24 Haziran 2020 Çarşamba

Futbol 'örgüt' iddiaları ve kavgayla geri döndü - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Süper Lig, kavga, siyasi çekişme, örgüt ve komplo iddialarıyla geri döndü. Kavganın yeni aktörleri Başakşehir ve Trabzonspor olurken, önümüzdeki haftalarda tansiyonun daha da yükseleceği şimdiden görülüyor.


Türkiye’de futbol, suçlamalar, 'örgüt' imaları, suç duyuruları ve kavgalarla geri döndü.

Liglerin yeniden başlamasının ve ligin zirvesinde Trabzonspor ve Medipol Başakşehir arasında somutlanan şampiyonluk yarışının kızışması, yeşil sahada gerçekleşen rekabetin işin sadece ‘görünen yüzü’ olabileceğini ve maçların dışında siyaset arenasında da bir şampiyonluk yarışı olduğunu kanıtlıyor.

Ligde son düzlüğe ciddi bir karmaşa ve gürültü ile girileceği şimdiden görülebiliyor. Medipol Başakşehir’in kurumsal yapısı ve siyasi bağlantıları ile birlikte birkaç senedir şampiyonluğu kıl payı kaybetmesiyle ertelenen siyasi projelerinin bu seneyi referans vermesi ile Trabzonspor’un geciken şampiyonluk rüyası ve siyasi bağlarının kesişmesi, yeni ve çalkantılı bir sürecin de şifrelerini veriyor.

Baronun çıkışı: Örgüt içinde örgüt

Çok kısa bir süre önce, Trabzon Barosu'nun, Trabzonspor’un önünün kesilmeye çalışıldığı, Başakşehir’in şampiyon yapılmaya çalışıldığı gerekçesi ile Başakşehir Başkanı Göksel Gümüşdağ ve diğer yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunması tartışmanın tek boyutunun futbol olmadığını gösteriyor. Trabzon Barosu, yerel gazetelerde çıkan “Her yol O’na çıkıyor” başlıklı haberleri ihbar kabul ederek yaptığı suç duyurusunda, Başakşehir Başkanı Göksel Gümüşdağ başta olmak üzere, TFF Başkanvekili Mehmet Baykan, MHK üyeleri Oğuz Sarvan ve Ünsal Çimen, Tahkim Kurulu Başkanı Murat Balcı, PFDK başkanı Aytaç Yüksel ve TFF Temsilciler ve Gözlemciler Kurulu Başkanı Abdurrahman Arıcı’yı ‘örgüt kurmak’ ve 6222’ye muhalefet etmekle suçladı.

Bu ismi anılanlar başta olmak üzere, TFF içerisinde örtülü bir yapı kurulduğu iddiası, Trabzonspor’un şampiyonluk yarışından uzak tutulması ve Medipol Başakşehir’in yarışta desteklenmesi için operasyon yapıldığı suçlamalarını da içeriyor. Ayrıca 40 kadar hakemin görev aldığı Süper Lig maçlarında hakem Hüseyin Göçek’in 28. Haftasını geride bıraktığımız ligde Medipol Başakşehir’in maçlarında sıklıkla görevlendirilmesinin kuşkuları da artırdığı belirtiliyor. Tüm bunların bir tesadüf sonucu oluşmayacağını ve Medipol Başakşehir’in kollandığını ima eden Trabzon Barosu, açıklamalarında Şubat ve Mart aylarında oynanan kimi maçlara ve hakem hatalarına da referans vererek açıklamasını tamamladı. 

Ancak suçlamalar sadece Başakşehir odaklı değil. Özellikle Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, Trabzonspor'un siyasi bir desteğe sahip olduğunu ve kollandığını söyleyen birçok açıklama yapmıştı. Koç, "Berat Albayrak, Trabzonspor'a nasıl yardımcı oldu ki şubat ayında iflas eden kulüp Mayıs ayında düze çıktı? Koskoca belediye başkanı, yine Fenerbahçe, yine ahlaksızlık, yine başaramayacaklar diyor. Nereden aklına geldiyse, bu nasıl saygısızlık? Ahmet Ağaoğlu’na soruyorum, kaç devlet kurumu stadınızda loca aldı, ne kadara aldı, ne paralar verdi? Bir adım daha öteye gidiyorum. Trabzonsporlu olmayan ama bir şekilde devlet ile iş yaptığı için loca alan iş adamları var mı? Çıkıp adil rekabet vs. konuşmasın" ifadesini kullanmıştı.

Kriminalize edilen futbol: Medipol Başakşehir-Trabzonspor gerginliği

Son dönemde ortaya çıkan tablo, futbolun ciddi bir siyasi müdahaleye konu edildiğini ve hatta spordan siyasete kadrolaşmanın da hız kazandığını gösteriyor. Ancak futbolun içerisinde bulunduğu bu durum, kulüp mülkiyeti ve kulüp yönetimlerinin ele geçirilmesi olarak okunduğunda hem Trabzonspor hem de Medipol Başakşehir açısından durumun farksız olduğunu gösteriyor. Bu her ne kadar Medipol Başakşehir ile Trabzonspor arasında bir gerilim ve ‘soğuk savaş’ hali gibi gözükse de olayın derinliklerinde çok daha farklı hesapların olduğu ifade ediliyor.

Medipol Başakşehir kulübünün son dönemde ortaya çıkan sponsorları ve siyasi bağlantıları biliniyor olsa da, bu durum onu tekil bir siyasi kulüp hâline getirmiyor. Çünkü Türkiye’de egemen siyaset ile futbol kulüpçülüğünün ve yönetim kadrolarının organik ilişkisi farklı veçhelerde de olsa sürdürülüyor. Bu anlamda kulüp yönetimlerinin kendi aralarında verdikleri kavga biraz da aynı siyasi doğrultudakilerin verdiği bir ‘klikler arası savaş’ izlenimi de veriyor.

16 yıldır TFF içerisinde yapılanan bir örgütün varlığından bahseden Trabzon Barosu'nun başvurusunda bir husus daha dikkat çekiyor. Göksel Gümüşdağ’ın daha önce ‘şike davası’ sanıklarından Aziz Yıldırım ile yaptığı bir telefon görüşmesinde “Sizden de çok faydalandık” şeklindeki cümlesinin kullanılması ve bu vesileyle Gümüşdağ’a futbol maçlarının neticesinde manipülasyon suçlamasının yapılması yeni olmayan tartışmaları da ısıtacak cinsten.

Son dönemde gerek Galatasaray kulübünden gelen açıklamalar ve hakem hatalarının sıklaştığı vurgusu, gerekse de TFF Başkanı Nihat Özdemir’in yaptığı açıklamalar sonucunda Fenerbahçe ile arasının açılması ve kulüp üyeliğinden istifası ile sonuçlanan olaylar zincirinin tamamı, siyasete değen birçok başlığı içeriyor. Tüm bu yaşananlar ve öteden beri maçların ne kadar sağlıklı olduğu konusunda çok ciddi şüphelerin varlığı ‘şampiyonluk makamının’ izleyenler nezdinde önemini azaltırken, ülkedeki kurumların sıkıştıkları gri alanların da fotoğrafını veriyor. 

Son gelişme: Alanya-Trabzon ve Ankaragücü-Medipol Başakşehir tartışmaları 

Önceki gün oynanan ve Trabzonspor’un son dakikada puan kaybetmesi ile sonuçlanan maç ile Ankaragücü-Medipol Başakşehir maçında yaşanan gelişmeler ülkedeki sporun gündemini belirleyecek cinsten. Özellikle yine hakem Göçek’in maça damgasını vurmasıyla gerçekleşen hatalar sonrası Ankaragücü kural hatası ve maç tekrarı talebiyle TFF'ye başvurdu. Eski hakemlerden Selçuk Dereli’nin, “Bugün sahada gördük, şüphelerimde haklı çıktım. Sadece maça değil, ligin sonucuna da etki etti” demeci, her ne kadar hakem hatalarına referans verse de ortada başka şeylerin olduğunu da düşündürtüyor.

Trabzonspor Divan Kurulu Başkanı Ali Sürmen’in düzenlenen bir basın toplantısında, "Biz futbolcularımıza, teknik heyetimize, başkanımıza, yöneticilerimize güveniyoruz. Şampiyon olacağımıza inanıyoruz. Ancak futbolun bazı aktörleri 'Acaba Trabzonspor'un şampiyonluğuna engel olabilir miyim' düşüncesine kapılmış. Ar damarı çatlayanlar her türlü pespayeliğin peşinden gidiyor. Biz Anadolu'nun ar damarıyız" demesi ise futbolun gündeminin futbol olmaktan çoktan çıktığını ve önümüzdeki günlerin yeni kavgalar ve siyasi çekişmeler getireceğini gösteriyor. 

Bu gelişmelerin ardında yeni kavga konularının hiç eksilmeyeceği önceki dünkü Alanya-Trabzonspor maçıyla bir kez daha ortaya çıktı. 

Alanyaspor Başkanı Hasan Çavuşoğlu ile Trabzonspor Başkanı Ahmet Ağaoğlu arasında, bir küfür polemiği ve alkol kavgası yaşandı.

Alanyaspor Başkanı Hasan Çavuşoğlu'nun, elindeki telefonu Trabzonlulara gösterip, "Siz ağabeyime küfür mü ediyorsunuz" dediğini, Bakan olan ağabeyini aradığı da belirtildi.

Hasan Çavuşoğlu’nun “Ahmet Ağaoğlu alkollüydü, içki kokusundan midem bulandı” açıklamasına ve ağabeyi Mevlüt Çavuşoğlu'na ilişkin vurgusuna, yine siyasi ilişkileri ve AKP'ye yakınlığıyla bilinen Ahmet Ağaoğlu’nun “Şu anda alkol muayenesine giriyorum. Hayatım boyunca alkol almadım, bunların hepsi iftira” yanıtını vermesi futbol gündemi listesinde ilk sırasına yerlemiş durumda.

Siyasi çekişmeler, ahlaksız rekabet, fanatizm ve bunun gölgesinde futbol şampiyonluğu kavgası bir yandan sürerken, Türkiye’de futbolun geleceksizliği ortada duruyor. Ülkedeki sözde futbol ise ‘izleyelim mi’ çizgisinden ‘bitse de kurtulsak’ noktasına kadar getirilmiş durumda.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL

23 Haziran 2020 Salı

Sermayenin ufku - Oğuz Oyan / SOL

Türkiye'de (veya başka bir çevre ülkesinde) yerli sermayenin belirli bir dönem itibariyle gündeminde olmayan, hatta orta/uzun vadede bile radarına girmemiş olan kimi hedeflerin yapılabilir olduğunu ona dayatan uluslararası sermaye aklı her zaman dikkate alınmalıdır. Ülkelere dıştan dayatılan büyük dönüştürme operasyonları böyle ilmik ilmik örülmektedir.

1970 sonlarında Ecevit Hükümetini düşürmüş olan TÜSİAD'ın yeni başkanı Ali Koçman, 1980'lerin başlarında yani 12 Eylül rejiminin herşeyi sermaye lehine döndürdüğü dikensiz gül bahçesi ortamında, TÜSİAD'ın bir yayınına yazdığı önsözde, KİT'lerin önemine ve devletin rolüne vurgu yapmış, özel sermayenin KİT'lerin temsil ettiği yatırım gücünü gerçekleştirebilecek kapasiteye veya onları devralabilecek sermaye gücüne sahip olmadığını açıkça belirtmişti. Özelleştirme akımı dünyada başlamış olsa da Türkiye burjuvazisi bunu henüz gündemine bile almamıştı ve cesametli KİT'ler açısından da olanaksız görüyordu. Aslına bakılırsa 24 Ocak 1980 Kararları bile, kapsam olarak, o zamanki yerli sermayenin ufkunu aşan genişlikteydi. (12 Eylül darbesiyle emek kesiminin elinin kolunun tamamen bağlanması da sermayenin beklentilerini aşan bir bonus idi).

Sonraki gelişmeleri, Özal iktidarının 1986'da ABD'li finansman kurumu Morgan Guaranty'yi danışman şirket olarak belirleyip "özelleştirme ana planını" hazırlatması hızlandırdı. Özelleştirme ana planının yabancı bir finans kurumuna "ısmarlanmasının", uluslararası finans kuruluşlarının telkinlerinden bağımsız olmadığı muhakkaktı. Hazırlanan altı ciltlik "özelleştirme raporu" KİT'lerin toplam tahmini değerinin 100 milyar dolar olduğunu değerlendiriyordu. Başlangıçta öngörülmemiş çeşitli hak ve imtiyazların da sonradan özelleştirme kapsamına alınmasına rağmen bu tutara yaklaşılamadığını belirtirsek, yağmanın boyutu için bir ölçüt daha elde edilmiş olur.

Kısacası, 1980'lerin başlarında yerli sermayenin ufkunda bile olmayan büyük cesametli bir kamu-özel sektör yer değişimi Türkiye'nin gündemine uluslararası sermaye tarafından sokulmuştu. Kuşkusuz böyle bir liberalleşmenin doğuracağı yağma fırsatlarından yararlanmak isteyecek yabancı sermayenin doğrudan çıkarları da söz konusuydu. Ama dolaylı çıkarlar bütünü belki de daha fazlasıydı: Türkiye iç pazarının koruma duvarlarının indirilmesi sadece gümrük vergilerinin indirilmesi üzerinden olamazdı; iç pazarı korumada aktif/pasif çok ciddi roller üstlenmiş olan KİT'lerin tasfiyesi adeta ülkeye serbest giriş vizesi yerine geçecekti. Daha sonra, 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi de, özelleştirme dalgası başlatılmamış olsa anlamlı olmazdı.

Kıssadan hisse: Türkiye'de (veya başka bir çevre ülkesinde) yerli sermayenin belirli bir dönem itibariyle gündeminde olmayan, hatta orta/uzun vadede bile radarına girmemiş olan kimi hedeflerin yapılabilir olduğunu ona dayatan uluslararası sermaye aklı her zaman dikkate alınmalıdır. Ülkelere dıştan dayatılan büyük dönüştürme operasyonları böyle ilmik ilmik örülmektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin genel çıkarları adına düşünceler üretilmesi; bu çıkarlara uygun siyasetçilerin yetiştirilmesi veya uygun görülenlere (Özal, Çiller, RTE) istim verilmesi; başta ekonomi bürokrasisi olmak üzere üst düzey kamu yöneticilerinin zamanın ideolojisine adapte edilmesi, böyle bir çerçeveye oturmaktadır.

***

Dolayısıyla bugün Kıdem Tazminatı'nı bir fona dönüştürmek ve/veya ne olacağı belirsiz bir Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi'nin (TES) parçası yapmak programlarının, IMF gibi dış akıl hocalarından bağımsız bir biçimde geliştirildiğini düşünmemek gerekir. Nitekim bu konuda IMF'nin kayda geçmiş "reform" taleplerine dünkü yazısında Aziz Çelik dostumuz ayrıntılarıyla ve büyük bir vukufla değindi. ("'Kalkan' değil, kıdem tazminatına balyoz!", Birgün, 22 Haziran 2020).

"İstihdam vergisi" niteliğindeki primlerle kolay kaynak toplama yöntemlerine sağ iktidarların da pek hevesli olduğu öteden beri bilinir. Nitekim, Özal'ın Çalışanların Tasarruflarını Teşvik Fonu (Zorunlu Tasarruf) ve Konut Edindirme Yardımı gibi istihdam üzerine konulan prim kesintilerine dayalı fonları nasıl kamu finansmanının tercihli araçları arasına soktuğunu biliyoruz. Daha sonra, Zorunlu Tasarruf prim kesintileri dondurulurken (tasfiyesi yıllar sonra olacaktır) onun sistem içine girmiş prim yükünün işçi statüsünde olanlar için Haziran 2000'de bir İşsizlik Sigortası Fonu'na dönüştürüldüğü de herkesin malumudur. Bu fon da, bugüne kadar toplanan kaynakların büyük bölümünü kamu iç borçlanmasının faiz maliyetini düşürmek, vadesini uzatmak ve devletin "faiz dışı fazla hesabına" net katkı yapmak bakımından kullanılagelmiştir. Bu arada işsizlik ödeneğinden daha fazla tutarlarda olmak üzere devlet bütçesine ve sermayeye geri dönüşsüz transferler yapma aracı da olmuştur.

Şimdi bugün yeniden gündeme taşınan Kıdem Tazminatı Fonu meselesi de, iki yakası bir araya gelmeyen kamu kesimi açısından bir kurtarıcı olarak görülmektedir. İşsizlik Sigortası Fonu kadar ve belki de ondan da büyük yeni bir kaynağa hükmetmek istemektedir. Ama evdeki hesap gene çarşıya uymayabilir ve bu proje yeniden ertelenebilir. Sendikalar kesiminden gelen/gelecek tepkiler bir yana, işçi tabanının birikmiş öfkesinin 15-16 Haziran 1970 türü bir tepkiye neden olmasından da korkulmaktadır.

Ayrıca sermaye kesiminin Kıdem Tazminatı Fonu'na kendi payına ödenecek primlere anlayışla bakması da beklenmemeli. Şimdiki tasarımda devlete düşecek yüzde 1'lik prim yanında sermaye payı olarak yüzde 4'lük bir prim katkısı önerilmesi (işçiler de, zaten hakları olan bu tazminata şimdi yüzde 0,5 ile 2,5 arasında katkı vererek belki ulaşabilecekler!), sermayenin genel tepkisini çekmektedir. (İktidar ayrıca İşsizlik Sigortası Fonu  primlerini de ikiye katlama tasavvurunu açıklayarak sanki pazarlığı üstten başlatmak niyetindedir). Sonuçta pazarlıkla Kıdem Tazminatı primi için yarısına razı olurlar mı bilemeyiz, ancak bugünkü kriz koşullarında (ki belirleyici tarafı da bir istihdam krizidir) bu tür ek istihdam vergilerine kesin bir karşı duruş sergilemeleri şaşırtıcı olmaz. Sermayenin şu tür gerekçeleri de olması beklenir: Fonda yeterli kaynak toplanınca bize de kredi/teşvik olarak geri dönmesiyle avunamayız, çünkü bugünden yarına ayakta kalabileceğimizin bile garantisi yok. Ayrıca mevcut sistemde birçok yan yoldan kıdem tazminatını ödemekten kurtulur ve esasen çalışanların önemli bir bölümü bundan mahrum kalırken, önerilen sistemde kaçışımız olmayacaktır.

Velhasıl, yerli sermaye açısından mevcut sisteme eklenecek ek yükler yerine mevcut sistemde tazminattan kaçınma kolaylıklarını genişletecek yol ve yöntemler makbul olacaktır. İşte bunun yolu da, istisnai bir uygulama olan "süreli sözleşme"yi, nesnel koşullara bağlı olmaktan ve tek kerelik bir hizmet akdi olmaktan çıkarıp zincirleme bir sözleşme biçimine dönüştürmekten geçmektedir. Yerli sermayenin uzun süredir düşlediği bu yola şimdi AKP iktidarı 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar için girmeyi önermektedir. Aslında herkes kıdem tazminatı fona mı dönüşücek tartışmasına odaklanmışken, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak geniş bir otoban inşisına başlanmış durumdadır. (Bu konuda Alpaslan Savaş'ın geçen haftaki Sol Portal yazısı iyi bir uyarıcıdır).

Sonuç olarak, işçi sınıfının teyakkuz halinde olması gereken günlerden geçilmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

22 Haziran 2020 Pazartesi

Rüyadan kâbusa Amerika - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Kasım seçimleri hızla yaklaşıyor. Amerikan Rüyasının (The American Dream) artık bir kâbusa dönüşmeye başladığını kanıtlayan bir hava, giderek ağırlaşıyor.

Bu kez farklı

“Amerika’da herkesin rüyaları gerçekleşebilir”  savının aslında, soykırıma uğratılan yerliler, modern köleciliğin Afrika’dan kopartarak getirdiği siyahlar, daha yakın zamanda gelişmekte olan ülkelerden gelen göçmenler, sık sık da işçiler için bir kâbus olduğunu, sol ve liberal eğilimli entelijansiya ile sanatçılar yaklaşık 200 yıldır vurguluyorlar.

İç savaşı köleci eyaletler kaybetti, kölecilik kalktı ama siyahlar 1960’ların sonuna, Sivil Haklar ayaklanmalarına kadar vatandaşlık haklarını gerçek anlamda kazanamadılar. Ancak, ırkçılık kimi zaman açık, çoğu zaman sosyoekonomik sonuçlarıyla yapısal olarak varlığını bugüne kadar sürdürdü

Şimdi iki vektörün bileşkesinde, ırkçılığa karşı yeni bir isyan dalgası yükseliyor. Birincisi: Trump döneminde dinci, ırkçı “Yeni Faşist” gruplar, Trump’ın ırkçı, dinci, paranoyak ve otoriteryen söylemin etkisiyle giderek güçlendiler. Irkçı terörizm, siyahları hedef alan polis cinayetleri sıklaşmaya başladı. İkincisi: Trump’ın, insan yaşamına değer vermeden, saçma sapan önerilerle yönetmeye çalıştığı bir pandemi, ölü sayısı artar, ekonomi çökerken yapısal ırkçılığın etkilerini daha da ağırlaştırdı.

Bu kez farklı olan, ırkçılığa karşı yeni dalga karşısında geleneksel muhafazakâr entelijansiyanın korkuları, bu “yeni dalga”dan çok, derinleşen kutuplaşma ve her fırsatta parlamenter demokrasinin kurallarına, güçler ayrılığı ilkesine tecavüz eden, dış politikayı kendi ekonomik siyasi çıkarlarına alet eden Trump yönetiminin ve Trumpçı kitlenin olası tepkilerinin yaratacağı sonuçlar üzerinde yoğunlaşıyor.

Kutuplaşma derinleşirken

The American Interest’in editöründen aktarmıştım. Yazar, Trump’ın “bugünden seçimlere kadar, seçimleri açık farkla kaybetmezse direnmesi durumunda; kaybederse, şubat ayındaki devir teslime kadar yapabileceklerinden” korkuyor, “Trump kazanırsa liberal demokrasiye dönüşü unutun” diyordu.

The American Conservative, dergisinde, “George Floyd’un öldürülmesi Amerika’nın Dreyfus olayıdır” başlıklı bir yorum, Fransa’da Dreyfus adında Yahudi asıllı bir subayın, “Alman casusu olduğuna” ilişkin asılsız iddialarla tutuklanmasından sonra ülkede hızla kemikleşen kamplaşmayla bugünün ABD’si arasında büyük benzerlikler buluyordu.

Dreyfus olayında (1897-99 ve “Büyük Buhran”ın içinde-EY) iki taraf arasında derin bir kültürel düşmanlık vardı. Bir taraf, bu olayı, sosyal ilerlemeyi durdurarak Fransa’yı 1789 öncesine döndürmek için son fırsat olarak görüyordu. Bir taraf da Cumhuriyeti, gericiliğe karşı korumaya ve ilerletmeye çabalıyordu.

Yazara göre, bugün de Amerika’da iki farklı taraf var. Bir taraf Trump’a oy vermeyi, “9/11 terörist saldırısı sırasında, ‘93 numaralı uçağın’ kontrolünü ele geçirme çabasına” benzetiyor. Öteki taraf ise Obama’nın reformcu, aşamalı ilerleme politikasından öte radikal bir çıkış yolu arıyor.

Yazara göre, dün gerici Fransa ile Cumhuriyetçi Fransa arasında bir uzlaşma noktası bulmak olanaksızdı. Bugün polisi kaldırmak isteyen, köleci tarihin simgelerini (heykelleri, sokak, bina isimlerini) yok etmek isteyen taraf ile karşısındaki taraf (Trump kampı -EY) arasında bir uzlaşma noktası bulmak olanaksız. Dün kutuplaşmayı gazete ve dergiler kışkırtıyordu, bugün de sosyal medya… Dün, tüm bu kutuplaşma ve La Belle Epoque (şimdi küreselleşme-EY) sonunda, 1914’te Büyük Savaşın içinde bitti

Yazar, ABD’deki kutuplaşma da felaketlere yol açabilir diyor. Yazının yayımlandığı gün Ohio’nun Bethel kasabasında, silahlı, beysbol sopalı ırkçı kalabalık, barışçı bir Siyah Yaşamlar Önemlidir toplantısına saldırıyor, polis ise seyrediyordu. İki gün sonra Trump, mart ayında duran kampanya toplantılarını yeniden başlatırken, köleciliğin yasal olarak kalkmasının yıldönümünü ve 1921’de yerel siyah burjuvaziyi imha eden ırkçı katliamın yapıldığı yeri seçiyordu.

ABD Rüyası geride kalırken “Kâbus” derinleşmeye devam ederken, kampanyasını bir milyon kişilik dev bir toplantıyla açmayı planlayan Trump’ın, 19 bin kişi kapasiteli salonu dahi dolduramamış olması, “Yeni Faşizme” karşı sokakların” önemini bir kez daha kanıtlıyordu.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Avlumdaki ölü kuşlar - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Benim köklerimin olduğu topraklarda ölüm bir kadın sesidir. Feryadın ayırt edilebilen bir acısı vardır. Gidenin ardından o an yaratılmış ağıtlar yakılır. Kadınların suratlarındaki tırnak izinin derinliği yitenin evlat olduğunu ele verir.

Bir cuma sabahı birbirinden farklı iki ses işitiyordum. Erkeklerin olduğu taraftan her zamankinden daha öfkeli sloganlar duyuluyordu. Kadınların koğuşlarından yükselen çığlıklardan ölüm soğukluğu hissediliyordu. Gelen gardiyana “Biri mi öldü” dedim. Yanıt vermedi. O gün ziyarete gelen iki avukat da bilmiyordu. Koğuşa dönerken maltada telefon hakkını kullanan gözü yaşlı bir kadın mahpus bana “Helin öldü” diyerek seslendi. Grup Yorum solistinin ölüm orucunda hayatını kaybettiğini anladım.

Avlunun dört köşesinde kuş yuvaları var. Her gün ürkekçe inip bıraktığım ekmekleri yiyorlar. Bir süre sonra yuvalarının içindeki tüm kiri aşağı döktüler. Meğer bu doğum habercisiymiş. Neredeyse bir tam gün uçmayı becerebilmek için uğraşan minikler avluda belirdi. Onlar kadar şanslı olmayanlar vardı. Hayatına devam edemeyeceği anlaşılan öteki yavrular birer birer aşağı atılıyordu. Avluda toprak yok. Onlara gazete kâğıtlarından geçici mezarlar yapıyorum. Önce onlardan vazgeçen annelerine kızıyorum. Sonra düşen yavruların başına üşüşen karıncalara bakıp, doğanın öğrettiğini yapan anneleri kendi yargılarımla yargılayan kendime kızıyorum.

Uçaktaki ‘eski teröristler’

Ben kuşlara kâğıt mezarlar yaparken, televizyonda ve gazetelerde Helin’i ve ölüm kuyruğunda bekleyen diğerlerini tartışıyorlar. Bir kısım yaşam hakkından bahsederken “onlar terörist” diyenler tüm sesleri bastırıyor.

Gözümün önüne Cumhurbaşkanı’nın uçağı geliyor. Erdoğan’ın bir yanında eski PKK hükümlüsü yeni Pelikancı, Akşam gazetesi yazarı duruyor. Öbür yanında bir dizi bombalamaya karışmış eski İBDA-C hükümlüsü yeni Pelikancı Star gazetesi yazarı. Eski Türkiye” düzeni, “terörist” saydıklarına bile cezalarını çektikten sonra yeni bir hayat vermiş. Muhtemelen Cumhurbaşkanı da onların gözlerine “eski terörist” diyerek değil, “kendisini bir kez daha doğurmuş insan” diye düşünerek bakıyor. “Herkesi Tanrı’nın merhametine havale ederiz, ama kendimiz hiç merhamet göstermeyiz” diyor George Eliot. Ne yazık, Tanrı’nın adını en çok anıyor görünenler, güce kavuştukça merhameti unutuyor.

Türban eyleminden terör tutukluluğuna

Bizim kuşak, Grup Yorum’la 90’lı yıllarda tanıştı. O dönem Ahmet Kaya gibi Grup Yorum’u da farklı görüşten insanlar dinliyordu. Öyle ki 90’ların ikinci yarısında Beyazıt Meydanı’ndaki türban eylemlerinde sahnede Grup Yorum vardı. Bir yanda şehadetparmağı öbür yanda yumruk kaldıranlar birlikte slogan atıyordu. Sonra o eylemlerdeki İslamcı gençler sakalları kesti, takım elbise giydi, “düzen siyaseti” dedikleri işlere bulaştı. 35 yıldır şarkı söyleyen Grup Yorum’u terörist ilan etti. İşin ilginci, farkındalar mı bilmem, halen AKP’nin tanıtımlarında kullandıkları birçok fon müziği Grup Yorum imzasını taşıyor.

Gelelim işin esasına…

Doğrusunu öğrenmek için Helin Bölek’in mahkeme dosyasını elime alıyorum. Çeşitli eylemlere katılıp defalarca gözaltına alındığı ve hepsinde serbest bırakıldığı görülüyor. Çoğunlukla bu eylemler nedeniyle yargılandığı 11 ayrı davanın sanığı olduğu anlaşılıyor. Nihayetinde çoğunluğu gizli tanık ve itirafçı ifadelerine dayanan delillerle DHKP-C üyeliği suçlamasıyla 2017 yılında tutuklanıyor. Yargılamanın başlamasından kısa süre sonra, tutukluluğunun 8. ayında, 15 Şubat 2018’de tahliye oluyor. Ancak cezaevinden çıktığı gibi yeniden gözaltına alınıp bir daha tutuklanıyor. Bir süre sonra, bu kez İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi, Bölek’i “suç vasfının lehine değişme ihtimali” gerekçesiyle tahliye ediyor. Kısacası 2011’de başlayan yargılanma serüveninde, yargının değişik dönemlerine tanıklık eden 9 yıllık süreçte, hiçbir mahkeme Helin Bölek hakkında bir karar vermedi. Eminim ki sebebi yargıçların DHKP-C sempatisi değil. Şüpheden uzak kesin bir kanaat kuramadıklarından bunu yapamadılar. Sonuç olarak tahliye olan Bölek, “konser vermesinin engellendiği” gerekçesiyle başlattığı ölüm orucu eyleminde hayatını kaybetti.

Hapiste de şarkı cezası

Mahkeme tutanaklarında yer alan 3 Ekim 2018 tarihli savunmasında şunları söylüyordu:

Hapishanede şarkı söylediğimiz ve halay çektiğimiz için disiplin cezası aldık. Ben Grup Yorum elemanıyım, orada da saldırıya uğruyor, orada da yasaklanıyorum. Hapishaneye geliyorum orada da şarkı söylüyoruz, orada da yasaklamalar ve saldırılara maruz kalıyoruz. (…) Savunmaya çalışırken gördüm bu maddeyi, anayasanın 64. maddesiymiş bu: Devlet sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Dönüyorum şu anki bulunduğumuz duruma bakıyorum, çok tezat bir durum söz konusu ya da şöyle demek lazım herhalde haklarını yemeyelim: Bir buçuk senedir gayet iyi sanat eserlerimiz ve faaliyetlerimizle beraber korunuyoruz hem de yüksek güvenlikli hapishanelerde korunuyoruz. (…) Başka yerlerde boy gösteriyor olsaydım, sahnelere çıksaydık, magazin sayfalarında yer alsaydık şu an burada yargılanıyor olmayacaktık.

Bölek savunmasında Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında Fethullahçı polislerin yaptıklarının bir benzeriyle bugün karşılaştığını da iddia ediyor.

AYM Başkanı ne dedi?

Bölek’in ardından halen ölüm orucu eylemleri sürüyor. Zaman zaman cezaevinde denk geldiğim tutuklu avukat Ebru Timtik kemikleri sayılır halde ölüme doğru yürüyor. Kendisiyle birlikte tutuklanan avukatlarla ortak talepleri şu: “Adil yargılanmak istiyoruz.”

Zira İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nin haklarında verdiği tahliye kararının ardından onlar da cezaevi kapısında yeniden tutuklandı. Kararı veren hâkim heyeti değiştirildi. Sonra karar da değişti.

Adil yargılanma” isteyen avukatlar ölüm orucundayken, 9 Haziran’da Yargı’nın 1 numarası, AYM Başkanı Zühtü Arslan, “Yüzde 52.1 oranında adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini görüyoruz” dedi. Kısacası ölüme giden avukatla, yargının en tepesinde hâkim adaletin olmadığı konusunda anlaşıyor.

Adalet ve limon

Teröre de insan hayatını ortadan kaldıran eylemlere de karşı olalım. Öte yandan terör örgütü yöneticisi ile üyesini, destekçi ile sempatizanı, propaganda yapanla davada avukatlık yapanı ayırt edecek olan şeye hukukun terazisi dediğimizi de bilelim. Genelkurmay Başkanı’nı terörden tutuklayan, MİT Başkanı’nı terörden ifadeye çağıran, hedefinin ise mevcut Cumhurbaşkanı’nı terörden yargılamak olduğunu bildiğimiz yargı terörünün travmasını; herkesi terör çuvalına doldurup mahkeme kararlarını bile uygulamayan bir başka yargı ile atlatamayacağımızı görelim. Bunun terörü büyütüp, yargıyı çürüttüğünü anlayalım.

Hukuk, Cumhuriyet’in en kalın kolonudur. Adalet, dostlarımıza verdiğimiz gül değil, düşmanlarımızı bile tarttığımız kantardır. “Adil yargılanma” ayrıcalık değil, suç işlemiş olsa dahi herkes için haktır.

Kuşlar ötmeye devam ediyor, ölenlerin cesedi avluda. Gardiyanlar yemek dağıtıyor. Limonlar açlık grevindekilere devletin ikramı. Korkuyorum, zalimden değil zulmün parçası olmaktan. İnanıyorum, bir gün adalet de hürriyet de limon kadar ulaşılabilir olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Anti-Komünizm - Cangül Örnek / SOL(Gelenek)

Türkiye’de II. Dünya Savaşı yılları pek çok açıdan Soğuk Savaş’ın bir provasıdır. Anti-komünizm, ilk kez savaş yıllarında iktidarın dış siyasetine damga vurmuş, devletin askeri ve sivil bürokrasisine yoğun biçimde sirayet etmiş, gündelik siyasetin ve halka yönelik propagandanın vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. 


Anti-komünizm Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren iktidarın sınıf karakterinin doğal bir sonucu olsa da, iki nedenle 1940’lara kadar günlük siyasi söylemin ve propagandanın sürekli bir unsuru olmaktan nispeten uzaktı. Birinci neden, Sovyetler Birliği ile Millî Mücadele sırasında kurulan olumlu ilişkilerin 1930’lara kadar sürdürülmüş olmasıdır. İkincisi ise, anti-komünizmin iktidarın tek elde toplandığı, halkın siyasete katılım kanallarının kapalı olduğu, örgütlenme hakkının yok sayıldığı bir dönemde ideolojik işlevinin sınırlı olmasıdır. Bu yıllarda anti-komünizm daha çok devletin çıplak baskı politikalarıyla var oldu. Komünist kadroların tevkif edilmesi, ilerici aydınların ve işçilerin baskı altında tutulması ile anti-komünist Ceza Yasası, Cemiyetler Yasası gibi gerici yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi bu şiddetin örnekleridir. Bu dönemde halkı “komünistlerin kötü niyetleri” konusunda uyaran yayınlar yapılması da ihmal edilmedi. Tüm bunlara rağmen 1930’ların sonlarına kadar gündelik siyasete damga vuran sistemli ve etkili bir anti-komünizm propagandasından bahsetmek zordur. İçeride durum bu olmakla birlikte, dış siyasette daha farklı bir yönelim 1930’lu yıllarda net biçimde ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin İngiliz emperyalizmi ile yaşanan soğukluğu geride bırakmasıyla birlikte anti-Sovyetizm İngiltere-Türkiye ittifakının önemli ortaklık noktalarından biri haline gelmiştir. Bu ittifakın en somut dışavurumu ise, Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını büyük ölçüde dışlayan 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıdır.1 

Anti-komünist ideoloji açısından tablo II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte değişmeye başlamıştır. Bu yıllarda Türkiye, daha önce görülmemiş bir anti-komünist propagandaya sahne olur. Anti-komünizmin siyasi söylevlere, gazete köşe yazılarına, meclis tartışmalarına dizginsiz bir şekilde yansımasının birincil nedeni, Alman faşizminin Sovyetler Birliği’ne boyun eğdireceği, Bolşevik iktidarı yok edeceği yönünde Türkiye’nin egemen çevrelerinde oluşan beklentidir. Dolayısıyla, bu yıllarda anti-komünizmin tırmanışına esas sebep Sovyet karşıtlığı, yani anti-Sovyetizmdir. Bu tutumun arkasında, kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınıf karakterinin yanı sıra geçmişte imparatorluklar arası rekabetten doğan bir İmparatorluk ideolojisi olarak Rus karşıtlığı yatmaktadır. Bu yapısal ve tarihsel nedenlerin yanı sıra, Bolşevik Devrimi sırasında İstanbul’a akın eden Beyaz Rus nüfusun yaydığı Bolşevik karşıtlığı gibi güncel nedenlerden de bahsetmek gerekir. Ancak tüm bunlar savaşla birlikte doruk noktasına çıkan anti-komünizmi tam olarak açıklayamaz. Dolayısıyla, savaş yıllarının yeni sınıfsal dengeleri, dünya siyasetinde yaşanan değişim, bu değişim doğrultusunda Almanya ve İngiltere’nin Türkiye’de yürüttüğü propaganda çalışmaları ve Türkiye’nin değişen beklentileri hesaba katılmadan bu yeni durum tam olarak anlaşılamaz. 

Bir İngiliz-Alman ortak yapımı olarak “Anti-Sovyetizm”

Türkiye’nin İsmet İnönü liderliğinde yürüttüğü II. Dünya Savaşı dış politikası resmi olarak “aktif tarafsızlık politikası” olarak tanımlanmış ve bu tanım sonraki yıllarda genel kabul görmüştür. Ancak savaş dönemi dış politikasının ayrıntılarını iyi bilenler açısından bu pek de gerçeklere uyan bir tanımlama değildir. Türkiye gerçekte “tarafsızlık” değil, “savaşa fiilen katılmama” politikası izlemiş ancak savaşın başından itibaren kendisine yönelebileceğinden korktuğu anlar dışında Alman saldırganlığına karşı olmamış, Nazi Almanyası’nın değil ama Sovyetler Birliği’nin yenilgisini arzu ettiğini açık bir şekilde dışa vurmuş ve izlediği politikayla böyle bir sonucun ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmıştır. 

İngiltere, Türkiye’nin müttefikler lehine savaşa girmesini konusunda ciddi bir baskı uygulamaya başlayana kadar da, Türkiye’de iktidarın bu tutumu İngiltere ile ciddi bir krize yol açmamıştır. Zaten 1942 yılının başına kadar, yani yenilmez sanılan Wehrmacht Sovyet topraklarında tökezleyene kadar, Nazizme karşı gerçek anlamda birleşik bir müttefik bloğundan bahsetmek de zordur. İngiltere’nin Alman-Sovyet savaşından memnun olduğunun farkında olan Türkiye, Almanya ile İngiltere ve daha sonra ABD arasında kurulabilecek bir emperyalistler arası ittifakın gerçekleşebileceği beklentisini uzun süre korumuştur. Hatta, İnönü yönetiminin zaman zaman bu güçler arasında arabuluculuk yapma hayallerine de kapıldığı bilinmektedir. İktidar, yayıldıkça kendisine de ufak-tefek imtiyazlar vereceğini umut ettiği Nazizmin, böylece Sovyetlere diz çöktürdükten sonra İngiltere tarafından dengeleneceğini ve Türkiye’yi de yutmaktan bu şekilde alıkonulacağını düşünmüştür. İngiltere henüz 1939’deki Sovyet-Fin savaşı sürerken Türkiye’nin savaş politikasındaki bu anti-Sovyetik eğilimi fark etmiş ve teşvik etmiştir. O sırada İngiliz ve Türk yetkililer, bir Türk-Sovyet savaşı ihtimalini ele alarak planlamalar yapmış, ancak Sovyetler böyle bir çatışmanın fitilini ateşlememek için özellikle Kafkasya sınırında çok temkinli hareket etmiştir.2 Finlandiya cephesinde Sovyetlerin zafer kazanması Türkiye’yi de bir süre daha temkinli davranmaya itmiş ancak bu temkinlilik 1941 yılında bir kez daha terkedilmiştir. 

Nazilerin Balkan işgal harekatını tamamlayıp Sovyet topraklarına yönelik tarihin gördüğü en büyük yıkımlardan ve faşizm karşıtı direnişlerden birinin yolunu açan Barbarossa harekatını başlattığı 1941 yılında, Türkiye egemen çevreleri had safhada bir heyecan ve korku içindedirler. Naziler tarafından işgal edilme korkusuna, Bolşevik iktidarının yıkılacağı ve Nazilerin Türkiye’yi de ödüllendirebileceği beklentisi eşlik etmiştir. İsmet İnönü’nün en iyi başardığı şey, bu ortamda tarafsızlığı değil, devlet adına soğukkanlılığı koruyabilmiş olmasıdır. İnönü tüm temkinliliği ile iktidar çevrelerindeki ve bürokrasideki İngilizci ve Almancı kliklerin kendi kontrolü dışında çıkışlarda bulunmasını engellemeye çalışmıştır. Üstelik risk almamış da değildir; Boğazlardan askeri nitelikteki Alman ve İtalyan gemilerinin ve denizaltılarının geçişine müsaade edilmesi Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin açık ihlalidir. Bir komşu ülke aleyhine tarafı olduğu bir uluslararası antlaşmayı çiğnemek gibi fiillerin neticesinden korktuğu için de savaş sonrasında ABD’ye yanaşmak için büyük gayret gösterilmiştir. 

Türkiye’de Alman etkisi: Ticaret ve propaganda

1941’in bahar aylarından itibaren Alman savaş makinesi Balkanlara, oradan ise birkaç kol halinde Sovyet topraklarına akarken Türkiye’ye yönelik faşist propaganda da hız kazanmıştır. Ancak Türkiye’de Alman faşizminin kurduğu hakimiyeti sırf propaganda faaliyeti çerçevesinde ele almak eksik ve hatalıdır. 

Faşist Almanya’nın II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında kurduğu hakimiyetin önemli maddi temelleri vardır. Bu maddi temeller 1930’lu yıllar boyunca güçlenen Türk-Alman ticaret ilişkileri ile atılmıştır. Yıllar içinde Türkiye’nin bir numaralı dış ticaret ortağı haline gelen Almanya, bu ticari bağları II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de ticaret sermayesini ve toprak sahiplerini kendi yanında tutmak ve siyasi iktidara bu çevreler aracılığıyla baskı kurmak için kullanmıştır.3 Türkiye’nin döviz yokluğunda kliring usulüyle kurduğu bu ticaret ilişkisi, yani sattığı malın karşılığında mal alması, Türkiye ekonomisinin iplerini büyük ölçüde Almanya’nın eline vermiştir. 18 Haziran 1941’de Büyükelçi Franz von Papen ile Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandığında bu antlaşmanın en fazla memnun ettiği kesimler arasında Türk-Alman ticari ilişkilerinden aktif olarak yararlanan sermaye sahipleri yer alıyordu. 1939 yılından itibaren Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile içine girdiği taahhüt ilişkileri Almanya ile ticari ilişkileri büyük ölçüde sekteye uğratmış, bu ticaretten beslenen kesimler uğradıkları ticari zarar nedeniyle hükümet üzerinde baskı oluşturmuştu. Von Papen ve Saraçoğlu’nun attıkları imzalar bu sermaye kesimlerinde büyük memnuniyet yaratmıştı. Öte yandan, Türkiye bu adıma karşılık 1942’den sonra ABD’nin inisiyatifiyle bu ülkeyle ticari ilişkilerini geliştirmiş ve böylece Almanya’nın dış ticaretteki ağırlığını dengeleme yoluna gitmiştir. Ancak savaş sırasında kurulan bu bağlar, Soğuk Savaş yıllarında gelişecek ve derinleşecek olan yeni bağımlılık ilişkilerinin altyapısını oluşturacaktır.  

Sermayenin Türk-Alman yakınlaşmasında oynadığı rol bundan ibaret değildi. Savaş boyunca faşist Almanya’nın propaganda ve casusluk faaliyetleri için gereken mali kaynağın, bağlantıların ve insan kaynağının sağlanabilmesinde Türkiye’de faaliyet gösteren Alman bankalarının ve ticaret şirketlerinin katkıları kayda değerdir. Bunun iyi bilinen bir örneği, Deutsche Bank’ın Türkische Post gazetesine verdiği mali destektir.4 Alman büyükelçiliğinin Türkiye’de basını, radyoyu satın almak üzere kullandığı büyük miktarda rüşvetin dağıtılmasında da Alman finans ve ticaret sermayesinin Türkiye temsilcileri önemli rol oynamıştır. 

Faşist Almanya’nın propaganda faaliyetlerinin içeriği incelendiğinde Alman militarizminin “başarı”larının Türkiye kamuoyuna duyurulmasına ve Alman “üstünlüğü”nün sergilenmesine öncelik verildiği görülür. Bu konuda hükümetin özellikle Türk basınına koyduğu sınır, İngiltere’nin kızdırılmamasıdır. I. Dünya Savaşı sırasındaki Türk-Alman ittifak ilişkisine dayanarak iki millet arasında “silah arkadaşlığı” olduğu iddiasıyla kamuoyunda Nazi Almanyası’na sempati yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak en başta Mustafa Kemal, Alman generallerinin buyurgan ve kendi önceliklerini Osmanlı’nın önceliklerinin önüne koyan tavrına duyduğu tepkiyi sık sık dile getirmiştir. Türkiye’de bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun, I. Dünya Savaşı’nın ve Almanya ile ittifak projesinin mimarı ittihatçıların bıraktığı miras henüz oldukça olumsuz algılanmaktadır. O yüzden Türkiye’de Alman propagandasının başta sivil ve askeri bürokrasi olmak üzere, siyaset ve sermaye çevrelerinde en fazla sempati toplayan unsuru Bolşevizm karşıtlığı ve anti-komünizmdir. Özellikle 1941 itibariyle bu başlıkta yürütülen şiddetli kara propaganda İngiltere’yi kızdırma riski de taşımadığı için çok daha kolaylıkla sürdürülebilmiştir. Türk basını da Almanya’nın yönlendirmesiyle veyahut Alman haber kaynaklarına dayanarak bu başlıkta çok daha rahat haber ve yorum yapabilmiştir. Anti-Sovyetik propaganda ancak Sovyetlerin cephedeki askeri başarıları sayesinde geriletilebilmiştir.

Alman propaganda faaliyetleri, Türkiye’de yayıncılık yapan Alman dergi ve gazeteleri aracılığıyla sürdürüldüğü gibi, çok sayıda Türk gazeteciye, yayıncıya para aktarıldığı, Alman yanlısı Türk basınına ucuz kâğıt sağlamak gibi bazı ekonomik imtiyazlardan yararlanıldığı da bilinmektedir. Ancak bu para ve imtiyazların ne kadarının kime, ne kadar süreyle aktarıldığı kesin olarak bilinmemektedir. 

Savaş yıllarında Nazizm yanlısı ırkçıların faaliyetlerini deşifre eden Faris Erkman imzalı En Büyük Tehlike broşüründe Nazi yanlısı yayın yapanlar arasında Türkçü-ırkçı çizgideki ÇınaraltıBozkurtGökbörüTasviri Efkar ve Aylı Kurt gibi yayın organları sayılmaktadır. Erkman, broşürde Nazi yanlısı Pan-Türkçülüğün liderliğini Anadolu dışı coğrafyalardan gelen Türkçülerin yürüttüğünü belirtmektedir. Basın-yayın camiasındaki yerli Nazi işbirlikçileri arasında ise Hüseyin Hüsnü Erkilet ve Ali İhsan Sabis paşalar ile Nihal Atsız, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Peyami Safa gibi isimlerin uğursuz rollerini özel olarak vurgulamıştır.

Irkçılar gürültü çıkarmış olsa da Nazi Almanyası’nı destekleyen büyük basın yayın organlarının faşizme yaptığı hizmet çok daha önemlidir. İşbirlikçi yayın organlarının başını Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkar gazeteleri çekmiştir. Tek parti iktidarının resmi yayın organı olarak görülen Ulus gazetesinde ise iktidarın doğrudan yönlendirmesiyle İngilizcilik ile Almancılık arasında denge güden bir yayın çizgisi izlenmiştir. Bu bağlamda, Ulus’un iki başyazarından Ahmet Şükrü Esmer’e İngiltere’yi destekleyen yazılar yazdırılırken diğer baş yazar Falih Rıfkı Atay ise Alman yanlısı yazılar yazmıştır. Basının İngilizci kanadı da anti-Sovyetik tutumlarıyla Almanya’nın işini kolaylaştırmışlardır. Bunun en iyi örneklerinden biri, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Yeni Sabah gazetesinde Barbarossa harekatının başlamışından sadece birkaç gün sonra yazdığı bir yazıda Sovyetler Birliği’ne Anadolu’daki Milli Mücadele’ye verdiği destek nedeniyle duyulan sempatiyi tersine çevirmek üzere yazdığı yazıdır. Kendisine Sovyet dostluğu “mit”ini yıkma görevi biçen Yalçın şunları yazmıştır: 

“… Fena niyetleri, riyakarlığı ve düşmanlığı sabit olan Sovyetler Birliği’ne karşı Türk Cumhuriyeti, onun Almanya ile harbe tutulmuş olduğu şu müşkül dakikasında büyük bir dürüstlük eseri göstererek bitaraflık ilan ediyor (…) İşte Avrupa tahakkümünden kurtularak milli bir istiklal kazanmak için mücadeleye atılmış olan Türkleri bundan dolayı kendilerine tabii bir müttefik addediyorlardı. Fakat onlar bunu komünizmin teessüsü uğrunda yapıyorlardı. Biz ise milli istiklal mücadelemiz lehinde bir sempati ve dostluk nişanesi diye kabul ettik. Bu suretledir ki bir Sovyet-Türk dostluk efsanesi teessüs etti ve üzerindeki örtüyü kimse el dokunduramadığı için bugüne kadar hakikat saklanamayacak surette göze çarpmıştır.”5 

Halbuki, Sovyetler Birliği’nin bir ölüm-kalım mücadelesine başladığı günlerde, geçmişte Türkiye’nin bir-ölüm kalım savaşı yürüttüğü dönemde alınan Sovyet desteğinin hatırlanmasının tam zamanıydı. 

Nazi propagandasının bir başka önemli boyutu Yahudi karşıtlığıydı. Her ne kadar resmi demeçlerde ve Ulus gibi resmi politikayı yansıtan basın organlarında bir denge tutturulmaya çalışılmışsa da politikalar düzeyinde ve günlük hayatta Nazi Almanyasını örnek alan pek çok ırkçı uygulama hayata geçirilmiştir. Bunlardan biri 1942 yılında kabul edilen Varlık Vergisidir. Bilindiği gibi bu düzenleme, kağıt üzerinde savaş sırasında vurgunculuk yaparak haksız mülk edinenleri hedef almış gibi görünse de, uygulamada başta Yahudiler olmak üzere Türkiye’deki Gayrimüslim grupların cezalandırılması için kullanılmıştır. Yine aynı yıl Anadolu Ajansı’ndaki Yahudi memurlar işten çıkarılmıştır. Bu tasfiye kararı doğrudan Alman Büyükelçiliği’nin çabası sonucu alınmıştır. Büyükelçi von Papen, bu karar üzerine üstlerine yazdığı raporda “Büyükelçiliğin büyük gayretleri sayesinde, o güne kadar Anadolu Ajansının çok olumsuz olan tutumunu ‘Reich’ın lehine çevirmeyi başardık” diye yazmıştır.6 Daha sonra otellerde, lokantalarda çalışan Yahudilerin işten çıkarılmasına dair bir genelge yayınlanmıştır. Alman propagandacıları Yahudilere karşı olumsuz tutumu körüklemek için Türk basınına bol miktarda malzeme sundular. Hatta KarikatürAkbaba gibi dönemin popüler mizah dergilerinde yayınlanan ırkçı, anti-Semitist karikatürlerin bazıları doğrudan Nazi organlarından alınmıştır.7Başta Varlık Vergisi olmak üzere Türkiye’de iktidar eliyle ya da oluruyla hayata geçirilen bu anti-Semitist uygulamaları, komünistler dışında ciddi bir şekilde eleştiren herhangi bir kesim çıkmamış; Türkiye’de savaş sonrası canlanan İslamcı akım Nazilerin beslediği bu kirli anti-Semitist gelenekten önemli ölçüde beslenmiştir. 

TKP ve Sovyetler Birliği’nin rolü

Savaş yıllarında patlak veren anti-komünizmin Türkiye’nin kendi iç siyasi dinamikleriyle ve sınıf ilişkileriyle orantısızlığı dikkat çekicidir. Türkiye Komünist Partisi (TKP) Komintern kararı neticesinde 1936 yılından sonra destantralize olmuş ve 1943 yılına kadar kıpırdanma emaresi göstermemiştir. 

Komünist hareketin cılızlığına rağmen savaşa hazırlanan Türkiye’de komünistlere karşı özel bazı tedbirlerin alınması ihmal edilmemiştir. Savaş patlak verir vermez ilerici fikirleriyle bilinen kişiler ve daha önce hüküm giymiş komünistler Anadolu içlerine sürgüne gönderilmiştir. Bunlar arasında Mehmet Bozışık, Abidin ve Arif Dino, Abidin Nesimi, Kerim Sadi gibi isimler vardı. Reşat Fuat Baraner, Hasan İzzettin Dinamo, Osman Paçalı gibi TKP’liler ise askere alınmıştır. Dinamo, anılarında orduda hüküm giymiş bir komünist olarak Alman faşizmine hayran subayların varlığından bahseder ve hayatını tehlikede gördüğü için ordudan kaçtığını anlatır.8 Genelkumay’da Alman yanlısı generallerin olduğu bilinmektedir; dolayısıyla bu havanın yukarıdan aşağıya doğru yayıldığını, subaylar arasında Alman yanlılığının yaygın olduğunu varsaymak zor değildir. 

TKP’nin 1943 yılından itibaren yeniden faaliyete geçme çabası 1944 yılındaki tevkifatla hemen yarıda kesilmiştir. Bu yıllarda TKP’nin en fazla ses getiren faaliyeti, yukarıda da bahsedilen, 1943 tarihli Faris Erkman imzasıyla yayınlanan En Büyük Tehlike başlıklı broşürdür. Broşür, savaş yılları boyunca faaliyetlerini artıran Alman yanlısı ırkçı-Turancı gruplara karşı o güne kadar yapılan en etkili çıkıştır. En Büyük Tehlike, savaşın Alman yenilgisi ile sonuçlanacağının anlaşıldığı günlerde TKP’nin ortaya çıkacak yeni siyasi dengelerden yararlanarak sesini duyurmaya çalıştığını göstermektedir. Tabii ki savaş boyunca Alman faşizmiyle yapılan işbirliğinin ırkçı-Turancı grupların faaliyetlerinden ibaret olmadığı dönemin TKP’si tarafından da iyi bilinmektedir. Ancak iktidarın Alman faşizmini açıkça desteklemiş olan gruplarla arasına mesafe koyacağını, bu nedenle Türkiye’de kısa bir süre de olsa anti-faşist bir havanın eseceğini öngören TKP yönetimi, ırkçı Türkçüleri hedefe koyarak yeni dönemde komünist harekete alan açmaya çalışmış ve broşürün gördüğü ilgiden anlaşıldığı üzere bunda kısmen başarılı da olmuştur. Broşür, özellikle aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında etkili olmuşsa da bu çıkışın güçlü bir örgütle ya da işçi sınıfı içerisinde etkili bir örgütlenme faaliyetiyle desteklenmediği devlet güçleri tarafından iyi bilinmektedir.  

Savaş yıllarında artan yoksulluğa ve yokluğa karşı yaşam mücadelesi veren emekçilerin örgütsüz oluşu da, aynı dönemden el ele zenginleşerek çıkacak olan sermaye sahipleri ile iktidar çevrelerinin kendilerini güvende hissetmelerini sağlamıştır. Dolayısıyla içeride anti-komünizmi özel olarak kışkırtacak bir siyasi faaliyetten ya da bir toplumsal basınçtan söz etmek mümkün değildir.

Dünyanın savaşa hazırlandığı dönemde Sovyetler Birliği’nin TKP’nin faaliyetlerini askıya almak gibi İnönü iktidarını rahatlatmaya dönük adımları dışında, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri geliştirmeye dönük girişimlerde bulunduğu görülür. İtalya’nın Habeşistan’ı işgal ettiği ve Akdeniz ile Balkan coğrafyasına doğru yayılma arzusunu açığa vurduğu 1930’lar ortasından itibaren Sovyetler Birliği, Türkiye ile ittifak kurma arayışındaydı. Ancak Berlin-Roma mihverinin kurulması bile Türkiye’yi bu ittifaka razı edememiştir. Türkiye Sovyetlerin önerisini reddettiğini İngiltere’ye iletmiş ve bu haber İngilizlerde memnuniyet yaratmıştı. Dahası Türkiye bu haberi “Reich”ın Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la da paylaşmaktan geri durmamıştır. Halbuki Sovyetlerle böyle bir ittifak Türkiye’ye hareket alanı açacağı için rahatlıkla tercih edilebilirdi. Bu tür bir yakınlaşma, Türkiye’nin özellikle İtalyan yayılmacılığı konusundaki korkularına karşı önemli bir garanti olabilirdi. Sovyetler Birliği için de sınır komşularının dostluğu büyük önem taşıyordu. Sovyet iktidarı 1917’den itibaren topyekün bir savaşla ve sürekli bir olağanüstü durumla karşı karşıyaydı.9 Bu nedenle çok boyutlu, çetrefilli konularda kendisine hareket alanı açan bir dış politika geliştirmesi gerekiyordu. Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik girişimleri son bulmadı. 1939 yılı baharında bu kez Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı V. P. Potemkin Ankara’yı ziyaret ederek bir anlaşma zemini aradı. Johanness Glasnec, Potemkin’in bu ziyareti ile ilgili şunları aktarmaktadır:

“Potemkin, Sovyetler Birliği’nin her türlü yardımda bulunacağını Türkiye’ye kesinlikle bildirdi. Sovyetler Birliği Türkiye ile bir anlaşma yapmak istedi ve İngiliz-Türk görüşmelerini de iyi karşıladı. Bunu, saldırganların dizginlenmesi için etkili bir kolektif güvenlik sistemine Türkiye’nin girme çabaları konusunda bir olanak diye gördü. Türk hükümeti ise, İngiltere ile görüşmelere tam bir öncelik verdi ve Sovyetler Birliği karşısında Chamberlain hükümeti gibi oyalama taktiği uyguladı.”10

Türkiye hükümetinin, Sovyetler Birliği ile anlaşarak elindeki kartları çoğaltmaktan kaçınması, güvenliğini İngiltere ve Fransa ile işbirliğine bağlaması, İngiltere tarafından da memnuniyetle karşılanmıştır. Halbuki önce İtalya, sonra Almanya Balkan ülkelerini tek tek yutmaya başladığında İngiltere bu gelişmeleri izlemekle yetinmiş, desteğini Yunanistan’la sınırlı tutmuştur.11 

Gamalı haç bayrağı altında yayılmacı hayaller

Nazi Almanyası’nın Ankara Büyükelçisi, eski asker von Papen Türkiye’de aralarında askerlerin, gazetecilerin ve devlet adamlarının olduğu bir grupla çok yakın ilişkiler kurmuştu. Von Papen’i sık ziyaret eden ve bu ziyaretlerinde saatlerce görüşen isimlerin başında Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil Paşa geliyordu. Nuri Paşa ile von Papen iki konuda istişarede bulunuyordu. Birincisi, Almanya’nın Sovyetlere saldırısıydı. İkincisi ise Nazilerin yardımıyla Türkiye’de ve Sovyetlere bağlı Türki grupların yaşadığı bölgelerde Pan-Turancılık fikrinin örgütlenmesiydi. Nuri Killigil, Enver’in Kafkasya, Azerbaycan hayallerini bir kez daha Almanlar eliyle hayata geçirmeyi umuyordu. Ancak bu kez bu hayallerin ideolojik muhtevası yayılmacılık ve anti-komünizmdi. Killigil bu temaslarını resmi bir hüviyetle yürütmüyordu. Ancak Almanlarla Sovyet topraklarında bu tür faaliyetler örgütlenecekse ve karşılığında toprak pazarlığı yapılacaksa, böyle bir pazarlığın resmi makamlar arasında yapılması beklenemezdi. Türkiye’de hükümet bu görüşmeleri yakından izliyor, yönlendiriyor, nabız yokluyor ve ele geçecek olanakları değerlendirmeye çalışıyordu. Nitekim, Alman Dışişleri Bakanlığı yetkilisi tarafından Nuri Paşa’nın Almanya’ya yaptığı ziyaret üzerine hazırlanan bir raporda Paşa’nın Almanya’da yürüttüğü temasların resmi boyutuna dair şunlar söyleniyordu:

“… Bir soru üzerine Nuri Paşa, kendisinin şu anda Türk hükümetinden gizli hareket etmediğini vurgulayarak, Berlin seyahatine çıkmadan önce Başbakan’ı ziyaret ettiğini ve Başbakan’ın da kendisinin planlarından haberdar olduğunu bildirmiştir. Ben de bu arada Nuri Paşa’nın Türk Büyükelçiliği tarafından kusursuz biçimde takdim edildiğini belirtmek isterim”.12 

Raporda dikkat çeken noktalardan biri de Nuri Paşa’nın ordunun büyük kısmının bu düşüncelerden yana olduğunu söylemesi ve gerektiğinde Kafkasya cephesinde komuta yetkisine sahip akrabası olan bir generalin bu konuda önemli rol oynayacağını iddia etmesidir. Bu sırada basında askeri konularda yazılar yazan iki general Hüseyin Hüsnü Erkilet ve Ali İhsan Sabis Nazi yanlısı ve Pan-Türkçü propaganda yapıyorlardı.13 Erkilet’le o sırada Askeri Akademi Komutanı olan General Ali Fuat Erden Almanlar tarafından davet edildikleri bir Doğu cephesi gezisine katılmış ve Almanya’nın zafer kazanacağına ikna olarak Türkiye’ye dönmüşlerdi. Nuri Paşa’nın ordudaki durumu Almanlara biraz abartarak sunduğu düşünülebilir ancak özellikle üst kademede bu fikirlerin tartışıldığı ve taraftar topladığı anlaşılmaktadır.14 Aynı raporda Nuri Paşa’nın Alman yetkililere Sovyet topraklarında ele geçirilen esirlerden Müslüman olanların ayrılmalarını ve bunların Turancı istila hareketi için bir savaş birliği olarak kullanılmasını önerdiği de aktarılmaktadır. Rapor, Büyükelçi Elçi von Papen’in konuyla ilgili şu görüşlerini de aktarmaktadır: 

“Nuri Paşa’nın Pan-Turancılık hareketi içinde oynadığı role ilişkin olarak kendisi tarafından yapılan, savaş tutsaklarının organizasyonu ve eğitiminde kendisinin büyük ölçüde yer alması önerisini uygun buluyorum. Bu konuya Türk hükümetinin karşı çıkmayacağından eminim. Çünkü ben Sayın Saraçoğlu’na daha önce Türk soyundan gelen savaş tutsaklarını özel kamplara yerleştirmeyi planladığımızı söylemiştim”15

Bilindiği gibi Nazi Almanyası, özellikle Sovyet topraklarında ilerlerken yerel halklardan milis devşirmiş, bunlardan kurduğu taburlarla insan ve malzeme kaybını en aza indirmeye çalışmıştır. Bu faaliyetlerde Türkiye’deki Pan-Türkçülerin rolü ise son derece sınırlı kalmıştır. Bunun bir nedeni, içeride sesleri yüksek çıkan Pan-Türkçülerin “Turan” bölgesi olarak gördükleri topraklarda yaşayan halklarla bağlarının zayıf olması, buralarda ciddi bir tabana sahip olmamalarıdır. Diğeri ise, Türkiye’de hükümetin bu tür bir macerayı resmi olarak desteklemek konusunda arzulu olmakla birlikte savaşın seyrinin henüz kesinleşmediği bu dönemde arada yapılan çıkışlar dışında bekle-gör siyaseti izlemesidir.  

Bu çıkışlardan biri Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun Türkçe konuşan hakların oturduğu Sovyet bölgelerinde yönetime katılma hakkı istemeleriydi. Saraçoğlu bununla da yetinmemiş, Papen’e şahsi olarak Rusya’nın yok edilmesini yürekten istediğini belirtmiş ve Rus sorunun ancak tüm yaşayan Rusların hiç değilse yarısının öldürülmesiyle çözülebileceğini eklemişti. Nasıl bir ideoloji Türk başbakanını bir halkın yarısının öldürülmesini arzu eder hale getirmişti? Russofobinin anti-komünizme karıştığı bu zehirli dönem başka zehirli fikirlerin de boy vermesine olanak sağladı. Turancılık, anti-Semitizm bu dönemde anti-komünizmle içiçe gelişti. 

İşin ilginç yanı 1941-1942 dönemecinde Alman yayılmacılığı sayesinde kurulan Turan hayallerine Almanya çanak tutuyor ancak açık ve örtük biçimde prim vermeye tenezzül etmiyordu. Türkiye’ye bazen Yunanistan sınırından, bazen Kafkasya bölgesinden, bazen ise güneyde Irak ve Suriye topraklarından pay verilebileceği ima ediliyor ama yeri geldiğinde bu imalar bıçak gibi kesilebiliyordu. Zaten Kafkasya’nın ve petrol zengini Hazar bölgesinin Türkiye’ye bırakılması gibi uçuk bir fikir, Türkiye’nin gönlünü hoş tutma politikasından yana olan Alman Dışişleri Bakanlığı’nda bile taraftar bulmuyordu. Ancak Türkiye’yi Almanya’nın işine yarayacak bir çizgide tutmak için bu tür yayılmacı hayaller uzun süre canlı tutuldu. Ancak Hitler’in kafasının tası attığında bizzat kendisinin onayıyla Ankara’ya şöyle direktifler gönderilebiliyordu: 

“Bizim bu sorular üzerinde şu anda Türk hükümeti ile müzakereye girmekte çıkarımız yoktur. Türklere herhangi bir teminat vermeye ya da bu sorunlarla ilgili istek ve özlemlerini bildirmelerine fırsat sağlamaya bizi itecek hiçbir neden yoktur; çünkü Türklerin bu sorunlarla ilgilenmelerinin, Türkiye’yi savaşan devletlerden bizim lehimize genel politik tutumunu değiştirmesine neden olacak ölçülerden gelmediği meydandadır. Bu itibarla, bu konular üzerinde bundan böyle hiçbir görüşmeye girişmemenizi ve Türkler gene de Sovyetler Birliği’ndeki Türk kökenli halklar sorununu ortaya atarlarsa görüşmekten kesinlikle kaçınmanızı rica ederim.”16 

Sonuç

Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan çıkarken üzerinde büyük bir hukuki, siyasi ve psikolojik yükle çıkıyordu. 26 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmiş, bu sayede İngiltere ile ilişkilerin iyileştirilebileceği ve yeni uluslararası düzenin ana hatlarının belirleneceği San Francisco Konferansı’na katılma hakkı elde edilebileceği düşünülüyordu. Türkiye’de iktidarın 1945 baharında bir telaş içerisinde olduğu görülüyordu. İnönü’nün daha sonra Demokrat Parti iktidarına karşı kullanacağı ünlü ifade ödünç alınacak olursa gözlemlenen bir nevi “suçluların telaşı içinde” bir iktidardı. Savaş boyunca Almanya’ya silah sanayii için kritik önemdeki krom satışı durdurulmamış, faşizmin ürettiği silahlar en başta Türkiye’nin komşularında milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi için kullanılmıştı. Kromun yanı sıra bakır, pamuk, zeytinyağı, vb., ürünlerin satışı son hız sürmüş, Boğazlardan askeri gemilerin gizlice geçmesine izin verilmiş, Alman istihbaratının Türkiye’de sorunsuz bir şekilde çalışmasına izin verilmiş, Alman işgali sırasında Sovyetlerin Kafkas sınırına Almanya’nın yönlendirmesiyle taburlar kaydırılarak Sovyet güçlerinin buraları boş bırakamamışı sağlanmıştır. 

İçeride seferberliğin ve diğer askeri harcamaların yarattığı yük yoksul kitlelerin sırtına yüklenmiş; sefaletin, açlığın, yoksulluğun had safhada yaşandığı yıllarda bürokrasi ile el ele veren karaborsacı Türk sermayedarı zenginliğine zenginlik katmıştır. Birilerinin kasaları bu şekilde dolarken Yahudi olduğu için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları işten atılmış, taş ocaklarına sürülmüştür. 

Bu yıllarda Türkiye siyasetinde ve düşünce hayatında güçlenen anti-komünizm; liberal, milliyetçi, ırkçı, anti-Semitist fikir ve duygularla aynı anda beslenmiş ve Türk siyasal hayatında kalıcı bir öge haline gelmiştir. 1945 yılında çok partili hayata geçildiğinde yavaş yavaş belirginleşen liberal, milliyetçi ve İslamcı siyasi kulvarda yer alan farklı siyasi öznelerin hepsinin aynı anda anti-komünist olduğu görülecektir. Sonuç olarak Türkiye, Soğuk Savaş anti-komünizmini büyük ölçüde savaş yıllarından devralmış, bunu sonraki yıllarda ABD bağımlılığı ile taçlandırmıştır.

Cangül Örnek / SOL(Gelenek)  

  • 1.Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Cilt III,
  • 2.Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Ankara: Onur Yayınları, [197?], s. 116-117.
  • 3.A.g.e., s. 121.
  • 4.A.g.e., s. 21.
  • 5.Hüseyin Cahit Yalçın, “Sovyetler Birliği, Boğazlarda Birer Üs Elde Etmek İstiyor”, 26 Haziran 1941, Yeni Sabah. Aktaran Ayın Tarihi, 91, 1-30 Haziran 1941, s. 51.
  • 6.Reiner Möckelmann, Franz von Papen: Hitler’in Türkiye Büyükelçisi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2019, s. 83.
  • 7.A.g.e., s. 84.
  • 8.Hasan İzzettin Dinamo, “TKP Aydınlar Anılar”, Rasih Nuri İleri (der.) Kırklı Yıllar 2-1944 TKP Davası içinde, s. 354.
  • 9.Domenico Losurdo, Tarihten Kaçış: Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri, İstanbul: Yordam, 2017, s. 41.
  • 10.Glasneck, a.g.e., s. 97.
  • 11.Bu konuda şunu özellikle vurgulamak gerekir: Yunanistan’da anti-faşist direniş Alman işgalinin sona ermesini sağlayan birincil faktördür. İngiliz desteği bu zaferin kazanılmasına yardımcı olmuş ancak özellikle devlet aygıtında bir de-Nazifikasyon sürecinin işlemesine, yani Nazi işbirlikçilerinin devletten temizlenmesine de bizzat İngiltere engel olmuştur. O dönemi yaşayan direnişçiler Nazi yönetimi sırasında özellikle güvenlik kuvvetlerinde yer alan kişilerin Nazilerin çekilmesinden sonra bu kez İngilizler eliyle üniforma değiştirerek görevlerini sürdürdüklerini aktarmaktadırlar. Konuyla ilgili ilginç bir yazı için bkz. Ed Vulliamy ve Helena Smiht, “Athens 1944: Britain’s dirty secret”, the Guardian, 30 Kasım 2018. https://www.theguardian.com/world/2014/nov/30/athens-1944-britains-dirt…
  • 12.Mumcu, a.g.e., s. 5.
  • 13.Bu iki isim daha sonra 1944 Irkçılık-Turancılık davası kapsamında tutuklandı.
  • 14.“1942’de Mittelberger, Türk ordusunun Alman yöntemlerine göre yetiştirildiğini, Alman askeri edebiyatını büyük bir ilgi ile izlediğini, Harp Akademisinin tamamıyla Alman ilkelerine ve deneyimlerine göre çalıştığını sevinçle belirtiyordu. Türk genelkurmayının haberalma servisi, Birinci Dünya Savaşında Alman gizli askeri servisinin şefi olan Dışişleri Bakanı Albay Nikolay’ın isteğine göre biçimlendi. Gerçekten ordunun tüm orta ve üst dereceli subayları faşist öğretmenler tarafından eğitildi.”, Glasneck, a.g.e., s. 76. Benzer bir değerlendirmeyi Türkiye’nin NATO üyeliğinden sonra ABD’nin yaptığını rahatlıkla varsayabiliriz.
  • 15.A.g.e., s. 7.
  • 16.Glasneck, a.g.e., s. 174.