3 Temmuz 2020 Cuma

Koronavirüs sonrasında dünya (III) - Korkut Boratav / SOL

Korona salgınına karşı kapitalizmin çaresizliği açıkça ortaya çıktı; eleştirel bildiriler kaleme alındı. Çoğunda bugünkü düzenin, adeta sıfırdan başlayarak onarılması, dönüştürülmesi öneriliyor. Tricontinental Bildirisi ise farklıdır.


Tricontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü (Institute for Social Research), “Küresel Güney için Korona-Sonrası Gündem” başlıklı bir belge (“Bildiri”) hazırlamış. Bildiri’nin, ileri bir aşamada Birleşmiş Milletler (BM) gündemine getirilmesi de planlanıyor.

Enstitü’nün yayınları, araştırmaları, günümüz emperyalizminin eleştirisine odaklanıyor. Bunlara bu köşede zaman zaman değindim. İlgilenen okurlarıma salık veririm.

Bugün de Tricontinental Bildirisi’nde önerilen “korona-sonrası gündem” üzerinde duracağım.

Bildiri’nin hatırlattığı “Altın Çağ”

Korona salgınına karşı kapitalizmin çaresizliği açıkça ortaya çıktı; eleştirel bildiriler kaleme alındı; bazıları imzaya açıldı. Çeşitli coğrafyalardan binlerce sosyal bilimcinin imzaladığı “İşin (Emeğin) Metalaşmasına Son…” bildirisi bir örnektir. Çoğunda bugünkü düzenin, adeta sıfırdan başlayarak onarılması, dönüştürülmesi öneriliyor.

Tricontinental Bildirisi ise farklıdır. Muhataplarına “farklı bir dünyanın var olabileceğini geçmişi hatırlatarak” gösteriyor. İlk paragraflarına göz atalım:

1974’te Bağlantısızlar Hareketi tarafından önerilen Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (YUED), BM Genel Kurulu’nca kabul edildi. Bu belgede, bir krizin içinde olan dünya sisteminin yapısal dönüşümü için bir plan yer alıyordu. Ancak YUED kenara atıldı; dünya düzeni neoliberal doğrultuda biçimlendirildi. Neoliberal yöneliş krizi ilerletti; dünyayı, insanî olanakların tükendiği bugünkü çıkmaza taşıdı.”

Tricontinental, korona-sonrası dünyası için on maddelik bir gündem hazırladı. Bu gündem ALBA’nın (Amerikan Halklarının Bolivarcı Birliği’nin) ‘salgın-sonrası ekonomi konferansı’na sunuldu. Belgenin, Bağlantısızlar Hareketi tarafından kabul edileceğini ve BM Genel Kurulu’na sunulacağını umuyoruz.”

Sözü edilen ALBA, Latin Amerika’nın sosyalist eğilimli yönetimlerini içeren bir ekonomik işbirliği örgütüdür. Askerî, sivil darbeler sonunda rejim değişikliğine uğrayan Honduras, Ekvador ve Bolivya bu örgütten ayrıldı. Üye sayısı bugün Venezuela, Küba ve Nikaragua ile sınırlıdır.

Bağlantısızlar Hareketi ise, 1955’te Bandung’da kurulmuş olan ve “herhangi bir askerî bloka dahil olmayan” ülkelerden oluşan bir topluluktur. 1960 sonrasında Nehru, Tito, Sukarno, Nasır ve Afrika’da sömürgeciliğe son veren Ben Bella, Toure, Nkrumah ve Nyerere gibi liderlerin simgelediği hareket, 1960 sonrasında dünya siyaseti içinde önemli bir ağırlık merkezi olmuştu. 

Bildiri’de sözü geçen YUED, bu “ağırlık merkezi”nin uluslararası ekonomik ilişkilere taşınmasını simgeler. Emperyalist sistemin yol açtığı sömürü, eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerini tespit eden, eleştiren; çözüm önerileri içeren bir tarihsel belgedir. Daha da önemlisi, sonraki beş yıl boyunca BM şemsiyesi altında Batı’nın ve Üçüncü Dünya’nın temsilcileri arasında müzakere edildi; kimi revizyonlara da yol açtı. Güney’den kaynaklanan bu muhalefet, bir anlamda 1968 sonrasında Batı toplumlarını sarsan devrimci dalganın uzantısı oldu. 

Kapitalizmin Altın Çağı’nın uluslararası ekonomik ilişkileri de etkilediği; “dünya solu”nun bir bütün olarak yükseldiği bir dönemden söz ediyoruz. BM’nin ekonomik çalışmalarında, müzakerelerinde  Bağlantısızlar Hareketi’ni 77’ler grubu temsil ediyordu. Üçüncü Dünya’nın solcu iktisatçılarını toplayan UNCTAD, 77’ler grubunun fiili sekretaryası gibi çalışıyordu. “Güney” coğrafyasının parlak diplomatları, Çin’in ve SSCB’nin desteğini de alarak ekonomik müzakerelerde ağır basıyordu. 

Bu yıllarda bu süreci yakından izledim; bazen içinde yer aldım. Bazı tespitlerimi yayımladım.

Bir “Güney” bildirisi

Tricontinental Bildirisi, bu geçmişi hatırlatıyor; sahipleniyor ve korona-sonrası dünya için bir gündem öneriyor.

Ne var ki kırk yıllık engellerle karşı karşıyadır. Neoliberal dönüşüm, Güney’in örgütlenme araçlarını da dağıtmıştır. Tricontinental Bildirisi, bu yıkımın mirası üzerinden hareket ediyor. Bildiri’yi benimseyen ALBA’nın bu doğrultuda etkilendiğine, üye sayısının üçe indiğine yukarıda değindim. Kâğıt üzerinde üye sayısı 120 olan Bağlantısızlar Hareketi fiilen dağılmıştır. BM’de bugün Küba tarafından temsil ediliyor. 

Öte yandan bu yıkım emperyalist sistemi de yıpratarak gerçekleşti. Neoliberalizmin sahte “küreselleşme ütopyası”, gerçekler ve Batılı solcuların etkili eleştirileri sonunda iflas etti. 21’nci yüzyılın başları, anti-emperyalist bir gündemle birleşen Dünya Sosyal Forumları’na tanık oldu. Latin Amerika’nın “pembe” iktidarları, en azından bir süre ABD hegemonyasını zayıflatabildi.
2008-2009 krizi, kapitalizmin çirkin yüzünü ortaya çıkardı; sonraki on yıl halk sınıflarının yaygın kalkışmalarına tanık oldu. Egemen sınıflar neo-faşizme sığınmak zorunda kaldı. Korona krizi, ABD, Britanya, Brezilya ve Hindistan örnekleri ile bu seçeneğin de iflasını ortaya koymaktadır. 

Bildiri, bu ortamın bir ürünüdür. Korona sonrası dünyası için önerdiği program, hatırlattığı, benimsediği YUED gibi bir “Güney” belgesidir. Onun gibi Bağlantısızlar Hareketi tarafından BM’ye taşınması hedeflenmektedir. 

On maddelik bir gündem

Bildiri, on maddelik bir gündem öneriyor. Bir bölümü (madde 1-3), salgın karşısında çaresiz kalan sağlık sistemlerinin onarılması, dönüştürülmesi ile ilgili. Bir bölümü (madde 5-7 ve 10) iktisat politikalarında revizyon önerileridir; diğerleri ise (4,8,9) bugünkü uluslar-arası ekonomik ilişkilere dönüktür.

Tricontinental’e göre, neoliberalizmin sağlık sistemine taşıdığı bozukluklar salgın ortamında sürdürülemez. Koronavirüs koşullarında temel sağlık gereçlerinin üretimi, dağıtımı kamulaştırılmalı; sonrasında ise özelleştirilmiş sağlık sistemlerine her yerde son verilmelidir.

Bildiri, koronaya karşı tedavi, ilaç ve aşı çabalarında uluslararası işbirliğini, dayanışmayı savunuyor. Salgına karşı Küba, Venezuela, Vietnam, Çin’in ve Hindistan’da Sol Cephe tarafından yönetilen Kerala Eyaleti’nin uygulama ve yaklaşımları örnek gösteriliyor.  DTÖ’nün dev ilaç şirketlerini kayıran TRIPS anlaşması, ağı maliyeti ile bu çabaları kösteklemektedir; feshedilmelidir.

Ulusal politikalar açısından Bildiri, salgın sonrası için servet vergileri öneriyor. Üçüncü Dünya’da açlığa, çiftçilerin yoksulluğuna karşı, dev şirketlerin tarımsal piyasalar üzerindeki hakimiyeti son bulmalı; kamu politikaları gıda hükümranlığını sağlamalıdır. 

Uluslararası ekonomik ilişkilerde YUED’in 1974’teki önerilerinin bir bölümü Tricontinental tarafından da benimseniyor: Uluslararası para sisteminde doların hegemonyası, azgelişmişliği beslemekle kalmamakta; ABD tarafından da siyasal bir baskı aracı olarak da kullanılmaktadır. Dolar-dışı bölgesel dış ticaret rejimlerine geçiş, bu durumu hafifletecek bir yöntem olarak önerilmektedir. 

Sermaye hareketleri üzerinde etkili bir denetim oluşturulmalıdır. Çevre ekonomilerinin 11 trilyona ulaşmış olan dış borçları sürdürülemez düzeye tırmanmıştır. Bu yük, kapsamlı bir borç silme operasyonu ile hafifletilmelidir.

Birikmiş engeller, olanaklar…

Dikkat ediniz: Gerçekçi, somut önerilerden oluşan Tricontinental Bildirisi, sistem-dışı değildir. Dış borçlar dışında hepsi, dünya ekonomisinde ve ülkelerde kırk yıl öncesindeki düzenlemelerden veya o dönemde gündemde tartışılan seçeneklerden oluşuyor. Dış borç yükü ise büyük ölçüde bu kırk yılda serbestleşen sermaye hareketlerinin sonucudur; en yoksul ülkelerde silinmesi bugün de gündemdedir. 

Ancak unutmayalım ki neoliberalizm, Bildiri’nin hatırlattığı Altın Çağ düzenlemelerini teker teker yok ederek muzaffer olmuştur. Bu düzenlemelere dönüş, sermayenin kırk yılda inşa ettiği tahakkümü temelden tehdit eder. Bu nedenle bugünün ortamında tartışma-dışıdır. Küba, Bildiri’yi BM gündemine taşısa dahi, YUED gibi oylanması, kabulü olası değildir. Bir “belge” olarak kayda geçebilir; o kadar…

Yine de Bildiri, kırk yıl önceki “Altın Çağ”ı hatırlatan bir belge olarak değer taşıyor. Düzen-karşıtı bugünkü muhalefetin geçmiş birikimlerden öğreneceği çok şey. O mirastan esinlenmek, yararlanmak yeni açılımları zenginleştirecektir. 

Tricontinental yönetiminin eline sağlık…

Korkut Boratav / SOL

Barış Terkoğlu son davaları soL'a değerlendirdi: Yine bir siyasi yaklaşımın önü kesiliyor - YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL

Libya’da yaşamını yitiren MİT mensuplarına ilişkin haberleri nedeniyle aylarca Silivri’de tutuklu bulunan, geçtiğimiz günlerde tahliye olan Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ile davayı ve gelişmeleri konuştuk.

Libya’da yaşamını yitiren MİT mensuplarına ilişkin haberleri nedeniyle 4 aydır tutuklu olan gazeteciler Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Aydın Keser, Murat Ağırel, Hülya Kılınç ve Ferhat Çelik'in İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşması geçtiğimiz günlerde yapıldı. 

Mahkeme heyeti Barış Terkoğlu, Ferhat Çelik ve Aydın Keser hakkında tahliye kararı verdi. Mahkeme ayrıca Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel'in tutukluluk halinin devamına hükmedip duruşmayı 9 Eylül'e erteledi. 

Tahliye sonrasında cezaevi koşullarını, davanın hedeflerini, iddianameyi, yargı içerisindeki grupları, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri Barış Terkoğlu ile konuştuk. 

‘Çok yukarıdan verilen bir karar’

Cezaevi koşullarının epey kötü olduğundan bahsettin çıktıktan sonraki röportajlarında. Bu konuda neler söylemek istersin? Sence bu hapishanedeki uygulayıcıların kişisel inisiyatifleri mi, yoksa planlı, emir-komuta zinciri içinde düşünülen ve hedefi olan bir uygulama mı?

Kesinlikle bunun uygulayıcılarla ilgisi yok. Çok daha yukarıdan verilen bir karar. Zira uygulayıcılar sadece kendilerine verilen emirleri hayata geçiriyor. Hatta belki de kendi inisiyatifleriyle daha iyi olabilecek adımlar var. Ama özellikle siyasi davaların tutuklularına uygulanan özel bir rejim var. 9 yıl önce ile karşılaştırdığımda her şeyin sert kurala bağlandığı ve çoğunlukla insani yanın olmadığı bu kurallar bütünü özel rejimli cezaevlerinin temel politikası.

Senin de sanıklarından biri olarak yargılandığın davanın politik hedefleri hakkında fikrin nedir? Bu davayı açanlar ne amaçladı sence?

Birden fazla amacı var. İlki başta kamu mallarının yağmalanması olmak üzere yolsuzlukları, iktidar içindeki çetevari oluşumları, 15 Temmuz gibi darbe girişimlerinin karanlık taraflarını araştıran gazetecileri susturmak. İkincisi onların haber kaynaklarını kurutmak. Üçüncüsü; nihayetinde bu dava üzerinden hem medyaya hem topluma bir korku salmak. Bu dava bence temel olarak bunları hedefliyor.

‘Bizi tutuklamak için yaratılmış bahane’

Savunmalarınızda bu konunun altını epey çizdiniz. Yaptığımız haberle ilgisi yok dediniz bu davanın. İddianameyi nasıl değerlendiriyorsun?

Bu dava bizi tutuklamak için yaratılmış bir bahaneydi sadece. Uzun süredir böyle bir operasyon bekliyorduk. Bir bahane yaratılacağına inanıyorduk. 3 Mart akşamı yayımlanan haber sebebi oldu. Aslında iddianame de bunu bir şekilde gösteriyor. 19 Şubat'tan 3 Mart akşamına kadar hem Savcılık hem de MİT şehit olan MİT mensubuyla ilgili haberleri, sosyal medya paylaşımlarını, basın açıklamalarını izlemiş. Bunlara bir erişim engeli dahi getirtmemiş. Ancak haber Odatv'de yayımlanınca seri tutuklamalara başvurmuş. Bu zaten niyeti gösteriyor. 25 Şubat'ta açıklama yapan Ümit Özdağ için dahi soruşturma, ben gözaltına alındığım gün başlamış. Öyle gözüyor ki hem Savcılık'ı hem de MİT'i harekete geçiren daha yukarıda bir odak var.

Yargıda birçok yeni grubun olduğunu biliyoruz. Bu grupların kapışmaları da ortada… Uzun süre, tasfiye edilen ‘FETÖ’cülerden boşalan devletteki koltuklara kimlerin oturduğunu ısrarla yazdınız, bu dava sence bir gözdağı mı?

Elbette öyle. Düşünün tüm hukuk kuralları ayaklar altına alınarak Odatv de hemen kapatıldı. Çok belli ki bu yargı içinde gruplar deşifre olma süreçlerini bitirmeye çalışıyorlar. Bu şekilde de gözdağı veriyor.

AKP iktidarının cemaat öncülüğünde yürüttüğü "balyoz davası" operasyonundan başlayarak kendi iktidarını mutlaklaştırmak, toplum üzerinde otoriter bir baskı sistemini oturtmak gibi amaçların yanında daha özgül politik hedefleri olduğu görüşüne katılır mısın? Bu çerçevede balyozun bir tarafı devlet içinde belirli bir vizyonun tasfiyesi, başka bir tarafı da AKP-Cemaat koalisyonu karşısında oluşabilecek toplumsal/siyasal muhalefet alternatiflerinin dağıtılmasıydı. "Sonuna kadar gidilsin" sözleri aslında aynı zamanda AKP'nin karşısında konumlanan farklı güçlerin birbirine düşürülmesi konusundaki başarının bir belgesi. İşin bu tarafı hakkında ne düşünürsün?

Yargılanan insanların bir misyonu temsil ediyor olması da bunun kanıtı. AKP-FETÖ ittifakı devlet içerisinde Cumhuriyet değerlerine yakın duran, ülkenin geleneksel ittifak ilişkilerini sorgulayan eğilimi tasfiye amacıyla bu kumpası kurdu. Öte yandan toplum içinde Cumhuriyet değerlerini savunma üzerinden oluşacak bir muhalefetin önünü de kesmeyi planladı. Seçilmiş sanık profili bunu bize söylüyor zaten...

‘Yine bir siyasi yaklaşımın önü kesiliyor’

Bugün, AKP'nin cemaatsiz yürüttüğü (öyle sanıyoruz!) operasyonun benzer bir ittifak dağıtma boyutu var mı?

Yargının politik davalarda kullanımı politik hedefler için olur. Bu davalarda da görülüyor ki yine bir siyasi yaklaşımın önü kesiliyor. Siz buna Müyesser Yıldız yargılamasını da katın, siz buna İlker Başbuğ'un ifadeye alınmasını da katın, siz buna Ahmet Zeki Üçok hakkında verilen hapis cezasını katın. Bir çizgiye oturduğunu görebilirsiniz.

‘Erdoğan'ın yeni bir ittifak düzeni kurması için politik eksenini değiştirmesi lazım’

Erdoğan'ın Bahçeli'ye sormadan adım atamadığı, iktidar bloğunda inisiyatifin MHP'ye geçtiği yorumlarına katılır mısın? Bu, Erdoğan'ın uzun soluklu iktidarında farklı kesimler için zaman zaman hep söylendi ama Erdoğan bir şekilde yoluna devam etti. Sence bu sefer farklı bir durumla karşılaşır mıyız?

Erdoğan iktidarının ilk gününden beri ittifak kuruyor ve dağıtıyor. Düşünün bir dönem FETÖ'den, çözüm sürecinde HDP'ye kadar dolaylı dolaysız ittifak kurmuş bir yapıdan söz ediyoruz. Ancak bu sefer bir fark var. Erdoğan'ın getirdiği başkanlık sistemi onu neredeyse MHP'ye mecbur hale getirdi. Onsuz birçok adımı atamamaktan AKP içinde bazı kesimlerin rahatsız olduğunu biliyorum. Hatta yüzde 40 tartışması da bu nedenle ortaya çıktı. Erdoğan'ın yeni bir ittifak düzeni kurması için politik eksenini değiştirmesi lazım. Bu da sanırım önümüzdeki dönem ABD ile yapacağı olası mutabakatların başarısına bağlı.

Devlet içindeki gruplaşmaları yakından takip eden bir gazetecisin. İnisiyatifin MHP'ye geçtiği yolundaki iddiaları, devlet içindeki konfigürasyona bakınca doğrulatmak mümkün mü? MHP kadrolarında gözle görülür bir artışın olduğuna dair gözlemin var mı?

İnisiyatif MHP'ye geçti demek kolay ve yanlış bir yorum olur. Ama boşalan koltuklara oturanlarda MHP'nin ya da MHP'nin etkisinin arttığı açık. HSK üyelerini hatta kimi bakanların geçmişini araştırın bunu görebilirsiniz.

'Muhalefet bu döneme hazırlıklı mı emin değilim'

Adalete olan güven uzun zamandır sarsılmıştı. Pandemiyle birlikte toplumda huzursuzluk, işsizlik, geleceksizlik kaygıları da iyice arttı. Ancak, en azından şimdilik, siyasette gözle görülür bir canlanma fark edilmiyor. Yakın gelecekte hem iktidar hem muhalefet cephesinde nasıl bir tablo çıkacağını tahmin edersin?

Bu sadece bir salgın değil aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir kriz. Bütün iktidarlar yönetme sorunları yaşıyor. Zira neoliberal düzende devletin hangi sınıf adına yönettiği böyle dönemlerde çıplak hale geliyor. Kaçınılmaz olarak halk bu şekilde yönetilmek istemediğini söyleyecek. Öte yandan "yöneteceğim" diyen iktidar sopasını çıkaracak. Ben bizi sert bir baskı döneminin beklediğini düşünüyorum. Muhalefet bu döneme hazırlıklı mı emin değilim. Halen buna karşı somut bir program okumadım. Türkiye'nin de dünyanın da kurallarının kökten değişimine hazırlanmayan bir muhalefetin bu dönemi de ıskalayacağına inanıyorum.

AKP'nin içinden çıkan muhalefet partileri (DEVA-GELECEK) son günlerde yine tartışılıyor. Sen bu partilerin ülkenin yakın geleceğinde anlamlı bir rol oynayabileceğini düşünüyor musun?

Bu partiler şu anki halleriyle anlamlı bir niceliği ifade etmiyor. Ama bu etkisiz olacakları anlamına da gelmiyor. Her iki parti AKP'nin iktidar sürecindeki bazı damarları temsil ediyor. Her iki parti kendi başlarına güç olamasa dahi AKP'nin tek başına iktidar olma kabiliyetine darbe vurabilir.

Yeni kitap çalışması var mı? Yazı nasıl geçirmeyi planlıyorsun?

İçeri girerken Barış Pehlivan ile bir kitap çalışmamız vardı. O sekteye uğradı tabii. İlk fırsatta yeniden kitabımın başına dönmeyi istiyorum. Öte yandan tabii ki bir sorumluluğum var. O da şu ki; dışarı çıkmış biri olarak bu davayı kamuoyuna anlatmak, içerideki insanların özgür olması için çabalamak. Çıktığım günden bunu yapmaya çalışıyorum. Aklımda başka bir şey yok.

YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL

2 Temmuz 2020 Perşembe

Cehennem bekçileri de ateşte yanıyor - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Eyfel Kulesi’ni gördünüz mü? En azından bir gün Paris’e giderseniz göreceğinizi bilirsiniz. Ya Özgürlük Heykeli’ni? Belki hiç düşünmediniz ama yolunuz New York’a düşerse orada durduğunun farkındasınız. Bir gezdiren olursa Tivoli Bahçeleri’nin altını üstüne getirirsiniz. Yeter ki Kopenhag’a bir varın.

Gidersiniz, görürsünüz, bilirsiniz...

Sanırım şu dünyada en zor karşılaşacağınız şey aslında en yakınınızdadır. Bir finans kralının çocuğu olan asker, boğazdaki yalıda doğmuş polis, sanayicilerin arasında büyümüş bir gardiyan bugüne kadar hiç görmedim. Davalarını izledim, gözaltına alındım, hapis yattım. Hepsi yeniden yaşansa yine de halkın arasından çıkmamış bir tanesiyle karşılaşabileceğimi sanmıyorum. Merak edip sordum. Kimi bir öğretmen çocuğu, kimi işçi aileden, kimi öksüz-yetim. 

Ülkeyi yönetenler onları pek çok kez halkla karşı karşıya getirmeye çalışır. Bunun için de en başından, halkla aralarına duvar örmek için ayrıcalıklı olduklarını vaaz eder. Bütün ayrıcalık hayallerinin yıkıldığı kriz dönemleri tüm yanılsamaları ortadan kaldırır.

Mühendis ya da iktisatçı gardiyan 

Salgın döneminde cezaevindeydim. Mahpusları da yakınlarını da onlar için kanun yapanları da günlerce konuştuk. Bir eksik kalmıştı: Gardiyanlar. Onların bu süreçte yaşadıklarını kimse anlatmadı. Daha da önemlisi onlar adına onların sesi olacak neredeyse kimse yoktu. Gözleri “keşke biri anlatsa” der gibi bakıyordu. Bu görev de bize kaldı.

Biliyorum, Fransızcadan aldığımız “gardiyan” kelimesinden hoşlanmıyorlar. Arap dilinden uyarladığımız “infaz memuru” ise bana pek soğuk geliyor. Neredeyse tüm edebiyatımıza mal olmuş, söylemesi kolay, halkın kabul ettiği şekliyle “gardiyan” ifadesini daha bizden görüyorum. “Gardien”in karşısında yazan “cehennem bekçisi”, hapishaneyi de yapılan işi de daha iyi anlatıyor.

Okudukları okullar bana bir şey anlatıyor. Yıllar geçtikçe üniversite-yüksekokul mezunu gardiyan sayısı artıyor. Hayır, bunun nedeni maaşların yüksek olması filan değil. Yakından bakınca fark ediyorsunuz ki Türkiye’deki işsizlik, hele okumuşların işsizliğindeki artış, bambaşka fakültelerden mezun olmuş halk çocuklarının gardiyanlığa zorunlu olarak yönelmesini sağlamış.

“Memur” lafını kullanmaktan kaçmamın bir nedeni daha var. “İş güvenceleri” olan eski memuriyet düzeni her yerde olduğu gibi yerini “sözleşmeli” lafına terk etmiş. İncelediğinizde birçok gardiyanın artık “sözleşmeli” denilerek istikbalini bilmeden, daha düşük maaşla, şartlarına itiraz edemeden çalıştırıldığını görebilirsiniz.

Salgın sürecinde hapsedildiler

“Kriz” dedim ya, peki salgın sürecinde gardiyanlar nasıl yaşadı?

Bir gardiyanın cezaevine tıpkı mahpus gibi, x-ray’den geçerek, cebindeki telefonu dışarıda bırakarak girdiğini hatırlatayım. 

Salgının ardından alınan ilk kararla önce cezaevindeki gardiyanlar üçe bölündü. Bir grup evde karantinaya, ikinci grup bir otelde karantinaya alındı. Üçüncü grubun ise cezaevinden çıkmasına izin verilmeden, tıpkı bir mahpus gibi cezaevi içinde açılmış odalarda yaşaması sağlandı. En az ikişer haftalık periyotlar halindeki bu üç duraklı dolaşım, gardiyan için yeni bir hayat demekti. 45 günün 15’inde hapishanede kilitli, 15’inde bir otel odasında kilitli, 15’inde ise evde kapalı bir tür hapishane. 

Salgın ilerleyince bu periyotlar üçten ikiye düştü. Yani en az 15 gün hapishanede, 15 gün ise evde kapalı bir hayat. Evden dışarı çıkıp çıkmadıklarının görevliler vasıtasıyla kontrol edildiği, gardiyanın gardiyanlığını yapan bir düzen.

Söylemek istediğim şu: Süreç bir gardiyanı da fiilen cezaevinde mahkûm olduğu çalışana dönüştürdü. Üstelik görevli sayısının azalması nedeniyle çalışma saatleri arttı. Bir kişi birkaç kişilik iş yaptı. En az 15 gün hapiste kapalı kalan, ailesi ile sınırlı bir görüşme imkânı olan gardiyanın koşulları ağırlaştı. Zaman zaman 24 saat kesintisiz çalışmanın olduğu vardiyalar, insan bedeni için kaldırılması zor bir mesai ortamı oluşturdu.

Kimi günlerce görmediği ailesine, çocuğuna ağladı. Kimi bu şartlar altında “mahpustan ne farkımız var” diye kendi kendine söylendi. Kimi de “tutuklu insanları artık daha iyi anlıyorum” diye iç geçirdi.

Diyeceksiniz ki herhalde dişe dokunur bir fazladan mesai ücreti almışlardır. Bu sorunun yanıtı da elbette hayır. 

Yönetenler için önemsizler

İnsanlar için hapis kararı veren adalet saraylarındaki odalar salgın nedeniyle kapalıydı. Ama koşulları ağırlaşmış tutuklu-hükümlüler, devletin gördükleri tek yüzüne, yani gardiyana tepki gösterdiler. Bunu da gardiyan göğüslemek zorunda kaldı. 

Öte yandan kendileri de her biri yüzlerce-binlerce insanı barındıran cezaevinde hastalık tehlikesiyle yaşadı. Türkiye’deki sistem sorununun son düğmesi olarak, yönetenler için ne kadar önemsiz olduğu gerçeğiyle tanıştı. Mahalle bekçileri günlerce konuşulurken, “cehennem bekçileri” bir gün bile tartışılmadı.

Söylemesem, anlatmasam eksik kalırdı. Gazeteci, kendisinin üzerine kapıyı kilitleyen insanların uğradığı haksızlıkların da tanığıdır. Çoğumuz farkında olmasak da cehenneme atılan lanetlenmişlerin de cehenneme bekçilikle görevlendirilmişlerin de mutluluğu kapıları içeriden açılan bir dünyadadır. İşte bu nedenle, unutursak hepimiz birbirimize aynı halkın çocuğu olduğumuzu hatırlatalım.    

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

'Demiryolları zarar ediyor’ haberlerinin öteki yüzü: AKP yine aynı taktiği uyguluyor - ALİ UFUK ARİKAN / SOL

Kamu kurumlarını önce zarar ettirip ardından satışa çıkaran AKP’nin bu hamlesi şimdi de demiryolları için devreye sokulmuş durumda. TCDD’nin rekor zarar haberlerini soL’a değerlendiren BTS Genel Başkanı Hasan Bektaş, AKP’nin satışın yollarını aradığını, bu haberlerin de bunun parçası olduğunu söyledi.

AKP’nin kamu kurumlarını zarara uğratıp sonra da elden çıkarmaya yönelik taktiği bir süredir TCDD için de devreye sokulmuş durumda. Yıllardır özelleştirmenin altyapısını oluşturmak için adım atan AKP, son olarak Cumhurbaşkanı Kararıyla (CBK) Devlet Demir Yollarının üç bağlı ortaklığını “Türkiye Raylı Sistem Araçları Sanayii Anonim Şirketi (TÜRASAŞ)” adı altında İktisadi Devlet Teşekkülü (İDT) statüsünde birleştirilmişti.

Bu hamlenin özelleştirme öncesi son adımlardan biri olduğu belirtilirken şimdi de klasik taktik devreye sokuldu ve TCDD’nin 2019 yılı zararının 1 milyar 87 milyon lirayı bulduğu açıklandı.

Bu gelişmelere ilişkin soL’a değerlendirmede bulunan Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Hasan Bektaş, “zarar” haberlerinin bilinçli olarak devreye sokulduğunu söyledi.

Peki, demiryollarının yararları ne olacak?

Demiryollarının kağıt üstünde çizilen zarar tablosunun çok ötesinde yararları olduğunu, her şeyin ötesinde kamu taşımacılığı yaptığını belirten Bektaş, bunun dışında demiryollarının doğa dostu olduğunu, bu anlamda da çok fazla yararı olduğunu, taşımacılık alanında da büyük faydaları olduğunu dile getirdi.

'2013'teki düzenlemeyle özelleştirmenin önü açıldı'

AKP’nin uzun yıllardır demiryollarının özelleştirme hedefiyle hareket ettiğini, bu konuda 2013 yılında çıkarılan düzenlemenin kritik olduğunu vurgulayan Bektaş, “Bu yasayla demiryollarında özelleştirmenin önü açıldı. Bu tarihten önce de yine demiryollarının birçok atölyesi ve bağlı işleri parça parça satılarak özelleştirilmişti” dedi.

'Üç özel şirket var, zaman içinde payları artacak'

2013’teki yasayla demiryollarının devlet tekelinden resmen çıkarıldığına, özel sektöre açıldığına dikkat çeken Bektaş, “Şu anda yük taşımacılığı alanında faaliyet gösteren üç özel şirket var. Bu şirketlerin payı zaman içinde giderek artacak, kamunun payı ise düşecek gibi görünüyor. İzlenen politika bunu işaret ediyor” ifadesini kullandı.

'Yolcu taşımacılığını özelleştirme konusunda da adım atılacak'

Demiryollarının kağıt üzerinde zarar ettiğinin söylendiğini, bunun da “bu gerekçeyle özelleştiriyoruz” demek için kullanıldığını vurgulayan Bektaş, sözlerine şöyle devam etti:

İlk adım yük taşımacılığıyla atıldı. Yolcu taşımacılığı konusunda da adım atılacaktır. Bu konuda şu ana kadar bir hamle yapılmamasının nedeni henüz özel sektörün iştahını yeterince kabartmaması, onların istediği ortamın tam olarak oluşmamasıydı. Bu ortamın oluşmasını sağlıyor iktidar. 

İlk hedefleri banliyö hatları ve hızlı trenler

Özel sektör para neredeyse oraya gider, kamu çıkarını umursamazlar. İlk olarak şehir içi banliyö hatlarına ve hızlı tren hatlarına el atmaya çalışabileceklerini düşünüyoruz.

Biz tüm bu sürecin sonlandırılmasını, demiryolu taşımacılığının kamu yararı gözetilerek yapılması gerektiğini vurguluyoruz.

ALİ UFUK ARİKAN / SOL

Sivas Katliamı: 27 maddede 27 sene - Eren Aysan / BİRGÜN


2 Temmuz günü babam Sivas’tan aradı: “Belki daha erken gelirim!” Akşam televizyonda Sivas’ta Olaylar başlığı. Alt yazılar geçmeye başladı: Sanatçıların kaldığı otel yandı, bitti kül oldu, şu kadar ölü! O an çocukluğumun bittiğini anladım.

1. 29 Haziran, annemin doğum günüdür. O gün annemin doğum gününü kutlamak için Kızılay’da Ali Balkız’ın yeri Kardelen Bar’da buluştuk. Tanıyanlar bilir, rint bir adamdı, Veysel Öngören, o da baş köşede oturuyor. Kalabalık bir masa. Bir süre sonra annem, babam, ben, Adnan Abi (Azar ) ve eşi Nilgün Abla kaçtık Mülkiyeliler Birliği’ne. Geç saatte kalktık oradan. Adnan Abi ve eşinin arabaları kapanan otoparkta. Evlerinin anahtarı da ulaşamadıkları arabalarında. Her neyse, hep birlikte bize geldik. O gece sabaha kadar babam Adnan Abi’ye hayatını anlattı. Uyumaya hazırlanırken dinledim ağzından çıkan her sözü. Bir şairin acılarla, hüzünlerle kuşatılmış hayat öyküsünü. Birlikte son gecemizdi.

2. Ertesi gün babam Sivas’a giderken balkondan bana el salladı: “Görüşürüz!” Bahçede bir köşede pisi yedi oynadığım arkadaşım Alişar, “Behçet Amca, dikkat et, Aziz Nesin de geliyor,” dedi. Babam, bir şeycik olmaz der gibi gülerek başını salladı.

3. 2 Temmuz günü babam Sivas’tan aradı. “Burası tatsızlaşmaya başladı. Belki daha erken gelirim!” dedi. Kapattım telefonu. Akşam televizyonda önce Sivas’ta Olaylar başlığı. Ciddiye almadım. Sonra okuma yazmayı yeni sökmüş kuzenim dehşetle televizyondaki alt yazıyı gösterdi. Sanatçıların kaldığı otel yandı, bitti kül oldu, işte şu kadar ölü! Haber alabilmek için annemle koşarak Kızılay’a gittik. Babamın muayenehanesine sonra… Gece haberlerinde İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ilk sekiz kişinin ismini açıkladı. Dördüncü isim babam. Spiker, “Sayın Bakanım ölenler arasında Behçet Aysan gibi başka şair ve yazarlar var mı?” diye sordu. Bakan kısa bir susuştan sonra “evet” yanıtını verdi. Fırtına karşısında ezilen ince bir başak gibi titremeye başladım. O an çocukluğumun bittiğini anladım.

4. Eve vardık. Gece yarısı olmasına rağmen çok kalabalıktı. Telefon susmuyor, ajanslardaki tanıdıklar gelişmeleri haber veriyordu. Gelen haberlerden biri on altı samah dönen çocuğun yandığıydı. Sivas’ın aynı zamanda bir çocuk katliamı olduğunu anladım. Pencereyi açtım. Gökyüzünde yıldızlar vardı.

5. Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi’nin manşeti “Şeriatçılar Ayaklandı”ydı. Altında kocaman puntolarda ölenler arasında Nesimi Çimen ve Behçet Aysan var, yazıyordu. İlk defa yaşadıklarımın bir rüya değil gerçek olduğunu anladım.

6. Babamın gövdesi Sivas havaalanından kalkan bir askeri nakliye uçağına konuldu. Ankara’ya geldi. Babamın doktor arkadaşları dumandan boğulduğunu söylediler. Cenaze hazırlıkları başladı. Annem, babamın cenazesinin Ankara Tabip Odası’nın önündeki törenin ardından Maltepe Cami’nden kalkmasını istiyordu. Sonra diğer cenazelerle birleşecekti. Vali evi aradı. “Olmaz!” dedi. Annem de sertçe yanıt verdi: “Madem kocamı koruyamadınız, şimdi benim dediğim olacak!” Annemin dediği oldu. Ama bu defa gözünde yaş değil kan pıhtısı vardı.

                                        Fotoğraf: Eren Aysan ve babası Behçet Aysan

7. Başbağlar Katliamı oldu. Kalbimden bir kırmızı güvercin havalandı. Ölenlerin yanına kondu.

8. Ankara Uğur Mumcu cenazesinden sonra ikinci büyük cenaze konvoyuna tanıklık etti. Tanıdığım, tanımadığım bütün gözlerde gözyaşıyla direnç birleşiyordu. Ama babamı toprağa verdiğimiz ânı hâlâ hatırlamıyorum.

9. 9 Temmuz günü babamın muayenehanesinde arkadaşları buluşacaktı. Biraz geç kaldım. Kapı ardına kadar açıktı. Şükrü Abi (Erbaş) gözyaşları içinde Metin Abi’nin (Altıok) öldüğünü söyledi. Sanki o ölmeseydi, babam da yaşacaktı. Yığıldım kaldım. Metin Abi’yi son görüşümü hatırladım. Her şey binlerce yıl uzaktı sanki.

10. Metin Altıok’un cenaze töreninde ilk defa İstanbul’dan gelen Zeynep’in Isfahan çinileri gibi isyankâr gözlerini gördüm. Hiç unutamadım.

11. Kayseri DGM’de başlayan Sivas Davası güvenlik gerekçesiyle Ankara’ya alındı. O zaman 79’u tutuklu olan 124 sanığın yargılanmasına, 21 Ekim 1993 günü başlandı. Önce duruşma salonuna alınmadık. Yaşanan keşmekeşte olaylar çıktı. Çok sayıda gözaltı vardı. Daha sonra yalnızca birinci dereceden müdahillerin alınacağı söylendi. Mahkeme salonuna girdiğimde oturdukları yerden şeriat propagandası yapan sanıkları gördüm. Dahası Adalet Bakanı Şevket Kazan onların avukatlığını üstlenmişti. O gün on altı yaşındaydım, adalete olan inancımı kaybettim. Ama hâlâ hukuktan başka bir yol da bilmiyorum.

12. O yıl sanatın da hukuk gibi adalet tesis edilen bir alan olduğu düşüncesiyle tiyatro eğitimi görmeye karar verdim. AÜ. DTCF Tiyatro Bölümü’nün özel yetenek sınavına girdiğim gün sınav salonundan, “Sivas’ın Işığı Sönmeyecek!” sloganları geliyordu. 2 Temmuz’un ilk yıl dönümüydü. Derin bir nefes aldım. Sınav bittiğinde dışarı çıktım. Bir delikanlı elinde babamın fotoğrafı yürüyordu. Gülümsedim. Beni kapıda Şükran Amca (Kurdakul) bekliyordu. Sınavın nasıl geçtiğini sordu. Ben de ona delikanlıyı gösterdim. Sınavı ise, tabi ki kazandım.

13. Madımak Oteli tadilattan geçti. Yerine bir kebap salonu açıldı. Hadi otelin kebap salonu yapılmasını geçtim de insanların orada nasıl yemek yiyebildiklerini hiç anlayamadım. Tam on sekiz yıl sonra orası müze değil ama bilim ve kültür merkezi oldu. Girişine de yitirdiklerimizin yanına katliamda ölen iki katilin adı da asıldı. Ben utandım. Utanması gerekenler utanmadı.

14. Duruşmalar olaylı geçmeye devam etti. Bir duruşmada sanıklar mahkeme heyetine bozuk para fırlattı. O gün uzunca bir süre duruşmalara gitmeme kararı aldım.

15. Sivas’ın ikinci yıl dönümünde Foça’da Aziz Nesin’le birlikte konuşmacıydık. Sonrasında Şükran Kurdakul, Avni Arbaş ve ben oturduk. Aziz Nesin sımsıkı sarıldı. Vedalaştık. Ertesi gün ölüm haberini aldım. İzmir’den cenazenin İstanbul’a gitmesi için yapılacak işlemlerin ortasında buldum kendimi. O gün bana babamın görünmez eli yardım etti.

16. Aynı zamanda babamın meslek örgütü olan Türk Tabipler Birliği tarafından Behçet Aysan Şiir Ödülü verilmeye başlandı. Süreçte ülkemizin kıymetli ödüllerinden biri olarak pek çok şairi babamla buluşturdu.

17. Bir kış günü annemin bitmeyen baş ağrılarının kaynağı ortaya çıktı. Beyinde tümor. Böylece uzun süren tedavi süreci başladı. Bitmeyen ameliyatlar bize yaklaşık gelip gitmelerle iki yıldan fazla kalacağımız Amerika günlerini başlattı.

18. 26 Mayıs 2001’de aynı zamanda bir sözlük yazarı olan annem hayata gözlerini yumdu. Son gece, “Babamı neden bu kadar çok sevdin?” diye sordum ona. “Sen olsaydın, sen de severdin” dedi. Son konuşmalarımızdı. Böylece biri kırk dört diğeri kırk dokuz yaşında iki insanı toprağa verdim.

19. Sivas Davası’nda sanıklar idamla yargılanıyordu. O dönemde açılan idama karşı açılan imza kampanyasına destek verdim.

20. 2001’de sanıkların hükümleri kesinleşti. Ancak yargılamalar bitmedi. Hem firari sanıkların ayrılan dosyaları sürüyordu hem de pişmanlık yasasının çıkmasının ardından çok sayıda hükümlü Sivas’ta örgütlü hareket edildiğine yönelik itiraflarda bulunmak için mahkemeye başvurdu. Bu arada kimi sanıklar pişmanlık yasasından yararlanmak için örgüt bağlantılarını anlattı. Olaylara karışan Hizbullah, İslami Hareket Teşkilatı, Kaplancılar gibi örgütlerin mensuplarının isimlerini vermelerine rağmen başvuruları reddedildi.

21. 2009 yılında bir babalar günü etkinliğinde bu ülkede siyasi cinayetlerde yaşamının önü kesilen aileler bir araya geldi. Çoğumuz daha önceki panellerden tanıyorduk birbirimizi. Toplumsal Bellek Platformu çatısı altında birleşmeye karar verdik. Bu sırada üzülerek ne kadar geniş bir aile olduğumuzu anladık.

22. 11 Şubat 2011’de TBP olarak siyasi cinayetlerde zamanaşımı olgusunun kaldırılması ve meclis araştırma komisyonuna işlerlik kazandırılması için TBMM’ne gittik. O gün orada pek çok partiyle görüştük. Bizim isteklerimiz doğrultusunda bugüne kadar sayısız soru önergesi verildi ve reddedildi.

23. Sivas Davası’nın zamanaşımına giden yoldaki duruşmaları başladı. Bu amaçla ikinci kere TBP olarak meclise gittik. Bu defa iktidar partisi bizi reddetti. İnsan Hakları Meclis Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün araya vekillerin girmesiyle bizi kabul etti. Şimdi Gelecek Partisi’nde olan Üstün, bize Başbağlar Katliamı’nı öne sürerek acılarımızı yarıştırmaya kalktı.

24. 13 Mart zamanaşımı duruşması öncesi Şairler Bildirisi için Zeynep’in önerisiyle Ahmet Telli’yi aradım. Ahmet Abi bildiriyi yazmayı kabul etti. Zeynep’le şairlerden imza istemek için kolları sıvadık. Bir baba dostu şair, bildiriyi küçümseyerek imza vermeyi reddetti. O an, Sivas Katliamı’ndan sonra Grek ve Sırp uçaklarını çağıran İsmet Özel gibi bir adamla yeniden karşı karşıya olduğumuzu anladım. Kendisini daha sonra şair Ahmet Erhan’ın cenazesinde gördüm ve başımı çevirdim. Zamanaşımı duruşmasında ise, suçun insanlığa karşı işlendiği savı reddedildi.

25. Bu arada firari sanık Cafer Erçakmak karakola beş yüz metre ötesindeki evinde öldü. Yapılan otopside gelininden DNA örneği alındı. Buna benzer skandallarla dava süregeldi; firari sanıklar üzerinden devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda da “Ahmet Dede” tahliye edildi.

26. Bütün bu sürecin sonunda çalıştığım Devlet Tiyatrosu’ndan Aralık 2016’da KHK ile açığa alındım. Çok kısa süre sonra yeniden işime döndüm. Zeynep de daha evvel benzer bir macera yaşamıştı. Kendimi tiyatroya ve yazıya verdim. Üniversitede öğrencilerimle buluşmaya devam ettim. Altı kitap kaleme aldım.

27. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Çubuk’ta gittiği bir şehit cenazesinde, bir kadının “yakın” çığlıkları arasında saldırıya uğradı. Bu süreçte kimi parti binalarına ve havaalanı apronlarına taşan lincin bir kere daha medeniyet kaybı olduğu ortaya çıktı. Sivas Katliamı’nın her yıl dönümü ise, benim için hâlâ öğrenilmiş çaresizliğin ne demek olduğunu anlamakla geçiyor. Bu ülkede siyasi cinayet sonucunda yaşamını yitiren tüm ailelerin yakınları gibi.

 Eren Aysan / BİRGÜN

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Yeni rota için yeni pusula(GAYRİSAFİ YURTİÇİ HASILA NEYİ ÖLÇER, NEYİ GİZLER? - Jordi Garcia Jané / Çeviren: Ulus Atayurt - 1+1 FORUM

Dünya Bankası’na göre, 2020’de küresel ekonomi en az yüzde 5,2 küçülecek. ABD’de oran yüzde 6,1, AB’de ise yüzde 9,1 tahmin ediliyor. Çin kırk yıl aradan sonra eksi değerlere düşebilir. Öte yandan, 2008 krizinin ardından, 2015’ten itibaren dünya genelinde GSYH oranları artıya geçse de gelir eşitsizliği hızla tırmanmaya devam etti. Oxfam raporuna göre, dünyanın en zengin yüzde biri, 6,9 milyar insanın gelirinin iki katından fazlasına sahip. 2019 itibarıyla, hemen hepsi kadınların üstlendiği ücretsiz bakım emeği 10,8 trilyon dolarlık bir ekonomiye tekabül ediyor. Medya ve siyaset yatıp kalkıp GSYH oranlarını konuşuyor. Peki, GSYH gerçekte toplumun refah düzeyini ölçmeye uygun bir gösterge mi? Yoksa gerçekliğin üstünü örten bir perde mi? Alternatifler neler olabilir? Dayanışmacı ekonomi kuramcısı Jordi Garcia Jané’yi dinliyoruz.

                                                      Xan Padron, Time Lapse, (Zaman Kayması)

Gün geçmiyor ki medyada ve siyaset çevrelerinde GSYH’da (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) gerçekleşecek “feci” düşüşün yüzde 9 mu, yoksa yüzde 10 mu olacağına dair bir tartışma dönmesin. En önemli kaygı GSYH’ymış gibi gözüküyor. Bunun doğal olduğunu, GSYH’nın ekonomik gelişmenin ölçütü, dolayısıyla bir ülkenin refahının göstergesi olduğunu iddia edenler çıkacaktır.

Ancak, GSYH bir göstergeden ibaret, dolayısıyla azalıp artmasına bakmadan önce gerçeği yansıtıp yansıtmadığı, dolayısıyla bir ölçüt olarak uygunluğu, eğer değilse yeni bir göstergeye başvurmamız gerekip gerekmediği üzerine kafa yormamız gerekiyor.

Birkaç yıldır gerek ekonomistler gerekse küresel kurumlar GSYH’nın bir ülkenin refah seviyesini yansıtmadığını teslim ediyor. Hatta tam tersine, ekolog iktisatçı Joan Martínez Alier’in dediği gibi, GSYH insanları disipline etmek amaçlı metafizik bir icat” işlevi görüyorAslına bakarsanız, mucidi iktisatçı Simon Kuznets dahi, 1934’te göstergeyi kamuoyuyla ilk defa paylaşırken GSYH’nın toplumun refahını ölçmeye hizmet edeceğini varsaymamıştı: Bir ülkenin esenliği ulusal gelir ölçümlerinden anlaşılamaz. İlk başta GSYH sadece belli bir coğrafyanın üretim kapasitesinin ölçülmesi için ortaya atılmıştı ve salt bu amaçla ABD’de II. Dünya Savaşı sırasında hesaplanmaya başladı.

ABD’nin küresel hegemonyasının ardından GSYH bir ölçüt olarak yaygınlaşırken bir anlam kaymasına uğradı ve günümüzdeki önemini aldı. Böylece toplumların düzenli aralıklarla kurbanlar verdiği adak taşının totemi haline geldi.

"GSYH ekonominin bütününü değil, sadece pazara arz edilen üretimi ölçer. Mesela, yeniden üretim ekonomisini ve doğal sermaye gaspını tamamıyla göz ardı eder. Ne gelir dağılımıyla ne de doğal kaynakların tükenişiyle ilgilenir."

Oysa gerçekte GSYH ekonominin bütününü değil, sadece pazara arz edilen üretimi ölçer. Mesela, yeniden üretim ekonomisini ve doğal sermaye gaspını tamamıyla göz ardı eder. GSYH zarar ve faydalarını hesaba katmadan, sadece pazara arz edilen ürün ve hizmetlerin miktarını ölçerken, gönüllük esasına dayalı ev ve bakım emeğini bir kenara bırakır. Ne gelir dağılımıyla ne de doğal kaynakların tükenişiyle ilgilenir.

Kısaca, GSYH’nın şu dört nedenle işimize yaramadığını söyleyebiliriz: Beraberinde getirdiği toplumsal ve çevresel maliyetlere bakmadan sadece üretimi hesaplar. Gelir adaletsizliğini hesaba katmaz. Ev ve bakım emeği gibi yaşamsal açıdan elzem faaliyetleri göz ardı eder. Tam tersine, karaborsa, silahlanma harcamaları, emlak bazlı ve finansal spekülasyon, emtianın planlı kısa ömürlü tasarımı, sonrasında arıtma yatırımı gerektiren çevresel felaketler gibi birçok zararlı toplumsal ve doğal hadiseyi ekonomik hesaplamaya dahil eder.

Martínez Alier meselenin künhünü Korona günlerinde şu örnekle ifade ediyor: Haftalardır (bilaücret) evde yemek pişiriyoruz. Normalde sıklıkla yaptığımız gibi lokantaya gitmiyoruz. Bu yüzden GSYH’nın düşmesinde pay sahibiyiz. Ancak öte yandan, aylardır uçağa da binmiyorum: Bu yüzden ne GSYH’daki artışta ne de karbondioksit salınımında payım var.”

Dolaysıyla, bir devletin GSYH’sındaki artış paradoksal bir şekilde, vatandaşlarının büyük kısmının hayat şartlarını kötüleştirebilir. Örnek verelim: İçinde bulunduğumuz yüzyılının ilk on yılında, Sudan GSYH’sı yüzde 23 artarken ülke korkunç bir kuraklık ve iç savaşla yüzleşti, 400 bin kişi hayatını kaybederken 2,5 milyon kişi yerinden yurdundan edildi. Sri Lanka’da, 2004 yılındaki tsunami 35 bin kişiyi öldürüp yarım milyon kişiyi evsiz bırakırken, ülkenin GSYH’sı yüzde 5,4 arttı.

Bu yüzden, tam da Alier’nin dediği gibi, yaşadığımız bu sıradışı dönemden faydalanmalıyız: GSYH’yı hesaplamayı bırakıp fiziki ve sosyal verileri daha iyi mi, yoksa daha kötü mü yaşadığımıza bakmak için, anlaşılması aslında kolay olan sosyal ve ekolojik göstergelere odaklanmanın ve bunlar üzerine tartışmanın tam zamanı. GSYH tartışmasını geri dönmemek üzere bırakmalıyız.

GSYH’ya iki alternatif

1980’lerin sonundan itibaren birçok araştırmacı GSYH’ya kıyasla daha uygun göstergeler üretti. Bunlardan ikisi ön plana çıkıyor: İnsani Gelişme Endeksi (İGE) ve Gerçek İlerleme Göstergesi (GİG). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (BMKP) kullandığı İGE’yi Pakistanlı iktisatçı Amartya Sen ve Hindistanlı iktisatçı Mahbub Ul Haq gelişirdi. İGE kalkınmanın anahtarı olarak üç değişkeni referans alıyor: eğitim, sağlık ve hayat düzeyi. İGE’yi hesaplamak için hayat beklentisi, kişi başına gelir ve eğitim seviyesine dair bir dizi gösterge kullanılıyor. Son dönemde hesaplamalara bir dördüncü unsur ekledi: Eşitsizliğin seviyesi. BMKP her yıl dünyada hemen tüm ülkelerinin İGE’sini açıklıyor.

Eğer hesabı GSYH ile yaparsak dünyanın en zengin ülkeleri sırasıyla ABD, Çin, Japonya, Almanya, Büyük Britanya; İGE’yi baz alırsak ise Norveç, İsviçre, Avusturalya ve Almanya çıkıyor.

Radboud Üniversitesi Küresel Veri Laboratuvarı ve Barcelona Otonom Üniversitesi Demografik Araştırmalar Merkezi, Katalunya için bölgesel İGE’yi araştırdı. Bu süreçte söz konusu göstergenin bir dezavantajı ortaya çıktı: İGE sadece genel anlamda “devlet” ölçeğinde sonuçları gösterirken, gerçekte farklı devletler yoksulluk, sağlık ve eğitim altyapılarına dair verileri çok farklı şekilde kayıt altına alıyor.  

Hesabı GSYH ile yaparsak dünyanın en zengin ülkeleri ABD, Çin, Japonya, Almanya, Büyük Britanya; İGE’yi (İnsani Gelişme Endeksi) baz alırsak ise Norveç, İsviçre, Avusturalya ve Almanya çıkıyor.

Gelişmişlik düzeyini ölçmek için sıklıkla kullanılan diğer bir gösterge ise Gerçek İlerleme Göstergesi (GİG). GİG’in temelinde, iktisatçılar W. Nordhaus ve James Tobin’in düşüncelerinden esinle ekolog iktisatçı Herman Daly ve çevreci teolog John Cobb tarafından geliştirilen Sürdürülebilir Ekonomik Refah Endeksi (SERE) yer alıyor. SERE zamanla, başka kavramsal eklerle beraber Gerçek İlerleme Göstergesi (GİG) ismini aldı.

GİG kısaca sürdürülebilir refahı ölçüyor ve 26 değişkenden oluşuyor: Toplumsal refaha katkı yapan değişkenlerle (ev ve bakım emeği, kişisel tüketim, yüksek eğitim, gönüllü emek, dayanıklı tüketim ürünleri, doğrudan sermaye yatırımları) refahı aşağı çekenlerin (gelir eşitsizliği, uluslararası borç, suç maliyeti, tarımsal üretimdeki kayıp, karbon salınımı kaynaklı zararlar, ulaşımdaki kaza maliyetleri, işsizlik ve eksik istihdam, serbest vakit kaybı) beraber hesaplanmasıyla ortaya çıkıyor. Yani kısacası, gelişmişliğe dair katkıların ve olumsuz etkilerin arasındaki dengeyi ifade ediyor. Çünkü Paul R. Krugman’ın Ekonomiye Giriş kitabında söylediği gibi, bir ürünün gerçek maliyeti onu elde etmek için neden feragat edildiğini de kapsar.”

2004’te, ABD’nin GSYH’sı 12 trilyon doların biraz üzerindeyken yapılan bir araştırma ülkenin GİG’inin aşağı yukarı 4,4 trilyon dolar olduğunu tespit etti. Aslına bakarsanız, araştırmacılar herhangi bir ülkenin GİG’ini hesapladıklarında istisnasız benzer sonuçlara varıyor. 1970’lerin ortasından itibaren GSYH tedricen artarken GİG ilkin aynı kalıyor, akabinde azalıyor. GİG’deki azalmanın başlama ânını Şilili ekolog iktisatçı Manfred Max-Neef “eşik noktası” diye adlandırıyor. Başka bir deyişle, ekonomik büyümenin sosyal ve çevresel faydaları giderek artan çevresel ve sosyal maliyetler yüzünden sıfırlanıyor.

Öte yandan, GİG’in kişisel tüketime fazla önem atfetmesi ya da parasal açıdan ifade edilemeyecek olguları fiyatlandırması gibi bazı zayıf yönleri de mevcut. Ancak buna rağmen, hali hazırda varolan en bütünlüklü, GSYH ile kıyaslandığında çok daha yetkin bir refah göstergesi sayılıyor.

 

Öncüler: Maryland eyaleti ve Yeni Zelanda

Avusturalya, Büyük Britanya, Finlandiya, İtalya, Japonya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler hali hazırda GSYH dışında göstergelere de başvuruyor. 2007’de OECD ülkeleri, Avrupa Komisyonu ve farklı STK’lar gelişmeye en uygun endeksleri incelemek amacıyla GSYH’nın Ötesinde: Ulusların Gerçek Zenginliği ve Refahı başlığıyla bir konferans düzenledi. Finlandiya ülkenin 19 bölgesinde GİG’i hesapladı. Belçika parlamentosu GSYH’yı tamamlayıcı göstergelere dair bir yasa geçirdi. İtalya’da farklı bölgesel yönetimler yerel Sürdürülebilir Ekonomik Refah İndeksinin hesaplanması için finansal kaynak sağlarken Ulusal İstatistik Kurumu BES18 projesiyle (Eşitlikçi ve Sürdürülebilir Refah) bir dizi yeni sürdürülebilir refah göstergesi geliştirdi. Geçtiğimiz yıllarda, ABD’de Washington, Oregon, California, Utah, Minnesota, Hawaii gibi bir dizi eyalet alternatif göstergeler üzerine kafa yordu. Ancak, bu konuda en ileri adımlar Vermont ve Maryland eyaletlerinde atıldı.

Vermont eyaletinde 2012’de düzenli aralıklarla GİG’i hesaplamayı zorunlu hale getiren bir yasa geçirilirken, beş yıllık Bütünleşik Ekonomik Kalkınma Stratejik Planı’na GİG’in 2020’de yüzde 5 artması eklendi.

Araştırmacılar bir ülkenin Gerçek İlerleme Göstergesi’ni (GİG) hesapladıklarında istisnasız benzer sonuçlara varıyor. 1970’lerin ortasından itibaren GSYH tedricen artarken GİG ilkin aynı kalıyor, akabinde azalıyor.

Ancak, daha da ileri adımlar Maryland eyaletinde atıldı. Maryland 2010’da refahın hesaplanması için GSYH yerine GİG’i ölçüt alan ilk eyalet oldu. İstatistik Kurumu her yıl GİG’i hesaplıyor ve GİG’deki artışı GSYH’ya yeğleyerek stratejik planlarını bu hedefe göre hazırlıyor. GİG’in sürekli kullanılır hale gelmesiyle beraber içeriği de eyaletin gerçeklerine uyarlanmaya başladı. Şu anda GİG 2.0 diye adlandırılan, 12 kategoride 50 farklı değişkeni kapsayan yeni bir hesaplama sistemi uygulanıyor.

Son olarak, bir de Yeni Zelanda örneğine bakalım. Ülkenin İşçi Partili başbakanı Jacinda Ardern 2019 Haziranı’nda, bundan sonraki bütçelerin GSYH’da büyümeyi değil, vatandaşların refah seviyesini yükseltmeyi amaçlayacağını açıkladı. Bu hedefe yönelik beş öncelik belirendi: Zihinsel sağlığı iyileştirmek, çocuk yoksulluğunu azaltmak, Maori yerli halkının maruz kaldığı eşitsizlikleri gidermek, dijital adaletsizliği ortadan kaldırmak ve ekonomiyi karbonsuzlaştırmak. Hükümet bu hedefleri gerçekleştirmek için Hayat Şartları Çerçevesi adlı programla çevre, sağlık, barınma, kültürel kimlikler, gelir, tüketim ve istihdam konularında derinlemesine ölçümler yapıyor.

Böylece, Yeni Zelanda her ne pahasına olursa olsun büyüme doktrinini terk eden ilk ülke haline geldi. Muhtemelen koronavirüs krizinden başarıyla çıkması da hükümetin başında bir kadın bulunması da tesadüf değil.

Yeni bir “sosyal muhasebe”

Son zamanlarda, gerek Katalan gerekse İspanyol hükümetleri içinde bulunduğumuz krizle farklı mücadele edeceklerini, 2008 krizinin ardından yaptıkları gibi kemer sıkma politikaları uygulamayacaklarını söylüyor, yeni durgunluk dalgasından çıkışın küresel ısınmayı arttırmaması gerektiğini ekliyor. Gerçekten samimiler mi, göreceğiz. 2008 krizinden sonra yaşananları hatırlıyoruz. 2015’ten itibaren GSYH’daki artışla beraber gerek karbondioksit salınımları gerekse yoksulluk tekrar tırmanmaya başlamıştı. Beyan edilen yeni rota için yeni bir pusulaya ihtiyaç var. Bu yüzden GSYH’dan vazgeçmek GİG gibi ya da ekolojik ayak izini de hesaba katarak BM’nin İnsani Gelişme Endeksi gibi başka bir ya da bir grup gösterge tarafından hedefleri yönlendirmek elzem. Belki bir süre nasıl farklı değerler ortaya koyduğunu göstermek için, pedagojik amaçlı, GİG yanında GSYH da hesaplanmaya devam edilebilir.

Öte yandan, mesele sadece doğru istikamette ilerleğimizi gösteren işe yarar bir pusula edinmek de değil. GSYH’ya alternatif bir göstergeyi ülkenin evrimini ve hükümet politikalarının ne ifade ettiğini açıklamak için kullanıp yaygınlaştırmak İspanyol ve Katalan hükümetlerine uluslararası ekonomik güçler karşısında toplumsal meşruiyet kazandıran bir zırh levi de görecektir. Özellikle de sosyal harcamaları gerektiği kadar artırmak ve emekçi sınıfları daha da yoksulluğa sürüklemeden ekolojik dönüşümü gerçekleştirmek için yeteri kadar gelir elde etmeleri gerektiğini göz önüne alırsak.  

İspanyol devletinde ya da Katalunya’da, GİG’i hesaplamak için gerekli verileri toplamak oldukça kolay. Örneğin, 2010’dan beri Katalunya İstatistik Kurumu yılda iki kez sekiz farklı başlıkta refah ve toplumsal gelişmeye dair veri topluyor: Yaşam ve çalışma şartları, sağlık, eğitim, çevre, barınma, güvenlik ve ulaşım, toplumsal kapsayıcılık, haklar ve katılım, son olarak da boş vakit ve kültür. Kurumun web sitesinde büyüme ve refaha dair kullanılan GSYH gibi geleneksel göstergelerin ötesine geçilmesi amaçlanıyor ifadesi kullanılıyor.

ABD’de Maryland, 2010’da refahın hesaplanması için GSYH yerine GİG’i ölçüt alan ilk eyalet oldu. İstatistik Kurumu her yıl GİG’i hesaplıyor ve stratejik planlarını bu hedefe göre hazırlıyor.

Öyleyse, şimdi ihtiyacımız olan GİG’in tam anlamıyla hesaplanması için halihazırda toplanan göstergelere eksik olanları eklemek ve her şeyden önce bu göstergelerin birincil öncelik haline gelmesini, ülkenin içinde bulunduğu durumun bunların ışığında kamu kurumları ve iletişim araçları yoluyla yaygınlaşmasını sağlamak.

Korona günlerinde Dayanışmacı Ekonomi Ağı yeni bir “sosyal muhasebe”[i] kampanyası başlattı. On yıldan uzun bir süredir dayanışmacı ekonomi işletmeleri “sosyal muhasebe” uygulamasıyla ilgili grupların, üreticilerin, tüketicilerin, farklı toplulukların, çevreci örgütlenmelerin toplumsal refah açısından nasıl bir katkı sağladığını ölçüyor. Artık hükümetlerin ve yerel yönetimlerin de benzer bir çaba sergilemesi, GSYH’nın yerine sürdürülebilir refaha dair gösterge kullanması ve yaygınlaştırmasının zamanı geldi.

Zira, bir yandan bir olguya değer atfedip (sürdürülebilir refah) başka bir olguyu ölçmenin (ticari üretim) inandırıcılığı yok. Çünkü bir yandan, neyi ölçtüğümüz ne yaptığımızı biçimlendirirken, diğer yandan ölçmediklerimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Son sözü Roma Kulübü için yazılan 1972 tarihli Büyümenin Sınırları adlı kitabın eşyazarı çevre bilimci Donella Meadows’a bırakalım: Eğer toplumun hedefini GSYH olarak tanımlarsanız, toplum da onu arttırmak için elinden geleni yapacaktır. Aynı toplum belli aralıklarla ölçüp hakkında bilgilendirmediğiniz takdirde refah, eşitlik, adalet ya da verimlilik üretmeyecektir.


Jordi Garcia Jané  

Çeviren: Ulus Atayurt - 1+1 FORUM

[i] Katalunya’nın en ilerici kooperatif ve örgütlerinin bir araya geldiği Dayanışmacı Ekonomi Ağı’nın (XES) bir parçası olmanın şartlarından biri de düzenli olarak “sosyal muhasebeye” tabi tutulmak. Her yıl ölçütleri geliştirilen sosyal muhasebe, şu altı alanda bağlı örgütleri değerlendirmeye tabi tutuyor: İktisadi işleyiş ve artı değer politikası, cinsiyet perspektifi, demokratik işleyiş ve eşitlik, çevresel sürdürülebilirlik, toplumsal sorumluluk ve işbirliği, çalışma şartları ve niteliği.

Bolton’un kitabı: kayıkçı kavgası! - Mustafa Türkeş / SOL

Kitaba damgasını vuran şey, yeni bir bilgi değil, basına zaten sızmış olan bilgileri üst düzey bürokraside görev almış birinin ifşa etmesinin ötesine geçmiyor. Zaten bu tür işlerde bazen söz konusu mücadele ve müzakerelerin içeriğine ilişkin genel bilgiler ifşa ediliyor ama çoğunlukla esasa ilişkin bilgiler kamufle ediliyor.

Hatırat, yazan kişinin kendi pozisyonunu savunmak üzere kaleme alınır. Günceden farklıdır. Günce, o gün yaşananın aynı gün not edildiği defterdir. Elbette günce de yazanın pozisyonunu yansıtır, ancak o günün anlatısını yansıtır, sonradan anımsananı veya anımsanmak isteneni değil.

Görevine son verilen (Bolton istifa ettiğini yazmış, s.440) Trump’ın eski ulusal güvenlik danışmanı J. Bolton’un, basılı kopyası henüz pazara sunulmadan elektronik nüshası bütün dünyaya hızla dağıtılan, The Room Where It Hapapened (Olayın Gerçekleştiği Oda adıyla Türkçeye çevrilebilir) adlı kitap günce değil, geriye yönelik yazılan bir hatırattır. 

Yazarı Bolton, söz konusu kitapta önce alıntıları tırnak içinde verdiğini, fakat bunun sakıncalı olabileceğini düşünerek karşılıklı konuşmaları tırnaksız haliyle yayınlamayı tercih ettiğini belirtiyor. Hatta yeni baskısında bunu gözden geçirebileceğini söylüyor.

Bolton bu kitabı Nisan 2018’den 10 Eylül 2019’a kadar 17 ay parçası olduğu Trump yönetimine karşı kendi pozisyonunu savunmak üzere kaleme aldığı bilinmektedir. Kısaca ben uyardım, elimden geleni yaptım ama olmadı demeye çalışıyor.

Bolton ABD bürokrasisi içinde uzun süreli, Reagan döneminden beri, idari yapı içinde yer alan, diplomatik görevler üstlenen oldukça  deneyimli, bürokrasinin nasıl işlediğini bilen birisidir. Geçmişte dışişleri ve adalet bakanlıklarında ve ABD kalkınma ajansında görev yaptığı için bürokrasinin nasıl çalıştığını, siyaset, sermaye, sanayi işbirliklerini iyi bilen birisi. Fakat bu kitapta sermaye ve sanayicilerden söz edilmiyor. 

Kitaba damgasını vuran şey, yeni bir bilgi değil, basına zaten sızmış olan bilgileri üst düzey bürokraside görev almış birinin ifşa etmesinin ötesine geçmiyor.

Trump yönetiminin Türkiye yönetimine yönelik izlediği stratejiyi dolandırmadan veriyor: İki yönetimin başkanlarının tüccar mantığıyla hareket ettiğini, her şeyi pazarlık konusu haline getirdiklerine işaret eden bilgileri açıkça yazmış. Papaz, Halkbankası meselesi gibi konularda, yeni olmayan, tırnak içinde alıntı olarak gösterilmese de kimin kime ne söylediğinin net ifade edildiğini belirtmek mümkün. 

Üstü örtük biçimde aslında “ben her şeyden haberdarım, sakın üzerime gelme, yanlış bir iş yapma” mesajı veriyor.

Bolton Trump’ın adalet mekanizmasına nasıl müdahale ettiğini örnekleriyle gösteriyor, özellikle Türkiye ile girdiği müzakerelerde bunu nasıl kullandığını çok net anlatıyor, ancak bu durum yeni değil. Bu ne Trump yönetimine özgü, ne de ABD’ye münhasıran bir uygulamadır. 

Bugün dünyanın birçok örneğinde görüldüğü üzere Trump da kapitalist sistem içinde legal ve legalitenin sınırlarının aşıldığı mekanizmalar üzerinden baskı araçlarını kullanmaktadırlar. Bu durum Trump yönetimine özgü değil, kapitalist sisteme içkin bir şeydir. Elbette doz aşımından söz etmek mümkündür. Papaz pazarlığının yapılması doz aşımı olmakla birlikte, esasen başkan yardımcısı Pence’in dini cemaatlerle olan ilişkisinden kaynaklandığı, Trump’ın oy adına Amerikan toplumunun daha fazla muhafazakarlaştırılmasına katkı sunduğu bilinmektedir. Bugün ABD’de Covid 19’a karşı maske takmayı reddedenlerin gerekçesi dini muhafazakarlıktır. Gelinen nokta budur.

Yeni-muhafazakarlar grubuna ait olan Bolton’un bu kitapta dile getirdiği eleştiriler Trump yönetimi öncesinde de görülen uygulamalardandır. Adalet mekanizmasının sarsıldığı iddiası yeni değildir. 

Yeni-muhafazakarlık kapitalizmin dışında bir sistem değildir, kapitalist sistem içinde bir uygulamadır. Trump’ın uygulamaya çalıştığı izolasyonist ve korumacı politikalar da kapitalist sisteme içkindir.

Adalet, hukukun üstünlüğü vb kavramlar düzenin çalışma biçimine ilişkindir, düzenin iç çelişkisi her durumda varlığını sürdürmektedir.

Elbette hukuk sisteminin Trump döneminde daha çok laçkalaştığı bilinmektedir, ancak altı çizilmelidir ki, adalet kapitalist sistemde her zaman egemenlerin lehine çalıştırılmaktadır.

Bu nedenle Bolton’un bu kitapta işlemeye çalıştığı “hukuk sistemine çok fazla müdahale edildiği” bir yarım doğrudur. 

Bir atasözü vardır, “en kötü yalan içinde yarı-doğru barındıran yalandır”.  Bolton’un dile getirdiği “müdahale” böylesi bir yarı-doğrudur.

Bolton görevi gereği dünyanın çeşitli bölgelerinde görüşmeler yapmış ve bu kitapta bunların içeriğine ilişkin çeşitli bilgiler veriyor. 

Kitapta en açık dille ifşa edilen müdahale ise Halkbank ve Papaz konularında yapılan müzakere ve müdahalelerdir. Fakat burada Bolton güya Trump’ı eleştiriyormuş gibi yaparak, aslında Trump’ın müdahale edemediğini, Obama dönemi bakiyeleri savcıların tasfiye edildikten sonra Trump’ın elinin güçleneceğini Trump’ın ağzından dile getiriyor.

Bolton bütün analizini kişiler arası ilişkilere indirgiyor. Bolton’un anlatısı ABD yönetici sınıfı içindeki kayıkçı kavgasına benziyor. Kim kimin adamı, kim kimi ne için oyuna getirdi vb. 

Esas itibarıyla adı zikredilen kişilerin hepsi sermayenin bir veya birden çok kanadına yaslanmış durumda. Yeni-muhafazakarlar ise bütün siyasal mekanizmalarda mevcut. Bolton fiilen olduğu gibi  bu kitaptaki anlatısı ile de sembolik olarak bunu iyi temsil ediyor. Her yerdeler. Kendi içlerinde mücadele ve müzakere ediyorlar. Bolton’un kitabında olduğu gibi, bazen söz konusu mücadele ve müzakerelerin içeriğine ilişkin genel bilgiler ifşa ediliyor. Çoğunlukla esasa ilişkin bilgiler kamufle ediliyor.

Bolton’un kitabı tam da bunu yapıyor...

Mustafa Türkeş / SOL