Kenter Tiyatrosu bu kentin zenginliğidir - Dikmen Gürün / Cumhuriyet

Kenter Tiyatrosu’nun yeniden soluklanması girişimine son anda çekilen set, bugün iktidarda olan siyasi partinin sanatla, sanatçıyla yıldızının barışık olmadığının örneklerinden biridir.

Bu ülkenin onur kaynaklarından biridir büyük sanatçı Yıldız Kenter... 17 Kasım 2019’da hayata veda ettiği zaman 91 yaşındaydı... 

Aynı şekilde, usta oyunculuğuna hayranlığımızı her zatman dile getirdiğimiz Müşfik Kenter’i, 14 Ağustos 2012’de, 80 yaşında yitirdik. 

Kenter kardeşlerin 1959 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılarak İstanbul’a geldikleri ve Karaca Tiyatro’da oynamaya başladıkları günden itibaren Yıldız Kenter’in kendi tiyatrolarına sahip olmak için kurduğu düşler, sonrasında verdiği uğraşlar ve de başta Müşfik Kenter olmak üzere, Şükran Güngör, Kamran Yüce’nin onu destekleyen duruşları bir azim ve inanç ifadesidir. 

Tiyatro Benim Hayatım: Yıldız Kenter’in Hayat Hikâyesi adlı, YKY’den çıkan kitabım sadece bu kıymetli sanatçımızın çocukluğundan başlayarak onun tiyatroya duyduğu büyük aşkın izlerini sürmez. Kent Oyuncuları olarak seyirciyi nasıl beslediklerini, öğrencilerini nasıl yetiştirdiklerini, yazarlarımızı nasıl desteklediklerini ve de Kenter Tiyatrosu’nun iğneyle kuyu kazılarak nasıl inşa edildiğini anlatır. Boşuna dememiştir Vedat Nedim Tör, Yıldız ve Müşfik Kenter İstanbul’a geldiği zaman yazdığı bir yazıda, “İstanbullular! Sevinin. Övünün. Bayram edin. Şehrimizin kültür kesafetini yükselten iki artist kazandık: Kenter kardeşler” diye. 

BUNUN ADI SİYASET Mİ OLUYOR? 

Kenter kardeşler sadece sanatlarıyla yükseltmediler İstanbul’un kültür düzeyini. İnşa ettikleri Kenter Tiyatrosu ile de zenginleştirdiler bu şehri, tiyatro dünyamızı. Sanatçısından seyircisine hepimizin çok iyi bildiği gibi, 1968 yılında perdelerini açan 450 kişilik Kenter Tiyatrosu devletten tek kuruş destek almadan büyük bir özveriyle inşa edilmiş olan ilk özel tiyatro binamızdır. Bu gerçek, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde yenilgiyi kendine yediremeyen AKP’nin belediye meclisi üyelerine acaba bir şey ifade eder mi? 

Şu günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu Yıldız Kenter’in cenaze töreninde verdiği sözü tutmak üzere harekete geçti. Ne var ki bu çok anlamlı ve güzel girişim İBB’nin sürekli muhalefet yapmayı marifet sayan meclis üyelerinin engeline takıldı. Şaşırdık mı? Hayır! Ama içimiz acıdı. Bu nasıl bir kindir? Üstesinden gelinemeyen nasıl bir intikam duygusudur? Nasıl bir düşmanlıktır? Nasıl bir dar vizyondur? Anlamak mümkün değil... 

SÖZÜN BİTTİĞİ YERDE MİYİZ? 

Kenter Tiyatrosu’nun yeniden soluklanması girişimine son anda çekilen set bugün iktidarda olan siyasi partinin sanatla, sanatçıyla yıldızının barışık olmadığının örneklerinden biridir. AKP’li meclis üyelerinin herhalde büyük bir “zafer” olarak nitelendirdikleri bu olumsuz tutumları, Kenter Tiyatrosu’nun ışıklarını daha da solgunlaştıracak ve belki de giderek karartacak. Yazık. Çok yazık! Bu, her şeyden önce, Yıldız ve Müşfik Kenter’e yapılan bir saygısızlıktır.  

Bir şehrin tiyatro tarihini, kültürel altyapısını o şehrin tiyatro binaları üzerinden okumak gerektiğini Muhsin Ertuğrul’dan Refik Ahmet Sevengil’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Metin And’a pek çok usta dile getirmiştir bugüne kadar. Düşünüyorum ve soruyorum: Bugün neredeyiz? Belediye meclisinde Kenter Tiyatrosu üzerinden yapılan siyaset, “Kenter” adına reva görülen bu çapsız muamele yıllardır yolu Kenter Tiyatrosu’ndan geçen bizleri, sözün bittiği yere mi getirdi? 

Dikmen Gürün / Cumhuriyet

Vazelin kokan bir cehennem - Barış Terkoğlu - CUMHURİYET

Oscar Wilde’ın yazdığı “Bay W.H’nin Portresi”Shakespeare’in sonelerinin girişinde atıf yapılan meçhul W.H’nin kimliğine odaklanır. Aslında kitaptaki kahramanların ispat için uğraştığı tezi 18. yüzyılda Thomas Tyrwhitt isimli bir edebiyat âlimi ortaya atmıştı. Teoriye göre “Bay W.H.”, Shakespeare’in oyunlarında kadın rollerinde sahneye çıkan Willie Hughes’ti.

Huysuz Virjin’i yaratan Seyfi Dursunoğlu’nun vefatının ardından hatırlanan konuşmasını izlediniz mi? Dursunoğlu, Huysuz Virjin’in son yıllarda neden ekranda görünmediğini eski RTÜK Başkanı’na atıfta bulunarak açıklıyordu: “Kanalların umum müdürlerini toplayıp ‘kadın kılığında erkek görmek istemiyoruz’ demesi çok ağrıma gitti.”

Virjin’e kızıyorlar da sahi hiç düşünüyorlar mı? Bir erkek neden kadın kılığına giriyor?

Aslında hikâye hem İngiltere’de hem bizde tanıdık. Bir zamanlar, kadınların sahneye çıkması, tutucular tarafından yasaklanmıştı. Bu nedenle kadın rollerine de erkekler hayat veriyordu. Yüzyıllar önce Juliet’i bıyıkları terlememiş bir erkeğin oynamasının nedeni de, bizde “ilk kadın tiyatrocu”nun “ilk tiyatro”dan sonra gelmesinin sebebi de aynıydı.

Yine de sorun çözülmedi. Kadın kılığındaki genç erkeklere hayranlık büyüten erkek izleyicilerden ya da iki erkeğin sahnede birbirine aşk sözleri söylemesinden tutucular yine hoşlanmadı. Kadın ile erkeğin eşit bir şekilde var olmasına kendi ahlakında yer ayıramayanların çelişkisi, sahneye çıkardıklarını aşağı indirdi.


20’yi aşkın çocuk istismarı

Türkiye, Seyfi Dursunoğlu’na veda ederken gazetemizin adliye muhabiri Seyhan Avşar’ın yeni çıkan “Rezilsiniz” kitabını okuyorum. Avşar, daha önce Cumhuriyet gazetesinde takip ettiği Fıkıh-Der’deki çocuk istismarı dosyasına, kitabında bütün boyutlarıyla yer vermiş.

16 Ocak 2019’da 155’e gelen bir çağrı ile başlayan soruşturma, İslamcı Fıkıh-Der’deki çocuk istismarı irinini patlatmıştı. Çocuklardan Yusuf İslam A’nın babası Engin A’nın tereddütle çaldırıp bıraktığı telefonu, polisler geri aramış ve istismarı açığa çıkarmıştı. Savcılık da istismarcıları gözaltına aldırmış, haklarındaki delillere dayanarak şüphelilerin tutuklanmasını istemişti. Ne garip, son dönemde “çok kolay tutukluyor” denilen kimi sulh ceza mahkemeleri, savcılığın defalarca yaptığı itiraza rağmen, istismarcıları serbest bırakmakta ısrar etti. Neyse ki İstanbul Anadolu 8. Ağır Ceza hâkimleri, yargılama sırasında olayın peşini bırakmadı. 4 çocuğa yönelik cinsel istismar ve fiziki işkenceleri dava sürecinde delillendiren mahkeme, geçen ocak ayında kurs hocası Ömer Işıktekin’i ve eğitmenler Hacı Serkan Bektaş ile Tarık Bektaş’ı toplamda 139 yıl hapisle cezalandırdı.

Üstelik…

Çocukların anlattıklarına göre, karar buzdağının görünen yüzüydü. “İstismara uğrayan 20’yi aşkın çocuk var” sözleri şahit oldukları trajedinin derinliğini ortaya koyuyordu.

‘Kız sesi çıkart’

Çocukların karakolda, savcılıkta, mahkemede, psikologda verdikleri ifadeleri okuyorum. Erkek erkeğe sosyalleşen, kadınlarla karşılaşmamak için okula bile gönderilmeyen, geceleri yere serilen yataklarda üstlerinde “peygamber donu” dedikleri ortası delik çamaşırlarla et ete yatırılan, en küçük itaatsizliklerinde çekiçle dövülen çocuklardan Yusuf Yahya Ç’nin anlattıkları, tabloyu açıklıyor:

“Biz kurs içinde bazen talebeler toplanıp taklit yarışması yapardık. Hoca derdi ki herkes bir taklit yapsın.(…) Burada H.R.Ö. de sesi ince olduğu için bazı taklitler yapardı. Bir kere kız sesi çıkarmıştı. Hepimiz çok gülmüştük. Sonra Hoca hep beraber olduğumuzda H.R.Ö.’ye ‘Hadi taklit yapsana, bir kız sesi çıkartsana’  diyordu. Biz yemeğe oturduğumuzda bile bunun esprisi geçtiğinde Hoca derdi ki, ‘Hadi kız sesi çıkart, taklit yap’. O da taklit yapardı. Hoca Ömer Işıktekin, H.R.Ö’ye parmağının ucunu göstererek, ‘Seninki bu kadar, senin çözümün bende, seninki küçük, ben çözerim’ şeklinde sözler söylüyordu. Erkek erkeğe olduğumuzdan şakadır gözüyle bakıyorduk.”

Ekranda kadın kılığında erkek görmek istemeyenler, muhafazakâr ailelerin Kuran öğrensin diye kursa teslim ettikleri çocuklarını kadın kılığına sokuyor.

‘Anlatamam anne’

Çocukların anlattıkları birbirini tamamlıyor. Mağdur H.R.Ö., ardından kapı kilitlenen, çıkışta duş alınan Hoca’nın özel odasında yaşananları en açık anlatan çocuktu:

“(…)Ertesi gün beni yine odasına çağırdı. Bana yine masaj yaptırdı. Bu kez cinsel organına yakın yerlere masaj yaptırıyordu. Masaj sırasında elim ister istemez cinsel organına değiyordu. Elimi tutarak donunun içerisine soktu. ‘Cinsel organıma masaj yap’ dedi. Ben de cinsel organına masaj yaptım. Bu olay haftada bir iki kez gerçekleşiyordu. Bana ‘Sadece senin yapmanla olmayacak, Serkan da (kursta görev yapan eğitmenlerden biri) gelsin, seni mutlu etsin’ dedi. Devamında Serkan’ı da odaya çağırdı. İkimizin de alt kısımları inikti. Birbirimize mastürbasyon yaptık.”

Hocasının ilk tecavüzünden sonra bir intihar mektubu yazan, kaldığı kursun 5. katına çıkan, ancak sonunu getirmeye cesaret edemeyen H.R.Ö’nün yaşadığı çıkışsızlığı annesi şöyle anlatıyor:

“Beraber yemek yiyemiyoruz. Çocuklarımla beraber denize giremiyoruz. Hiçbir şekilde izin verilmiyor bunlara. (…) Çocuğum eve geldiğinde duyuyordum, ağlayarak uyuyordu. Sorduğumda ‘Anlatamam anne, boş ver anne, başka şeyler var anne’ diyerek üstünü örtüyordu.”

‘Vazelin kokusunda kötü oluyorum’

Tecavüzler kimi zaman tek, kimi zaman grup halinde, hatta abi-kardeş istismar edilen çocuklarla sürerken, H.R.Ö’nün ifadesindeki satırlar insanın aklından çıkmıyor:

“Ömer Işıktekin benimle beraber olurken vazelin kullanırdı. Vazelin kokusunu duyduğumda, hatta ismini dahi duyduğumda çok kötü oluyorum”.

İstismarcı hocalar, kendilerini kimi zaman çocukların eşcinsel eğilimleriyle, kimi zaman “Benim sevdiğim Mahmut Efendi ve Cübbeli Hoca’ya açık açık küfür ediyordu” gibi cemaatler arası kavgayla savundu.

Sahi Seyhan Avşar’ın önce haberleriyle şimdi de kitabıyla not düştüğü rezalet olurken bizim İslamcılar ne yapıyordu? Tabii ki “kadın kılığındaki erkek olmaz” diye Huysuz Virjin’i sahneden indiriyordu. “Bu kadınlar çok fazla oluyor” diyerek de İstanbul Sözleşmesi’ni yırtmaya çalışıyordu. Fıkıh-Der rezaletinde ise kafalarını kuma gömüyordu.

İnanın, mazlumların zalimler için hazırladığı cehennem vazelin kokmayacak!

Barış Terkoğlu - CUMHURİYET


Salgında iki asırlık deneyimimizi neden kullanmıyoruz? - AKİF AKALIN / SOL

Cumhuriyet kadroları koronavirüsle mücadeleyi “maske-mesafe-el yıkamaya” bağlayan bugünkülerin zihniyetini taşısalardı, halimiz nice olurdu?


Pandemi ülkemizi etkisine almaya başladığından beri sanki ülkemiz ilk kez bir pandemiyle karşılaşıyor havası estiriliyor. Oysa Covid 19 ülkemizin karşılaştığı ilk pandemi değil. Tarih boyunca birçok salgına maruz kaldık ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele edileceğini bu süreçlerde öğrendik. Belki de bugün Covid 19 karşısındaki acizliğimizi aşmak için geçmişimizi anımsamamız gerekiyor.

Yakın tarihimizdeki en önemli salgınlardan biri olan ve 1817 – 1826 yılları arasında hüküm süren kolera “pandemisi” sürecinde 1817 yılında hacca gidecekler için bir sağlık rehberi yayınladığımızı anımsamakla başlayabiliriz örneğin. Belki bugün “umreden dönenler” için 1817 yılında yaptığımız gibi bir sağlık rehberi hazırlamayı akıl edebilseydik, pandemiden daha az etkilenebilirdik.  

Ülkemizde salgın hastalıklarla mücadelenin temel direklerinden biri olan karantina uygulaması, günümüzden neredeyse iki asır öncesine, 1831 yılında kolera salgınının hüküm sürdüğü Rusya’dan gelen gemilerin İstanbul açıklarında 10 gün bekletildikten sonra kabul edilmesine dayanır.1 

Osmanlı'da salgın hastalıkla mücadele

1836-1838 yıllarında Rumeli bölgesinde patlak veren veba salgını için aralarında Üsküp, Selanik ve Manastır’ın da bulunduğu birçok şehirde etkili “karantina tedbirleri” aldık. Belki Covid 19 salgınında 180 yıl önce “toplum düzeyinde” alabilmeyi başarabildiğimiz etkili tedbirleri alabilseydik, binlerce insanımızı bu hastalığa kurban vermeyecektik.

1866 yılında Avrupa’da kolera salgınıyla mücadele tedbirlerinin belirlenmesi için çok sayıda ülkenin katılımıyla İstanbul Sağlık Konferansı düzenlendi. 1800’lerin sonlarına doğru bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadelede “uzmanlaşmış” kurumlar, dönemin en önemli sağlık sorunları ile başa çıkabilmek için sorumluluğu bireylere yıkmak, insanlara ellerinizi yıkayın demekle yetinmek yerine, “toplum” düzeyinde kamusal tedbirler aldılar. 

İstanbul’da 1895 yılında patlak veren kolera salgınıyla mücadelede Pasteur Enstitüsü ile işbirliği yapılarak, zamanın salgın hastalıklarla mücadelede kullanılan bütün bilimsel yöntemleri seferber edildi. Bakteriyoloji bu dönemde tıp eğitimine girdi. Belki biz de bugün Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiyelerine daha fazla uymalı, tıp eğitimimizi güncel sağlık sorunları yönünden gözden geçirmeliyiz. 

Cumhuriyet'in kurumsal mirası

1900’lerin başlarında İçişleri Bakanlığı bünyesinde örgütlenen Sağlık Müdürlüğü’nün görevleri arasında bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele ilk sıralarda yer alıyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderleri daha 1920 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nı örgütledi.2 Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın en önemli görevlerindendi.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 24 Nisan 1930’da kabul ettiği Umumi Hıfzıssıhha Yasası’nın önemli bir bölümü bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadeleye ayrıldı. Bugün de Covid 19 salgınına karşı mücadele bu yasayla yürütülüyor. Fakat artık 90 yaşına basan bu yasayı güncellemek, geçen 90 yıl içinde tıpta meydana gelen gelişmeler ve günümüzün gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirmek gerekmez mi? 

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünyayı ekonomik çöküntüye sürükleyen 1929 krizine ve Türkiye’yi savaşa girmemiş olsa bile girmiş kadar etkileyen İkinci Paylaşım Savaşı’na rağmen, ülkeyi kasıp kavuran bulaşıcı ve salgın hastalıkların üstesinden gelmeyi başardı. Nüfusun yüzde 60’ından fazlasını etkileyen bulaşıcı hastalıklar birkaç on-yıl içinde tamamen kontrol altına alındı. 

Bu gelişmelerde tıbbın ve sağlığın gündelik ucuz ekonomik – politik tercihlere kurban edilmemesi, insan yaşamına değer verilmesi büyük rol oynadı. Düşünsenize, Cumhuriyet kadroları koronavirüsle mücadeleyi “maske -  mesafe - el yıkamaya” bağlayan bugünkülerin zihniyetini taşısalardı ve örneğin insanlara sıtma için cibinlik, frengi için cinsel perhiz, verem için beslenme gibi “bireysel” tedbirler önermekle yetinselerdi, halimiz nice olurdu?

AKİF AKALIN / SOL

  • 1.Daha sonra salgın hastalıkların ülkeye girişinin önlenebilmesi amacıyla 1838 yılında Tahaffuz (Karantina) Meclisi örgütlenmiştir.
  • 2.TBMM 23 Nisan 1920’de açılmış, 2 Mayıs 1920’de 3 numaralı yasa ile Sağlık ve Sosyal yardım Bakanlığı kurulmuş ve Dr. Adnan Adıvar 3 Mayıs 1920’de toplanan “ilk” Bakanlar Kurulu toplantısına Sağlık Bakanı kimliği ile katılmıştır.

Gericiliğe karşı insan sevgisini savunan büyük şair Tevfik Fikret - Serpil Güvenç / SOL

Padişahtan korkmamış, hoşgörüsüzlükten, saldırıdan ürkmemiş, inançlarını her dönemde ve her koşulda olduğu gibi söylemiş, maddi çıkar ya da mevki peşinde koşmamış, kitleleri uyutmak için siyasal iktidarların eteklerine yapışmamış bir ozandır Fikret. “Resim küfürdür” denilerek coğrafya kitaplarının tuvaletlere atıldığı, insanların fetvalarla boğdurulduğu dönemlerde onun gösterdiği yüreklilik unutulmaz.


Kimseden bir fayda ummam, dilenmem

Kol kanat,

Kendi boşluk, kendi gök kubbemde kendim

Gezginim.

Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”

(Rubȃb-ı Şikeste şiirinden)
                        
“Meşrutiyet hengȃmelerinde1 ve daha önce Tevfik Fikret bize insan olmayı, diğer insanları sevmeyi ve insanlığa hizmet etmeyi öğretmeye çalışmıştı. Bu yüksek düşünce tohumlarını filizlendirmek için toprak henüz hazır değildi. Olayların rüzgarı onları alıp götürdü. Aydınlar arasında bile Fikret’i dinleyenler, anlayanlar olmadı. Onun insanlık ülküsü pek az taraftar kazandı. Son zamanlarda ortaya atılan azimli emekçi sınıfı öncüleri bir yana bırakılırsa bu ideal bugüne kadar bir toplumsal hareket uyandırmadı. Fakat daha çok büyük bir şair olan Fikret; dahice bir seziş sayesinde – toplumbilimci geçinenlerimizden daha büyük bir isabet ve açıklıkla gerçeği görebilmişti. Türklerin kurtuluşunun gösterdiği yönde olduğunda, gözlemler kuşku bırakmıyor”2

Şefik Hüsnü’nün bu sözlerle övdüğü Tevfik Fikret, ülkemizde, 1950li yılların dışında,  pek bilinmeyen, günümüz gençlerinin belki de hiç tanımadığı büyük bir şairimiz.  Yukarıda insanlık sevgisi vurgulanarak tanımlanan ozan, şiirlerindeki aydınlanmacı düşünceler nedeniyle ülkenin gerici hareketleri tarafından hedef haline getirilmiş bir kişilik.

Fikret üzerine yazılmış en kapsamlı eser, Sabiha Sertel’in “ Tevfik Fikret- İdeolojisi ve Felsefesi” başlıklı kitabı. İlk baskısı 1946 yılında Yurt ve Dünya Yayınları arasında yayınlanan eser3 elli yıl sonra Çağdaş Yayınlar tarafından “İlericilik, Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret” başlığıyla sunulmuş. Sertel, bu eserde, Fikret’in yaşadığı dönemi, ideolojisini ve felsefesini bilimsel sosyalizmin ışığında ayrıntılı olarak inceliyor.

Yaşamının ilk dönemlerinde dindar olan Tevfik Fikret kısa bir süre sonra inancını yitirir. Marksist değildir ama materyalizmi benimser.  İnsana yakışır bir düzen, ırk, sınıf ve mezhep farklılıklarının var olmadığı eşit ve özgür bir toplum, sınırların olmadığı bir yeryüzü ve tüm insanların kardeşliği idealini savunur. 

Düşünce dünyasının oluşumunda Montesqieu, Voltaire, Rousseau’nun düşünceleri yanında Fourier gibi ütopik sosyalistlerin etkisi büyüktür. Sertel’e göre, “Türkiye’de hür ve müsavi4 bir insan cemiyetini, hayali bir sosyalizm ve insaniyetçilik çerçevesi içinde özleyen ve müjdeleyen, nesiller üzerinde bu tesirleri bırakan ilk insaniyetçi şair5” olan Fikret’in, sınıf mücadelesini bilimsel sosyalizm üzerinden araştırmamış olması, onu, tekniğin gücünün ve kültürün gelişmesiyle bir gün insanlığın kardeşçe bir düzen kurabileceğine dair ütopik bir insancıllığa taşımıştır. Din felsefesini, mistisizmi insanları uyuşturan bir afyon sayan ozana göre insanın bilinci ve ruhsal faaliyetleri maddi varlığının bir sonucudur6. Belki de onun dünya görüşünü en iyi betimleyen, “Haluk’un Amentüsü”ndeki şu dizelerdir: “Yeryüzü vatanım, insanlık milletim...insan/insan olur ancak bunu kavrayışla inandım/ Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var,/dünya dönecek cennete insanla inandım”.

1908 burjuva demokratik devrimini savunan Fikret o dönemde ekonomik milliyetçiliğe ve emperyalist amaçlar taşıyan ırkçı milliyetçiliğe (Turancılık) hiç prim vermez. Savaş karşıtlığı önde gelen özelliklerindendir. Dönemindeki İslamlaşma, Türkçülük gibi akımlara yabancıdır. Hoşgörüsüzlük ve cahillikle, yobazlıkla, istibdatla, padişahlıkla mücadele eder durur. Korkmadan çekinmeden, taviz vermeden doğru bildiğini yazmak, boyun eğmemek ve kalemini satmamak belki de onun karakterini en iyi tanımlayan sözcüklerdir. Medeni cesaretini hiç bir baskı döneminde yitirmeyen ozan kalemiyle yapar mücadelesini. Onu örgütlü bir hareket içinde göremeyiz7

Sertel, kitabında Fikret’in düşünce dünyasını derinliğine inceler ama belki de kitabın günümüzle ilişkilendirilebilecek en önemli yanı, yazılış amacıdır. 1940lı yıllarda Yeni Sabah isimli sağcı, gerici bir gazetede yapılan bir anket kullanılmak suretiyle siyasal iktidara da yakınlığı olan faşist ve yobaz kesim Fikret’e saldırır. Şairin ölümünden çeyrek yüzyıl sonra yapılan bu saldırıya sağın ünlü dergisi Sebir-ür Reşadçılar ve dergi yönetmeni Eşref Edip de katılır. Eşref Edip, Yeni Sabah’ta takma isimle yazdığı yazıda, milliyetsiz, dinsiz ve Marksist olan “Fikret’in eserlerini yakmalıdır” diye höykürür.  Irkçı Türkçülerle gericilik, boş buldukları meydanlarda sarılıp öpüşmektedirler8 ama saldırıları – özellikle de Yeni Sabah’taki saldırıyı- şairi savunan TAN gazetesi göğüsler. Yeni Sabah Sabiha Sertel aleyhine dava açar. Sertel’i Fikret ile ilgili bu denli kapsamlı bir çalışmaya iten de bu davadır. Yazar;

“Gördüm ki, Tevfik Fikret Türkiye’nin yalnız edebi yaşamında yenilik yapan bir adam değil, düşünce ve felsefede de devrinin ideolojisi üstünde bir düşünüş tarzına sahip bir şairdir. 1908 Devrimini büyük bir coşkuyla alkışlayan Fikret , yapılan reformun geniş halk kitlelerinin kalkınması, memleketin ekonomik, sosyal, siyasi kurtuluşu üzerinde olumlu bir rol oynamadığını görünce, toplumu ve onun yöneticilerini insafsızca eleştirmiştir...”9 diye başlar kitabına. 

Anlaşıldığı kadarıyla, Fikret ilk kez saldırıya uğramamaktadır. Türk edebiyatını, kültür ve sanatını Arap ve Acem etkilerinden kurtarıp ulusallaştırma çabalarını amaç edinen Servet-i Fünun yazarları arasında olan şair,  gericilerin Avrupa taklitçiliği ile geleneklerimiz yıkılıyor türünden karşı çıkışlarıyla saldırıya uğrayanlar arasındadır.  Ne var ki, şiiri edebiyatın yanı sıra politik eleştiri aracı olarak kullanan Fikret konuları güncel olaylar ve gerçekler üzerinden işler ve bu yaklaşımı nedeniyle kendi kuşağı yazarlarınca eleştirilir. Fikret, “mey ve sevgi edebiyatından ayrılmış, esinlerine toplumu merkez yapmıştır”.10 Sertel’e göre, mistik ve soyut bir yaşam anlayışından gerçekçi bir görüşe geçişi gösteren bu durum, Fikret’in kendi döneminin edebiyatında bir “değiştirici” olarak rolünü de ortaya koyar.11

Fikret Saltanata Karşı

Yukarıda da belirtildiği üzere, Fikret’in saltanatla savaşımı yaşamının en belirleyici yönlerindendir. Fikret o dönem devrimcileri gibi padişahı eleştiren şiirler yazar. Hattȃ bu konuda o denli ileri gider ki, 1906’da Abdülhamid’e yapılan bir suikastın sonuca ulaşmaması üzerine üzüntüsünü “Bir Lâhza-i Teahhur” başlıklı şiiriyle ifade eder. Fikret’in mutlakıyet düzeninin bir burjuva demokratik devrim yerine bir suikast ile çözüleceğini düşünmesi Sertel’in haklı eleştirisiyle karşılanır. Yine de, saltanata karşı yazılan dönemin en büyük şaheseri, şairin, yıkılan bir toplumu, çöken imparatorluğun yönetimi kadar suskun duran halkı da suçladığı, bunların yanı sıra 1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına büyük katkısı olan “Sis”tir.

İstanbul özne alınarak yazılan şiir “Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,/beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan/ ağırlığının altında herşey silinmiş gibi...” diye başlar. Padişahlık ve feodal ideolojiyle gelen tüm kötülükler,  kurumlar ve yapılar, halkın içine düştüğü ezilmişlik ve sömürü ile ilişkilendirilerek resmedilir ve yerilir. “Hak” mahkemelerden sürekli olarak kovulmakta, vaatler tutulmamakta, kanun halkı değil kişileri korumakta, sokaklar kimsesiz çocuklarla dolup taşmakta, düşünce özgürlüğü hiç yaşanmamakta, bu nedenle ağızlar kilitlenmektedir. 

Şiir “örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” diye sonlanır. 

Fikret Meşruti idareyi alkışlıyor ama...

Fikret, Mithat Paşa’nın getirdiği “Kanun-u Esasi”nin yani Anayasanın uygulanacağını ilan eden, vatandaşların ırk, cins, mezheplerine bakılmaksızın yasa önünde eşit sayıldığı, basın özgürlüğünün, toplanma hakkının doğal haklar olarak ilân edildiği 1908 Meşrutiyet hareketini Sis’e karşı “Rücu12”yu yazarak büyük bir coşkuyla karşılar.  Halkın çıkarlarını korumayan, onun yoksulluğuna çare olmayan devlet ve yasaların ve şeriatın eleştirildiği, milletin alkışlandığı “Millet Şarkısı”, devrimin korunmasının gençlere emanet edildiği ve Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesi’ni yazarken bolca yararlandığı söylenen “Ferda” o dönemin büyük yapıtlarıdır. Dünyayı değiştirecek, yarını kuracak olan, aklı ve bilimi rehber edinecek, çağdışı eğitimden, hurafelerden, baskıcı devlet düzeninden kurtulmuş gençliktir. 

Ne var ki, 1908’i izleyen yıllarda, toprak reformu, emperyalizmden kopma, sanayileşme, saltanatı ortadan kaldırma ve buna benzer köklü reformlar yaparak devrimi gerçekleştirme beklentilerine yanıt gelmez Fikret’in. Sertel’in ifadesiyle “silahını bu devrimi kökten yok etmeye hazırlanan yabancı emperyalizme ve derebeyliğine” çevirmeyen İttihat ve Terakki Partisi iktidarı şoven bir milliyetçiliğe sürüklenmiş, Alman emperyalizminin kucağına düşmüştür13.

Fikret bu durum karşısında yeni dönemi eleştirmeye girişir. Yazdığı şiirlerden en vurucusu Meşrutiyet’ten dört yıl sonra yazdığı “95’e doğru”dur. “Bir devr-i şeamet14 yine çiğnendi yeminler/Çiğnendi yazık milletin ümmîdi bülendi15/kanun diye kanun diye, kanun tepelendi” diye seslenir topluma16. Milletin meclisinin hakaret gördüğü, vicdanının boğulduğu, haksızlıkların sürdüğü ve insanların korku ile titrediği bir ortamda milletin yaşayamayacağını söyler. 1912’de yazılan bu şiiri, iktidarın kötülük, hırsızlık ve haksızlıklarının çok sert eleştirildiği, hepimizin bildiği “Yiyin Efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;/ Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” mısralarını içeren  “Han-ı Yağma” izler17.

Gericiler ve siyasi iktidar Fikret’e saldırıyor

İttihat ve Terakki Partisi Türk Ocağını kullanarak Fikret’e saldırıyı dener ve onu “vatansızlık ve milliyetsizlik”le suçlar ama gayreti boşunadır çünkü ”Vatanım ruy-i zemin/milletim nev-i beşer”18 mısraları Fikret’i komünist bir toplumun insancıl değerlerini hazmetmiş birey yapabilir vatan haini yapmaya yetmez. Girişim sonuçsuz kalır. 

“Tarih-i Kadîm”19 başlıklı şiir siyasi iktidara ve gerici kesime bekledikleri fırsatı verir.

Şair Mehmet Akif ve Sertel’in ifadesiyle “din felsefesini ellerinde bayrak tutan hocalar” iktidarın imdadına yetişir ve hücuma başlarlar.

Tarih-i Kadîm’de Fikret’in söylediği nedir?

Şair, “biraz feylesof biraz sırtlan” gibi görünen hortlak tarihin, eski zamanlarda yaşananları masal, ninni gibi anlatarak insanları uyuttuğunu söyler. Tarihin en büyük suçu, insanları geçmişe bağlaması ve bu geçmiş uğruna geleceğin feda edilmesidir. Düzeni korumak isteyen her egemen sınıf için ise en büyük destek bu tarih anlayışıdır. Tarihi sınıfların savaşımı olarak görmeyen Fikret, cihangirlerin kahramanlık hırsını eleştirir, savaşların son bulmasını ister ama bunun, nasıl ve kim tarafından yapılacağına açıklık getirmekten uzaktır. Yine de bu şiirde ve daha sonraki yapıtlarında savaş çıkaran egemenlere ve savaşı kutsayan gericilere karşı çıkmaktan geri durmaz. Sertel’e göre “adını koymasa da anti emperyalist bir duruştur” bu.20

Şiirde savaş ideolojisinin özünü de anlatır ve “din şehid ister, ȃsuman21 kurban, her zaman her tarafta kan kan kan!” diye seslenir. Şiir, fetih eleştirisinden başka şairin toplumları gericiliğe sürüklediğini iddia ettiği dine karşı, gökyüzüne ve onun dünyadaki temsilcilerine derin bir eleştiri içerir. Yeryüzü egemenleri, kendilerini “göklerin İlâh”ından eksik görmemektedirler, O, tahtlarının ve taçlarının güvencesidir; kendileri “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”, tebaaları da kullarıdır. Müşrikler, yani kendilerini Allah’a ortak gösteren iktidar sahipleri, halklardan boyun eğmelerini, sabretmelerini, itaat etmelerini isterler. Ne var ki, bu baskı ve zulüm aygıtının tümüyle çöktüğü bir çağı yaşamaktadır insanlık.22

Mehmet Akif şiire sadece şiddetli bir tepki göstermekle kalmaz, peygamberine küfrettiğini iddia ettiği Fikret’e ağır hakaretler savurur. Şiirin yazılışından yedi yıl sonra Tarih-i Kadîm’e saldıran İstiklal Marşı şairinin, Fikret’i, Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yaptığı için zangoçlukla23, “inek, utanmaz, tahtası eksik, deli kılıklı mani” gibi sıfatlarla suçlaması, tepkinin düzeyini de gösterir. Bilimsel yanıt üretemeyen gericiliğin; çıkışı küfür, aşağılama ve kışkırtma ve her türden saldırıda bulduğunu gösteren en güzel kanıttır Akif ve Sebil-ür Reşatçıların duruşu. Gericiler, Fikret’in Tanrı inancından yoksun olduğu için umutsuzluğa düştüğünü iddia ederler, ütopik sosyalizme, insancıllığa yönelik düşüncelerini ise Batı hayranlığıyla açıklarlar. Onlara göre ilmin merkezi ancak medrese olabilir. Edebiyat alanında bile olsa hiç bir yeni eğilim ülkeye girmemelidir. Farklı bir ifadeyle din felsefesi ve dini edebiyat dışında bir düşüncenin, hele hele materyalist ve positivist bir bakışın bu softa ekip tarafından hoşgörüyle karşılanması olanaksızdır. Özetle, olay din ile felsefe, doğma ile bilim arasındaki bir mücadelenin Fikret ve gericiler üzerinden topluma yansımasıdır. 

Fikret iki yıl sonra “Zeyl”24 ile yanıtlar Akif’i. 

Hakarete, küfre, yalan yanlış suçlamalara hiç sapmadan ama taviz de vermeden dindar olduğu dönemi ve dinlerdeki gelişmeleri anlatır. Sonuçta vardığı nokta ”yaşamak dini”dir.  Bir örümceğin bile onu tanrıya götürebileceğini, kutsal kitabının doğa olduğunu, iyiliğin de kötülüğün de kaynağının insan olduğunu, insan sevgisini de üzüntüsünü de yüreğinde taşıdığını söyler. Alçakgönüllülüğün, insaflı davranmanın, doğruluğun, merhametin, sevginin, şairlere “zangoç” dememenin, kendi vicdanının eksenini oluşturduğunu anlatır Akif’e. Şiir “Sen ne dersin buna? Hey molla sırat?!” diye sonlanır25.

Tüm insanlık için adil bir düzeni, aydınlanmayı, dogmaya karşı bilimi, dine karşı felsefeyi savunan Fikret’in mücadelesi ve gericiliğin onun düşüncesine karşı verdiği kavga sürüyor.  Kubilayların öldürülmesiyle, Kanlı Pazarlar, Kahraman Maraş, Çorum, Sivas Madımak katliamlarıyla sürüyor. Günümüzde de siyasal, toplumsal yaşamda adım adım güç kazanan gericiliğe karşı, aydınlanma değerlerine sahip çıkan, ilericiliği sosyalizm mücadelesi ile birleştirerek sürdürenler arasındaki kavga sürüyor. 

Sürecektir de çünkü Fikret’in karşı çıktığı, eleştirdiği düzen, tüm kötülükleriyle hâlâ ayaktadır. Düzenden kaynaklanan kötülüklere emekçi sınıfların rıza göstererek tahammülünün bir yolu olan dinsel boyun eğme, hâlâ egemen sınıfların elinde etkin bir silahtır. Sosyalist solun laikliğe ta başından bu yana dört elle sahip çıkmasının nedeni, bilime olan inancın ötesinde bu gerçektir. Türkiye devrimcilerinin talepleri içinde aydınlanma değerlerinin olmazsa olmaz bir talep olarak her zaman yer alması başka nasıl açıklanabilir? 

Fikret’e dönersek;

Padişahtan korkmamış, hoşgörüsüzlükten, saldırıdan ürkmemiş, inançlarını her dönemde ve her koşulda olduğu gibi söylemiş, maddi çıkar ya da mevki peşinde koşmamış, kitleleri uyutmak için siyasal iktidarların eteklerine yapışmamış bir ozandır Fikret. “Resim küfürdür” denilerek coğrafya kitaplarının tuvaletlere atıldığı, insanların fetvalarla boğdurulduğu dönemlerde onun gösterdiği yüreklilik unutulmaz.  

Sertel, Şefik Hüsnü ile aynı vurguyu paylaşır ve Fikret’te sosyalizm eğilimlerinin var olduğunu ama sosyalizm koşullarının oluşmadığı o dönemde bu sosyalizmin “bir hayal ve gölge” halinde kaldığını söyler26.  

İnsanlığın eşit ve özgür bir toplum mücadelesi bugün de sürmekte. Bilimsel sosyalizmin önderliğinde, örgütlü olarak sömürü düzenine karşı çıkan devrimciler aydınlanma değerlerine ve Tevfik Fikret’e de sahip çıkıyorlar.

Serpil Güvenç / SOL
 

  • 1.Gürültü patırtı, karışıklık, kavga
  • 2.Seçme Yazılar, Şefik Hüsnü Deymer, AYDINLIK, Sayı 10, 1.11.1922, Aydınlık Yayınları, Ankara, Mart 1971, s. 103-4.
  • 3.Yukarıda anılan kitap Türkiye baskısıdır. 1957’de Sofya, Bakü’de bir baskı daha yapıldı. Bu baskıda yazarın dili olabildiğince sadeleştirilerek günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.
  • 4.Hür ve müsavi= özgür ve eşit
  • 5.Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, Yurt ve Dünya Yayınları, 1946, s. 68, İstanbul
  • 6.agy, s. 118
  • 7.Fikret bu nedenle Nazım tarafından bireycilikle ve anarşizmle suçlanmıştır. (Resimli Ay dergisi, Eylül 1930, aktaran Virgül dergisi, Temmuz 2000, sayfa 78)
  • 8.Sabiha Sertel, Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, Yurt ve Dünya Yayınları, 1946, s. 4-5, İstanbul
  • 9.Yukarıdaki bölüm, Sabiha Sertel, İlericilik, Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, Çağdaş Yayınlar, 1996, İstanbul adlı kitaptan alıntılanmıştır. Kitabın 9. Sayfasından alıntılanan bölümün 1946 baskısındaki biçimi ise şöyledir: “Gördüm ki, Tevfik Fikret Türkiye’nin yalnız edebi hayatında bir müceddit değil, fikir ve felsefede de devrinin ideolojisi üstünde bir düşünüş tarzına sahiptir. 1908 inkilabını büyük bir heyecanla alkışlayan Fikret, yapılan reformun geniş halk kitlelerinin kalkınması, memleketin iktisadi, içtimai, siyasi kurtuluşu üzerinde müsbet bir rol oynamadığını görünce, cemiyeti ve bunun idarecilerini insafsızca tenkit etmiştir...” (S. Sertel, Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, Yurt ve Dünya Yayınları, 1946, s. 1, İstanbul). Yazı boyunca daha yeni bir Türkçeyle yayınlandığı için, alıntılarda Çağdaş Yayınların yaptığı yeni baskıdan yararlanılacaktır.
  • 10.Çağdaş Yayınlar, s. 94
  • 11.Çağdaş Yayınlar, s. 33-34
  • 12.Geri çekme, geri adım atma
  • 13.Sabiha Sertel, 1996, İlericilik, Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, Çağdaş Yayınlar, s. 49, İstanbul
  • 14.Kötülük dönemi
  • 15.En büyük ümit
  • 16.Çağdaş Yayınlar, s. 57
  • 17.Çağdaş Yayınlar, s. 58
  • 18.Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır.
  • 19.Eski tarih
  • 20.Çağdaş Yayınlar, s. 112
  • 21.gökyüzü
  • 22.Aydın Çubukçu, Evrensel Kültür dergisi, “100 yıl boyunca Tevfik Fikret” içinde “Tarih-i Kadim”, 2015
  • 23.Zangoç= kilisede çan çalan görevli
  • 24.Ek
  • 25.Çağdaş Yayınlar, s. 61-64
  • 26.Çağdaş Yayınlar, s. 96

  

Kılıç hakkı olarak ganimetin paylaşımı - Mehmet Bozkurt / SOL

Şunu söyleyebilirsiniz, tüm bu yapılanlar 'zamanın ruhuna' ve şartlarına bakarak değerlendirilmelidir. Tarih böyle okunmalıdır. Böyle denilir. Güzel… Amenna öyledir ben de öyle okuyorum zaten. Ama günümüzde, yapılan densizliklere kılıf ararken 'Kılıç Hakkı' türünden, insanı insanlığından utandıran kavramlara iştahla sarılmak, tarihin lanetli çöplüğünden çıkartıp yapılan garabetlere payanda yapmaya kalkmak neyin nesi acaba. 

İlber Ortaylı göstermedi. Murat Bardakçı da göstermedi. Bu ikisi anlatmakla yetindiler. Gösterilmeyince görmemiş olduk. Mutafa Armağan gösterdi. Abdestli tarihçidir… Bir tv kanalındaydı… Göstermek için ayağa kalkıyor. Bir elinde hayali bir kılıç diğer elinde hayali bir hutbe metni… Hayali kılıcı havaya kaldırıyor. Fena halde havaya girmiş... Mustafa Armağan; bundan böyle imamların bir ellerinde hutbe metni, diğer ellerinde kılıç olduğu halde minbere çıkmalarını ve hutbelerini bu şekilde irat etmelerini canlı yayında teklif olarak sunuyor. Ve ardından bunun “harika bir atmosfer oluşturacağını” ilave ediyor ki bu ilaveden kendi teklifini pek çok beğendiğini de anlıyoruz. Mustafa hayali bir kılıçla hayali bir kiliseyi hayali bir camiye dönüştürmüş oluyor. 

Amenna ve saddakna. 

Anlaşıldı. Demek ki kılıç hakkı, kılıç zoruyla fethedilen şehirlerin farklı inanç sahibi ahalisinin mabetlerinin, bu genellikle kilise oluyor, ihtiyaca göre bir ya da daha fazlasının camiye dönüştürülmesi oluyor.

Kılıç hakkının bir anlamı daha var. Padişahın, yaptığı hizmet karşılığında sipahi takımına verdiği toprak parçasına da kılıç hakkı diyoruz. Bu genellikle yeni toprakların, hadi “zaptı” diyerek  kalp kırmayalım, fethi sonrasında ganimetten düşen pay olarak tarif ediliyor. ”Fetih” diyoruz. ”Zapt” dememek için özen gösteriyoruz… Sanki ”Fetih” daha barışçıl, daha bir yumuşak gibi. Sanki ilkin karşı tarafın ahalisinin gönlünü çelmişiz de kılıcı sadece gönlünü çelemediklerimize, fazla hırpalamadan zarif bir şekilde sallıyormuşuz gibi. 

Peki başka?

Var. 

Ganimeti elde etmenin şehvetiyle sıkça ve keyifle kullanılan bu kavramın, dillere dolanan “İslam barış, kardeşlik, sevgi dinidir” tekerlemesini  fena halde zedelediğini düşündüğüm bir tanımı daha var. O da savaş sonrasında elde edilen taşınır, taşınmaz malların yanı sıra; tıpkı deve gibi, at gibi, koyun gibi ganimet mallar sınıfından sayılan erkek, kadın, çocuk cinsinden “eşrefi mahlukatın” her türden tasarruf hakkının galiplere bırakılıyor olmasıdır. 

Buna da kılıç hakkı diyoruz. 

Şimdi ben “eşrefi mahlukatın”da kılıç hakkı olduğunu, ganimetin kılıç hakkı anlamına geldiğini, hani itiraz ediyorlar ya, nereden okumuş, öğrenmiş olabilirim diye düşünürken; takipçisi olduğum hem gayet İslamcı hem de Osmanlıcı “Akit” yazarı Yavuz Bahadıroğlu imdadıma yetişiyor. Müslüman adamdır, konuya vakıf olduğu hususunda güvenim tamdır. Aktarıyorum:

“…Şehir ya da kale zorla alınırsa, o zaman devreye Ganimet Hukuku girer. Buna göre fethedilen bölgenin insanları köle, malları helaldir. Fethedenler istedikleri gibi tasarruf etmekte özgürdürler. (…) Ayrıca da kılı kırk yaran Osmanlı ulemasından asırlar boyu bu konuya ilişkin olarak hiçbir itiraz gelmemiştir. (…) Ganimetin beşte biri devlet hazinesine irat kaydedilir, beşte dördü ise ‘kılıç hakkı’ olarak askerlere bölüştürülürdü…” (Y.B, Akit, 1 Mart 2013)

Bunu saymayız derseniz Rahmi Er’e başvurum. YÖK üyesi koskoca profesör. Bakın ne demiş:

“…Zira tekrar edelim ki; Ayasofya, şahıs malıdır. Fatih’in kılıç hakkı, ganimet payıdır.” Bu da Türkiye internet sitesinden.

Bunlar bir kenarda not olarak dururken, ganimetin, ben kılıç hakkı olarak okumakta ısrarlıyım, bölüştürme biçimine kısacık da olsa değinmek durumundayım. Bölüşümün zamanın ruhuna göre değişkenlik gösterdiğini görüyoruz. Mesela hep beşte dört değil. Beşte dört zaman içinde, beşte birin değişmiş hali olarak karşımıza çıkıyor.

Bölüşüm biçimi önemlidir. Zira ilk başlarda tartışmalara neden oluyor. Biçimi Allah ve peygamber belirliyor. Gayet yalın ve basit… Allah ayet indiriyor. Peygamber uyguluyor. Sizi bilemem ama ben özellikle de İslam’ın ilk dönemlerinde, henüz daha başlarda müşriklerin vurulan kervanlarından ele geçirilen ganimetlerin paylaşımının hakkaniyetli olmadığını, savaşçılara adilane davranılmadığını düşünüyorum. Zira ganimet yalnızca Allah ve Resulü arasında pay ediliyor. Eftal suresinin birinci ayeti şöyle:

“Ey Resulüm, sana harp ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberinindir. Artık Allah’tan sakının ve aranızı ıslah edin ve inanmışsanız Allah ve Peygamberine itaat edin.” 

Bir süre sonra bölüşüm şeklinde bir tuhaflık olduğunu, sanki pek de eşitlikçi olmadığını düşünenler peydahlanıyor. Okumalarımızdan bunun Bedir Savaşı sonrasında olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca sahabe arasında tatsızlıkların, hoşnutsuzlukların ortaya çıktığı ve savaş heveslerinde de bir iştahsızlık, kılıç sallarken bir keyifsizlik peydahlandığı gözlemleniyor. Savaşçılar da kılıç hakkı olarak ganimetten pay istemeye başlıyorlar. Çözüm bulmak gerekiyor. Bulunuyor:

Eftal suresinin kırk birinci ayeti iniyor ve kılıç hakkında paylar değişiyor. Allah ve Peygambere ve Peygamberin hısımlarına bir pay, savaşçılara dört pay verilerek uzlaşma sağlanmış oluyor. Sorunun tümüyle çözülmesi Peygamberin ölümünü takip eden günlerde oluyor. Peygamberin payı “sakıt” olurken hısım akrabasına verilen paydan tamamen vazgeçiliyor.

Malı mülkü anladık da köleleştirilmiş esirleri ne yapacağız?

Payımıza düşen kölelere deve, davar, keçi çobanlığı yaptırabiliriz. Ev hizmetlerinde kullanabiliriz. Tarlada çalıştırabiliriz. Fidye karşılığı azat edebiliriz. Takas edebiliriz. Hediye edebiliriz. Özgürlüğüne kavuşturabiliriz. Cariye olarak kullanabiliriz. Hakkımızda hayırlı olacağını düşünüyorsak öldürebiliriz.

Farkındayım son seçenek sevimsiz oldu. Sevimsiz olandan iki örnek vermek istiyorum. Biri Peygamberden ikincisi Fatih Mehmet’ten.

İslam Ansiklopedisinden öğreniyoruz; İslam’ın ilk dönemlerinde Medine’de yaşayan üç büyük Yahudi kabilesinden biri Beni Kurayza kabilesidir. Tarım ve ticaretle uğraşıyorlar. Medine’nin en zengin cemaatidir. Medine’ye bir müşrik saldırısı olması halinde Müslümanların yanında savaşmak için imzaladıkları sözleşmeye uymadıkları iddiasıyla yaşadıkları mahalle kuşatılır. Sonrası şöyle:

“…Peygamberin emri üzerine ölüm cezasına çarptırılan bütün savaşçılara (sayıları 900 civarında) infazdan önce yiyecek ve içecek verilmiş, Tevrat okumalarına müsaade edilmiştir. Sayıları bin civarında olduğu sanılan kadın ve çocuklar sahabelere dağıtılmıştır. Peygamber henüz buluğ çağına gelmemiş çocukların annelerinden ayrılmamasını ve öksüzlerin sadece Müslümanlara satılmasını istemiş kendisi de Reyhane bint Zeyd’i safi olarak seçmiştir…” Bu örneği seçmemin nedeni kılıç hakkı olarak elde edilen ganimetin öldürme, köleleştirme, ticari mal ve cariye yapma gibi çeşitli tasarruf biçimlerini aynı anda barındırıyor olmasıdır.

Fatih Mehmet örneğine gelince, onu “Osmanlıda Köleliğin Sonu” kitabından, Y. Hakan Erdem’den aktarıyorum:

“2. Mehmet, 1473’te Türkmen lider Uzun Hasan’a karşı yürüttüğü başarılı bir sefer sonrasında ele geçirdiği 6.200 savaş tutsağının, İstanbul’a dönüş yolu üzerinde her Anadolu kentinde 500’er kişilik gruplar halinde idam edilmesini emrederek daha acımasız bir seçeneğe başvurmuştur…” 

Tam bu noktada Fatih Mehmet’e arka çıkmak durumundayım. Hakan Erdem, Fatih Mehmed’in başvurduğu seçeneği “acımasız” bulabilir ancak gayet İslamiktir. Tamam esirleri İstanbul, Bursa gibi büyük köle pazarlarına götürüp satmak da bir seçenektir. Hatta bunun gayet insani olduğunu düşünenler olduğunu biliyorum. Ancak bu durumda arz fazlası olacağından fiyatlar düşecektir, yol boyu yedikleri içtikleri de hesap edildiğinde astarı yüzünden pahalı olacaktır. Bana kalırsa Fatih Mehmet iktisadi temelli bu seçeneği diğer seçeneklerle birlikte değerlendirmiş, haklarında hayırlı olacağını düşünerek kılıç hakkını idam yönünde kullanmıştır.

Geldik bugüne ve sonuç: Şunu söyleyebilirsiniz, tüm bu yapılanlar “zamanın ruhuna” ve şartlarına bakarak değerlendirilmelidir. Tarih böyle okunmalıdır. Böyle denilir. Güzel… Amenna öyledir ben de öyle okuyorum zaten. Ama günümüzde, yapılan densizliklere kılıf ararken “Kılıç Hakkı” türünden, insanı insanlığından utandıran kavramlara iştahla sarılmak, tarihin lanetli çöplüğünden çıkartıp yapılan garabetlere payanda yapmaya kalkmak neyin nesi acaba. 

Mehmet Bozkurt / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...