Leylâ Erbil: Gorgolaşmayanların Yazarı - KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

Yedi yıl oluyor Leylâ Erbil aramızdan ayrılalı. Gezi Direnişi’ni hasta yatağında selamlamış ve özellikle kadınların direnişteki öncü rolü onu mutlu etmişti.

Yedi yıl oluyor Leylâ Erbil aramızdan ayrılalı. Gezi Direnişi’ni hasta yatağında selamlamış ve özellikle kadınların direnişteki öncü rolü onu mutlu etmişti. Ömrü vefa etseydi bu “özgür kalmış beyinler örgütü”nün “gorgolaşmamış” üyelerinin “vaka-i vesvese”, manyak-ı cinnet-i inhitatiye” ve “ikame-i ya rab”dan mustarip faşist bir iktidara boyun eğmeyişlerini muhakkak kaleme alırdı. 

Gorgoların iktidarına çok öfkeliydi ve uzun zamandır peşini bırakmayan o sinsi hastalıktan çok iyiden, güzelden ve doğrudan yana olanların karanlığı dağıtamaması sağlığını etkilemişti. Tıpkı 2010’da aramızdan ayrılan Füsun Akatlı’nın ardından onu öldürenin toplumsal kanser olduğunu ifade edişinde olduğu gibi. Haksızlık ve adaletsizliklere sessiz kalmazdı Leylâ Hanım. Örneğin, on yıllardır işçi sınıfına kapalı olan Taksim Meydanı’na çıkılmasının arifesinde liberaller tarafından faşist yaftası yemiş olmasının sonucu olarak gözünü kırpmadan “1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi” başkanlığından çekilmişti, üstelik emekçilere bu süreçte omuz vermenin sorumluluğundan kaçınılmaması gerektiğini ifade etmesine karşın. Siyasal bilincini her daim keskin tutmuş bir yazardan, toplumsal duyarlığıyla sanatçının örgütlü olarak davranması gerektiğini her daim aklında tutmuş bir yazardan bahsediyoruz Leylâ Erbil’i andığımız zaman. TİP’in Kültür ve Sanat Bürosu’ndaki sorumluluklarından Türkiye Yazarlar Birliği ve TYS’nin kuruluşlarında oynadığı role kadar pek çok alanda bunu kanıtlamış bir yazardı. Toplumsal sorunlara müdahil olduğu ölçüde okurunu da sürekli dönüştürmeye ve değiştirmeye çalışırdı Erbil. Varoluşçu felsefenin ve bununla harmanlanmış gerçeküstücü bir anlatım biçiminin egemen olduğu ilk dönem öykülerinden 2000’li yıllarda kaleme aldığı anlatılara kadar okurlarını diri ve uyanık tutmayı başardı.

TİP’in kuruluşuyla birlikte yükselişe geçen ve kitleleri örgütlemeye başlayan Türkiye soluyla eşanlı olarak kadınların toplumsal yaşamdaki geleneksel rolleri daha çok sorgulanıp özgürlük arayışları daha çok dile getirilirken bu sürecin edebiyatımızdaki temsilleri de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Leylâ Erbil 1961’de yayımladığı Hallaç ile edebiyatımızdaki özgün konumunu bir “kadın yazar” olarak sağlamlaştırdı. Tuhaf Bir Kadın’daki Nermin’i, Karanlığın Günü’ndeki Nesli, Asiye ve İkbal’i, Mektup Aşkları’ndaki Jale, Ferhunde ve Sacide’yi, Cüce’deki Zenîme’yi, Kalan’daki Lâhzen’i ve Tuhaf Bir Erkek’teki Sevda’yı düşünelim. Tümü kadınların toplumdaki geleneksel rollerini içselleştirmiş kadınlar ve bunu yeniden üreten erkekler tarafından “öteki” olarak görülmekle kalmıyor, Türkiye toplumunun yerleşik ahlak değerlerine de uyum sağlamıyorlardı. Edebî üretimlerde kadına biçilen en önemli rolün erkeğin kadına âşık olması olarak ele alınmasından tutalım, kemikleşmiş değer yargıları, evlilik, cinsellik ve aile gibi dokunulmaz addedilen başlıklara kadar pek çok noktada eleştiri oklarını saplamıştı Leylâ Hanım. Burjuva ahlakını ve özellikle kadınların yaşadığımız düzendeki yabancılaşmalarını kapitalizmin nesnel gerçekliğine dayandırarak anlatmayı hedeflemişti.

Maraton koşucusu

50’li yıllardan beri öyküler kaleme alan Erbil, edebiyata adım atmasına vesile olan Sait Faik’e ithaf ettiği Hallaç’ı Salim Şengil’in sahibi olduğu Dost Yayınları’ndan 1961 yılında yayımlatır. Gecede 1968’i bekleyecektir. Metin Eloğlu ve Nurer Uğurlu’nun destekleri ve kendi olanaklarıyla yayımlattığı kitabı ilk ve son defa bir ödüle yollayacak olan Erbil, 1969’da Bulgaristan Yazarlar Birliği’nin davetiyle Sofya’da ağırlanıp Bulgar yazarlarla tanışır. Tuhaf Bir Kadın 1971’de tam da Türkiye işçi sınıfının kendisini tarih sahnesinde apaçık belli ettiği bir momentte yayımlanır. Aziz Nesin, Turgut Uyar, Bekir Yıldız, Adalet Ağaoğlu, Adnan Özyalçıner, Nihat Behram ve sendikanın ilk başkanı Yaşar Kemal gibi yazarlarla “özgürlük, barış, dayanışma ve kültürel gelişim”e odaklanan ve 1974’te kurulan TYS’nin kurucu üyeleri arasında yer alırken tüm yazın emekçilerini örgütlü bir biçimde davranmaya davet eder. Eski Sevgili 1977’de, Alzheimer’e yakalanıp huzurevinde ölen annesini merkeze aldığı Karanlığın Günü 1985’te yayımlanır. Davetli olarak gittiği Sovyetler Birliği’nde Moskova ve Leningrad’la birlikte Litvanya’yı da gezme olanağını 1986 yılının haziran ayında bulan Leylâ Erbil, Novodeviçi Mezarlığı’nda Nâzım’ı ziyareti sonrasında “Orada seçkin bir yeri var Nâzım’ın; Çehov’la, Gogol’le, tüm Sovyet devrim büyükleriyle komşu yatıyor,” diye düşünür. “Karanlığın günü”nün sürdüğü darbe sonrası yıllarda gerçek aşkların sadece mektuplarda olabileceğini ima edercesine Mektup Aşkları’nı yayımlar 1988 yılında. Ölümünden bir süre önce Ahmed Arif’in kendisine yazdığı mektupları yayımlatacağının sinyallerini veren Leylâ Erbil açısından mektup bir edebî tür olarak çok önemlidir. Ahmed Arif’in çoğunluğu 1954-1957 yılları arasında yazdığı 60’tan fazla mektup Erbil’in ölümünden hemen sonra yayımlanacakken, Arif’in Erbil’e beslediği aşk, Demokrat Parti iktidarının solcu bir şaire lâyık gördüğü işkenceler ve siyasal baskı hem Erbil’in hem Arif’in dönemin edebiyat çevreleri hakkındaki düşünceleriyle kendi edebiyat yolculukları kitapta gözler önüne serilir. Leylâ Erbil’in karşılıksız bırakmamış olabileceği mektuplar kitapta yer almaz ama Erbil yaşadıkları ilişkiyi Tuhaf Bir Kadın’daki Halit karakteriyle ölümsüzleştirirken Ahmed Arif’e olan saygısını da ifade etmiş olur. Mektuplardan oluşan bir başka kitap 1986’da kaybettiği can dostu Tezer Özlü’yle olan mektuplaşmalarını içerir ve 1995’te basılır. Dergilerde yayımlanmış yazıları, denemeleri ve kendisiyle yapılmış söyleşileri içeren Zihin Kuşları 1998’de yayımlandığında gündemde olan “ölüm oruçları”yla aktif olarak ilgilenmektedir. Siyasal iktidarın imha edici politikalarına karşı Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin öncülüğünde yaklaşık yüz şair ve yazarın oluşturmaya çalıştığı kamuoyunun örgütleyicileri içinde Leylâ Erbil de vardır. Benzer bir tepkiyi 2008’de ardı ardına tersanelerde işlenen işçi cinayetlerinde verecek, Limter-İş’in hak grevine yüz elli üç sanatçı ve yazarla toplu olarak katılacaktır. 2001’de ele avuca sığmaz Cüce’yi, 2005’te Maraş Katliamı’nı hatırlatacağı Üç Başlı Ejderha’yı yayımlar. Artık tedavisi olmayan, ölümüne kadar onu ara ara yoklayacak olan “Langerhans hücreli histiositoz” hastasıdır. 2008’de konuk ülke olarak Türkiye’nin davet edildiği Frankfurt Kitap Fuarı’nda yer almayı söz konusu etkinliğin hükümetin ve Kültür Bakanlığı’nın denetimi altında yapıldığı gerekçesiyle reddeder. Toplumsal belleğimizi tazeleyeceği Kalan 2011’de, Tuhaf Bir Kadın’la “yarım bıraktığı” anlatıyı tamamladığı Tuhaf Bir Erkek ölümünden üç ay önce 2013 yılında yayımlanır.

Kadın sorunu ve toplumsal bellek

Leylâ Erbil’in kaleme aldığı tüm metinlerde kadın sorunu birkaç başlıkta karşımıza çıkar. Özellikle öyküleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kadına dair değer yargılarındaki değişim, kadınlığın dinsel ve ahlaki açılardan sorgulanması, aydın kadınların sınıfsal konumları, kapitalist toplumsal formasyonda kadın-erkek eşitsizliği ve kadının cinsel özgürlüğüyle ona uygulanan şiddet gibi pek çok temayı barındırır. Geleneksel değer yargılarını içselleştirip erkek egemenliğine boyun eğen kadın karakterlerini eleştiren Erbil, yazar olan kadın karakterleri aracılığıyla kadın sorununa entelektüel bir bakış açısı getirir. Burjuva ideolojisinin kuşatması altında yabancılaşan bireyleri ve burjuva ahlakının değer yargılarını ironik bir söylemle tiye alırken, cinsellik, aile ve evlilik gibi söz konusu ahlakın tabulaşmış konularını eleştirir. Kadının kendisinde ve toplum karşısında yaşadığı yabancılaşmayı günümüz kapitalizminin dinamiklerine dayandırmasıyla edebiyatımızda kadın sorununa dair yazanlardan belirgin bir biçimde ayrışır.

Erbil toplumun belleksizleştirilmesine öfkelidir. Siyasal tarihimizin pek çok olayı, Erbil karakterlerinin iç dünyalarında özgün bir biçimde yankılanır. Düzenin yarattığı toplumsal mutabakatın eleştirisi, belleksiz bir toplumda unutulanları ve görünenin ardında yatanları okura gösterir. Kapitalizmde tüm toplumsal yaşamın yalanlar üzerine kurulu olduğunu ve aydınların bu düzene karşı mücadelede sorumluluk alması gerektiklerini dile getirirken, kapitalizmin yarattığı onlarca eşitsizlik arasından patriarkal tahakküme dikkat çeker. “İnsan kendinden de toplumdan da dünyadan da kaçmadan sorumluluk yüklenmelidir, toplumun anadeğerlerine sahip çıkmalıdır,” derken gerçeklerle yüzleşmenin önemini, insanın kaderinin kendi ellerinde olduğunu vurgular. Toplumsal bellek bir ağıt malzemesi değildir Erbil’de. 1 Mayıs 1977’den Sivas Katliamı’na, 6-7 Eylül’den Dersim Katliamı’na kadar yaşananlarda toplumsal gerçekliği su yüzeyine çıkararak okurun belleğini diri tutar. Bunu yaparken pek çok tekniği işlevsel olacak bir biçimde bir arada kullanmaya özen gösterir. Örneğin, Kalan’ın başkarakteri Lâhzen’in bilinçdışı söylemi toplumsal gerçekliğin ortaya konmasında oldukça işlevseldir. Çocukluk aşklarını hatırlayan, özgür bir kadın olarak eyleyemeyen, Sabit ile sevgilisi Zeyyat arasında sıkışmış Lâhzen’in yaşamı, toplumsal mücadeleler ve siyasal yıkımlar bağlamında ele alınır. Lâhzen’in kendi gerçekliği İstanbul’un yok olmaya yüz tutmuş kentsel imgesi ve şehrin yok olan Ermenileri, Rumları ve Yahudileriyle örtüşür. Öte yandan, Cüce’nin başkarakteri Zenîme Hanım yakın tarihli toplumsal felâketleri yüzleşilmesi gereken birer mücadele başlığı olarak ele alır. Tıpkı Üç Başlı Ejderha’da “hatırlanan” Maraş Katliamı gibi Sivas da Zenîme Hanım’ın şu sözleriyle “hatırlatılır”:

“Yıldırım soluk soluğa geldi, aneey! aneey! seslendi, bak televizyona, senin arkadaşını yakıyorlar! ne diyorsun sen?! hani bir abi vardı ya bir gün buraya gelmişti bana sigara aldırdıydı köyden, onu da gördüm! Kim, kimi yakıyor? Dedeler aneyy, sakallı dedeler, ağabeyler benzin döktüler, kibrit çaktılar!.. televizyona koştum!.. Çoğu Alevi, Sünniler de var aralarında yanıyorlar, yanıyorlardı ve biz seyrediyorduk. Dinciler sevinçten ‘glu glu dansı’ yapıyorlardı Madımak Oteli’nin önünde. Telefona koştum, İsmet Paşa’nın oğlunu aradım. Babası babamı bilirdi, kurtarırsa bir tek o kurtarırdı çocukları.. Çıkmadı, bulamadım. Yer yarılmış, yerin dibine girmişti sanki soytarı; bunlar hayati anlarda hep kaparlar telefonlarını.. Sonra ben de televizyonu kapadım, lânet ettim kendime, Amerikalarda onca yıl, ‘islâmda hümanizma’ anlatmıştım!.. Televizyonu kapadım günlerce açmadım.”

Sonuç

Özellikle son yapıtlarında “gorgo’larla boğuşarak yaşamaya çabalayan insancıkları” dert edindi Leylâ Erbil. Yapıtlarıyla bizlere enseyi asla karartmamayı, dayanışma ve umudu diri tutmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal değişime katkıda bulunabilecek entelektüel sorumluluğu almayı miras bıraktı. Cumhuriyet’le özdeşleşen, memleketi artı ve eksileriyle sahiplenebilen bir aydın olarak her daim yaşamı savundu ve son ânına kadar direndi. Özellikle orta sınıfların bakmadığı, görmediği, düşünmediği, kendilerini sorumluluk duygusundan azade hissettikleri ve konformizme düştükleri bir düzende değiştirip dönüştürmeyi, sorgulamayı ve düşünmeyi öne koyan bir kadın olarak belleklere yerleşti. Hallaç’tan Tuhaf Bir Erkek’e kadar yaptığı yazınsal yolculukla okurlarına kapitalizmin daha da çetrefil bir sorun haline getirdiği erkek egemenliğini deşifre etti. Emekçi sınıflara karşı sorumlulukla hareket eden aydın tavrını yaşamının son yıllarında Taksim Meydanı’na çıkarken dahi gösterdi. Memleketin toplumsal tarihinde bir aydın ve yazar olarak bıraktığı izle anılacak Leylâ Erbil. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Fürûzan gibi yazarlarla birlikte edebiyatımızda kadın sorununu ele alışındaki ayrıksı, anaakıma dahil olmayan konumu ile edebî çıtayı yükseklere çekişiyle hatırlanacak. Ve elli küsur yıllık maratonu özveriyle, popülizme düşmeden, hiçbir kuruma yaranmaya çalışmadan, soluksuz bir biçimde koşuşuyla unutulmayacak.

KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

Başakşehir şampiyonluğa giderken: Yeni bir perde açılıyor - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Medipol Başakşehir Kulübü, adım adım şampiyonluğa koşuyor. İBB adıyla başlayıp, Başakşehir ismi ile devam eden kulüp, himayecilik ve rantçılığın nasıl vücut bulabildiğini kanıtlayan en başat örnek olmayı sürdürüyor.

Uzun zamandır ertelemek durumunda kaldığı şampiyonluğa sadece 2 maç kadar uzak olan kulüp, bunca yıllık ve bitmek bilmeyen iktidar yatırımının sembolü olarak şampiyonluğu elde etmenin eşiğinde bekliyor. Başakşehir’in iktidar odağı bir takım haline gelmesinde son dönem yaşanan birçok gelişmenin etkisi olurken, takımın oynadığı futbolun sürekli bu siyasi gündemlerle gölgede kaldığı da açık. Burada şaşılacak bir şey yok, Başakşehir, iktidar ve futbol arasındaki ilişkide ve siyasetin futbola olan müdahalesinde en güncel ve başat örneklerden biri konumunda. 

Zirveye uzanan yol: Kuruluş miti yaratmak

“Başakşehir şu anda çok başarılı gidiyor. Tabii onunla da övünüyorum çünkü kurduğum takım. Başakşehir’i belediye başkanlığı dönemimde kurduk ve oradan tırmandı, buralara kadar geldi”. Erdoğan’ın bu açıklamayı yapmasının üzerinden çok geçmedi. Ancak Başakşehir ‘tırmanışına’ rağmen şampiyon olamadı ve ‘şampiyon olamayan en önemli iktidar yatırımı takımı olma’ unvanını aldı. 

Ancak bir belediye takımı görüntüsünden, iktidarın takımı görüntüsüne hızlıca transfer olan kulübü Erdoğan kurmamıştı. Önce tartışmalar burada düğümlendi. Kulübün öyle tarihsel bir kuruluş öyküsü yoktu. Ancak moda olan, her pazarlama nesnesi olan şey gibi bir öykü ve mit yaratmaktır. Başakşehir’in arayışında da bu vardır ve kulüp, siyasal iktidar eliyle bir hikâye yaratıcılığına konu edilmiştir. 

Siyasal iktidarın zorlama masallarından farksızdır.

15 Haziran 1990 tarihinde Nurettin Sözen tarafından gündeme getirilen bir belediye girişimidir kulüp. Kurucular arasında Erdoğan yoktur ama 1994 ile 2000 yılı arasındaki 6 yıllık periyotta kulübün üçüncü başkanlığı ona tahsis edilmiştir. SHP’li Nurettin Sözen, durumu şöyle açıklar: “Başakşehir, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Futbol Kulübü’nden koparılma bir takımdır. O dönem belediye başkanlığını ben yapıyordum ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Futbol Kulübü’nü 1990 yılında ben kurdum”. 

Yani Başakşehir, İstanbul belediyeciliği hikâyesinde bir ayrışma, bir sapmayı anlatmaktadır.

Başakşehir, 2014 senesinde ayrışır ve ‘İstanbul Başakşehir FK’ ismi ile kurumsallaşır. Nurettin Sözen’in “Usulsüz bir şekilde benim kurduğum takımın ismini değiştirdiler. Başakşehir, hiçbir yetkilinin imzası olmadan sadece pazarlama için ve tamamen ticari amaçlarla koparılmıştır. Kanunsuz bir şekilde futbol takımının koparılması, o takımı benim kurduğum gerçeğini değiştirmez” ifadeleri belediye bünyesinde gerçekleşen ‘futbol darbesinin’ kısa bir özetini ortaya çıkarmaktadır. 

Başakşehir’in kuruluş dinamikleri, 6 senelik periyot içerisindeki ilişkileri, kadrolaşmaları, sponsorları ve yaymaya çalıştığı ideoloji olarak nettir. Sponsor ise devletin bizzat kendisi ve yakın sermaye gruplarıdır.

Değirmenin suyu ve belediye futbolunun seyir defteri

Ancak tüm bu sorunlara karşın ve bunların ötesinde Türkiye’de oynanan futbolun son dönemlerde daha da ‘parıldayan’ başat çıkmazlarından bir tanesi belediyecilik ve futbol arasında kurulan gayrimeşru bağ oldu. Belediyeciliğin futbola el attığı dönemlerden bugüne her ne hikmetse ‘siyaset üstü’ bir alan olarak algılanan futbolun belediyeler eli ile taşındığı kulvar gericiliğin, İslami kesim ve teamüllerinin futbol sahalarına adım atması olarak çoktandır somutlanmış durumda.

1980 sonrası dönemde belediyelerin futbol alanına girmesi ile başlayan süreç, ilçe ya da bölge takımlarına aktarılan kaynakların dışında belediye başkanlarının doğrudan kulüp başkanlığına da el koyması ile devam etmişti.

Özellikle 1984 senesinde ANAP’ın yerel seçimlerde önemli mevziler kazanması, futbola olan müdahalenin yeni boyutlarını ortaya çıkarmış oldu. İlk olarak ortaya çıkan ise 1984-1985 sezonundan itibaren yeniden başlatılan 3. Lig oldu. Bu kararla birlikte lige dâhil edilen, ‘kaynaksız’ kulüpler ile belediyelerin teması mümkün hale gelmiş, belediyeler ‘spora destek ve halkı spor ile kaynaştırma’ bahaneleri ile futbol ve kulüpler üzerinde tahakküm kurma yetkisi kazanmış oldular.

Başakşehir’e varacak olan sürecin doğum sancılarıdır.

Yeni modelleme, prototipini Ankara’da Melih Gökçek ve Keçiörengücü takımında bulur.  Ancak pek gecikmeden, takımın 1. Ligin kapısından dönmesi, 1990’larda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilen Gökçek’in dikkatini Ankaraspor’a çevirmesine yol açar. Sonrası ise malum bir süreç olarak, Ankaragücü faciası ve Osmanlıspor’a kadar süren bir ‘paralizasyon ve gericileştirme’ sürecine dönüşür. Bu sayede, halka spora dönük hizmet sunmak olarak yazılıp çizilen kulüp amaçlarının, çok da seyircisi olmayan politik bir aygıt olarak tasarlanmış “yapay kulüpler” inşa etmek olduğu sonucunu ortaya koymuştur.

Adında belediye olmayan ve doğrudan kuruma bağımlı gözükmeyen, ancak siyasiler tarafından palazlandırılıp 3. Lig içerisinden Süper Lig’e ‘ivedilikle’ yükselmesine çanak tutulan Kasımpaşa gibi kulüpler de, futbolda himayeciliğin nasıl da yerleşiklik kazandığını ‘diğer taraftan’ gösteren örneklerden olmuşlardır. 

Bu belediyecilik-futbol manevraları siyasal sahnede palazlanan Refah Partisi ile başka bir kimlik kazanmıştı 90’larda. Özellikle kimi gerici holdinglerin futbol arenalarında da fotoğraf vermek istemeleri sonucu şirketlerin kurulduğu kentin takımlarına yaptıkları yatırım ve sponsorluk, bir tanıtım ve ülke ekonomisinden pay kapma telaşına denk düşüyordu. Bunun o dönemlerdeki en önemli örneklerini ise Almanya’daki Türklerden toplanan paralar ile kurulan Endüstri Holding, Yimpaş ve Kombassan Holding oluşturmuştu.

Benzerlikler çoktur ve artarak devam etmektedir.

Kombassan Konyaspor, Yimpaş Yozgatspor gibi kulüpler ile girilen futbol sektöründeki bir diğer örnek, zamane takımı Kompen Ladikspor’dur. Yine Kombassan’ın desteğini alan bu kulüp, Konya’nın görece küçük denilebilecek ilçelerinden biri olan Ladik’e bir ‘modüler pencere fabrikası’ kuruyor ve kulüp 2000-2001 sezonunda profesyonel oluyordu. 

Buradaki ‘benzer’ ve dikkat çekici faktörlerden birisi ise Kompen Ladiksporlu oyuncuların şampiyonluk maçlarından sonra saha içerisinde topluca kıldıkları ‘şükür namazı’ oluyordu. Bu örnekler gün geçtikçe arttı. Anadolu sermayesinin futbol ‘merakı’ artmış, bazı kulüplerin başarısı adeta bir kent şovenizmi yaratmıştı. Bu yıllar diğer örnekleri de beraberinde getirdi. Nişantaşıspor, Ülker ve şimdiye uzanan yeni tür ‘projeler’ azalmak ne kelime, metastaz yaparak çoğaldı.

Bu projelerin en büyüğü ise Medipol Başakşehir oldu ve şampiyonluğa giden yol bu şekilde açılmış oldu.

Başakşehir neden şampiyon yapılmak isteniyor?

Medipol Başakşehir, en görünen yüzü ile bir iktidar ve sponsor takımıdır. Bu anlamda kulübün şampiyonluk kazanması iktidar için bir propaganda malzemesi olmakla birlikte sponsorların da kazanması anlamına gelecektir. Gerisi ise basittir, para akışının gelen şampiyonluk ile birlikte varacağı kişiler tanımlıdır. 

Başakşehir’in salt bir belediye kulübü olmaktan 2014 yılında çıktığı söylenebilir ancak belediyeden alınan yardım ve yatırımlar son döneme kadar devam etmiştir. Ayrıca Başakşehir’in bir ‘nepotizm takımı’ olduğu da pekâlâ söylenebilir. Nasıl ki sponsorlar iktidar desteğinin bir sonucu ise, iktidarın takımında da iktidarın kadroları yer alır. Kadrolaşma yalnızca kulüp yönetimi ve yatırımcılarına daralmamaktadır, futbolcu örnekleri de bu nepotizmin içerisinde yer almaktadır.

Arda Turan’ın, Emre Belözoğlu’nun Başakşehir kadrosunda yer almış olmaları sadece bir ‘durak’ olarak görülmemelidir. Başakşehir iktidar ve sermaye çevrelerinin kurduğu ve palazlandırdığı bir takım olarak ‘kendi gibi’lere yönelir ve bu sebeple Arda ve Emre’nin ‘ağabeyliği’ önemsiz değildir. Başakşehir, onlar için hem saadet zincirinin bir uğrağı hem de yabancı olmayan eğitim yuvasıdır! 

Başakşehir’in şampiyonluğu ise hiç kuşkusuz ki gecikmiş bir projedir. 

Gecikmesine rağmen, kulübün Avrupa’da boy gösterme imkânı beraberinde yeni projelerin gündeme alınmasını da getirecektir. Bunun içerisinde, kulüp mülkiyetinin ve kaynaklarının yeni pazarlara ve yabancı yatırımlara açılması, gerici siyasetin futbol üzerinden katmerlenmesi ve yeni kazanç kapılarının yaratılması vardır. 

Başakşehir bir sembol yaratmaya çalışmıştır ve şampiyonluk, bu iddianın ‘resmileşmesi’ için araç olacaktır. Bu sebeple, Başakşehir’in şampiyonluğunu ‘ama iyi takım sonuçta’ diye desteklerken ihtiyatlı yaklaşılmalı, şampiyonluğa zemin hazırlayan toplumsal, siyasal ve ekonomik şartlar dikkate alınmalıdır.

Proje ise şimdilik tutacağa benzemektedir ve futbolda yeni bir perde açılmaktadır.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Halkın paraları bu dörtlüye akıyor: AKP'nin ihale şebekesi...- SOL

AKP iktidarının ihaleler üzerinden kurduğu şebekenin dört önemli aktörü olan Kolin, Cengiz, Limak ve Kalyon gruplarının son yıllarda aldıkları milyarlarca liralık ihaleleri derledik...

Önceki gün basına yansıyan bir haberde "Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı Karayolları Genel Müdürlüğü’nün (KGM) bu yılın en büyük ihalesi Kalyon Holding’e verildi" ifadesi yer aldı.

 İhale, 1 milyar 133 milyon 797 bin TL teklif veren Kalyon Holding’e verildi.

Söz konusu ihale, AKP iktidarında inşaat zengini olan ve halkın milyarlarca lirasını cebine indiren patron gruplarını yeniden akıllara getirdi.

Neredeyse yapılan tüm "mega inşaat" projelerinde yer alan AKP imtiyazlısı patron gruplarının başında son ihaleyi alan Kalyon, "halkın a... koyacağız" diyen Mehmet Cengiz'in şirketi Cengiz Holding, TFF Başkanlığı'na getirilen Nihat Özdemir'in Limak'ı ve yine AKP'ye yakınlığıyla bilinen Kolin Holding.

Bu dört şirketin son yıllarda aldığı tüm ihaleleri tek bir liste altında topladık ve halkın cebinden toplanan milyarlarca liranın bu patronların cebine nasıl aktarıldığını listeledik.

İşte o patron grupları ve AKP'den aldıkları ortak ve "bireysel" ihaleler:

Limak

TFF Başkanı Nihat Özdemir'in sahibi olduğu Limak, AKP iktidarı döneminin özelleştirme vurguncularından. Daha önce ağırlıklı altyapı inşaatı yapan grup, AKP iktidara geldikten sonra iki kritik özelleştirmeden büyük vurgun vurdu. Tekel alkollü içkiler bölümünü 292 milyon dolara alan Mey İçki’nin ortakları arasında Limak da vardı. Mey İçki 2006 yılında 810 milyon dolara ABD’li TPG’ye satıldı. Tekel’in fabrikaları devredildiğinde stoklarda bulunan içkilerin özelleştirme bedeline yakın olduğu söyleniyordu. Limak’ın özelleştirme vurgunu Tekel’den ibaret değil. TMSF bünyesindeki çimento fabrikalarının alınması, elektrik üretim santralleri, elektrik dağıtım bölgelerine ek olarak Sabiha Gökçen Havalimanı’nın işletme hakkı da AKP dönemi kıyakları arasında yer aldı. 4 milyar doların üzerinde cirosu olan grup, söz konusu büyüklüğü çok büyük oranda AKP iktidarına borçlu.

İşte Limak'ın AKP'den aldığı ihaleler:

  • Çanakkale Köprüsü ve Çanakkale otoyolu
  • Artvin-Erzurum Yolu I. Kısım
  • Yusufeli Barajı ve HES
  • Gürsöğüt 1-2 Barajı ve HES
  • Terkos-İkitelli İsale Hattı
  • Çetintepe Barajı İkmali
  • İmamoğlu Sulaması 4. Kısım
  • İstanbul Havalimanı
  • Sabiha Gökçen Havalimanı
  • Cengiz Topel Havaalanı
  • Uşak Havaalanı Altyapı inşaatı
  • Balıkesir Havaalanı F-16 Tesisatı inşaatı
  • Çandarlı Limanı
  • Limakport
  • Çetin Barajı ve HES
  • Banta Barajı
  • Adatepe Barajı
  • Burgaz Barajı
  • Arkun Barajı
  • Karacasu Barajı
  • İkizdere Barajı
  • Uzunçayır Barajı
  • Ankara İçme Suyu II. Merhale Projesi Gerede Sistemi
  • Kuzey Marmara Otoyolu 
  • Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı
  • Ankara YHT
  • Ankara-Sivas YHT
  • Gaziantep Çevreyolu
  • Adana-İzmir Organize Sanayi Bölgesi Altyapı inşaatı
  • Mersin Stadyumu
  • İstanbul Teknopark

Kalyon

Kalyon da yine AKP iktidarının imtiyazlı şirketleri arasında. Elektrik üretiminin yanı sıra elektrik ve doğalgaz dağıtım şirketlerinde ortaklığı bulunan şirket, DSİ, İSKİ ve belediyelerden de yüksek tutarlarda altyapı projesi almasıyla biliniyor.

İşte Kalyon'un aldığı ihaleler:

  • İstanbul Havalimanı
  • KKTC Deniz Geçişi İsale Hattı
  • Kuzey Marmara Otoyolu
  • Tanap 4
  • THY destek binaları
  • Sabuncubeli Tüneli
  • Metrobüs ulaşım hattı inşaatı
  • Dudullu-Bostancı metrosu
  • Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hattı
  • Nurdağı-Islahiye yolu
  • Çanakkaleye-Ezine-Ayvacık yolu
  • Gayrettepe 3. Havalimanı metro
  • Kirazlı-Halkalı metrosu
  • Marmaray
  • Gaziray
  • Antalya raylı sistem
  • İstanbul Uluslararası Finans Merkeszi
  • Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi
  • Başakşehir Stadyumu
  • Taksim Meydanı düzenleme inşaatı
  • Menemen-Aliağa-Çandarlı
  • Kürtün HES
  • Torul HES
  • Ordu HES
  • Kalan ve Aksu HES

Cengiz

Halka ettiği küfürle bilinen Mehmet Cengiz’in Cengiz Holdingi, ulaştırma ve enerji projelerinde yıldızını parlatırken en büyük piyangoyu Seydişehir Alüminyum özelleştirmesiyle kazandı. AKP iktidarındaki tüm "mega projelerde" adı ilk anılan şirketlerden olan Cengiz'in ihalelerinden bir bölüm şöyle:

  • Rize-Artvin Havalimanı
  • İstanbul Havalimaın
  • Ordu-Giresun Havalimanı
  • Kuzey Irak Duhok, Kuveyt, Erbil Havalimanları
  • Gümüşhane Çevre yolu
  • Kuzey Marmara Otoyolu
  • Maçka-Karahava yolu
  • İstanbul-Şile/Ağva yolu
  • Hopa-Kemalpaşa yolu
  • Ayder Ilıcası yolu
  • Ankara-İzmir hızlı tren Eşme-Salihli kesimi
  • Bandırma-Bursa-Ayazma Demiryolu
  • Ankara-İstanbul hızlı tren t26 tüneli
  • Gayrettepe-İstanbul metrosu
  • Gebze-Halkalı banliyo hattı
  • Ankara-Sivas demiryolu projesi
  • Ankara-İstanbul hızlı tren hattı
  • Yerköy-Yozgat-Sivas demiryolu
  • İstanbul Taksim-4 Levent metrosu
  • Beyhan 2 barajı ve HES
  • Gözeler Regülatörü
  • Yusufeli Barajı ve HES
  • Aşağı Kaleköy Barajı ve HES
  • Ilısu Barajı ve HES
  • Beyhan Barajı ve HES
  • Köprü Barajı ve HES
  • Atasu Barajı ve HES
  • Zigana Tüneli
  • Ovit Tüneli
  • Çamlıca Tüneli
  • Ilgaz Tüneli
  • Akkuyu Nükleer Santral Limanı
  • Giresun Limanı
  • Ereğli Limanı
  • Alanya Yat Limanı
  • Hopa Limanı
  • Oymapınar HES işletmesi
  • Eti Bakır AŞ Murgul HES işletmesi
  • Samsun Doğalgaz Çevrim Enerji Santrali
  • Eti Alümünyum 
  • Cenal Enerji Santrali

Kolin

Koloğlu kardeşlerin şirketi Kolin’in hikayesi, pek çok altyapı ihalesinde, elektrik dağıtım bölgelerinde ortaklık yaptığı Limak ve Cengiz ile benziyor. Elektrik santralleri, elektrik dağıtımı, oteller… 

İşte Kolin'in aldığı ihalelerin bir bölümünün listesi:

  • Yusufeli Barajı
  • Soma Kolin Termik Santral
  • Ankara İçmesuyu 2. Merhale Projesi Gerede Sistemi İnşaatı
  • Bingazi Ovası Su Dağıtım Projesi - Libya
  • Bingazi Pompa İstasyonu - Libya
  • Aycacık-Küçükkuyu-Küçükkuyu-Ezine yolu
  • Başpınar-Gaziantep (Gaziray projesi)
  • Gayrettepe-İstanbul yeni havalimanı metro hattı inşaatı
  • Marmaray CR3 Gebze-Söğütlüçeşme, Kazlıçeşme-Halkalı hatlarının iyileştirilmesi
  • Artvin-Erzurum Devlet Yolu
  • Kuzey Marmara Otoyolu
  • Güney Al-Mutlaa kenti ana yollar ve altyapı hizmetleri -Kuveyt
  • Yeni ABD Büyükelçilik kompleksi
  • Sığacık Yat Limanı
  • İncirlik Hava Üssü aile lojmanları renovasyonu
  • Adnan Menderes Havalimanı OG-AG Sistemleri Tesisi
  • Ana Regional Hastanesi /Afganistan -ABD Savunma Bakanlığı projesi
  • DSİ-Hotamış Depolaması İnşaatı işi
  • Yalnızardıç Barajı ve HES
  • Çandarlı Limanı
  • Akköy 2 HES
  • Yaprak Regülatörü ve HES
  • Harran Ovası Sulaması 6. Kısım inşaatı
  • Yukarı Harran Ocası Ana Kanal İnşaatı
  • Çayyolu Depo Sahası Yapım
  • Ankara-Sivas Demiryolu projesi Kırıkkale-Yerköy arası
  • Ankara Hızlı Tren Garı
  • Köseköy-Gebze Hızlı Tren hattı rehabilitasyon, inşaat işi
  • Tandoğan-Keçiören Metrosu
  • İzmir-Çeşme Mordoğan-Karaburun yolu
SOL

Nâzım’ın mezarı ve mezar soyguncuları - MEHMET KUZULUGİL / SOL

Cumhuriyet'te yayımlanan bir söyleşi Kılıçdaroğlu’nun 'Nâzım'ın mezarını ayağınıza getireceğiz' müjdesiyle başlıyor, Rusya’da Yesir Nâzım hikayelerinden bildik anekdotlarla devam ediyor ve Menderes’e bağlanıyor. Cumhuriyet gazetesi sayfalarında Menderes’in 'hataları olan ama halkı anlayan, zarif, Aydınlı bir çiftlik ağası' olduğunu okuyoruz.

Cumhuriyet’te bir söyleşi yayımlandı. Söyleşilen kişi Orhan Karaveli, konunun merkezinde ise Nâzım var.

Sonda söylenecek şeyi başta söyleyeyim: Bu söyleşi bir skandaldır. Cumhuriyet adına bir skandaldır, "hadi ordan" denilip bir kenara konulması gereken sözler "gündem edildiği" için skandaldır. Açık çarpıtma ve yalanları nedeniyle skandaldır.


Tepemde bir de gökdelen olursa...

Söyleşi, Karaveli’nin verdiği bir müjdeyle açılıyor: Kılıçdaroğlu iktidara geldiklerinde ilk olarak Nâzım’ın mezarını İstanbul’a taşıyacaklarını söylemiş. Şöyle ki:

Nâzım Hikmet’in mezarının Moskova’dan İstanbul’a taşınmasına ilişkin bu tasarılarıyla ilgili beni aradı. “Sizin gayretlerinizi izliyorum” dedi. İktidara geldiklerinde ilk olarak Nâzım Hikmet’i Türkiye’ye getireceklerini söyledi ve “Taksim’deki Gezi Parkı’na bir anıt mezar yapacağız” dedi. Bu gerçekleştiğinde isteyen herkes Moskova’lara kadar bir takım tartışmalı davetlerle gitmeye gerek kalmadan Nâzım Hikmet’i istedikleri gibi ziyaret edebilecek. Vasiyeti aynı adlı şiirinde “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse, / tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani...” dizeleriyle uyumlu olarak yerine getirilmiş olacak.

İyi de… Moskova’lara kadar “bir takım tartışmalı davetlerle” gidilerek ziyaret edilen sadece Nâzım Hikmet’in gömülmüş bedeni değil ki! Nâzım’ın mezarı, bulunduğu tarihi değeri çok büyük mezarlığın tarihinin bir parçası olduğu için, mezar taşı olarak başında dikili olan “Rüzgara karşı yürüyen adam” heykeli Nâzım’ı çok iyi anlattığı için övülmeye, anlatılmaya, ziyaret edilmeye değer. Sadece Nâzım’ın mezarı değil o. Gerçekten tarihi bir anıt. Şüphesiz, o mütevazı ölçekte ona güç veren mezarın sahibi.

Nâzım’ın vatandaşlıktan çıkarılması kararının iptalinin gündeme geldiği dönemde de başta Nâzım’ın yakınları, Nâzım’ın “değerini” bilen herkes mezarın Türkiye’ye taşınmasının düşünülemeyeceğini ısrarla savundu. Neredeyse kesin bir kabul görmüş olan görüş, Nâzım’ın mezarının büyük şairin kendisiyle birlikte tarihte yerini almış olduğudur.

Üstelik, bu tür garipliklerle gündem açmadan önce örneğin Nâzım'ın ailesinin (en geniş haliyle) bu konuda ne düşündüğünü bir araştırmış olmak gerekir. Ya da örneğin Novodeyvici mezarlığının bir insanlık mirası olarak koruma altında olup olmadığını, bu durumda oradan bir taş söküp getirmenin ne tür koşulları olabileceğini araştırmanız da faydalı olacaktır.

Bunların hepsini bir kenara koymak da mümkün: Kılıçdaroğlu'nun "iktidarımızın ilk günü" derken çıkmaz ayın son Çarşambası rahatlığıyla düşündüğünü varsayabiliriz. Ya da basitçe partisinin ve Cumhuriyet'in kurucusunun imzasını ezdirdiği "Ayasofya rezaleti"nden sonra biraz "hava değişikliği" istediğini düşünebiliriz.

Kılıçdaroğlu’nun gündeminde gerçekten var mıdır bilmiyorum. Vardır ya da yoktur ama “Gezi Parkı’na Nâzım için bir anıt mezar yaptıracağız” sözleri ancak kötü bir şaka olabilir. Bu kötü şakanın Ayasofya’nın insanlık mirası olmaktan çıkıp islam mabedi olarak yeniden kurulduğu bir zamana denk gelmiş olması da kötüdür.

Bu hikayede bir başka gariplikse herhalde Nâzım’ın vasiyet şiirine yapılan göndermedir.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,

ölürsem kurtuluştan önce yani,

alıp götürün

Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu

     ırgat Osman yatsın bir yanımda

ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp

kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Nâzım’ın Gezi Parkı’nda bir anıt mezara gömülmesinin vasiyet şiirindeki köy mezarlığı imgesini karşıladığını söylemek herhalde Nâzım'la, yaşamıyla ve şiiriyle biraz da "iş icabı" ilgilenmekle mümkün oluyor.

Söyleşi Kılıçdaroğlu’na yakıştırılmış bir vaadle başlıyor ve Karaveli’nin Nâzım’dan aktardığı cümlelerle devam ediyor.

Karaveli’ye bakarsak 1959 yılında Rusya gezisinde karşılaştığı Nâzım ona şöyle diyor:

Orhan, Rusya’da ilk defa bir Türkten merhaba aldım. Ben vebalı mıyım ki kimse bana gelmedi. Her gün beraber olalım.

“Ve hakikaten her gün beraber olduk.” diyerek devam ediyor Karaveli hikayesine.

Orhan Karaveli’nin “Vatan” gazetesinin muhabiri olarak Nâzım’la görüştüğü 1959 yılında Nâzım’ın gazetenin sahibi (ve kurucusu) Ahmet Emin Yalman hakkındaki şu hicvine bir bakmaya ne dersiniz:

Ahmet Emin Yalman

Selânikli Osman Efendi

keskin muhasebecilerdendi

ama o da yanıldı ömründe bir kere

yanlış bir tohum atıp rahm-i madere.

Bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da,

boyu bir karış kaldıysa da,

öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki

sövdüler kabrinde bile babası Osman Efendiye.

Osman Efendi, Ahmet Emin adını takmıştı tohumuna,

Ahmet Emin, Yalman'lığı kattı buna

ve Ahmet Emin Yalman

önce Alaman oldu sonra Amerikan.

Ona göre her devirde, her zaman

satılacak bir gazeteydi "Vatan"

ve hazret sattı vatanı.

Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman'ı

Amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden.

Hapisteki hırsızlara acıyorum ben,

ahlâkları bozulacak

Emin Beyle aynı damda yaşayarak…

Karaveli’ye bakarsak, Nâzım önce Almancı sonra Amerikancı olduğunu söylediği Yalman’ın gazetesinin bir muhabirine “hasretle sarılıyor.”

Hasretle sarılmakla, günlerini birlikte geçirmekle yetinmiyor. Neler neler yapıyor!

Hikayeye göre Yalman’ın muhabiri bir yemekte Türkiye’de “Ruslara” karşı nankörce bir düşmanlık güdüldüğünü hatırlatanlara şöyle yanıt veriyor: Çünkü Stalin, Boğazlar’ın birlikte kontrolünü istedi, üç vilayetin iadesini istedi.

Olabilir, demiştir ama Yalman’ın sattığı Vatan’ın muhabiri Karaveli burada durmuyor. Nâzım'ın bu sözleri desteklediğini iddia ediyor:

“Ben de Orhan gibi düşünüyorum” yanıtını verdi. Hatta Nâzım şöyle bir espri de yaptı: “Herkes bilsin ki bir gün Rusya, o çok istediği sıcak denizlere inecek! Nasıl mı? Turizmle!” Ve dediği aynen çıktı.

Bu noktada iğneyi ve çuvaldızı söyleşiyi yapan ve yayınlayanlara batırmak durumundayız. Nâzım’a “Rusların sıcak denizlere inme hülyası” kalıbını yakıştıran bu cümleleri sorgulamak gerekmez miydi? Konuğunuz bu cümlelerle yetinmeyip, sosyalizmin çok da uzak olmayan bir gelecekte bir dünya gerçeği olacağı fikrine sahip Nâzım’ın Rusya’dan kapitalist Türkiye’nin otellerine gelen turistler “kehanetini” anlattığında orada bir durmak daha doğru olmaz mıydı?

Aynı dönemde yazdığı bir şiirde “Amerikancılıkta Menderes’le yarıştığını söylediği” Yalman’ın gazetesinden bir muhabirle Sovyet dış politikası hakkında herhangi bir konuda hemfikir olamayacağını düşünmek için çok neden varken, bunlar hikayeyi iyice anlamsızlaştırıyor.

Nâzım üstü Menderes. Pes!

Karaveli’yle söyleşi Kılıçdaroğlu’nun “mezarınızı ayağınıza getireceğiz” müjdesiyle başlıyor, Rusya’da Yesir Nâzım hikayelerinden bildik anekdotlarla devam ediyor ve Menderes’e bağlanıyor.

Karaveli’nin Menderes muhalifliği, buna rağmen Menderes’in onu ABD gezisinde yanında götürmesi, bunu “düşman da bulunsun yanımızda” sözleriyle açıklaması, gezinin sonunda koluna yapışıp “vallahi bırakmam” demelerinin arkasında belki de onu danışmanı yapmak istemiş olması (düşmanken danışman olanlara özellikle son yıllarda çok rastlıyoruz zaten) derken konu Menderes’te bağlanıp tamamlanıyor.

Cumhuriyet gazetesi sayfalarında Menderes’in “hataları olan ama halkı anlayan, zarif, Aydınlı bir çiftlik ağası” olduğunu okuyoruz.

Menderes’i ve onunla yaptığı Amerika gezisinin dönüşünü şöyle anlatıyor Karaveli:

O tam bir sürprizdir. Menderes, Türkiye’ye dönüşe geçecek, uğurlamaya gidenler arasındayım. Tek tek hepimizle tokalaştı. Bana gelince elimi tuttu ve “Seninle beraber gidiyoruz” demez mi! Ben şaşırarak “Sayın Başbakan ben, Vatan gazetesi adına geldim. Üstümde pasaportum, hiçbir şeyim yok. Her şeyim otelde” dedim. “Bunlar önemsiz şeyler. Beraber gidiyoruz” dedi. Gitmedim, gidemezdim! Büyükelçi, bana serzenişle “Gidecektin. Senin bu ters sözlerin onun hoşuna gidiyordu. Etrafta herkes pohpohluyordu, sen doğruları söylüyordun” dedi. Yani beni Ankara’ya götürüp herhalde hapse atmayacaktı. Halk TV’deki Gürkan Hacır’ın yorumudur: “Büyük ihtimalle seni danışman yapacaktı”. Kim bilir! Belki de o zaman felaketin gelişine ilişkin onu uyaran, ona sağlıklı bilgi veren birileri olabilirdi etrafında.

Kılıçdaroğlu’yla başlayıp Menderes’le biten bir Nâzım söyleşisi okumuş oluyoruz, Cumhuriyet sayfalarında.

Bize de bıkmadan, usanmadan, boşverip yılmadan bu hikayeleri temizlemek düşüyor.

Nâzım’ın yine 1959 tarihli şiiriyle bitirelim temizliğimizi:

Adnan Bey

Türküler söylendikçe Türk diliyle

Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle

Türk diliyle gülünüp

Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Adnan Bey,

           ben anılacağım,

           anılacak Türk diliyle size sövüşüm.

Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun.

Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.

Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.

Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.

Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.

Yüz Türkiye olsa

          elinizden de gelse

                yüzünü de zincire vurur

                      yüz kere satarsınız.

Milletimin en talihsiz gecesi

                ana rahmine düştüğünüz gecedir.

MEHMET KUZULUGİL / SOL

Bulancak mektupları - Orhan Gökdemir / SOL

Bu mektubu gönderiyorum doğduğum yerin dağlarına, derelerine. Dede, buradayız biz, uzun-inatçı bir mücadeledeyiz… Ve dediğimizi, söz verdiğimizi yaparız eninde sonunda. Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!


Yıl 1979. Giresun’da liseye başladım. Lise yatılı, hafta sonları Bulancak’taki köye dönüyorum, amcamın misafiriyim. O hafta sonlarından birinde çocukluk arkadaşım İsmet’in dedesine gitmeye karar veriyoruz. Ben yarenlik yapacağım. Dedenin köyü yürüyerek neredeyse üç-dört saatlik mesafede. Bir dağdan ötekine sürekli tırmanıyoruz. Hedefimiz Elmalı Köyü. Köy dağın doruğuna yakın, ev kartal yuvası gibi. Balkonu çok aşağılarda kalan başka dağlara bakıyor. Köyü ara sıra basan sis şöyle bir yalayıp çekiliyor. Güneş bir var bir yok. Çay, çorba derken sohbete koyuluyoruz. 

Dağın taşın, uçan kuşun solcu olduğu zamanlar, biz de öyleyiz. Dede söylediklerimizi hafif bir gülümsemeyle izliyor. Anlatıyoruz, değiştireceğimize inanıyoruz ülkemizin kaderini. Eskisini yıkacağız ve yeni bir medeniyet kuracağız, iddialıyız. Dede, “öyle ise buralara, yukarılara geleceksiniz” diyor, kendisinden emin. Şaşırıyoruz. Yol yok, su yok, elektrik yok yukarılarda. Ne medeniyeti olacak? Medeniyet aşağıda… “Neden” diye soruyorum öylesine, cevabı olmadığından eminim. Dede, “çünkü burada sinek yok” diyor. Gerçekten de çevrede hiç sinek yok. Hava o kadar değişken ki, sineklerin tutunmasına imkân vermiyor. “Medeniyet dediğiniz yukarıdan aşağıya gider” diyor gururla. Sinek yüzünden!

Aşağıda, dağların denize kavuştuğu yerde Bulancak var bizim için. Köylü çocukları için medeniyet deyince ilk akla gelen yer, gördüğümüz ilk “şehir” … Otomobille, otobüsle, asfalt yolla, elektrikle, hekimle, “pazar ekmeği”yle ve tabii denizin içine doğru uzanan iskeleyle. “İskele”siz medeniyet olur mu? Samsun’a, İstanbul’a, medeniyete açılan kapımız orası. Dede köye çekiyor merkezini. Olmayacak iş. İsmet’le gülüşüyoruz… 

***

Halbuki sinek gerçekten de şehirlerin (medine) kaderini belirlemiştir. Sineğin olduğu yerde şehir olmaz. Sineklerin bulaştırdığı sıtma izin vermez buna.  

Bulancak, Pazarsuyu Deresi havzasındaki düzlükte kurulmuştur. Pazarsuyu, dağların yamaçlarına serpilmiş köylerin hepsine dokunan birçok dereden örülmüş bir saç örgüsü biçiminde toplanır. Toplanıp büyüdükçe hırçınlaşır. Taşkında etraftaki zayıf toprağı sürükleyip, kıyıda, hırçınlığını kaybedip durulduğu yerde gelişigüzel bırakır. Burada oluşan düz, sulak ve verimli arazide, eskiden, çeltik üretimi yapılırmış. Haliyle sineğin haddi hesabı yok. Bulancak bu nedenle görece yakın zamanda kurulmuş bir kasaba. Fırtınalı havalarda kayıkların sığınabileceği küçük bir koymuş ilk başta. Etrafta bir iki küçük kulübe kurulmuş o sayede. 1850’li yıllardan bu yana gelişip bugünkü halini almış. Sanırım sıtmanın ilacının bulunması ve her nedense çeltik tarımından vazgeçilmesi de önünü açmış.

Adı daha eski ama. Bulancak, Luvice bir kelime. Dere veya nehirle bir bağlantısı olduğu sanılıyor kelimenin. Yerleşim çok eski olmadığına göre Pazarsuyu Deresi’nin eski adlarından biri olduğunu düşünebiliriz. Her neyse, bizim dere boyu ilerleyerek zar zor ulaştığımız köyler kasabadan en az 100-200 yıl daha eskidir. Tahrir Defterlerindeki kayıtlara göre atalarım 1650’den beri o köylerde yaşıyor. Dedenin tezini tuhaf bir biçimde destekleyen bir veri!

Ama sonraki tarihi bundan biraz daha karmaşık. 19. yüzyılda, Fener Beyleri’nin Osmanlı İmparatorluğundaki bütün ticareti kontrol ettiği yıllarda kasabaya Ermeniler yerleşmiş. Fener Beyleri Anadolu’daki ticari işlerinde “din kardeşleri” oldukları için Ermenileri tercih etmiş hep. Sonra kıyıya yakın bazı köylere Rumlar yerleşmiş. 1965 nüfus sayımına göre bu köylerden en az ikisinde Rumca konuşuluyormuş, bildiğimiz bu. Mübadelede, boşaltılan yerlere Selanikliler yerleştirilmiş bir de. Kasabanın arkasındaki medeniyet kodları işte bu karmaşada.

Bulancak’ın tersine, 10 kilometre ilerdeki Giresun tamamıyla bir Rum şehridir. 1918 gibi geç bir tarihte bile Belediye Reisi Rum asıllıydı. Mübadelenin harap ettiği kentlerimizdendir. 

***

Köylerde demografik tablo haliyle daha sade. “Oğuzların 24 boyundan biri” olduğu varsayılan Çepnilere dahildir çoğu. Vaktiyle göçüp, bu aşılmaz dağ yamaçlarına yerleşmişlerdir. Öncülerin bölgeye gelişi 12.-13. yüzyıllara dayanıyor. Mekân dağlar olunca kıyıya dik bir göç hikayesi ortaya çıkıyor haliyle. Bu köylerin bir ucu Sivas kıyılarında. 19. yüzyılda içeridekilerin bir bölümü daha toplanıp dağların kıyıya bakan yüzlerine yerleşmiş. Sebebi Gümüşhane’deki -adı üstünde- madenlerin kapanması. Bizim dedenin köyü Elmalı yakınlarındaki “Demircili” Köyünün de böyle bir geçmişi var sanırım.     

Tahmin etmişsinizdir, Çepni olduklarına göre, tabloyu tamamlamak için “Alevi-Bektaşiliği” yardıma çağırmak lazım bir de. Bakmayın bölgenin homojen “Sünni” görünümüne, bunun tarihi bir asırdan öteye gitmiyor. Bölgenin Çepnileri Güvenç Abdal Ocağının bakiyesi. Güvenç Abdal, tezlere göre "Hace" Bektaş-ı Veli’nin (Hacı değil, Hace) kullarından biri. Buraları “medenileştirmekle” görevlendirilmiş vakti zamanında. O da yollara düşmüş, o dağ senin bu tepe benim dolaşmış. Ocakla ilgili bir araştırmaya danışmanlık ettim yıllar önce. Samsun’dan Trabzon’a pek çok köyde gelenekleri yaşıyor. Araştırmayı yürüten akademisyen, Güvenç Abdal’ın torunlarını Giresun’un öte yakasındaki ilçesi Görele’de buldu. Ellerinde Güvenç Abdal’a Osmanlının verdiği bir berat da vardı ama aile artık Sünnileşmişti…

İnanç olarak silinmiş olsa bile yer adlarında bu geçmiş hala canlıdır. “Abdal” köyler vardır, “Pir” kasabalar, “Aziz” nahiyeler; “Bektaş” yaylalar ayaktadır.

***

Şimdi anlıyorum, biz Bulancak’ı gerçekten uygarlaştırmıştık! İliklerine kadar solcuydu kasaba. Merkezdeki iki kitapçısında her türlü kitaba ulaşmak mümkündü. Kurtuluş, Dev-Yol, TSİP, TÖBDER şubeleri kasabanın kahvehanelerinden daha kalabalıktı her daim. Karadeniz’e rengini veren “Fındık Mitingleri” bu kasabanın katkısı olmadan düşünülemezdi. Köylerdeki elektriksiz evlerin loş odalarında sol dergilerin ağır teorik meseleleri tartışılırdı. Günlük sol gazeteler köylere mutlaka ve bir şekilde ulaşırdı. Karaborsacı tüccarlar, çizmesinin boyası solmaya yüz tutmuş ağalar ve faşist polisler dışında herkese eşit davranılan şenlikli bir kasabayı anlatıyorum….

Düzen öyle kasabalar istemiyordu fakat. Fatsa’yı bastılar bir gün sabaha karşı. Vahşice saldırlar. Duyuyorduk iniltilerini ama izne giden Fatsalı bir arkadaşımızın yüzündeki paslı dikenli tel izlerini görünce anladık işin ciddiyetini. Solcu olduğunu anlayınca garajdan kaldırıp paslı dikenli tellerle almışlardı ifadesini!

Bulancak’ın payına ise polis müdürü Sadettin Tantan düştü. İstanbul’da fütursuzluğu ile nam salmıştı. Erbakan’ın partisine meyilli olduğu söyleniyordu. Giresun’a sürgün ettiler. Çok hırslıydı. Bizim “medeniyeti” yıkmaya kararlıydı. Onunla birlikte işkence geldi kasabaya. Yara izlerimizin bir kısmı o günlerin bakiyesidir…

Tantan kapatamadı ama 12 Eylül generalleri geldi kapattı. Gençlerin, bizim kuşağın üstünden bir silindir gibi geçti cunta. Bu katliamdan geriye kalan “kılıç artıkları”nı “Cengiz Unutmaz” başlıklı yazıda anlattım.

Ama gelenekleri silmek o kadar kolay değildir. Yakın zamana kadar iki tiyatrosu vardı kasabanın. Hala açıksa bir gün kapısını çalarım. Medeniyetimizin mucizelerinden biridir.  

Sonra bir darbe daha vurdular küçük medeniyetimize. Sahilinden Karadeniz otoyolunu geçirdiler. Bulancak direnemedi yola. Kıyısından geçen ve kasabayı büyük şehirlere bağlayan eski mütevazı yolun yüzü suyu hürmetinedir. Yol şehrin denize açılan uzantısı olan iskeleyle bağını kopardı. (İskele’siz medeniyet mi olur?) Yolu yapmak için sahili doldurup, yükselttiler. Tuhaf bir çukura dönüştü bizim kasaba. Sokaklarında yürürken denizi göremediğin tepetaklak bir Karadeniz ucubesi çıktı ortaya. İrtifa kaybediyor, gericileşiyor haliyle. İktidarın gözde şehri Rize de böyle değil mi? Denize arkasına dönmüş, cami avlusunda istikbalini aramıyor mu? Derelerin suyunun şehre düşman olması, bu çukurlaşmanın sonuçlarından biri sadece. Ama en fenası sel değil, o çukurda tarih öncesi sineklerin vızıldaması… 

***

Bu yazıyı planlarken Bulancak’ın “kılıç artığı” Cengiz aradı. Küçük kardeşi Turgut-12 Eylül’de ortaokuldaydı, aranıyor diye afiş asmışlardı kasabanın dört bir yanına- bu yıl tatilini Bulancak’ta geçirmeye karar vermişti. Turgut yıllar sonra kasabanın sokaklarını arşınlarken TKP’li gençlerle karşılaşmıştı. “Orhan gelenek sürüyor” dedi Cengiz. 

Sürer elbette. Arkasında uğruna harcanmış hayatlar, çekilmiş acılar, yitirilmiş arkadaşlar, yoldaşlar var çünkü. Kalkar yine gideriz öyleyse, arşınlarız sokaklarını, medeniyetimizi düştüğü çukurdan çekip çıkarırız. 

Bu mektubu gönderiyorum doğduğum yerin dağlarına, derelerine. Dede, buradayız biz, uzun-inatçı bir mücadeledeyiz… Ve dediğimizi, söz verdiğimizi yaparız eninde sonunda. Bu cennet, bu cehennem, bu memleket bizim!

Orhan Gökdemir / SOL





Kaftancıoğlu: ‘Siyasetin görevi, herkes için ve herkese ait yeni bir kamusallık inşa etmektir’ - Cumhuriyet

CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Cumhuriyet’e yazdı.

‘Adalet yoksa barış da yok’ Afrika kökenli Amerikalı George Floyd’un polis şiddetiyle acımasızca öldürülmesinin ardından patlak veren gösterilerde atılan bu slogan, yaşlı gezegenimizin mevcut durumunu özetlerken ihtiyacın kendisini de olanca çıplaklığıyla ortaya koymuş oldu.

Mevcut yasalar ne derse desin, gerçek hayatta işleyiş beyaz adamın çıkarlarına göreydi ve o çıkarlar söz konusu siyah yurttaş olduğunda dışlayan bir pratiğin hemen her gün eşitsizlik ve adaletsizlik üreten bir şekilde tamamlanması anlamına geliyordu.

Siyahi yurttaşların isyanı bunaydı, ayrımcılığın olmadığı “herkese ait” bir kamusallık talebi bu gerçeklikten deviniyordu. İnsanlık, yüzlerce yıl en temel meselelerini güç kullanarak, kamu adına devlete el koyarak ve devleti kamu adına savaşa sürükleyerek çözmeye çalıştı. Bu, gerçekte insanlığın değil, azınlık yönetimlerinin kazandığı bir savaştı, sürdürülebilir değildi.

Önce aristokrasinin dışladığı burjuvalar, ardından onların dışladığı işçiler, ardından hepsinin birden yok saydığı kadınlar ve ardından zengin Batı’nın yok saydığı “Üçüncü Dünya”, eşitlikçi bir kamusallık için harekete geçtiler. Bir “haysiyet rejimi” olarak kendisini ortaya koyan demokrasi, liberalizmle birlikte hızla altta kalanın canı çıksın rejimi haline geldi. Liberalizmde “köprü altında donarak ölme özgürlüğümüz” vardı.

Ülkemiz de benzer konumdaki ülkeler gibi ahbapçavuş kapitalizminin yıkıcılığından nasibini aldı. Yoksul daha yoksul oldu, işsizlik arttı, ahlaki çöküntü katmerleşerek yoğunlaştı. Siyasal İslamcı iktidarla birlikte ekmek daha da küçülürken insanlarımızın gelecekle ilgili beklentileri ipotek altına alınarak karartıldı.


Bu böyle gitmeyecek. İşçilerin, işsizlerin, güvencesizlerin sahipsiz hissetmedikleri bir Cumhuriyet inşa edeceğiz. Bu ülkeyi “yandaş müteahhitler cumhuriyeti” olmaktan çıkaracağız. Şimdi İstanbul’dan başlattığımız iktidar yürüyüşünü merkezi iktidarı alarak taçlandırmanın vaktidir.


Hayallerimiz var. Demokratik bir anayasa yaparak güçlendirilmiş parlamenter sistemi kurmayı elbette istiyoruz ama hayallerimiz bunun da ötesini; refahın hakça bölüşüldüğü, kalıcı barışın tesis edildiği, hiç kimsenin siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inancı nedeniyle dışlanmadığı bir kamusallığı işaret ediyor


Kamu ile kendisini özdeşleştiren devlet, sağcı anlayışların elinde belli bir sınıfın çıkarlarını koruyup kollayan bir aygıta dönüştü. Bu ayrımcılığa karşılık sol; hedefi tam istihdam olan, üretici güçleri önceleyen ve refah devleti yoluyla sosyal adaleti inşa etmeyi gözeten bir siyaset anlayışını savundu.

J.J. Rousseau’nun “Kimsenin kendisini satacak kadar yoksul olmadığı, kimsenin de başkasını satın alacak kadar zengin olmadığı” sözlerinden esin alan başka bir dünya hayaliydi bu. Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği sosyalist blok çökünce neo-liberal efendiler, “Komünizm tehdidi bittiğine göre artık refah devletine de katlanmak zorunda değiliz” diyerek söz konusu hayalin gelişme dinamikleri önüne set çektiler.

Böylece hiçbir zaman samimiyetle inanmadıkları “herkes için ve herkese ait” bir eşitlik ve adalet fikrini de rafa kaldırmış oldular.

NEO-LİBERAL SALDIRI VE ‘BENCİLLİK ÇAĞI’

Neo-liberal saldırıyla birlikte “bencillik çağı” alıp yürüdü. Kamu ahlakı ve anlayışına büyük bir saldırı başladı. Refah devletinin, kamuculuğun himayesini yitiren insanlar, doğuştan getirdikleri kimliklerine, kendi cemaatlerine sığındılar. Yalnızlaştılar.

Sözgelimi Yugoslavya’da, beraber kurtuluş mücadelesi yürüttükleri farklı etnik kökenden komşularıyla birbirlerini boğazlar hale geldiler. “Bencillik çağı”nın “barbarlık çağı”na dönüşmesi kaçınılmazdı.

İnsanlar açlıklarının hesabını asıl sorumlularından sormaz oldular. Yapısal, sınıfsal meselelerin kökenlerine bakacaklarına, kültürel görüntülere ve sonuçlarına odaklandılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgecilikten kurtularak yeni uluslarının inşasına soyunan yoksul “Üçüncü Dünya” da kimlikler üzerinden bölündü.

Servetin giderek daha az sayıda insan ve şirket elinde toplanmasının üstü milliyetçi, etnik ve mezhepçi savaşlarla örtüldü. İçe kapanan, kapsayıcı bir kamusallıktan uzaklaşan birçok ülkede bencil savunma refleksleri sağ popülist siyasetçileri iktidara getirdi. Bugün dünyayı gerçekte kendilerinden başka kimseyi umursamayan bir “benciller iktidarı” yönetiyor. Bencillik çağının tahribatını benciller ittifakı çözebilir mi?

Celladına gülümsemekten başka bir şey değildir bu. Sağ popülist siyasetçiler, dün olduğu gibi bugün de asli failleri gizleyerek giderek derinleşen sorunların sorumlusu olarak göçmenleri, “marjinalleri”, farklı kültür ve inançlara sahip azınlıkları gösteriyor, onları hedef haline getiriyor.

DAHA FAZLA GÜVENLİK DEĞİL, SOSYAL GÜVENLİK

Daha fazla “Milli Güvenlik Devleti” istiyorlar. Özgürlüklerimizi adım adım kırparak, ahbap-çavuş kapitalizmini eleştirme ve dönüştürme mekanizmalarımızı yok etmeye çalışıyorlar. Buna yanıtımız, tüm gezegende daha fazla “Sosyal Güvenlik Devleti” olmalıdır.

Pandemi süreci, tüm bu çarpıklıkları ve artık sürdürülemez olan düzeni teşhir etti. Kral her zamankinden daha da çıplak. İnsanlar ne sağlığa erişimde ne de hastalığa karşı alınacak önlemlerde eşit olmadıklarını gördüler.

Hastalığın şahvezir, bakan-başbakan, zengin-fakir herkesi eşitlediği, hiç kimseyi ayırmadığı görüşünün koca bir yalan olduğu ortaya çıktı. Amerika’da en çok siyahlar ölüyordu, çünkü beyaz Amerikalılara kıyasla daha yoksuldular. Avrupa’da yaşlılar.

Türkiye’de emeği ile geçinmek zorunda olanlar sanki efsunlu bir koruyuculuk zırhına sahiplermiş gibi zerrece sağlıkları umursanmadan iş hayatının siperlerine sürüldüklerini gördüler.

Nasıl demişti Nâzım Usta, “Ölüme Dair” adlı şiirinde:

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdildir” - diyor,-

“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim,

neden şaşıyorsunuz?

Hiç duymadınız mıydı kardeşim, herhangi bir şahın bir gemi ambarında bir kömür küfesiyle öldüğünü?...

Çok açık. Ölümün adil olması için hayatın da adil olması gerekiyor, hayatın adil olması için kamusallığın herkesi içermesi, sağlık, eğitim, barınma gibi temel hakların herkes için olması gerekiyor.

ASLİ GÖREVİMİZ YENİ BİR KAMUSALLIĞIN İNŞASIDIR

Akli olanla kalbi olanı buluşturabilen sol demokratların, yıllardır savundukları sosyal güvenlik devletinin, nitelikli ama parasız eğitim ve sağlığın, temiz ve güvenli gıdanın ne denli yaşamsal olduğu bugün çok daha açık biçimde ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet, bir köy çocuğunun cumhurbaşkanı olabilmesine imkân tanıyan rejimin adıdır. Cumhuriyet fikrinin içerdiği kamusallık, doğuştan getirilen ayrıcalıkları reddeder, bireyi toplumsal yarar ilişkisini gözeten bir yurttaş olarak tarif eder.

Kamuculuk aynı zamanda bireyin kendi mutluluk yolunu çizerken topluma katkı sunmayı da bir görev olarak görmesidir. Toplumsal refah ve huzurla, bireysel özlemlerin çelişmesi gerekmez. Bunlar birbirlerinin tamamlayıcısı olabilir.

Sözgelimi bir devlet üniversitesi kendiliğinden kamu üniversitesi değildir. Eğer tüm kamuya, ayrımsız toplumun tüm kesimlerine açıksa ve özel çıkarlar yerine tüm kamu için bilgi üretiyorsa işte o zaman “kamusal” bir nitelik kazanır. Ve elbette kamunun en az yarısı kadınlardır. Onların siyasetten istihdama her alanda etkin olmalarının önünü açmak da kamusal yeniden inşanın olmazsa olmazıdır.

OTORİTERLEŞMENİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Ülkemiz de benzer konumdaki ülkeler gibi ahbap-çavuş kapitalizminin yıkıcılığından nasibini aldı. Tüm dünyada kamusal ahlaka ve kamusal insana yönelik saldırı, bizim coğrafyamızı da tarumar etti. Üstelik ahbap-çavuş kapitalizmine İslamcılık üzerinden taze kan sunanlar mevcut düzeni daha eşitsiz, daha baskıcı ve daha adaletsiz bir rejim haline getirdiler.

Kul hakkını dilinden düşürmeyenlerin iktidarında; zenginlere yeni yandaş zenginler eklendi, yoksul daha yoksul oldu, işsizlik arttı, ahlaki çöküntü katmerleşerek yoğunlaştı. Siyasal İslamcı iktidarla birlikte ekmek daha da küçülürken insanlarımızın gelecekle ilgili beklentileri ipotek altına alınarak karartıldı.

2018 yılının TÜİK verilerine göre Türkiye’de, en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 47.6’ya ulaştı. En düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay ise yüzde 6.1’e geriledi.

Toplumun en zengin yüzde 20’sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20’sinin gelirine oranı 7.5’ten 7.8’e çıktı. Birilerinin servetlerini katladıkları, diğerlerinin ise daha da yoksullaştıkları bir düzen, ancak cebirle ve korku salarak sürdürülebilirdi. Başkanlık rejimi, OHAL’ler, KHK’ler bunun için getirildi.

EKMEK VE GÜL HAKKI İÇİN

Bu böyle gitmeyecek fakat. Bu topraklarda kök salmış olan aydınlık birikim, kendisini yeni bir kamusallık üzerinden inşa ederek dayatılan karanlığın üstesinden gelecek. İşçilerin, işsizlerin, güvencesizlerin sahipsiz hissetmedikleri bir Cumhuriyet inşa edeceğiz. Bu ülkeyi “yandaş müteahhitler cumhuriyeti” olmaktan çıkaracağız.

Yüzde 25’lerin üzerine çıkan genç işsizliğini azaltmak, kadınların çalışma hayatındaki oranlarını yüzde 32’lerin çok çok üzerine çıkarmak boynumuzun borcudur. Ekmek kadar gül de önemli. Hem müreffeh hem özgür kuşaklar ortaya çıkabilsinler, çocuklarımız bizden çok daha iyi yaşayabilsinler diye siyaset yapıyoruz.

Örgütlenmeye, örgütlü gücün dönüştürücülüğüne inanıyoruz. Sorunlarımızı yok saymayacak kadar gerçekçiyiz. Yine de umutlanmamız için nedenlerimiz var. Mevcut otoriterleşmeye rağmen, benzer ülkelere göre çok daha diri ve yaratıcı bir muhalefet söz konusu. Giderek daha da bilinçlenen, örgütlenen ve öğrenen bir sivil muhalefet.

İstanbul seçimlerini anımsayalım: Eşitsiz koşullarda ve haksız biçimde tekrarlanan bu seçimlerde elde edilen zaferin küresel düzlemde sağ popülizme karşı verilen mücadelelere ilham verici pek çok özelliği var.

İstanbul seçimlerindeki ittifak, Avrupa’da otoriter rejimlerin olduğu bazı ülkelerdeki seçimlerde muhalefet partilerine model oldu. Şimdi İstanbul’dan başlattığımız iktidar yürüyüşünü merkezi iktidarı alarak taçlandırmanın vaktidir. Bu bir rövanş değil. Ödediğimiz bedeller kişisel ikbal için hiç değil.

Derdimiz tasamız eşitlikçi, özgürlükçü bir hayat. Hayallerimiz var. Demokratik bir anayasa yaparak güçlendirilmiş parlamenter sistemi kurmayı elbette istiyoruz ama hayallerimiz bunun da ötesini; refahın hakça bölüşüldüğü, kalıcı barışın tesis edildiği, hiç kimsenin siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inancı nedeniyle dışlanmadığı bir kamusallığı işaret ediyor. Muktedirlerin kamusu değil, ayrımsız herkesi kapsayan, koruyan bir kamu.

Eşitlik, özgürlük ve adalet üzerinde serpilip gelişen yeni bir hayat, yeni bir kamusallık. Kula kulluk etmeyen, onurlu çocukların omuzları üzerinde yükselen bir ülke. “Biz mevsiminin” yaşanacağı bizim ülkemiz. 

Budur ol hikâyet, budur bizim büyük hakikatımız!

Cumhuriyet


Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...