Turkcell operasyonu, bu faaliyetin nesnel sınırlarını da gösterdi.
Sermaye cephesinden bakıldığında Turkcell için karar uzun yıllar önce verilmişti. Hatta Karamehmet için bu süreç fazlasıyla uzamıştı bile. Karamehmet ve Çukurova operasyonu bu döneme 2001 krizinin bakiyesiydi. Şimdi bu defter kapanmış oldu.
Peki ama ya 2008’le başlayan ve 2018’de zirveye ulaşan sürecin biriken bakiyesi nasıl kapanacak?
Bugün asıl soru bu… Turkcell için soru uzun zaman önce sorulmuş, yanıtı da verilmişti. Üstelik bu yanıt için Türkiye sermaye sınıfının geneli mutabıktı. Bu operasyon her adımında sessizlik ve onayla karşılandı. Dünkü satın alma ise Türkiyeli patronları açıkça sevindirdi.
Ama yeni sorular için durum böyle değil… Onlar ortada duruyor, üstelik her geçen gün bu sorulara kriz ortamında yenileri ekleniyor. 2008’den bu yana adım adım biriken bu soruları kim, nasıl yanıtlayacak? Hangi sermaye gruplarının kalacağına, kimlerin yola nasıl devam edeceğine, tasfiye olanların faaliyet alanlarının ne şekilde yürüyeceğine bir karar verilmediği ortada. Bu kararın kolay verilemeyeceği de…
Bu kararlar verilirse Türkiye Varlık Fonu ve başka araçların nasıl kullanılacağı Turkcell operasyonunda somut olarak görüldü. Ama Türkiye kapitalizmi için sorun kararın nasıl uygulanacağı değil, böyle bir kararın aslında olmaması. Çünkü Türkiye kapitalizmi bazı işaretler olsa da somut olarak nasıl bir birikim modeliyle yoluna devam edeceğini bilmiyor. Bu karar ertelenirken, AKP başta olmak üzere herkes zaman kazanmaya çalışıyor.
Turkcell gecikmiş bir operasyondu, geçmişten kalan bir sayfayı kapattı. AKP sermayeye bir mesaj verdi ama bu mesaj yapısal nedenlerle zayıf kaldı. Şimdi önemli olan taze, yeni açılan sayfaların nasıl kapanacağı…

Özgür Şen / SOL

18 Haziran 2020 Perşembe

Kıdem tazminatında baraj yanlış yerde, top ters köşeye gidiyor - Alpaslan Savaş / SOL

25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilerin belirli süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılmasını kolaylaştıran bir düzenleme geleceği anlaşılıyor. Bunun anlamı şu: 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçiler kıdem tazminatı hakkını kaybedecek.

Kıdem tazminatı tartışılmaya devam ediyor. Erdoğan bu kez “tamamlayıcı emeklilik” adı altında yeni bir fon gündeme getirdi. Ortada taslak yok ama ayrıntılar basına sızdırılıp duruyor. Yüzde kaç prim kesilecek, fon nasıl işleyecek, işçi parayı ne zaman alacak vs.

Şimdi bunların hepsini bir köşeye bırakalım.

Çünkü bu tartışma kıdem tazminatında hedef şaşırttı. Erdoğan’ın açıkladığı pakette kıdem tazminatını doğrudan ortadan kaldıracak başka bir ayrıntı var.

Konfederasyonlar, yok Ekonomik Sosyal Konsey toplanmalı, yok Üçlü Danışma Kurulu işletilmeli diye hükümete yüklenmeye çalışıp, fon konusunda "kırmızı çizgi" açıklamaları yaparken ters köşeye gelen topu görmediler bile. Patronlar kıdem tazminatı golünü genç (25 yaş altı) ve 50 yaş üzeri işçilerin esnek istihdam edilmesini teşvik edecek düzenleme ile atmak üzereler.

Ayrıntılara bakalım.

Erdoğan yaptığı açıklamada 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilerin istihdamını “esnek çalışma” ile teşvik edeceklerini söyledi. Dediğim gibi ortada taslak falan yok ama basına sızdırılan “bilgiler” var. Bu bilgilere göre bu kesimin esnek çalışması “süreli sözleşmeler” ile teşvik edilecek. Yani belirli süreli sözleşmeler ile.

Peki nedir bu belirli süreli sözleşme ve bu sözleşmenin kıdem tazminatı ile ne ilgisi var?

Belirli süreli sözleşme İş Kanunu’nun 11'inci maddesinde yer alır. Süresi belirli olan işlerde ya da belli bir işin tamamlanmasında yapılır. Objektif koşullara bağlıdır, yani yapılacak işin bu sözleşme için uygun olması gerekir. Objektif koşul, öngörmedik şekilde artan siparişler, işyerinde geçici olarak yapılması söz konusu olan ya da mevsimlik işler gibi durumlardır. Yani patron kafasına göre belirli süreli iş sözleşmesi ile işçi çalıştıramaz. Belirli süreli iş sözleşmesi birden fazla üst üste yapılamaz. Belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışan işçinin işi, sürenin tamamlanmasıyla sona erer. Belirli süreli sözleşmeyle çalışan işçiye ihbar ve kıdem tazminatı ödenmez. İşçi, işi sona erdiğinde işsizlik sigortasından yararlanamaz. İş güvencesi kapsamında değildir, yani işe iade davası açamaz.

Evet. Özet olarak belirli süreli iş sözleşmesi istisnai bir sözleşme biçimidir ve bu sözleşmeyle çalıştırılan işçilere kıdem tazminatı ödenmemektedir.

Şimdi dönelim Erdoğan’ın açıkladığı pakete.

25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilerin belirli süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılmasını kolaylaştıran bir düzenleme geleceği anlaşılıyor. Bunun anlamı şu: 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçiler kıdem tazminatı hakkını kaybedecek. İhbar tazminatı alamayacak. İş güvencesi kapsamı dışında kalacakları için işe iade davası açamayacak.

Patronlar bu düzenlemeyi uzun süredir istiyordu. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) pek çok belgesinde bu konuyu gündeme getirdi. Talepleri şunlardı: Belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılmasına ilişkin sınırlamalar kaldırılmalı, objektif koşul aranmamalı ve üst üste yapılabilmeli. Yani her durumda ve peş peşe bu sözleşme yapılabilmeli.

Dün soL gazete, Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu'nun (YÖİKK) bir iç belgesini yayınladı. 16 Mayıs 2019 tarihli belge YÖİKK’in bünyesinde oluşturduğu Çalışma Hayatı Teknik Komitesinin eylem önerilerini içeriyor. “Çalışma hayatının uluslararası normlar çerçevesinde esnekleştirilmesi” başlığını taşıyan bu önerilerin ilk maddesini “belirli süreli iş sözleşmeleri” oluşturuyor. Patronlar burada da belirli süreli sözleşmelerdeki sınırlandırmanın kaldırılmasını ve sözleşmenin üst üste üç kez yapılabilmesini istiyor.

Şimdi AKP, patronların bu talebini 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçiler için yerine getirmek üzere harekete geçti. Bu tek başına esnek çalışmanın yaygınlaştırılması değil, aynı zamanda kıdem tazminatını tasfiye etme girişiminin bugüne kadar atılmış en büyük adımı... Bu gerçekleşirse patronlar 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilere kıdem tazminatı ödemekten kurtulmuş olacak.

Bu karikatür dün Sait Munzur’un soL Gazete’deki “Boyun Eğmeyen Çizgiler” köşesinde yayınlandı. Anlatmaya çalıştıklarımın bir karede özetidir. Fonu ortaya atıp belirli süreli sözleşmelerle kıdem tazminatını yok etmece! Başka bir deyişle “Cambazı seyrederken tezgahı kaçırmak”

Alpaslan Savaş / SOL

Yalnız AKP değil muhalefet de ekonomi konuşmaktan kaçıyor-Özgür Şen / SOL

Siyaset öyle ya da böyle ülkeye müdahale etmek ve bir şeyleri değiştirmek için yapılır. Türkiye’de çok büyük bir kesim ekonomiye baktığında böylesi bir değişiklik için en ufak bir işaret dahi görmüyor. Böyle gelmiş böyle gider bakışı hiçbir başlıkta ekonomi kadar baskın değil.


Bırakalım emek odaklı çalışan parti veya sendika merkezlerini, en iyimser liberal iktisatçılar dahi Türkiye’de işsizlik oranını yüzde 25 olarak tahmin ediyorlar. Çalışmayı başaranların ise yarısının asgari ücretle çalıştığını, Türkiye’de nüfusun yine en az yüzde 25’inin tarifi zor derin bir yoksullukla boğuştuğunu biliyoruz.

Dahası ufukta bu koşulların düzeleceğine değil kötüleşeceğine dair işaretler var ve bu hal, asıl meselemiz, büyük problemimiz tüm bunlara rağmen ülkenin gündemine yeterince girmiyor.

Tuhaf olan ekonominin gündemde kendisine az yer buluşunun dahi iktisadi sorunların kendisinden daha çok konuşuluyor olması… Evet iktidar dışında herkes ekonominin gereğinden daha az konuşulduğundan şikayet ederken, ekonomi yine de hak ettiğinden daha az, hem de kıyaslanamayacak kadar az konuşuluyor.

Peki neden?

Hep söylenen AKP’nin gündemi saptırmakta oldukça başarılı olması. Bir iktidar partisinin ülkenin gündemini belirlemekte doğal bir avantajı olduğu ortada. İktidar ve devletin tüm olanaklarını kullanan, medyanın önemlice bir bölümünü doğrudan kontrol eden, bir kısmını da çeşitli yöntemlerle susturan ve üstelik toplumsal alanda da küçümsenemeyecek bir örgütlülüğe sahip AKP gibi bir partinin gündemi belirlemesi elbette şaşırtıcı bir olgu değil.

Üstelik ülkenin gündemine AKP’nin az ya da çok müdahalesiyle giren gündemlerin hepsi iddia edildiği gibi suni, gerçekle ilişkisiz gündemler de değil. Türkiye’de laiklikle ilgili başlıkların gerçek olmadığı iddia edilebilir mi? Ya da yanıbaşımızda süren savaşın veya AKP’nin uzak coğrafyalarda süren kanlı arayışının… Muhalefete dönük artan baskının, Kürt sorununun, dış dünyayla yaşanan krizlerin… Bunların hepsi Türkiye’nin gerçek, yakıcı ve çözüm bekleyen meseleleri.

Üstelik bu gündemlerin istisnasız tamamı, az ya da çok ekonomik gündemle ilişkili. Türkiye’de bir gündemin gerçekliğini test etmenin en kolay yolu da bu zaten. Gerçek olup da, iktisatla ilişkisi olmayan tek bir sorunumuz yok bizim. Bu nedenle AKP’nin gündemi ısrarla saptırıp ekonomik krizden uzaklaştırdığı iddiası gündemi doğru yere çekmek için kullanışlı değil. Zaten görüldüğü gibi bir işe de yaramıyor. Hatta toplumu gerçek bir gündemde meseleyi nasıl ele almamız gerektiği sorusundan uzaklaştırıp yanlış kurulmuş bir suni-gerçek ayrımına kitlediği için basbayağı zararlı da oluyor.

Türkiye’de parlamentodaki muhalefet yalnızca bu bağlamda değil genel olarak ekonomiyle ilgili her gündemde AKP’ye yardımcı oluyor. Neden mi… Hep iddia edildiği gibi beceriksiz ya da iş bilmez oldukları için değil mesela… Ekonomi konuşmuyor oldukları iddiası da basbayağı ve açıkça yanlış. Çünkü konuşuyorlar. CHP ve İyi Parti’nin en yetkili ağızları hemen her gün ekonomi hakkında açıklama yapıyor. Bu ikisine göre sıklığı daha az olsa da HDP de iktisadi problemler konusunda sessiz kalmıyor. Parlamento dışından eski veya yeni AKP'ciklerin de ağırlıklı bir ekonomi gündemleri var. Ama yine de herkeste aynı his; ekonomi bir türlü gündeme girmiyor.

Bu his doğru. Ekonomi Türkiye’nin gündemine girmiyor. Çünkü farklı başlıkların ekonomiyle ilişkisi isabetli kurulamadığı gibi ekonomiye odaklanıldığında bile sorunlar doğru bir açıdan konuşulmuyor. Halihazırdaki biçimiyle ekonomik sorunları tartışmanın ülkeye bir faydası yok ve konuya bu meselenin asıl mağduru olan emekçi kesimler tarafından bakmadıkça da bir yararı olmayacak.

Türkiye’de ekonomik gündemin asıl sorunu bu gündemin siyasette ne kadar yer kapladığı değil iktisadi işleyişin ana ilkelerinin değişmezliğine dair duyulan yanlış inanç…

Ekonominin gündemde yeterince kalmıyor oluşu da aynı inançla bağlantılı. Siyaset öyle ya da böyle ülkeye müdahale etmek ve bir şeyleri değiştirmek için yapılır. Türkiye’de çok büyük bir kesim ekonomiye baktığında böylesi bir değişiklik için en ufak bir işaret dahi görmüyor. Böyle gelmiş böyle gider bakışı hiçbir başlıkta ekonomi kadar baskın değil.

Yoksulun hali birazcık olsun değişse de yoksul, zenginin zengin kalmaya devam edeceği bir yaklaşım bu. İşçinin işçi, patronun patron kalmayı sürdüreceği, sömürünün hep olacağı, yağmanın, talanın bitmeyeceği bir düzen… Yüzlerce, belki binlerce yıllık bir kader…

Aslında hiç durmadan ekonomi konuşurmuş gibi yapan muhalif partileri de kimi zaman alttan alta, kimi zaman açıkça bu inancı besliyor. O partilerin açıklamaları ve konuşmalarında yoksulluğun ve sömürünün biteceğine dair tek bir işaret yok, çünkü bitirmeyecekler. Durum ekonomik açıdan o kadar dramatik ki, muhalefet AKP ile kendi arasındaki iktisat politikaları açısından farklılıkları anlatmakta da büyük güçlük çekiyor. 

Siyasette farklılıklar gündemde kalır. AKP ile diğerleri arasında iktisadi açıdan bir farklılık yok ki bu gündemde kalsın. Ayrımların biraz daha kolay ifade edilebildiği diğer gündemlerin sıcak ve yukarıda kalması, herkesin ekonominin konuşulmuyor hissine kapılması işte bu nedenle doğal.

Evet AKP ekonomi konuşmaktan hiç haz etmiyor. Ama bu konuda düzen içi muhalefet de pek farklı değil. Söylemsel olarak tersini iddia etseler de onlar da ekonomi konuşmaktan çekiniyorlar. Çünkü bir çözümleri yok. Yoksulluğu, sefaleti, işsizliği çözemeyeceklerini biliyorlar.

Kimsenin ekonomi konuşmaktan hoşlanmadığı bir ortamda emekçilerin derin problemlerinin gündeme gelmesinin tek yolu ise bizzat işçilerin örgütlü olarak bu konuları sıcak tutması… Burada da açık ki bir zorluk var. Çünkü Türkiye’de geniş emekçi kesimler örgütlü değil. İşi daha da zorlaştıran kısım ise, işçi sınıfının daha örgütlü hale gelmesi için ekonomik gündemi kullanma zorunluğu. İşçilerin örgütlenme ihtiyacı doğal olarak kendi dertlerini konuştukça artacak.

Ancak burada bir kısır döngü yok. Başka bir ifadeyle, bu döngüyü kırmak mümkün. Ama ısrar etmek, işçilerin ekonomik problemleri gündeme geldiğinde neyin değişebilir olduğunun altını çizmek, esas ayrım noktasını belirginleştirmek şartıyla…

Ekonomiyi, yoksulluğu, işsizliği, sömürüyü, çalışma koşullarını gündemde tutmanın yolu bu. Ayrım noktasını belirginleştirmek… Diğerlerinden farklı olarak bu düzen değişebilir diye vurgulamak… Bu düzen değişebileceği için, herkesin değişmez sandığı ve kader bellediği yoksulluk biter, işsizlik biter, sömürü sona erer demek…

Israrla iğneyle kuyu kazarcasına anlatılması gerekenler bunlar. Ekonomi konuşacaksak böyle konuşacağız.

Özgür Şen / SOL