Adalet Hanım - Mesut Odman / SOL

Daha önce birçok kez, birçok insana anlatmışımdır; yazdığım da oldu mu, galiba olmadı.


Bizim Yürüyüş dergisinin bürosu, Ankara Konur Sokak’ta, Mülkiyeliler Birliği’nin biraz ilerisinde, küçük bir apartman dairesiydi. O sıralar çalıştığım işyerine yakındı. Öğle paydoslarında, denk düşürebildiğimde gider, işlerin bir ucundan tutmaya çalışırdım. 

O gün de öyle denk düşürmelerimden biriydi. Hatta, öğle paydosu bittiği halde, biraz kaytarmış ve süreyi uzatmıştım. İçerideki iki odadan birinde, şimdi ne olduğunu hatırlamam imkânsız bir işi üç beş dakika içinde bitirmeye uğraşıyordum. Nasıl hatırlayabileyim ki,  aradan geçen süre 45 yıla yaklaşıyor. 

Kapının zili çaldı. Çalışma odaları denebilecek iki odanın girişindeki küçük holde genç arkadaşlar vardı; ya yarenlik ediyorlar ya da o günkü gazetelerden işaretlenmiş kupürleri keserek arşivliyorlardı, O zamanlar bu iş böyle yapılırdı.. Onlardan biri açtı kapıyı.

Bir kadın sesi işittim. “Merhaba, ben Adalet Ağaoğlu. Mesut Odman’la görüşebilir miyim?” diyordu. Hemen kalkıp seğirttim kapıya doğru.

Annem yaşlarında, ufak tefek, sevimli bir kadın. Sanki biraz tedirgin, bir şeyden çekiniyor.

“Buyrun,” demiştim, “buyrun benim, girsenize.” Elimi de uzatmışımdır herhalde, tokalaşmak için. 

İki çalışma odasından birine geçmiştik. Bir iki küçük  masa vardı. Üstü fazla kalabalık olmayana buyur etmiştim. Çocuklar yeni çay demlemişlerdi. Birer bardak getirip bıraktılar masanın üstüne.

Aslında, bu saatlerde burada olmam, işyerime dönmüş olurum. Bugün biraz uzadı buradaki işler. Ne güzel rastlantı! Demek sizinle tanışacakmışım.

Bunlara benzer sözler söylemişimdir kesinlikle. Tam hatırlamıyorum.

Adalet Hanım’ın ikinci romanı Fikrimin İnce Gülü yeni yayımlanmış, ben de onunla ilgili bir yazı yazmıştım derginin son sayısında. Haftalık olduğuna göre, anlaşılan, yazının yayımlanışından sadece birkaç gün sonra kalkıp gelmişti.

Beni çok genç bularak şaşırmış mıydı, yoksa belleğim mi öyle kaydetmiş? O günden beri hep böyle hatırlarım çünkü. Bunu açıkça söylemişti belki de. Hemen ilk cümleleri arasında ya da konuşmamız başladıktan üç beş dakika sonra. Bunların herhangi biri olabilir. Emin değilim.

Romanıyla ilgili bir eleştiri yazısının esas olarak siyasi dergi niteliğindeki bir yayında yer alması onu ilgilendirmiş, sanırım biraz da şaşırtmıştı. O yazıyı yazanla tanışmak, bazı itirazlarını dile getirmek istemişti. Ancak, benim gitme zamanımın gelmiş olması, söyleşiyi derinleştirme imkânı vermiyordu. Yeniden buluşup konuşmak üzere ayrıldık.

Yeniden buluşup konuşmalarımız bir süre Adalet Hanım’ın Kavaklıdere’de, İlbank kooperatifindeki evinde devam etti. Çok nazik bir ev sahibesiydi. Kendi eliyle yaptığı lezzetli keklerden, kurabiyelerden ikram ederdi. Eşi Halim Bey bazen erken gelir, ancak bizi rahatsız etmemek kaygısıyla bir merhabadan sonra odasına çekilirdi. Mühendisti Halim Bey. Epeyce karayolculuk yaptıktan sonra, Planlama’da ulaştırma sektör uzmanı olmuştu. Bizim Yalçın Hoca ile tanışıklığı da oradan geliyordu hatırladığım kadarıyla.

Adalet Hanım ile o söyleşilerimizde en çok Gabriel Garcia Marquez üzerine konuştuğumuz aklımda kalmış. Marquez’in romanları o sıralarda art arda dilimize çevrilip yayımlanıyordu. Kolombiyalının ustalığı bir yana, çok farklı bir yazar olduğu konusunda düşüncelerimiz benzeşiyordu.

Sonraki günler onun hızla politikleştiğini izledik, diyebilirim. Sözgelimi, 1973’te Şili’deki ABD destekli faşist darbenin zulmünden kurtulabilmiş devrimci müzik gruplarının Avrupa’ya, o arada Türkiye’ye gelerek gerçekleştirdikleri konserlerde katkılarda bulundu. Türkiye İşçi Partisi tarafından düzenlenen, siyasal yanı ağırlıklı etkinliklerdi bunlar.

O sıralarda yeni başlamış ve 1976 ile 1978 yılları arasındaki “karşı plan” çalışmamızın kültür ve sanat alanıyla ilgili toplantılara, tartışmalara da katıldı. Yazıktır, o çalışmanın raporunun plan kitabında yer almasını sağlayamadık. Bu durum, kuşkusuz onunla ilgili değildi; o çalışmanın sorumluları olarak kendimiz içindir bu yazıklanma. 

Basımı 1979 yılında gerçekleştiğine göre, o dönemde, Bir Düğün Gecesi adlı romanını da yazıyor olmalıydı. Bence iyi bir roman olan bu kitap konusunda aynı yılın Ekim ayında çıkardığımız Sosyalist İktidar dergimizin ilk sayısında övgü dolu bir yazı yazmıştım. Bizim Yalçın Hoca’ya sorulursa, o Ölmeye Yatmak’tan yana oyunu kullanmıştır hep.  Bense ikisinin de çok iyi romanlar olduğunu düşünmüşümdür. 

Seksenlerin ortalarına doğru Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşti Adalet Hanım. O arada,  gülünç mü demeli acıklı mı, şöyle bir olay da geldi başına: Fikrimin İnce Gülü’nün dördüncü basımını toplattı 12 Eylül paşaları. Askerliğin şerefini, namusunu aşağılama benzeri bir gerekçeyle yargılandı. Aklanması birkaç yıl kadar sürdüydü.

Sonraki yıllarda, sağlığı bozulmaya başlamıştı. Bunda doksanların ortasında geçirdiği ağır trafik kazasının da etkisi olmuştur mutlaka. İstanbul’da kıyıda yürürken bir otomobil çarpıp onu denize yuvarlamış; iki yıl kadar hastanede yatmak zorunda bırakmıştı.

Onunla en son, İstanbullu olduktan sonraki bir zamanda, Ankara’da yakın arkadaşı olan bir kitapçıdaki imza gününde karşılaşmıştık. Uzamış imza kuyruğunun sonuna eklenerek sıramın gelmesini beklemiş, önümdeki okurun kitabını imzaladıktan sonra “sizin adınızı ne yazayım…” diye başını kaldırdığında beni görüp tanımıştı. Çok sevindiği belliydi. Ama hemen dönmek zorunda olduğundan akşam için bir buluşma ayarlayamamıştık. 

Bu son görüşmemiz oldu.

Ben hep Adalet Hanım dedim; o bana hiç bey demedi, adımla seslendi. Ne öyle abla muhabbeti vardı aramızda, ne canım şekerim cıvıklığı. Saygılı bir uzaklık, ama resmiyetin soğukluğuna izin vermeyen bir içtenlik…

Sözgelimi, devrimci argo denebilecek bir deyişi kullanmama izin verilirse, ben hiç “ajite çekme”ye yeltenmedim. O da ne yetersiz olduğu konuları gizlemeye kalkıştı, ne de herhangi bir bilgiçlik gösterisine girişti. Birbirimizi tanımaya, tanıdıkça dost olmaya, dost oldukça bir büyük yürüyüşte ortaklaşmanın yollarını bulmaya çalışan iki insandık.

Bizim kapımızı  çaldığı gündeki Adalet Hanım var şimdi aklımda. Hep öyle kalsın. Ne yazık, yürüyüşümüz içinde tutamadık. Yazarlığında nasıl sürekli bir arayış içindeyse, büyük ve ortak bir yürüyüşün parçası olmayı da arıyordu. Ortaklaşmayı süreklileştiremeyince, sadece o değil biz de bunu beceremeyince, kurda kuşa yem oldu demeye dilim varmıyor ama, zaman zaman oralara kadar ulaşabildi savrulmaları. 

Diyeceğim, bizim de kabahatimiz vardır. Biz derken, kendi sorumluluğumu temize çekmemekle birlikte, tek tek kişilerden ya da onlardan oluşan bir toplamdan çok, bir kolektiften beklenmesi gereken örgütlülüğü anlatmak istiyorum.

Her ne kabahat işlediysek de onun romanları, öyküleri, oyunları edebiyatımızın kazanımları arasında olmaya devam edecek.

Bir de, bir de, benim umarsız belleğimin sağlam bir köşesinde, sesinin titremesini önleme çabası pek işe yaramayan, “Merhaba, ben Adalet Ağaoğlu” diyerek çat kapı yürüyüşe gelmiş bir kadının görüntüsü…

Mesut Odman / SOL

'Yeni Faşizm' - Korkut Boratav / SOL

ABD’de, İngiltere’de büyük sermaye, küreselleşmenin bazı öğelerini frenlemeye rıza gösterdi. Yeni faşist iktidarlar, egemen sınıfların küreselleşmeci ve korumacı kanatları arasında (belki de geçici) bir ittifaka dayandı.


Dünyamızın ve Türkiye’nin bugünkü durumunu kavramamızda “neo-faşizm”in önemli bir yer taşıdığını düşünüyorum. Tarihsel faşizmlerin bazı özelliklerini taşıyan dönüşümlerin bir habercisi…

Bu tespitim, (“neo-faşizm” terimini kullanmadan) Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2015) başlıklı kitapta yer alıyordu. 2015 sonrasında çeşitli yazılarımda da Türkiye ve dünyadaki kimi gelişmeleri  doğrudan doğruya “neo-faşizm” olarak nitelendirdim.

Değerli meslektaşım, arkadaşım Ergin Yıldızoğlu, kavramı Türkçeleştirmiş ve son kitabının başlığına koymuş: Yeni Faşizm (Cumhuriyet Kitapları, Mayıs 2020).

Kitabı kısaca gözden geçireceğim.

'Nazi üniforması giymeyen' faşizm…

Ergin Yıldızoğlu kitabını, Umberto Eco’dan bir alıntı ile başlatıyor: “21’nci yüzyılın en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.”

Eco’nun uyarısını Yıldızoğlu kabul ediyor ve günümüzde yaygınlaşan faşist dönüşümleri yeni faşizm olarak adlandırıyor. Kitabın başında ABD’den Filipinler’e uzanan geniş bir coğrafyada bu olgunun gözlendiği çok sayıda ülkeyi sıralıyor. Arada İngiltere, Polonya, Türkiye ve Hindistan’ın yer aldığına dikkat ediyoruz.

Bu sıralama sonrasında, “ilk” (saf) ve “yeni” faşizmleri temsil eden beş ülke incelenecektir. Yıldızoğlu elbette İtalya ve Almanya ile başlayacaktır. Mussolini ve Hitler’in yönettiği rejimlerin uygulamada çok önemli farklar içerdiği  de açıklanacaktır.

Kitapta incelenen “yeni faşizm” örnekleri ise üçtür: ABD, Brezilya ve Macaristan. Bu üç örnek, liderleri ile adlandırılmış: Trump, Bolsonaro  ve Orban…  Yıldızoğlu bu tercihi ile,   “yeni faşizm”in teşhisinde liderlerin ideolojik kimliklerine önem verdiğini gösteriyor.

Bu nedenle de, uygulamada büyük farklılıklar içeren faşizmin, ideolojik olarak açıklanması gerekiyor. Yıldızoğlu bunu, Umberto Eco’nun, İtalyan faşizminden türettiği; ancak çağdaş çeşitlemeleri de içeren uzun bir “özellikler listesi”ni benimseyerek yapıyor (ss.59-60).

Eski ve yeni faşizmleri temsil eden beş ülke örneği gösteriyor ki, siyasal program ve kurumsal yapı bakımından bir genelleme güçtür; bir  “faşist model” inşa edilemez. Faşizm ideolojik olarak “hortlamakta” ve çağdaş siyasete yansımaktadır. Bunları somut olarak, ortaya çıkardığı dönüşümlere mercek tutarak   incelemek, eleştirmek gerekecektir.  

Yıldızoğlu bu tespiti yaptığı için “yeni faşizmi”, Alman nazizmi, İtalyan faşizmi ile yapay paralellikler arayarak tespit etme yükünden kurtuluyor. Örneğin Türkiye faşizmini eleştirme alanını böylece genişletiyor.

Popülizm mi? Faşizm mi?

Batı’da yeni faşizm, liberal düşünürlerin, küreselleşmeci burjuvazinin eleştirileriyle karşılaştı. Ancak, bu eleştiriler, doğrudan “faşizm” suçlaması ile değil, “popülizm” terimi kullanılarak yapılmaktadır.  Üstelik, emekçi sınıfların çıkarları açısından neoliberalizme karşı çıkan “sol”  muhalefetle birleştirilerek… Örneğin, Brezilya’da sınıf mücadelelerinin karşı saflarında yer alan faşist Bolsonaro ile solcu Lula, popülizmin “sağ” ve “sol” kanatlarını temsil eder.

Bu terminolojinin ardında, bence, yeni faşizme saygınlık kazandırma, meşrulaştırma çabası yatıyor. Kapitalizmin özü ile kavgalı olmayan faşistlerin iktidara yaklaştığı dönemeçlerde, büyük sermaye onlarla işbirliği seçeneğini açık tutmalıdır. Burjuva medyasının, faşistleri “popülist” olarak nitelemesi, bu işbirliğini kolaylaştırmaktadır. ABD’de Trump’a, İngiltere’de Johnson’a iktidar kapısı aralayan  bu tür ittifak örneklerini  bu köşede vurguladım.

Yıldızoğlu arkadaşımız İngiltere’de yaşıyor. Johnson’un iktidara gelmesini bu açıdan (ne yazık ki) incelemiyor. Ama, yeni faşizmin özelliklerini sayıyor. Bunların “popülizm”  olarak nitelenmesini benzer gerekçelerle reddederek düğümü kesiyor: “[Bugünlerde] şekillenen baskı türünün aldığı (popülizm, otoriterlik, ulusalcılık, güçlü adam rejimi,  illiberal demokrasi gibi) isimleri biliyoruz; o isimlerden en uğursuz, acımasız  olanı,  faşizmi [seçiyoruz]” (ss.17-19).

“Yeni faşizm”  kavramını yeğlemesi, liberal çerçeveyi aşan sol bir eleştiriyi güçlendirdiği için doğrudur. Örneğin AKP iktidarını, CHP gibi “tek adam rejimi, anti-demokratik, otoriter” yaftalarıyla kınamak zayıf kalmaktadır.  Yaşadığımız dönüşümün “faşist” niteliğini, “İslamcı” özelliği ile birlikte  teşhis, etkili bir eleştirinin ilk adımıdır.  Yıldızoğlu da bu eleştiriye ve tespite katılıyor (s.85, 109).

Yeni faşizmi yükselten güç: Entelijensiya…

Ergin Yıldızoğlu “eski” ve “yeni” faşizmlerin ortak bir özelliğinin “sivil” kökenli olmalarında görüyor. Askeri darbelerle değil, temsilî demokrasinin araçlarını kullanarak iktidara ulaşırlar (s.48).  Güçlü seçmen desteği gerekir. Bu da, emekçi ve orta sınıf saflarında etkili örgütlenmelerle gerçekleşir. Bu örgütler bazen “milis-tipi” vurucu güçler içerebilir.

Diğer merkez/sağ partilerden kritik farklılık iktidar sonrasında ortaya çıkar. “Millî iradenin tecellisi”ni  kalıcı  kılma gündeme gelir. Yürütme erkini kısıtlayan tüm anayasal, kurumsal engelleri aşma çabaları öne çıkar. İdeolojik hegemonyayı topluma yerleştirme mücadelesi ile birlikte “süreç olarak faşizm” başlar (s.86-87). İktidarı değiştirme yöntem ve seçenekleri yok olduğu anda faşizme geçiş tamamlanmış olacaktır.

Yıldızoğlu “süreç olarak faşizmin” sınıf haritasına değiniyor. Ama belirleyici dinamiği bu haritada değil “entelijensiya” diye adlandırılan “toplumsal kategoride”  tespit ediyor. Çarlık Rusyası’nın muhalefet akımlarından kaynaklanan bu kavramı ilk kullandığında İngilizce “intellectual” (“aydın”) sözcüğüne referans veriyor; ama “aydın anlamında değil;  bağlamlar-arası bilgi üreten kişi” olarak tanımlıyor. “Sanatçı, din adamı, filozof hatta polis bile olabilir” (s.27).  

Bir “kafa emekçisi”, ama biraz ötesi… Üstelik, rejim değiştirecek bir gücü var: “Kapitalizme sadık bir entelijensiya, milliyetçilik, ırkçılık, dinci bağnazlık gibi ideolojik-kültürel biçimlerle öfkeli kitlelerin enerjisini birleştirebiliyor ve bu bileşimden… iktidar yaratabiliyor” (s.108). Burada sözü geçen iktidar, “yeni faşizm” sürecinin   tamamlanmış hali olacaktır.

Yeni faşizmin sınıf dinamikleri

Yıldızoğlu’nun bu üstyapı çözümlemesi, bence, “yeni faşizm”in temel nedenini, dinamiklerini açıklayamaz. “Öfkeli kitleler” tespitinden hareket eden aşağıdaki sınıfsal açıklamayı yeğliyorum:   

Yeni faşizmin kaynağında kırk yıl önce başlatılan sermayenin sınırsız tahakkümünü tüm dünyaya yerleştirme tasarımına emekçi sınıfların (Yıldızoğlu’nun da değindiği) “öfkeli” tepkileri yatmaktadır. “Neoliberalizm” bu tasarımın adıdır.

Neoliberalizmin ilk yirmi yılı, emekçi sınıflar  tarafından “başka seçenek yok” sloganının etkisi altında sineye çekildi. Ağır sonuçlar, yeni yüzyıl başlarken direnme dalgalarını tetikledi. İlk sonuçlar, Latin Amerika’da neoliberalizmin bölüşüm sonuçlarını hafifleten, kısmen tersine döndüren sol iktidarların yaygınlaşması oldu. Yıldızoğlu’nun da vurguladığı 2008 krizi (s.84) sermayenin tahakkümüne karşı yeni bir halk muhalefeti dalgasını ABD’de, AB’nin zayıf halkalarında başlattı. 2011’de Tunus, Mısır halkları ayaklandı.

İsyankâr halk muhalefetine karşı sermayenin tahakkümünü hafifletecek ödünler vererek uzlaşma seçeneği gündemdeydi. Batı’nın egemen sınıfları, “Altın Çağ” benzeri, sınıflar-arası yeni bir “toplumsal sözleşme”ye geçme fırsatını kolektif olarak reddetti. “Güney” coğrafyasının direnme odakları, emperyalizmin geleneksel yöntemleriyle; sivil, açık darbelerle, şiddetle, kan dökerek yok edildi.

Bu yöntemlerin imkansız olduğu toplumlarda ise, emekçi sınıfların tepkileri, her toplumda farklı biçimlerde var olan “milliyetçi, ırkçı, dinci” bağnazlıklarla beslenen “yeni faşist” akımlara yönlendirildi. Yeni faşizm, böylece, halk muhalefetinin sınıfsal tepkilerini etkisizleştirdi; bu anlamda eski faşizmin işlevini üstlendi.

ABD’de, İngiltere’de büyük sermaye, küreselleşmenin bazı öğelerini frenlemeye rıza gösterdi. Yeni faşist iktidarlar, egemen sınıfların küreselleşmeci ve korumacı kanatları arasında (belki de geçici) bir ittifaka dayandı.  Sermayenin sınırsız tahakkümünü reddeden sol seçenekler etkisiz kılındı; öfkeli kalabalıklar faşizmin seçmen tabanını oluşturdu.

Yeni faşizm, bence, sınıf haritasındaki bu dönüşümlerin sonucudur.

***

Ergin Yıldızoğlu arkadaşımız, günümüzde dünyanın, Türkiye’nin hazin manzarasına Yeni Faşizm kitabı ile ışık tutmuş. Verimli tartışmalara yol açacağını umuyorum.

Eline sağlık.

Korkut Boratav / SOL

Zeytinimiz, Denizimiz, Doğadaki Ayak İzimiz - Betül Kanbolat / BİRGÜN

Yedi milyar insan yaklaşık 100 bin kuş, 25 bin balık, 400 bin bitki türüyle, monotremlerden yumuşakçalara milyarlarca canlı ile birlikte dünyamız üzerinde yaşıyoruz. Doğal döngünün uslanmaz unsuruyuz. İştahlı bir keyfiyetle gezegenimizin kaynaklarını tüketiyoruz. Diğer canlılarla aramıza perde çekip tabiatın tinsel ışığını kesmeyi seviyoruz. Thales’ten bu yana düşüncemizin temel meselesi doğayken dijital çağda soruna bakışımız oldukça karışmış görünüyor.

Dünya limit aşım günü adı verilen hüzünlü tarih takvimdeki yerini her yıl bir öncekinden daha da erken alıyor. 90’lı yılların sonunda Eylül ayına denk düşerken 2019 yılında Küresel Ayak İzi Ağı tarafından 2 Ağustos olarak açıklandı. Çocuklarımızın geleceğinden ödünç alarak yaşıyoruz. Bir dünyamız var fakat 1,7 dünyamız varmış gibi kaynak tüketiyoruz. Doğa üzerinde oluşturduğumuz baskı, küresel ayak izimiz, masallardaki devleri kıskandıracak ölçüde büyük. Üzerinde yaşadığımız toprak Göbeklitepe’nin keşfiyle tarihe bambaşka bir bakış armağan etmiş olan görkemli bir coğrafya. Sınırlarımızı biraz daha genişletip bakınca savaşlar, bilinçsizlik ve rant nedeniyle zeytinini, tahılını, su havzalarını, tohumunu kaybetmiş bir Mezopotamya çıkıyor karşımıza. Üç kıtayı birleştiren, kıyısındaki halkları zenginleştiren Akdeniz’in kirlilik tehlikesi altında olduğunu görüyoruz.

Anadolu efsanelerine konu olan Gökpınar, sosyal medya dekoru olarak kullanılan Salda rant ağına düşmüş. Ege kıyılarının zeytinlikleri, türünün Ortadoğu’daki kaderini yaşamak istemiyor. Gülpınar, Kirazlı halkları savunmada, destek arıyor. Kuzey Ormanları muhafaza ormanı ilan edilmeyi bekliyor. Endemik bitkileri ve arı popülasyonu gün geçtikçe azalıyor. Pandemi, ihtiyaca bağlı tüketim eğilimlerimizi olumlu yönde değiştirmek şöyle dursun hijyen kaygısıyla işlenmiş orman ürünlerini daha hoyrat bir şekilde tüketmemize neden oldu! Ömrü sınırlı olan gıdalar stoklandı. Tüketilemeden, sapı, kökü, çekirdeği toprağa karışamadan şehir çöplüklerine atıldılar. Poşet, ambalaj kağıdı gibi günlük atıklarımızın arasına koruyucu maskeler de katıldı.

Tasarruf ve geri kazanım çabası içinde olmak artık çok daha elzem. Dünyamıza karşı kendi iyilik hareketimizi nasıl başlatabiliriz? Bugünkü seçimlerimi tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmemize yardımcı olabilecek, coğrafyamızın güzelliğini bizlere yeniden hatırlatacak kitaplar arasından yapmak istedim. Hatırlayalım ki toprağımızı, suyumuzu, havamızı koruyabilelim, doğadaki ayak izimiz bir serçeninki kadar küçük ve narin olabilsin!


GERİ KAZANIM ATÖLYESİ. 

VKV Okulları’nın öğrencileriyle buluştuğum bir kitap okuma etkinliğinde Aileden Okula Eğitim Platformu kurucularından olan Bilge Öğretmen ile tanışmıştım. Bilge Öğretmen ‘Sıfır Atıkla Yaşa’ sloganıyla cam, plastik ve kağıdın geri dönüşümüne dikkat çeken dört kitap kaleme aldı. Bunlardan biri olan Geri Kazanım Atölyesi çocuklara, materyallerin geri dönüşüme gitmeden önce yeniden kullanılıp kullanılamayacağını soruyor. Soruyla birlikte Öykü harekete geçiyor. Kardeşiyle eski eşyaları topluyor ve yeniden kullanım için neler yapabileceklerini düşünüyor. Kitabın görselleri artık materyaller kullanılarak hazırlanmış. Plastik Bardak’ın hikâyesi plastik kolajlarla, Yeşil Şişe’ninki cam parçalarıyla resmedilmiş. Kitapta teneke kutular, botlar, kavanozlar yaratıcılıkla farklı eşyalara dönüşüyor. Peki eski battaniye ve çarşaflar ne şekilde değerlendiriliyor? İhtiyacın canlıdan canlıya değiştiği dünyada kitabı okuyan minikleri anlamlı bir son bekliyor! Çocuklarınıza süper kahraman olmadan da dünyayı kurtarabileceklerini göstermek ister misiniz?


ZEYTİNE GÜZELLEME’de bitkinin simyası Ayla Çınaroğlu’nun tatlı diliyle sözcüklere bürünüyor. Zeytin dışında turunç, incir, elma ve orman için ayrı güzellemeleri olan yazar, kitapta yaşlı bir ninenin ağzından torununa zeytini anlatıyor. Binlerce yıl ötesinden başlayan anlatı zeytini yakından tanıtıyor. Tanımanın verdiği güvenle ona duyduğumuz saygı güçleniyor. Zeytinin yeryüzündeki ilk tohumu, göksel kitaplardaki yeri, güvercinin gagasındaki zeytin dalının anlamı, diğer ağaçların zeytine teklif ettikleri unvan ve daha pek çok simgesel anlam güzellemenin içinde yer alıyor. Kitaptaki saldırgan karaçalı neyi ifade ediyor? Topaz, kehribar, akik gibi değerli taşlar ne şekilde karşımıza çıkıyor? Zeytinin sınıf ayrımı yapmaksızın insanlara olan yakınlığını hissedeceksiniz. Mustafa Delioğlu’nun, zamanın derinliğinden süzmüşçesine kitaba aktardığı desenlerini zevkle inceleyebilir, Ra ve Athena’dan günümüze uzanarak “yoksul toprakların varsıl ağacı”nı kalemiyle onurlandıran yazara teşekkür edebilirsiniz.


AKDENİZ SULARINI ALIR GİDERSE ne olur? Kitabı 2015’te çocuklarıma Ege’de okumuştum. Denizden yeni çıkmış, yorgun ama keyifliydiler. Deniz kadar berrak olan keyifleri yaşam boyu sürebilecek miydi? Bunun biraz da denize karşı tutumlarına bağlı olduğunu anlatarak kitabı okumaya başlamıştım. Doğru zamanlamaydı. Yalnız onlar değil çevremdeki diğer çocuklar da dikkat kesilmişlerdi. Kitap geçmişte Akdeniz’i bir anneymiş gibi seven, küçük bir çocuğu korur gibi koruyan insanların zaman içinde ona karşı sorumluluklarını kaybetmelerini anlatarak başlıyor. Akdeniz’in canlılığı azalıyor. Üzgün deniz, Okyanus’a içini döküyor, aldığı karardan bahsediyor. Akdeniz’i dinleyen Okyanus, kararın yaratacağı zorlukların farkında. Akdeniz’e, sonucu çok riskli olabilecek bir tavsiyede bulunuyor. Tavsiyeye uyan Akdeniz’e kimler yardımcı oluyor? Akdeniz kendisine kıyısı olan ülkelerin halklarına sitem dolu bir şiir bırakarak bulunduğu yerden ayrılıyor. İnsanlar “Nereye gitti uygarlığımız, nefesimiz” diyerek yakarıyorlar. Akdeniz bu yakarışı duyup geri dönecek mi? Kitabın sonunda Akdeniz’in karşı karşıya olduğu tehlikeler sıralanmış. Çevre gönüllüsü olmak isteyenlere yol gösterilmiş. Çöplerin doğadaki yaşam süreleri ve nesli tükenmekte olan Akdeniz canlıları ile ilgili oyunlara yer verilmiş. Etkinlik içeriği Vasiliki Nika’ya ait. İnsanlar çabuk üzülür, çabuk söz verir, çabuk unutur! Bu öyküyü, çabuk merak eden, çabucak yardım eli uzatan, kolay kolay da unutmayan çocuklar okur ise Akdeniz gülümser, geleceği kurtulur!


Sisin Sakladıkları adlı romanında yazar “Günaydın demenin zamanı olmaz, eğer bir uyanış içindeysen günün hangi saati olursa olsun gün, aydın demektir” der. Bu yıl, bu ay, bugün, tam da bu an uyanmak için ne de uygun! “Dünyada bir yer kaplıyorsak faydalı bir şeyler yapalım” değil mi ama? Herkese GÜNAYDIN!

Betül Kanbolat / BİRGÜN


15 Temmuz: Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın? - Barış İnce / BİRGÜN

Sağda solda millete ahkâm kesen AKP’li kardeşim! Sen kimi kandırıyorsun?

Türkiye’de İslamcılığın bir kolu olan Fethullahçılar, ABD destekli yürütülen İslamizasyon politikaları çerçevesinde serpilip geliştirilmedi mi? 

Komünizmle mücadele derneklerinden, Kanlı Pazar’a ülkenin ilerici, devrimci birikimine saldırı unsuru olarak tüm İslamcılar birlikte görev almadınız mı?

12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra Özal’ın Suudi sermayesini de cezbeden piyasacı anlayışı ile semirmediniz mi? 

Sosyal devlet adım adım yıkılırken her tarikatın bir holdingi, sendikası, patron derneği, dershanesi, hastanesi yok muydu? 

Kimi zaman gladyo tarafından önünüz açılarak, kimi zaman hileyle yargıda, askeriyede, polis teşkilatında teşkilatlanmadınız mı?

Gülenciler altın çağlarını 28 Şubat sonrası “ılımlı İslamcı” bir pozisyona geçen Gül-Erdoğan ekibi ile ortaklaşarak yaşamadı mı? 

2002 sonrası kadrolarını AKP’nin hizmetine sunduklarında, bu ‘hizmetlerinin’ karşılığında ne istedilerse almadılar mı?

Yeni rejim inşasının önünü açmak için emniyet ve yargıdaki Gülenci çete üyeleri kullanılmadı mı? 

Ergenekon ve Balyoz davalarında bir çuval açarak insanları içeri tıkmadınız mı? 

Hep birlikte 2010 Referandumu’nu memleketin önüne getirmediniz mi? 

HSYK’nin yapısını değiştirmediniz mi? 

Erdoğan’ın “alnı secdeye değen” isimleri YAŞ Kararları ile Genelkurmay’a seçmesiyle birlikte o alandaki en güçlü cemaat olan Gülenciler kilit noktalara gelmedi mi?

AKP’de cemaatler arası vekillik, bakanlık pazarlıkları gözümüzün önünde yaşanmadı mı? 

2011 yılındaki seçimlerde Gülencilerin çok vekil istemesi yüzünden tartışmadınız mı? 

2012 yılında MİT krizi olarak da bilinen süreçte, “istihbarata kim sahip olacak” çatışmasına girmediniz mi? 

Bu çatışma sürerken gazetelerinizde “aman nifak”, “aman tadımız kaçmasın” diye yazmadınız mı? 

Tarikat-cemaat koalisyonunuz bozulmasın diye arabulucular devreye girmedi mi?

Gezi İsyanı ile halk dinci rejime karşı tepkisini gösterirken, Erdoğan’ın ve partisinin bu isyanla sarsıldığını gören Gülenciler, ellerindeki polis ve istihbarat gücüyle 17-25 Aralık hamlesini başlattığında “kim kazanacak” diye sinip beklemediniz mi? 

Yolsuzluğa ve rüşvete batmış hükümetin tüm ilişkileri, eski ortaklarınız tarafından ortalığa saçılmadı mı?

Yıllar boyunca askeriyede teşkilatlanmış olan gerici, Amerikancı FETÖ, ABD istihbaratının da bilgisi dahilinde 15 Temmuz 2016’da bir darbe kalkışması gerçekleştirerek iktidarı Erdoğan’dan almak istedi. Bu ihanet şebekesi ülkenin başına çorap öremedi de sonrası çok mu güzeldi? 

Darbe kalkışması başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra Erdoğan, ülkeyi istediği gibi yönetebileceği bir ortama kavuşarak OHAL/KHK rejimini inşa etmedi mi?

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası tarikat-cemaat örgütlenmeleriyle hesaplaştınız mı? 

Gülencilerden kalan ganimetleri pazarlıkla paylaşmadınız mı? 

Bakanlıklardan boşalan yerler için hepiniz el ovuşturmadınız mı? 

Sağlıkta, yargıda yeni tarikat kadrolaşmaları kamuoyunun gözleri önünde yaşanmadı mı?

Peki sen! Sağda solda millete ahkâm kesen yandaş yorumcu kardeşim! FETÖ’cülerle aranız iktidar paylaşımı yüzünden bozulmasa, devlet içindeki kadroları eski gücünde olsa, o sümüklünün mendiline yüz sürmeye Pensilvanya’ya koşmaz mısın?

El ayak koklamaz mısın?

En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun. Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın?

Barış İnce / BİRGÜN

‘Eski Muhafız’- (ya da bu kez farklı bir şey) - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Mad Max’tan bu yana Charlize Theron’un aksiyon filmlerini kaçırmam. NETFLIX’in yeni filmi Eski Muhafız (Old Guard) da beni düş kırıklığına uğratmadı; iki açıdan da düşündürdü.


Birincisi film, kültürel alanlardaki özgürleşmelerin, eğer kapitalizmin uzlaşmaz bir eleştirisine dayanmıyorlarsa, kültür endüstrisinin “kâr makinesi” için yakıt olmaktan kurtulamayacaklarını bir kez daha kanıtlıyor. İkincisi, filmi jeopolitiğe ilişkin bir alegori olarak okumak olanaklı.

Herkes var, lider beyaz

Filmse yeni bir üyenin katılımıyla sayıları beşe yükselen bir ölümsüz “kahramanlar” timi “kötülükle” (neyin kötü neyin iyi olduğunu da tam olarak kestiremeden) savaşıyor. Ancak bunlar süper kahramanlar değil. Savaşırken sık sık ölüyorlar, acı duyuyorlar ama hemen canlanıyorlar. Bunlar, tekrarlanan acıların ve ölümlerin yanı sıra, her an ölümsüzlüklerini kaybetmenin gölgesinde, liderleri Andromeke’nin (erkeklerle savaşan demek) durumundaysa artık ölümü arzulayarak yaşayan trajik karakterler.

Andromeke’nin tarihi Truvalı Hektor’un karısı olduğu zamanlara kadar gidiyor. Joe ve Nicky, Haçlı seferlerinde karşılaşmışlar, uzun süre savaştıktan sonra birbirlerine büyük bir aşkla bağlanmışlar. Booker ise Napolyon Savaşlarından bu yana ölümsüz, ama kanserden ölen oğlunun ölümünü, hiçbir şey yapamadan seyretmiş olmanın yükünden asla kurtulamıyor. Bu ekibe, Afganistan’da ölüp canlandıktan sonra katılan ABD komandosu, siyah genç kadın Nile, ölümsüz olmanın ve ailesinden kopmanın şokunu yaşıyor.

Andy (Andromeke), yüzyıllarca yalnız yaşadıktan sonra, bulduğu ilk yoldaşı Quynh’i, Cadı Avı yobazlarına kaybetmiş. Kilise, bu kadın savaşçıları öldüremeyince Quynh’i, yüzü açık bir demir tabutun içine kilitleyip okyanusa atmışlar. Quynh, 500 yıldır okyanusun dibinde biteviye boğularak ölmenin, canlanmanın, yeniden ölmenin azabını çekiyor.

Filmde, Batı uygarlığının başından beri kötülükle (erkeklerle) savaşan bir kadın, iki eşcinsel sevgili, bir siyah genç kız var. Böylece film, feminizm, LGBTİ, “siyah yaşamlar değerlidir” alanlarını kapsıyor. Ancak yazar, liderliği, en deneyimli olma ayrıcalığını beyaz kahraman Andromeke’ye veriyor.

Film, günümüz popülizmini de unutmamış. Bu ölümsüzlerin bedenlerini, yeni ilaçlar için hammadde olarak kullanmayı planlayan bir büyük ilaç şirketinin psikopat CEO’su kötülüğü temsil ediyor. Bu kargaşa içinde yönünü kaybetmiş bir emekli CIA görevlisine, filmin sonunda ölümsüzler timine “iyi hedefler” bulmak ve sonra onların izlerini silmek görevi veriliyor. Çünkü “iyi” zor bir kavram ve Nile’in kabullenemediği gibi bu “iyilikler” sırasında çok fazla insan ölüyor.

Andy, Nile, Quynh

Film, bize Andy’nin, tek tek insanların yaşamı açısından maliyeti oldukça yüksek eylemlerinin aslında, tarihte yaptığı iyiliklerle, insanlık adına çok önemli gelişmelerin önünü açmış olduğunu söylüyor. Kapitalist uygarlık gibi adeta: O kadar savaş, kölecilik, sömürgecilik, emperyalizm, atom bombası filan ama bu arada, liberal demokrasi, bilim, teknolojik ve kültürel ilerleme...

Ancak Andy artık yorgundur, yaraları yavaş kapanıyor, ölümsüzlüğünü kaybediyor. Tam bu noktada Nile devreye giriyor, iyilik yaparken akıtılan kanlardan rahatsız ama ekibin işlevini de giderek kavrıyor; Andy ile arasındaki usta-çırak ilişkisi, belli ki onu grubun liderliğine hazırlıyor.

Batı uygarlığının yükseldiği yıllarda denize gömülen Quynh, önemli bir karakter. Birincisi, çizgi romanda adı Noriko’ydu (Japon). Film için Quynh (Vietnam’da bir komünist ayaklanmanın adı) olarak değiştirilmiş. Quynh’un 500 yıllık denizde eziyet çektikten sonra canlanması, adının komünizme gönderme yapması, filmin son karesinde, Fransız asıllı Booker’in evinde, serinin kötü karakteri olmak üzere ortaya çıkması ilginç. Bir dönem ABD’nin hegemonya rakibi olarak görülen Japonya’nın yerini Çin aldı. Quynh’un, Çinli olması gerekirdi. Sanırım Çin pazarı göz önüne alınarak Vietnamlı yapılmış.

Yaptığı iyiliklerden, uygarlaştırıcı görevinden yorulmuş yaralı bir beyaz ABD’de, yükü omuzlayacak yeni kuşağın çokkültürlü duyarlılıklarına uygun Nile, 500 yıl sonra geri dönen Asyalı bir rakip. “İyi” hedefleri tanımlama, “eylemlerin” sonuçları gizlemek görevi de CIA’ya kalıyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

15 Temmuz’un ertesi günü okunacak yazı- Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Ağaçların arasından mütevazı bir anıt yükseliyor. Üzerinde 34 şehidin isminin yazdığı mermer, Malatya’da Akçadağ yakınlarında, yolunuzun pek de düşmeyeceği bir arazinin ortasında ziyaretçilerini bekliyor gibi. Konuşabilseler anlatacaklar, anıtların da insanlar gibi hikâyesi var.

Her şey planlandığı gibi gitseydi o gün, 34 kişi için de onları bekleyenler için de bambaşka olacaktı. Birkaç dakika, sadece birkaç dakika içinde yaşam ile ölüm arasındaki çizgiyi geçtiler.

16 Mayıs 2001 günü saat 12.50’de Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait CASA uçağı havalandı. Kalkıştan 25 dakika sonra, 13.15’te, kumanda arızası baş gösterdi. Uçağı kullanan Kara Pilot Yüzbaşı Yılmaz Tekgül, en yakındaki Malatya Erhaç Hava Üssü ile irtibat kurdu. Acil iniş izni istedi. 5 bin 600 metrede saatte 444 kilometre hızla uçuyorlardı. Havaalanına 3 kilometre kala uçak kontrolden çıktı. Sol kanadının üzerinde dönerek, dikine doğru düşüyordu. Akçadağ ilçesinin Gülyurdu ve Yağmurlu köyleri arasında tarlaların olduğu mevkidelerdi. İki evin üzerine doğru düşüyorlardı. Pilot Tekgül, son bir hamle yaptı, uzaklaşarak evde yaşayanların hayatını kurtardı. Ancak bu, uçaktakilerin kaderini değiştiremedi.

1 binbaşı, 3 yüzbaşı, 3 üsteğmen, 16 astsubay, 1 uzman çavuş, 10 er uçağın yere çarpmasıyla şehit oldu. Ölümden beteri var derler ya... Uçağın yakıt depoları tam doluydu. Kaza anında infilak etti. Üstüne uçakta bulunan askeri mühimmatlar da patladı.

9 tabuta sığan 34 can

Cehennem, ortaya çıkan görüntünün yanında sıradan bir hayal olabilir mi?

Olay yerine ilk olarak köylüler gitti. İsmail Ertaş gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor: “Her tarafta ceset parçaları ve çok sayıda parçalanmış silah vardı.” Dönemin Akçadağ Belediye Başkanı Haydar Karaaslan da “Geldiğimizde her şey bitmişti, et parçaları sağa sola yayılmıştı” dedi. Gördüğü manzara karşısında fenalaşanlar oldu.

Köylülerden sonra ilk gelenler şehitlerin Özel Kuvvetler’deki silah arkadaşlarıydı. “Bir umut” demişlerdi ama ortada kurtarılacak hiçbir şey yoktu. Ağaç dallarından arkadaşlarının parçalarını topladılar. 500 metrekare alana yayılan 34 insandan arta kalanlar 9 tabutu doldurabildi. Ankara’da yapılabildiği kadar birlikte ölüme giden bedenler birbirinden ayrıldı. 34 şehit tabutlarından çıkarılamadan ayrı ayrı toprağa verildi.

Son kez dünyaya baktıkları ıssız tarlanın sahibi Şeyho Ertaş, bu olayın unutulmaması için kanla sulanan araziyi bağışladı. Devlet imkânlarıyla kıt kanaat bir anıt dikildi. Her yıl kazanın yıldönümünde şehitlerin aileleri o anıtın başında buluşuyor. Az kişinin bildiği anıtın pek de başka ziyaretçisi yok.

Şehidin ağabeyinin son sözleri

Diyeceksiniz ki ateş düştüğü yerde kalmıştır.

Yok, “ne istediniz de vermedikçiler” o kadarla bırakmadı. Ne zaman bir CASA uçağı arızalansa kazanın hatırlanmasını kastetmiyorum. Mesele daha başka.

Kumpaslar döneminde kazanın hikâyesi iğdiş edildi durdu. Sorsanız şehitler konusunda çok hassaslar ya! Eski MİT’çi Mehmet Eymür’e uçaktaki askerlerin suikastlar düzenleyen ekip olduğu da söyletildi. Ergenekon’da TSK’ye karşı gizli tanık yapılan PKK yöneticisi Şemdin Sakık’ın ağzından uçakta Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın olduğu da anlattırıldı.

İşte şehidini bile sırtlan sürülerine boğduran yılların bir tanığı vardı: Düşen uçakta 29 yaşında şehit olan Çankırılı Üsteğmen Yılmaz Gülhan’ın ondan sadece iki yaş büyük ağabeyi Hasan Gülhan.

İki kardeş birlikte büyümüşlerdi. Biri asker öbürü polis olmuştu. Hasan Gülhan, her yıl ölüm yıldönümünde kaza yerine giderek andığı kardeşinin mirasını polis olarak taşıyordu. Son olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele (TEM) Daire Başkanı Turgut Aslan’ın korumalığını yapıyordu. 2 çocuğu vardı. Aslan’ın yönettiği şubenin FETÖ raporu, Turgut Aslan’ı 15 Temmuz’dan önce örgütün hedefi yapmıştı.

Gülhan, darbe gecesi, Aslan ile birlikte Ankara Atlı Spor Kulübü’nde akşam yemeğindeydi. Haberi alınca Jandarma Genel Komutanlığı’na olayları durdurmak için gittiler. Konuşup ikna etmek istiyorlardı. Önce içeri alınmadılar. Ancak içerdekiler Turgut Aslan’ın ismini duyunca “gelin” dediler. İçeri girdikten sonra silahlarına el kondu. Gözleri bağlandı. Bileklerine plastik kelepçe takıldı.  Aslan, “Yaptığınız yanlış, biz buraya konuşmaya geldik” diye uyardı ama nafile. Sabaha kadar bu şekilde bekletildiler. Darbe başarısız olunca sabah 05.59’da bulundukları salondan çıkarıldılar. “Saygı/ hazır kıta nöbetçileri odasına” götürüldüklerinde saat 06.03’tü. Dizlerinin üzerine çöktürüldüler.

Darbeyi yönetenler arasında yıllar önce şehit olan Yılmaz Gülhan ile aynı devreden olan birçok komutan vardı. Ağabey Hasan Gülhan, nereye götürüldüğünü anlayınca onların vicdanına seslendi. “Ben şehit kardeşiyim” dedi. Ancak dinlemediler.  Silahsız, elleri ve gözleri bağlı Turgut Aslan ve Hasan Gülhan’ın kafalarına silahlarındaki mermileri boşalttılar. Turgut Aslan, yaşama tutundu, 5 ay yoğun bakımda kaldı ve hayata döndü. Hasan Gülhan ise vurulduğu yerde hayatını kaybetti. Kardeşinin yanına, Çankırı Eldivan’daki şehitliğe gömüldü. İki kardeş 15 yıl aranın ardından aynı mezarda buluştu.

Bu seferki anıtın hikâyesi değişik.

Hükümet, İstanbul’da Boğaz Köprüsü’nün girişine, 15 Temmuz’da hayatını kaybedenler hatırlansın diye bir şehitler anıtı yaptırdı.

Anıtın mermerleri Çobanlar Mermer AŞ’den alındı. Şirketin sahibi eski Muğla Sanayici ve İşadamları Derneği (MUSİD) Başkanı Sami Çoban’dı. Çoban kim miydi? FETÖ’den tutuklanan ardından itirafçı olan işadamı. Çoban, verdiği ifadede MUSİD için “Ben başkan görünüyordum ancak yönetimin idaresi tamamen imamlardan oluşuyordu, dernek tamamen örgütün güdümündeydi” demişti.

Halkın bağışladığı araziye 15 yıl önce yapılan anıt ile “Fethullahçılarla aynı menzile yürüyorduk” diyenlerin planladığı arasında her açıdan fark vardı.

İki kardeş, iki insan, iki şehit, iki anıt.

Şehitliğin anısını, onun edebiyatını sevenlere bırakmadığımız gün, belki de bir daha 15 Temmuz’lar olmayacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

TKP Emek Merkezi: Patrona kıyak, işçiye ücretsiz izin - SOL

TKP Emek Merkezi, Meclis gündemine getirilen istihdam paketini değerlendirdi. Yapılan değerlendirmede, 'TBMM’ye 14 Temmuz 2020 tarihinde gönderilen kanun tasarısı ile yine patronlar için teşvik, kolaylık ve ertelemeler getirilmesi öngörülürken, işçilerin fiilen işini ve gelirini kaybettiği ücretsiz izin uygulamasının 30 Haziran 2021’e kadar uzatılabilmesinin önü açılıyor' denildi.

AKP'nin Meclis gündemine getirdiği istihdam paketi patronlar için yeni kıyaklar anlamına gelirken, işçilerin haklarına yönelik yeni saldırıları gündeme getiriyor, bu saldırıların bir bölümünü ise uzatmayı hedefliyor.

TKP Emek Merkezi, Meclis gündemine getirilen istihdam paketine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yaparken, "Patrona kıyak, işçiye ücretsiz izin" başlığı taşıyan söz konusu açıklamanın tam metni şöyle: 

PATRONA KIYAK, İŞÇİYE ÜCRETSİZ İZİN

- AKP hükümeti salgın boyunca imza attığı, işçiyi değil patronu koruyan ve kollayan düzenlemelerine bir yenisini ekliyor. TBMM’ye 14 Temmuz 2020 tarihinde gönderilen kanun tasarısı ile yine patronlar için teşvik, kolaylık ve ertelemeler getirilmesi öngörülürken, işçilerin fiilen işini ve gelirini kaybettiği ücretsiz izin uygulamasının 30 Haziran 2021’e kadar uzatılabilmesinin önü açılıyor.

- Salgın döneminde patronlara önemli bir kaynak aktarımı mekanizması olarak işleyen kısa çalışma ödeneği uygulamasında Cumhurbaşkanı’na süreyi sektörel olarak uzatma yetkisi de veriliyor. Kısa çalışma ödeneği uygulaması, sektörel olarak ayrı ayrı ya da bir bütün olarak 31 Aralık 2020 tarihine kadar uzatılabilecek.

- İşyerinde kısa çalışma ödeneğinden yararlanan ya da işçisini ücretsiz izne gönderen patronlara, haftalık normal çalışma sürelerine dönmeleri halinde işçi ve patronların sigorta prim paylarının tamamı, üç ay süreyle yine patronlara teşvik olarak verilecek. Üstelik bu teşvik, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani işçilerin birikimlerinden karşılanacak. Patron, bir süreliğine sigorta prim ödeme yükümlülüğünden kurtulmuş olacak.

- İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 50’den az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri ile kamuya ait işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi görevlendirilmesine ilişkin hükmü, 2023 yılı sonuna kadar ötelenmek isteniyor. Bir maliyet unsuru olduğu kadar küçük ölçekli işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına tamamen uyma sorumluluğu getirdiği için, işçi sağlığı ve iş güvenliği risklerinin artması pahasına patronlar ve patron örgütlerinin talebi doğrultusunda bir kez daha uzatılacak.

AKP , “normalleşme” sürecinde salgın döneminde oluşan üretim kayıplarının giderilmesi ve sömürünün azami hale getirilmesi için patronları kollayan düzenlemeleri içeren yeni bir Torba Kanun Tasarısı’nı 14.07.2020 tarihinde TBMM’ye sundu.

Emekçilerin büyük tepki gösterdiği kıdem tazminatı fonu ve esnekleşme düzenlemelerini bir süreliğine ertelediği anlaşılan hükümet, yeni gündeme getirdiği düzenleme ile ücretsiz izin uygulamasını 30 Haziran 2021’e kadar uzatma yetkisini Cumhurbaşkanına vermek istiyor. Böylece, yaklaşık 1 yıl kadar patronları kıdem tazminatı ödemekten kurtarmayı amaçlıyor. Aynı düzenleme ile fiilen işsiz kalan bu işçilerin işsiz olarak sayılmamaları da sağlanmış olacak. Tek taraflı ücretsiz izne çıkarılan işçiler, gelirlerini kaybedecekler ve sadaka düzeyindeki ödeneğe mahkum edilecekler.

İkisi yürürlük maddesi olmak üzere toplam 10 maddeden oluşan “İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı” TBMM tatile girmeden 16 Temmuz Perşembe günü Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak. Tasarıda öne çıkan düzenlemeler şöyle:

Kısa çalışma uzatma yetkisi sektörel olarak kullanılabilecek

Tasarı Madde 2’de Cumhurbaşkanı’na, koronavirüs etkisiyle zorlayıcı sebep kapsamında yapılan kısa çalışma ödeneği başvuru tarihi ve/veya kısa çalışma ödeneğinin süresini sektörel olarak ayrı ayrı veya bir bütün olarak 31.12.2020 tarihine kadar uzatma yetkisi veriliyor. Bu düzenlemeyle, daha önce 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanununa 7226 sayılı Kanunla eklenen geçici 23’üncü maddeye bu ödeneğin süresinin sektörel bazda uzatılabilmesi yetkisi eklenmek isteniyor. Bu şekilde patronların tekil başvuruları kolaylaştırılmış olacak.

İşçilerin işsiz kaldıklarında hak ettikleri işsizlik ödeneğinden mahsup edilmek üzere verilen kısa çalışma ödeneği uygulamasına, özellikle bazı sektörlerde patronların zarara uğramaması için yaygın bir biçimde uygulanmaya devam edilecek.

Patronlara 3 aylık sigorta prim kıyağı geliyor

Tasarının 3. maddesinde, salgın kaynaklı zorlayıcı sebebe bağlı olarak özel sektör işyerlerinde kısa çalışma ödeneğinden yararlananlar ile ücretsiz izne çıkarılıp nakdi ücret desteğinden yararlananların çalıştıkları işyerinde haftalık normal çalışma sürelerine dönülmesi halinde patronlara sigortalılar ve

patronlara ait sigorta prim paylarının tamamının 31.12.2020 tarihini geçmemek üzere üç ay süreyle İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması öngörülüyor. Ayrıca, Cumhurbaşkanı’na bu süreyi 6 aya kadar uzatma yetkisi veriliyor.

4447 Sayılı Kanun’a eklenmesi planlanan Geçici 26. madde ile normalleşme sürecinde patronlara yeni bir sigorta prim teşviki verilmesi amaçlanan bu düzenleme ile üç ay boyunca patronların kendi paylarına ve işçiler adına Sosyal Güvenlik Kurumuna ödeyecekleri primlerden mahsup edilecek bir teşvik hayata geçirilmiş olacak. 

İşçilerin işsiz kaldığında kullanabilecekleri bir mekanizma olması gereken İşsizlik Sigortası Fonu, bir kez daha patronlara yeni bir teşvik vermek için kullanılacak. Yıllardır işçilerin birikimleriyle oluşmuş olan İşsizlik Sigortası Fonu’nun patronlar tarafından yağmalanmasına devam edilecek.

Ücretsiz izin uygulaması bir yıl uzatılabilecek

Tasarı Madde 4’te, hükümetin daha önce yaptığı ve “işten çıkarmanın yasaklandığı” belirtilerek kamuoyuna sunulan düzenlemedeki İş Kanunu’nun 25/2 istisnasına yeni ekler yapılıyor. Buna göre, iş akdinin feshinin mümkün olacağı hallere, belirli iş akdinin süresinin sona ermesi, işyerinin kapanması ve faaliyetinin sona ermesi, hizmet alımları ve yapım işlerinde işin sona ermesi durumu da ekleniyor.

Salgın döneminde daha önce düzenlenen ve işçilerin kısmen ya da tamamen patron tarafından tek taraflı olarak ücretsiz izne çıkarılmasını mümkün kılan İş Kanunu’nun Geçici 10. maddesine yapılan bu eklemelerin yanı sıra, Cumhurbaşkanı’na işten çıkarma kısıtlaması ve ücretsiz izin uygulamasını her defasında en fazla üçer aylık sürelerle 30.06.2021 tarihine kadar uzatma yetkisi veriliyor.

Bu düzenleme, Cumhurbaşkanı istediği takdirde yaklaşık 1 yıl boyunca işçilere ücretsiz izin dayatmasının sürmesi ve fiilen işsiz kalan bu işçilerin aylık 1.177 TL tutarındaki ücretsiz izin ödeneği ile mutlak yoksulluğa itilmesi anlamına geliyor.

Yani, önümüzdeki bir yıl boyunca ücretsiz izne çıkarılan işçiler işsiz olarak sayılmayacak, fiilen işsiz kalan bu işçiler kıdem ve ihbar tazminatlarını alamayacak, geçimini sağlamak için yeni bir iş arayamayacak.  Aylara yayılan bu süre içinde artık daha fazla dayanamayarak ayrılmak isteyen işçinin tazminatlarını alamadan istifa etmek dışında bir çaresi kalmıyor. Bu işçiler, hükümetin siyasi hesapları ve patronların çıkarları için kapana kıstırılmış ve çaresiz bırakılmış olacaklar.

Hükümet Soma'da patronların işçiye olan borcunu kapatıyor

Tasarıdaki 5. maddede, Soma’daki maden faciası sonrası Türkiye Kömür İşletmesi’nin (TKİ) rödovans sözleşmeleri kapsamındaki Işıklar, Atabacası ve Geventepe ocaklarında hizmet akitleri sona erdirilmesine rağmen kıdem tazminatlarını hâlâ alamayan işçilerin TKİ’ye 2 ay içinde başvurmaları halinde TKİ tarafından 6 ay içerisinde kıdem tazminatlarının ödenmesi düzenleniyor.

Yıllardır kıdem tazminatlarını alamayan maden işçilerinin bu sorunu çözülürken, yapılan düzenlemeyle patronların ödemesi gereken bir yükümlülük bir kamu işletmesi aracılığıyla kapatılmış oluyor.

Patronların işçi sağlığı ve iş güvenliği yükümlülükleri öteleniyor

Tasarının 8. maddesinde, 50 kişiden az işçi çalıştıran az tehlikeli sınıfındaki işyerlerinde ve bazı kamu işyerlerinde 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu uyarınca 1.7.2020 tarihinde yürürlüğe giren iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi görevlendirilmesine ilişkin yükümlülük 31.12.2023 gibi uzak bir tarihe ertelenmek isteniyor.

Salgın nedeniyle eğitimlerin aksaması ve ilgili sınavların gerçekleştirilmemesinden kaynaklı olarak oluşacak uzman ve hekim açıklarını önlemek gerekçesiyle sunulan bu düzenleme, gerçekte patronların maliyet unsuru olarak gördükleri bir yükümlülüğü ötelemeyi amaçlıyor.

Bu düzenleme yalnızca bu işyerlerinde uzman ve hekim görevlendirilmesinin ötelenmesi anlamına gelmiyor, tarih değişikliği uzmanların da tehlike sınıfına göre görevlendirilmelerinin de değişmesi anlamına geliyor. 31.12.2023 tarihine kadar çok tehlikeli işyerlerine A sınıfı belgeye sahip uzman yerine B sınıfı belgeye sahip uzman atanabilecek, aynı şekilde tehlikeli sınıf işyerlerine de B sınıfı belgeye sahip uzman yerine C sınıfı belgeye sahip uzman ataması yapılabilecek. 

Patronlara getirdiği kolaylıklar ve sonuçları itibariyle çalışma yaşamında en fazla tartışılan yasalardan birisi olan 6331 Sayılı Kanun, bu tür ötelemelerle daha fazla tartışmalı hale geliyor. Az tehlikeli işyerlerinin sayısı diğer sınıftaki işyerlerinden daha fazla olduğu için çok sayıda işyeri 6331 Sayılı Kanun’un getirdiği yükümlülüklerden istisna olacak ve bu durum da yeni riskler doğuracaktır. 

Patrona kıyak, işçiye ücretsiz izin

(SOL)

Hiyerarşi: Askeriye için, seçilmişler için değil…- İbrahim Ö.Kaboğlu

15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişimi, devletin hukuk ve Anayasa kuralları çerçevesinde yönetilmesi gereğini bütün acı sonuçları ile hatırlatmış olmalı idi.


Ya askeriye?

Silahlı kuvvetler, uzmanlık gerektiren ve hiyerarşik yapıya dayanan bir meslek. Hiyerarşi, askeri yapılanmayı ve hukuku belirleyen bir kavram. İdare hukukunda kullanılan hiyerarşi de, Fransa’da Napolyon döneminde askeriyeden ödünç alınan bir kavram.

Başta hiyerarşi olmak üzere, liyakat ve disiplin kavramları ile özdeş olan askeriye, siyasal partilerin belirleyici olduğu günlük siyasal tartışma ve yönlendirmeler dışında tutulur.

15 Temmuz darbe girişimi ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) arasındaki ilişki, siyasallaştırma yönünden araştırılmalı. Ne tür bir siyasallaştırma? Devlet yönetimine dini alet etme anayasal yasağının sürekli ihlaliyle dinin kendisine alet edildiği türden bir siyasallaşma.

15 Temmuz sonrası kurumsal yapılar ve kuralsal düzenlemeler, TSK olarak Ordu’nun doğasına ve gereklerine yabancı ve aykırı. İki örnek:

>> Kuvvet komutanları, en üst hiyerarşik komuta kademesi olan Genel Kurmay Başkanlığı’ndan alınarak MSB’ye bağlandı.

>> Lağvedilen kurumsallaşmış askeri okullar yerine kurulan Milli Savunma Üniversitesi rektörlüğüne, hiçbir askeri uzmanlığı ve unvanı olmayan biri getirildi.

Buna karşılık, “demokratik hukuk devleti”, Cumhuriyet’in temel niteliği olduğu halde, Devlet yönetimi tek kişi hiyerarşik amiriyet eksenine konuldu:

>> Yürütme yetki ve görevi,

>> Anayasa öngörmediği halde parti genel başkanlığı yoluyla yasama çoğunluğuna “talimat” vermek suretiyle,

>> HSK yoluyla da, yargı organları üzerinde güdümleme yetkisi ile, doğrudan ve dolaylı olarak, erkler arılığı yerine, tepesinde tek kişinin yer aldığı bir tür “erkler hiyerarşisi” yarattı.

Ana çelişki şu: Doğası gereği, hiyerarşik örgütlenme ekseninde demokratik yapıyı dışlayan askeriye, eğitim ve emir-komuta zinciri bakımından siyasal aygıtların güdümüne konuldu; tam tersine, demokratik hukuk devleti şeklinde örgütlenmesi gereken ülke yönetimi, tek kişinin hiyerarşik amiriyeti altına alındı.

Öte yandan, başta askeri olmak üzere vesayet makamlarını tasfiye bahanesi ile bütün kolektif siyasal karar düzeneklerini ilga eden 2017 Anayasa değişikliğinde dokunulmayan tek kurul, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) oldu.

Ne var ki, OHAL KHK’leri ve yasalar yoluyla, sahip olmadığı yetkiler verilerek MGK siyasetin aracı haline getirildi: “Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği” şeklindeki düzenleme;

>> Anayasa’ya aykırı; çünkü MGK bir karar mercii değil, sadece tavsiye kurulu.

>> MGK kullanılarak, cemaat vb. örgütlenmelerle hiçbir biçimde ilgisi olmayan on binlerce kişi, kamu kurumlarından uzaklaştırıldı.

>> Bu Anayasa dışı uygulama, OHAL sonrası dönemde de sürdü (örnek: 7151 sy. K., md.5).

>> Şu halde TSK, siyaset hizmetinde araçsallaştırılmaya devam ediliyor.

Sonuç, olarak, ”hukuk kıskacındaki siyaset” veya “hukuk yoluyla demokrasi” yerini, siyaset yoluyla yönetim, siyaset yoluyla askeriye, siyaset yoluyla hukuka bıraktı. Kışlaya siyaset girmesin derken, ülke kışlaya döndürüldü; üstelik askeriye, demokrat olmayan siyasetçilerin güdümüne konularak.

15 Temmuz’un 4. ve “15 Temmuz Anayasası”nın 2. yıldönümünde başlıca umut kaynağı, Anayasa’nın değiştirilmez maddesi: “Demokratik hukuk devleti”. İşte öncelikler:

>> Askeriyede, uzmanlık ve liyakat temelinde hiyerarşik yapıya dönüş.

>> “Fiili durum” ve “talimatlar” ikileminde “15 Temmuz Anayasası” ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetilemez olduğunu sürekli ortaya koymak.

>> Yürürlükteki Anayasa’ya saygı için: CB parti başkanlığını Anayasa’ya aykırı olarak sürdürdükçe, Cumhur İttifakı TBMM’de müzakere sürecini kilitledikçe erkler ayrılığı asgari olarak sağlanamayacağına göre, bunları sürekli gündemde tutmak.

>> Devlet yönetimini demokratikleştirmek için Anayasa değişikliği çalışmalarına ivme kazandırmak.

İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...