Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen yazdı: Büyükşehir belediyeleri yasa tasarısı için öneriler (2) - Cumhuriyet

Yerelin sorunlarını en iyi yerel yönetimler bilir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilen plan yapmak, ruhsat vermek ve benzeri imar uygulamaları, ilgili belediyelerin görüşü alınmadan yapılmakta ve plan bütünlüğünü bozmaktadır. Her ölçekte plan yapma yetkisi belediyelere bırakılmalıdır.

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı / Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen

3) GÖREV VE YETKİ ALANLARI

1) Şehir içi trafik hizmetleri, Belediye Kanunu ile belediyelerin görevi olarak düzenlenmiş olmasına rağmen Emniyet ve Karayolları ile yetki karmaşası yaşanmaktadır. Şehir içi trafik hizmetlerinin altyapısını oluşturmak belediyelere verilmişken yönetimi ve denetimi (diğer bir deyişle yaptırım gücü) verilmemiştir. Örneğin yaptırım gücü trafik polisindedir. Tüm bu hizmetlerin bir bütün olarak görülmesi ve sistemi kurma, işletme, denetleme, gerektiğinde ceza kesme yetkileri tek elde toplanmalı, bu yetkiler ya belediyelere ya da trafik polisine verilmelidir.

2) “Atık Su Altyapı ve Evsel Katı Atık Bertaraf Tesisleri Tarifelerinin Belirlenmesinde Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik” hükümlerine göre atık ücretinin su ve kanalizasyon idareleri tarafından su faturası üzerinden tahsili öngörülmektedir. Su ve kanalizasyon idarelerinin görevi olmayan ve büyük oranda ilçe belediyeleri için yapacağı tahsildarlık görevi nedeniyle tahsilat, toplam fatura bedeli içinde yer aldığından kent halkı tarafından su fiyatı artışı gibi algılanmaktadır. Böyle bir uygulama, vatandaşta “suyu daha pahalı alıyorum” düşüncesine yol açmaktadır. Yönetmeliğin değiştirilmesi, 2011 yılından beri ertelenmektedir. Bu nedenle, ilçe belediyeleri, bu alacaklarını emlak vergileri ile beraber tahsil etmelidir. Büyükşehir belediyelerinin su ve kanalizasyon idareleri, bu vergilerin tahsilinde tahsildar olarak kullanılmamalıdır.

3) İlçe belediyeleri tarafından tahsil edilen otopark ücretlerinin, 5216 sayılı kanunun 27. maddesine göre belirlenen sürede büyükşehir belediyesi hesabına aktarılması gerekmektedir. Bu madde uygulamada pek çok zorluğa yol açmaktadır. Örneğin ilçe belediyesinin hesabında haciz bulunduğunda, haciz veya tedbir kalkmadan paranın transferi sağlanamamaktadır. Bu nedenle, otopark ile ilgili ücretin ilgilisi tarafından doğrudan büyükşehir belediyesine yatırmasını sağlayacak hukuki düzenleme yapılmalıdır.

4) İMAR VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Küreselleşmeyle birlikte hızlanan kentleşme olgusunun yanı sıra köylerin de büyükşehir belediyelerine “mahalle olarak” bağlanmasıyla, günümüzde, bu kurumların yönetimlerini giderek büyüyen sıkıntılar ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bir taraftan mevcut hizmetler iyileştirilip il bütününde sunulmaya çalışılırken diğer taraftan giderek artan ve çeşitlenen hizmet taleplerine, maalesef giderek azalan kaynaklarla, cevap verilmeye çalışılmaktadır.

Yerel yönetimlerin, yerelin sorunlarını, taleplerini, ihtiyaçlarını en yakından bilen kamu kuruluşları olduğu şiar edinilerek yapılacak her türlü uygulama, yerelin kimliğini koruyarak gelişmesini sağlayacaktır. Bu kapsamda;

- Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilen plan yapmak, ruhsat vermek ve benzeri imar uygulamaları, ilgili belediyelerin görüşü alınmadan yapılmakta ve plan bütünlüğünü bozmaktadır. Bakanlıkların bu yetkileri kaldırılmalı veya sınırlandırılmalıdır. Her ölçekte plan yapma yetkisi münhasıran yerel yönetimlere, belediyelere bırakılmalıdır.

- 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’na ilişkin yeni düzenlemelerin yapılması; sonrasında ise uygulama yönetmeliklerinin hazırlanmasının belediye meclislerine bırakılması büyük önem arz etmektedir.

- Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği (tip yönetmelik) doğrultusunda şehirlerin kendi hazırladıkları imar yönetmeliklerinin yürürlüğe girmesi yerelin şehir kimliğini ortaya koyması açısından önemlidir.

- 5393 sayılı kanunun 73. maddesi, kapsamındaki kentsel dönüşüm ve gelişme projeleri için uzlaşmaya dayalı imar uygulama yönetmeliği çıkarılmalı, bu alanlarda yürütülen bürokratik işlemleri (tapu işlemleri, tebligat, kamulaştırma vb.) azaltacak düzenlemeler yapılmalıdır.

- 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu ve alt mevzuatı arasındaki çelişkilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

- KUDEB Yönetmeliği’nin büyükşehir belediyeleri yetki ve sorumlulukları dahilinde güncellenmesi gerekmektedir.

- Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Ait Katkı Payı dağılımları valilikler tarafından yürütülen bir işlem olup kamu kurumları arasında adil olarak paylaştırılmamaktadır. Kültür varlıklarının korunmasına ve yaşatılmasına yönelik en büyük yatırımları yapan büyükşehir belediyeleri kaynak sıkıntısı yaşamakta olup katkı paylarına dair adil paylaşımın zorunlu olacağı yasal bir düzenleme veya katkı payının dağıtılması görevinin büyükşehir belediyelerine devir işlemi yapılmalıdır.

5) DİĞER SORUNLAR

1) 2464 sayılı kanunun 86. maddesine göre yol harcamalarına katılma payının alınması meclis kararına bağlanmıştır. Bu düzenleme, vergide kanunilik ilkesine aykırı olup belediyeler arasında siyasi popülizm amacıyla keyfi ve farklı uygulamalara yol açabilmektedir. Bu düzenleme kaldırılarak belediye meclislerine bu konuda herhangi bir yetki verilmemeli, yol harcamalarına katılım payının belediyelerce alınması kanunla zorunlu hale getirilmelidir.

2) Toplu ulaşımda 65 yaş ve üzeri vatandaşların ulaşım hizmetlerinden ücretsiz yararlanması, toplu ulaşım araçlarındaki doluluğu artırmakta ve özellikle işe-okula gidiş ve dönüş saatlerinde araçlarda büyük sıkışıklıklar yaratmaktadır. Bu sebeple ücretsiz yararlanma hakkı, doluluğun nispeten az olduğu örneğin 10.00-16.00 saatleri gibi belli saatlere özgülenmeli ya da günde ancak iki defa kullanım gibi kısıtlanmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde, belediyelerin ücretsiz toplu taşımadan kaynaklı maddi zararlarının, aynen özel halk otobüslerinde olduğu gibi, bakanlık tarafından finanse edilmesi gerekmektedir.

3) Pazarlık usulünün düzenlendiği 2886 sayılı kanunun 51/g maddesinin belediye taşınmazlarında uygulanmayacağına ilişkin Sayıştay ve Danıştay kararları bulunmaktadır. 2886 sayılı kanun kapsamında olan belediye taşınmazlarında bu usulün uygulanamayışı büyük sorunlara sebebiyet vermektedir. Bu nedenle anılan kanunun 51/g maddesinin belediyelerde de uygulanmasını sağlayacak yasal düzenleme yapılmalıdır.

4) Büyükşehir belediyelerinde, ilçe belediyelerinde olduğu gibi, meclis üyeleri arasından başkan yardımcısı atama yetkisi verilmemiştir. Buna gerekçe olarak büyükşehirlerde, genel sekreterlik makamının mevcudiyeti ileri sürülmektedir. Bu anlayış sakattır. Çünkü genel sekreterlik ve yardımcıları kurum içi bürokrasiyi yönetmektedir. Bu nedenle büyükşehir belediye başkanına, meclis üyeleri içinden, siyasi erk yetkisi olan en az üç tane başkan yardımcısı atama yetkisi verilmelidir.

5) Belediye Kanunu’nun 70. maddesi, belediyelerin görev ve hizmet alanlarında şirket kurabileceklerini düzenlemiştir. Büyükşehir Belediye Kanununun 26. maddesinde ise hafriyat sahası, toplu ulaşım hizmetleri, sosyal tesisler, büfe, otopark ve çay bahçelerinin işletmesini ihale mevzuatına tabi olmaksızın meclis kararıyla belediye şirketlerine devredebileceği düzenlenmiştir. İki madde birbiriyle çelişmektedir. Belediye hizmet ve görevlerine giren tüm alanlarda şirket kurulabilmesi olanaklı olduğuna göre, belediye şirketlerinin tümü 26. maddede tanınan imkândan sınırlama olmaksızın yararlanabilmelidir.

CUMHURİYET’İN NOTU: Bu yazıda, 1999’dan beri aralıksız olarak, Eskişehirliler tarafından büyükşehir belediye başkanı seçilen, sorunlarla boğuşarak hizmet vermeye çalışan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in, hükümetçe hazırlanmakta olan “Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı” için “sıkıntılardan ve çözümlerden” oluşan önerilerini okudunuz. Büyükerşen’in bu önerilerinin ne ölçüde dikkate alınıp alınmayacağını tasarı Meclis’e geldiğinde göreceğiz.

Cumhuriyet

Tüketici güven endeksi açıklandı - BİRGÜN

Türkiye İstatistik Kurumu, tüketici güven endeksinin Temmuz'da 60,9 olduğunu açıkladı.

Türkiye İstatistik Kurumu ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası işbirliği ile yürütülen tüketici eğilim anketi sonuçlarından hesaplanan mevsim etkilerinden arındırılmış tüketici güven endeksi, Temmuz ayında bir önceki aya göre %2,7 oranında azaldı; Haziran ayında 62,6 olan endeks, Temmuz ayında 60,9 oldu.

Tüketici güven endeksi açıklandı

Hanenin maddi durum beklentisi endeksi 80,6 oldu

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin hanenin maddi durum beklentisi endeksi Haziran ayında 79,9 iken, Temmuz ayında %0,9 oranında artarak 80,6 oldu.

Genel ekonomik durum beklentisi endeksi 82,2 oldu

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin genel ekonomik durum beklentisi endeksi Haziran ayında 85,5 iken, Temmuz ayında %3,9 oranında azalarak 82,2 oldu.

İşsiz sayısı beklentisi endeksi 61,0 oldu

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin işsiz sayısı beklentisi endeksi Haziran ayında 62,1 iken, Temmuz ayında %1,7 oranında azalarak 61,0 oldu.

Tasarruf etme ihtimali endeksi 19,9 oldu

Gelecek 12 aylık döneme ilişkin tasarruf etme ihtimali endeksi Haziran ayında 23,1 iken, Temmuz ayında %14,0 oranında azalarak 19,9 oldu.

Tüketici güven endeksi açıklandı

Türk İslamcılığının Talibanlaşması - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ateşler içinde yanıyordu. Küçük çocuk olsa annesi soğuk suyun altına sokardı. O ise tersini yaptı. Başından ayakucuna örten kıyafetini giydi. Dünyayı kumaştan bir ızgaranın ardından gördüğü örtüyle yüzünü örttü. Doktora gitti. İyileşsin diye yazılan reçeteyi ise eşine verdi. Kocası “geçmiş olsun” demek yerine ona vurdu. Çünkü reçetenin üzerinde karısının adı yazıyordu. İnancına göre kadının yabancı bir erkeğe ismini söylemesi günahtı.

20. yüzyılda Doğu modernleşmesinin simgesi olan iki ülkeden bugün kadın çığlıkları yükseliyor. Birinde kadının adı bile yok. Afganistan’dakiler bu nedenle “Adım Nerede” diye kampanya yapıyor. Türkiye’de ise neyse ki, belki de ne yazık ki, kadınların sadece “adı” var. Kimi zaman Özgecan Aslan kimi zaman Emine Bulut kimi zaman Pınar Gültekin... Kadınlar katledilen hemcinslerinin ismini söyleyerek sokağa çıkıyor. Devleti yöneten zihniyetin erkek olduğunu bir kez de üniformalı şiddet onlara hatırlatıyor.

Talibanlaşmak bir siyasi model olabilir mi? “Öğrenciler” anlamına geliyor. Medreselerde eğitim alanlar öğrendikleri dini günden güne katılaştırarak ülkeyi felç ediyor. Heykel yıkıyor, kâkül kesiyor. Kadın doktorların kalp ameliyatı yaptığı düzeni, kadının doktora adını söyleyemediği hale getiriyor. Su damlatan musluğu sürekli daha da sıkarak sonunda açamamak gibi. Dini siyasallaştıranlar, parçası oldukları düzenin sorunlarıyla yüzleşmek yerine, dini daha da siyasallaştırarak işin içinden çıkmaya çalışıyor. Bir tarikat yurdundaki toplu istismar ya da sobalı bir evdeki kadın katli damlaların sesini yeniden duymamızı sağlıyor.

Başından sonuna AKP ve Erdoğan var

Musluk, bu kez İstanbul Sözleşmesi’ni yırtarak sıkılmaya çalışılıyor.

Hatırlayın, adı nereden geliyor? 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında Türkiye’nin öncülüğünde imzaya açılmıştı. İlk imzalayan dönemin AKP hükümetiydi.

Bu konuda bir kafa karşıklığı var. Sözleşme, Avrupa Birliği’nin veya onun siyasi kanadı Avrupa Parlamentosu’nun değil. 1949’dan itibaren Türkiye’nin bizzat kurucu üye olduğu Avrupa Konseyi’nin.

Dahası...

Sözleşmenin imzalandığı gün Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Başkanı kimdi dersiniz? Bugünkü hükümetin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu. Sözleşmenin imzalandığı gün Avrupa Konseyi’nin dönem başkanlığını da Türkiye yürütüyordu.

İlk imzacı Türkiye, bütün Avrupa’ya, kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın son bulması için sözleşmeyi imzalama ve iç hukukunu buna göre düzenleme çağrısı yaptı.

Sözleşme yine AKP hükümeti tarafından 11 Kasım 2011’de Meclis’e sunuldu. En üstteki imza dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a aitti.

Bugün AKP Gaziantep Belediye Başkanı olan, dönemin Aile Bakanı Fatma Şahin hızlandırmak için çalıştı.

AKP milletvekili Azize Sibel Gönül başkanlığındaki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, 22 Kasım 2011’de oybirliği ile teklifi kabul etti. Gönül, daha sonra AKP Kadın Kolları başkanlığı yaptı. Son seçimde de partisinin İzmit Belediyesi başkan adayıydı.

24 Kasım 2011 tarihinde ise AKP milletvekili Volkan Bozkır başkanlığındaki Dışişleri Komisyonu tasarıyı oybirliği ile kabul etti. Bozkır’ın bugün hükümetin desteğiyle Birleşmiş Milletler 75. Genel Kurul Başkanı seçildiğini hatırlatalım.

Sözleşmeyi aynı gün genel kurula getiren Meclis Başkanı Cemil Çiçek’ti. Bugün Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olan Çiçek, o gün Fatma Şahin’i aramış ve “Bana düşen ne varsa sonuna kadar destek vermeye hazırım” demişti.

Bu çabukluğun nedeni bir denkleşmeydi. 23 Kasım’da Meclis’te söz alan AKP vekili Azize Sibel Gönül, “Bu uluslararası anlaşmanın hayırlı olmasını diliyorum, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü münasebetiyle başlattığımız, Sayın Başbakanımızın da imzaladığı ‘biz de varız’ imza kampanyasını buradan sizlere duyuruyor ve hepinizin desteğini bekliyoruz” demişti.

Sözleşmenin yazım sürecinde bile Türk fikir insanları vardı. Erdoğan ailesinin desteklediği KADEM de propagandasını yapıyordu..

‘Bu onur bize ait’

24 Kasım saat 22.50’de Meclis’te görüşme başladı. AKP’nin teklifine muhalefetin tamamı da (CHP, MHP, BDP) destek verdi. AKP adına Nurettin Canikli konuştu. Halen vekil olan Canikli, “Sözleşmeyi parlamentosundan geçiren, yasalaştıran ilk ülke olma onuru da inşallah bize ait olacak biraz sonra; hepimize ait olacak, bütün milletvekillerimize, bütün gruplarımıza ve Türkiye’ye ait olacak. Bu gurur gerçekten çok tarihi bir anın da aynı zamanda yansımasını ifade ediyor” demişti.

Bugün Cumhur İttifakı’nın parçası olan MHP adına konuşan Mehmet Şandır da sözleşmenin kabulüne destek vermiş, hatta ötesinde adımlar atılmasını istemişti.

Tutanaklarda eleştirel sadece iki konuşma görülüyor. Biri CHP’li Mahmut Tanal’ın öteki MHP’li Sinan Oğan’ın. İkisi de sözleşmeyi değil, çevirisindeki hataları eleştirmiş.

Saat 23.16’da oturum bittiğinde Meclis’teki 247 vekilden 246’sı sözleşmeye kabul oyu verdi. Sadece 1 vekil çekimser kaldı. O bile “hayır” demedi.

Yıllar sonra neden tartışılıyor?

10 Şubat 2012 tarihinde yine AKP hükümetinin Bakanlar Kurulu tarafından imzalanan, 8 Mart 2012’de Resmi Gazete’de yayımlanan, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren sözleşme neden yıllar sonra tartışma konusu oldu?

Komplo teorilerine bakmayın. Zahmet edip 81 maddelik sözleşmeyi okursanız, içinde ne ailenin yıkılması ne de bir yaşam tarzının dayatılması var. Metnin tamamı savaşta ya da barışta kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğu, şiddete sıfır toleransın gösterildiği bir çerçeve çiziyor.

Asıl mesele başka...

Siyaset boşluk tanımaz derler. Türkiye, FETÖ belası ile hesaplaşırken yerine aday olan güç ilişkileri varlığını yeniden tanımlıyor. Kendisinden kopan sağ unsurların muhalefetine karşı daha da sağlaşan iktidar, Türk İslamcılığını Talibanlaştıran zihniyetle bir araya geliyor. Türkiye’yi dünyadan kopartarak yalnızlaştırmayı bir kazanım olarak gören odaklar da bu ateşe benzin döküyor.

Bir zamanlar “demokrasi” diyerek iktidarı fethedenlere şimdi diktikleri kıyafet bol geliyor. Damlayan musluk günden güne sıkılırken kâh Ayasofya’da kâh İstanbul Sözleşmesi’nde ülke yokuş aşağı yuvarlanıyor.

Türkiye’nin 9 yıl önce başını çektiği sözleşmeyi bugüne kadar 46 ülke imzaladı, 34’ü meclisinde onayladı. İçeriğini değiştirmek mümkün olmadığına göre, Türkiyenin çekilmesi “Biz artık kadına şiddet ve ayrımcılık konusunda başka bir yerdeyiz” anlamına gelecek. Devlet ciddiyeti ile de medeni ilişkilerle de ilgisi olmayan böyle bir adım hepimizi daha da geriye götürecek.

Acil sorumuz şu: Türkiye’nin Taliban zihniyetine mahkûm oluşunu izleyecek miyiz?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen yazdı: Büyükşehir belediyeleri yasa tasarısı için öneriler (1)-CUMHURİYET

Türkiye’deki yerel yönetim yasalarında ‘sistem bozuklukları’ bulunuyor. Ülkemizde, maalesef, yerel yönetimleri ilgilendiren yasalar ahenkli bir düzen olmaktan çok, demokrasiye pek uymayan “bozuk bir sistem” ya da “çarpık bir yapı” olarak ortaya çıkmaktadır. Ne yazık ki Vatandaşlarımızın çoğu yaşadıkları yerleşkede, yerel yönetimlerinin, yasal sistem bozuklukları hakkında bilgi sahibi değil.


Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı / Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen

Her insan topluluğunun yaşadığı yerleşim yerlerinde, mimari, sosyal, ekonomik ve kültürel meselelerin çözümü suretiyle, rahat ve sağlıklı bir hayat yaşanmasını temin etmek görevi her ülkede, yasalarla yerel yönetim denilen bir sisteme bağlanmıştır. Sistem ise bir ilkeye, belli bir fikir ve dünya görüşüne göre düzenlenmiş düşünceler, bilgiler ve doktrinlerdir. Bunlar birbirini tamamlayan usul ve metotların tamamıdır. Böylece bir ahenk içinde kurulmuş bir düzeni oluştururlar. Hal böyleyken ülkemizde, maalesef, yerel yönetimleri ilgilendiren yasalar ahenkli bir düzen olmaktan çok, demokrasiye pek uymayan “bozuk bir sistem” ya da “çarpık bir yapı” olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, yerel yönetimleri düzenleyen yasalarda “sistem bozuklukları” mevcuttur. Ne yazık ki vatandaşlarımızın çoğu yaşadıkları yerleşkede, hizmet bekledikleri yerel yönetimlerinin, yasal sistem bozuklukları hakkında bilgi sahibi olmadıkları gibi, yazılı ve görüntülü medyamız ve siyasetçilerimiz de bu konuların üzerinde gereğiktiği gibi durmamaktadırlar. Biz bu yazıda, sorunların acilen düzeltilmesinde hükümete de yardımcı olacağını düşündüğümüz hususları, şimdilik beş başlık altında inceleyeceğiz:

1- Büyükşehir Belediyelerinde Meclis Yapısı,

2- Mali Konular ve Belediye Gelirleri,

3- Görev ve Yetkiler

4- İmar ve Kentsel Dönüşüm, Konuları

5- Diğer Sorunlar.

1) BÜYÜKŞEHİRLERDE MECLİS YAPISI

Büyükşehir Belediyeleri Meclisi’nin yapısından kaynaklanan bu sorun, rahmetli Turgut Özal döneminde, (Sayın Bedrettin Dalan’a hazırlatılan yasada) Büyükşehir Meclis Üyelerinin seçmenler tarafından ayrıca seçilmemiş olmalarıdır. Bunun yerine, mevcut yasada ilçe belediye meclislerine seçilmiş üyelerin, aynı zamanda, Büyükşehir Belediye Meclisi’nin de doğal üyeleri olarak kabul edilmiş olmalarıdır. Bu sisteme göre, ilçe belediyelerinin bütçeleri ve yalnızca 1/1000 ölçekli uygulama planları kendi meclislerinde karara bağlanmakla beraber, sevk edildikleri Büyükşehir Belediye Meclisinden ‘kabul’ oyuyla geçmeksizin yürürlüğe girememektedir. Bu doğru bir uygulamadır. Çünkü bir şehrin ahenkli ve uyumlu bir büyüme gösterebilmesi için her ilçede (kırsal ilçeler dahil) temel ilke ve esasların farklı şekilde uygulanmalarına müsaade edilmemesi gerekir. Bu nedenle ilçe meclis kararlarının Büyükşehir Belediye Meclisinde incelenip, olumsuzlukları varsa düzeltilip onaylanması icap eder (eskiden Senatolarda olduğu gibi). Büyükşehir Belediye Meclisi karar alırken, farklı ilçelerin farklı ihtiyaçlarını şehrin toplam faydasıyla tamamlayıcı bütünleştirici bir rol oynar. Alt belediyelerde (ilçelerde) alınabilecek hatalı kararları düzeltir ve regüle eder. Üst ölçekli planların yapımında da bu amaç vardır. Onun için üst ölçekli planların da Büyükşehir Belediyesince hazırlanıp yine kendi meclisinde (ilçelerden gelen üyelerin de katılımıyla) kabul edilerek yürürlüğe girmesi şarttır.

Halk belirlemiyor

Ne var ki, bu meclisin üyeleri, ayrıca seçilmiş üyeler olmayıp ilçeler için seçilmiş üyelerin oluşturduğu bir organı oluşturur. Dolayısıyla bu sistem sağlıklı bir yapıyı göstermemektedir. Çünkü seçmenler ilçelerde (kırsal kesim dahil) ilçe belediye başkanını, ilçe belediye meclisini, bir de yalnızca Büyükşehir Belediye başkanını seçmekte ve fakat uygulamada Büyükşehir Belediye Meclisi üyeleri için ayrıca oy vermemektedirler. Yani halk, Büyükşehir Belediye Meclis Üyelerini belirlememektedir. Böylece Büyükşehir belediyesinde kentte yaşayan halk tarafından seçilmiş tek unsur Büyükşehir Belediye Başkanından ibaret kalmaktadır. Çünkü Büyükşehir Belediye Meclisini de ilçelerin belediye başkanları ile onların meclis üyeleri oluşturmaktadır. Şehirlerin nazım planlarını büyükşehir belediyeleri hazırlamakta veya uzman kuruluşlara hazırlatıp meclislerinin onayına sunmaktadırlar. Ne var ki meclislerini ilçe belediyeleri oluşturduğu ve bu üyeler de kendi hâkimiyet alanlarıyla daha çok ilgili oldukları ve çağdaş kent planlarından ziyade, seçim dönemlerine yönelik rant tercihleri nedeniyle (ayrı partilere mensup olsalar dahi) birbirlerini destekleyen değişiklik önergeleriyle nazım planları “bilimsel ve rasyonel plan” olmaktan çıkarabilmektedirler. Bu çelişik ve antidemokratik durumun getirdiği sorunlar sürekli karşılaşılan problemlerin ana nedenleridir.

Nüfusla orantılı değil

Ayrıca, temsilde adalet ilkesi gereği, ilçelerden büyükşehir meclisine gelen belediye meclis üye sayısı o ilçenin nüfusu ile doğru orantılı olmalıdır. Oysa mevcut uygulamada, temsilde adalet söz konusu değildir. Örneğin Eskişehir’de nüfus toplamları 700 bin olan Odunpazarı ve Tepebaşı Merkez ilçeleri büyükşehir belediye meclisine 16 üye göndermekte ve toplam nüfusları yaklaşık 90 bin civarında olan kırsaldaki diğer on iki ilçe ise 29 üye göndermektedir. Bu durum, nüfusa göre temsilde adaletsiz sonuçlar doğurduğu gibi, demokrasiye de aykırıdır. Ayrıca, istifa ya da vefat eden meclis üyesinin yerine yine aynı partiden bir meclis üyesinin gelmeyebildiği, seçim kurullarınca yedek üyelerin aldıkları oya göre bir başka partiden de yedek üye gönderilebildiği, bunun da seçmenin iradesine ters bir durum yarattığı açıktır.

Çözüm önerisi

Sıralanan bu nedenlerle Türkiye’de modern ve çağdaş şehirlerin gerçekleştirilebilmesi ile yerel yönetimlerde gerçek demokrasiye ulaşılabilmesi için mevcut iki kademeli (altüst) meclis sisteminin düzgün işleyebilmesi gerekmektedir. Bunun için tek çözüm yerel seçimlerde, o büyükşehirin bütün seçmenleri tarafından, büyükşehir belediyesi başkanı ile birlikte, büyükşehir belediye meclisi üyelerinin de ayrıca seçimi yapılmalıdır.

2) MALİ KONULAR VE BELEDİYE GELİRLERİNDEKİ SORUNLAR

6360 sayılı yasa ile görev alanları il mülki sınırlarına kadar genişletilen büyükşehir belediyelerinin, görev ve yetkilerinin olağanüstü artmasına rağmen, gelirlerinde aynı oranda bir artış olmamıştır. Belediyelere gelir yaratmak için vatandaşa yeni vergiler ve mesuliyetler yüklenmesine, prensipte karşı olmamıza rağmen aşağıda yazılı hususlara dikkat çekmek isteriz.

1) Belediye gelirleri, genel bütçe vergi gelirleri tahsilatlarından alınan paylar ve öz gelirlerden oluşmaktadır. Genel bütçeden alınan payların dağıtımı, 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkındaki Kanun’a göre yapılmaktadır. Payların dağılımı adaletsizdir. Bu konunun ivedilikle düzenlenmesi gerekmektedir.

2) Belediyelerin kamuya olan borçları, genel bütçe vergi gelirlerinden aldıkları paylardan kesilmektedir. Son aylarda, belediyelerimize gelen paylardan yapılan kesintiler, belediyelerin mali yapılarını ve yatırım bütçelerini son derece olumsuz etkilemektedir. Geçici bir düzenleme ile belediyelerin kamuya olan borçları bir defalığına affedilmeli ya da en azından faizsiz bir şekilde yapılandırılmalı ve kaynaktan kesme uygulamasına son verilmelidir.

3) Belediyelerce 2464 sayılı kanunun 34. maddesine göre alınan elektrik ve havagazı vergisinin, elektrik ve doğalgaz vergisi olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Çünkü günümüzde havagazı kullanımı sona ermiş olup bunun yerini doğalgaz almıştır.

4) Belediyelerce, 2464 sayılı kanunun 29 ve 32. maddelerine göre telefon, data, teleks ve faks ücretleri üzerinden alınan haberleşme vergisine, internet ve cep telefonu ücretlerinden alınacak vergiler de dahil edilmelidir.

5) Özellikle turistik şehirlerde, konaklama tesisleri nedeniyle altyapı, yol, su, kanalizasyon, ulaşım gibi hizmetlerden dolayı belediye harcamaları artmaktadır. Bu sebeple gelişmiş Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, konaklama bedeli üzerinden kent vergisi veya konaklama vergisi gibi belediyelere yeni kaynak oluşturacak vergiler alınmalıdır. Şerefiye vergisi yeniden konulmalıdır.

6) Toplu taşımada kullanılan akaryakıttan alınan yüzde 18 olan KDV oranının kaldırılması ya da düşürülmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyiz. Büyükşehir belediyelerinin en büyük gider kalemlerinden birini toplu taşıma oluşturmaktadır. Özellikle 6360 sayılı yasa ile kırsal ilçe ve mahalle yapılan yüzlerce köyün toplu ulaşımları da eklenince, katlanması zor bir yükle karşı karşıyayız.

7) 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun beyan esasıyla ilgili 14. maddesinin 6. fıkrasında “Mükellefin bağlı olduğu vergi dairesi, kurumun kanuni veya iş merkezinin bulunduğu yerin vergi dairesidir” hükmü yer almaktadır. Bu maddeye istinaden örneğin, buzdolabı üreten Koç Holding’in Arçelik fabrikası; İstanbul, Ankara ve Eskişehir’deki tesislerinde üretim yapılmasına karşın, işyeri merkezi İstanbul’da olduğu için Eskişehir’den elde ettiği katma değerin, ticari kazanç payına düşen kurumlar vergisini de kurumun bağlı olduğu vergi dairesi itibarıyla İstanbul’da ödemektedir. Kurumlar vergisine tabi gelirlerin, elde edildikleri şehirde, yararlandıkları belediye hizmetlerine karşılık, ödenmesi gereken payın önemli bir kısmı bir havuzda toplanıp daha sonra belediyeler arasında nüfuslarına göre dağıtılmakta, bundan da İstanbul, Ankara ve İzmir haksız olarak yararlanmaktadır. Böylece hak edilen gelirlerin dağılımında adaletsizlik olmaktadır. “Vergi adaleti” kadar verginin dağılımında da adaletsizlik yaratılmaktadır. Bu durum Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak TBMM’de söz konusu kanunlar çıkarılırken yaptığı müdahaleler sonucu ortaya çıkmış ve durum bir türlü düzeltilememiştir. Aynı kanunun 7. fıkrasında “Maliye Bakanlığı, mükelleflerin bağlı oldukları vergi dairelerini, kanuni veya iş merkezlerine bakmaksızın belirlemeye yetkilidir” hükmü mevcuttur. Bu madde hükmünün Maliye Bakanı’nca uygulanması bile adaletsizliği ortadan kaldırabilecektir.

8) Yakın zamana kadar kolayca ödeyebildiğimiz dış kredi anapara ve faiz borçlarımızı, son zamanda meydana gelen döviz kurları artışlarından dolayı ödemede zorluk çekmekteyiz. Dövizdeki kur farkının getirdiği artışın hükümetçe üstlenilmesi zaruri hale gelmiştir. Ayrıca ilk kez, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başına geldiği gibi, alınan dış kredinin üzerine haciz konması, Türkiye’nin kredibilitesine büyük zarar verecektir. Bunun mutlaka önlenmesi lazımdır.

CUMHURİYET

Siyasi partiler çoğalıyor - Ali Rıza Aydın / SOL

Çoğalan kapitalizmin partileri değil, insanın insanı sömürmesi tek siyaseti üzerine dikili siyasetsizleştirme ağacında kuruyan dallar çoğalıyor.


Bir siyasi partinin daha kuruluş dilekçesini verdiği düştü haberlere. Adı “Yenilik” olunca ve “Deva”, “Gelecek” gibi yeni kurulan diğer parti adlarıyla birlikte okununca, partilerin mantar gibi çoğalmasındaki ihtiyaç da ilk bakışta kurucular yönünden görünürdeki ipuçlarını veriyor.

Başkanlı rejime geçişten sonra 2019’da 4, 2020’nin ilk yarısında da 11 olmak üzere 15 yeni parti kuruldu. Son kuruluşla bu sayı 16 oldu. On dokuz ay dolmadan 16 parti, şaşkınlık verici değil mi? Şu an toplam 90 partiye sahip bir toplumda yaşıyoruz. 2020 Ocak ayı YSK kararına göre 15 parti seçimlere girebiliyor. Temmuz ayı kararı yazı tarihi itibariyle yayınlanmadı.

Parti kurucuları yönünden gerekçe memnuniyetsizlik ve arayış başlıklarıyla özetlenebilir. Ama bunun karşılığının halkta nasıl ortaya çıkacağının emareleriyse yok. Halk da hoşnut değil ve arayış içinde. Karşılığın görüleceği tarih hep seçimlere öteleniyor. Seçimler deyince de, propagandadan tutun yüzde on seçim barajına kadar düzenin büyük partilerinin küçük partiler üzerindeki hegemonyası açık. Buna bir de adaletsiz düzenin adaletsiz seçimleri ve hukuku eklendiğinde hegemonya daha da netleşiyor.

Kaldı ki başkanlı yönetimde parlamentoda olmak da ayrıca sorunlar yumağı. Birinci parti başkanın partisiyle aynı ama çoğunlukta değilse gelsin pazarlıklar, gelsin ittifaklar. Bugün AKP-MHP ortaklığında olduğu gibi ya da kimi yasalarda bu iki partiye destek olmak girişimlerinde olduğu gibi… Buradaki seçenekler uzar gider. 

Seçimlerden önce ittifak ve transfer zorluğu yasa çalışması yapılıyor, buna ne demeli denirse bu da tam olarak yeni parti kurma modasına uyacak emareler veriyor; büyük partilerde milletvekilliği adaylığını, bir partiye bağlı olarak güç gösterisi yapılabilecek bireyselliğe dönüştürüyor.

Profesyonel denilebilecek siyasetçilerin yeni siyasi parti arayışlarındaki gerekçeleri görünüşte kalıyor. “Arayış ama neyin arayışı” sorusunun karşılığı gerekiyor ki işte burası, yukarıda örneklediğimiz gibi dalınca içinden çıkılamayacak bataklık. İttifaklardan pazarlıklara ve her türlü çıkar ilişkilerine kadar ne aranırsa var.

O zaman iki sonuç netleşiyor:

Birincisi düzen çürümüşlüğü içinde bireyselleşen, çoklaşan, siyaseten birbirlerinden farkı olmayan düzen içi siyasi parti arayışları… Bu arayışlar halk nezdinde siyasi faaliyet serbestçe, dürüstçe ve eşitlikle yapılıyormuş izlenimi de veriyor; emekçi halkın dikkatini dağıtıyor ve bir çeşit düzen uzlaşması etkisi yaratıyor.

İkincisi bu tür siyasi faaliyet gösterilerinin halka, basit sohbet oyalamaları ve zaman harcamaları dışında, biraz da AKP karşıtlığı dışında, faydası yok denecek kadar az. Laikliği göz göre göre özgürlük görüntüsü altında dinselliğe teslim edenlerin yobazlığa, bağnazlığa, gericiliğe karşı kıpırdanışları da deyim yerindeyse devede kulak. Anayasa raftan indirilse, parlamento eski haline döndürülse bile düzen aynı düzen kısacası… Raftan indirilecek Anayasa da toplumsal değil zaten.

Kapitalizmin çok partili yaşamı al gülüm ver gülüm oyunlarıyla geçtikçe, hak mücadelelerindeki küçük kıpırdanmalara kanılıp devamının gelmediği/getirilmediği görülüyor. Sonuç, her al gülüm ver gülümde zenginler daha zengin olmaya devam ediyor, talan artıyor, emperyalizm daha pervasızlaşıyor, gericilik daha yayılıyor. 

Siyasal iktidardan yakınmak düzen karşıtlığına dönüşmedikçe, düzene karşı siyaset üretilemedikçe bunalımın mevcut siyasetçilerden ve siyasi partilerden kaynaklandığı inancı kanıksanıyor; kopyala yapıştır yöntemiyle yinelenen düzen içi partiler de çaresizliğin umudu rolüyle mantar gibi çoğalıyor.

Kapitalizmin vahşisinden, dinselliğin yobaz olanından kurtulmak ama kapitalist düzeni korumak, laikliği çarpıtılmış özgürlük tanımında tutmak, emperyalizmi kaçınılmaz küresel ilişkilere bağlamak, bu dayatılan menüye ara sıra birazcık sosyallik sosu katmak sömürü düzeninden kurtarmıyor.

Özel mülkiyetin, girişim ve sözleşme özgürlüğünün, burjuva demokrasisinin, laiklik karşıtlığının, milliyetçilik ve dinselliğin, emekçiler üzerindeki şiddet ve sömürünün sürdüğü düzenden onların kural ve kurumlarıyla, baskı araçlarıyla ve kandırmacalarıyla kurtulmak olası değil.

Hukuksuzluktan ve keyfilikten kurtulunca, sömürüden kurtulmuş olunacağı cafcaflı bir yalan. Hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığıyla, seçimden seçime demokrasiyle, demokrasinin sosyal olanıyla yaşatılacak kapitalizmin ekonomi politiği yine ve yine sömürü… İçinden çıkan otları ilerlemenin filizlenmesi gibi gösterip yerinde sayan sömürü…

Emekçi halk için siyasal haklarını kullanmalarının önündeki tüm engellerin, kayıt ve koşulların kaldırılması tabii ki önemli. Ama bu alandaki mücadelenin kapitalist ideolojinin egemenliğine kapılmadan, kuramsal ve pratik bütünlükle, örgütlü sınıfsal mücadeleyle yürümesi gerektiği de açık, kaçınılmaz.

Çoğalan kapitalizmin partileri değil, insanın insanı sömürmesi tek siyaseti üzerine dikili siyasetsizleştirme ağacında kuruyan dallar çoğalıyor.

Düzen içinde çoğalan ve aynı siyaseti boyayarak sunan siyasi partilere değil, emekçi halkın devrimci partisine, devrimci sınıfın gerçek öncüsüne ihtiyaç var ve böyle bir parti de mevcut: Yüz yılının birikimini ve deneyimini taşıyan “Devrimci Parti, Devrim İçin Parti”…

Ali Rıza Aydın / SOL

Milli kahramana büyük saygısızlık - Saygı Öztürk / SÖZCÜ

KKTC’nin kurucusu Denktaş’ın anıt mezarı 8 yıldır bitmedi. Çevre düzenlemesi bile belediye su vermediği için yapılamadı. Kızı Ender Denktaş, “Bu rezalet bitsin” dedi...




KKTC'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 13 Ocak 2012'de vefat etti. Vasiyeti, oğlu Raif Denktaş'ın yanına defnedilmekti. Ancak devlet yetkilileri, “Anıt mezar yapacağız” dedi. Denktaş, Türk Mukavemet Teşkilatı Anıtı'nın bulunduğu yerde toprağa verildi.

Denktaş'ın vefatının üzerinden 8 yıl geçti. Ülkede üç hükümet değişti. Ancak Denktaş'ın defnedildiği yere yapılacağı söylenen anıt mezar bir türlü bitirilemedi. Emekli Albay İsrafil Aydın, Denktaş'ın anıt mezarında karşılaştığı manzara karşısında şoke oldu, bu vefasızlığa isyan etti. Denktaş'ın kızı Ender Denktaş ise yaşanan süreci şöyle anlattı:

‘BABAM BUNA MI LAYIK!'

*Üç yıl hiçbir şey yapılmadı, sonra anıt mezar ihalesini kazanan şirket biraz oyalandı, gitti. İkinci projede biraz değişiklik yaptık. Yine de istediğimiz gibi olamadı. Son 5 yıldır mimar bir gün bile gelip ne yapıldığına bakmadı. Bina bitti ama içi boş. Müze yapılmadı.

*Oysa babamın eşyaları müzeye gidecekti. Kütüphane ortada yok. Çevre düzenlemesi de yapılmıyor. Anıt mezarın bulunduğu Gönyeli Belediyesi buraya amfitiyatro yapmak istiyor.

*Bunu kabul etmediğimiz için buraya su bile getirmedi. Suyu Lefkoşa Belediyesi veriyor. Bakımsızlıktan etrafı ot-çöp bürüdü. Otları biçmediler, yaktılar. Etraf kül kaplı. Gidip oradaki perişanlığı, mezbeleliği görsünler, acaba babam buna layık mı?

                                                             ‘ÖZÜR DİLERİM BABACAĞIM'

                          Ender Denktaş, “Buraya her gelişimde babamdan özür diliyorum” dedi.

‘BÜYÜK ACILAR İÇİNDEYİZ'

*Madem böyle yapacaktınız neden babamın vasiyetine uymadınız, oğlunun yanına defnetmediniz” diye soran Ender Denktaş şunları söyledi: “Bize çivi bile çaktırmıyorlar. Değişiklik yaparsak dava açacaklarını söylüyorlar.

*Çok büyük acılar içindeyiz. Kabrine gidince önce babamdan özür diliyorum, sonra duamı okuyorum. Devlet sahipleniyor diye ayrı bir yerde toprağa verilmesine izin verdik. Yoksa babamın vasiyetini yerine getirmek isterdik.

                                                          Aydın da vefasızlığa isyan etti.

‘RANDEVU BİLE VERMEDİLER'

Yaşadıklarını gözyaşları içinde anlatan Ender Denktaş, anıt mezarın tamamlanması için KKTC meclisine de çağrıda bulundu, “Bu rezalet bitsin” dedi ve şu ifadeleri kullandı: “Anıtın durumunu Başbakana anlatmak için ocak ayında randevu istememe rağmen hâlâ verilmedi.

İçişleri Bakanlığı müsteşarı ve bakanlığın diğer yetkilileri ilgi gösteriyorlar ama anıt mezarın bitmesi için meclis kararı olması gerekiyor. Bir araya gelip işi bitirmiyorlar. Bunları bize yaşatmaya kimin hakkı var? Bugün, devletin önemli makamlarında birileri oturuyorsa, babam ve arkadaşlarının sayesinde.”

                                  Anıt mezarın çevresi bakımsız. Yolu bile yok.

Saygı Öztürk / SÖZCÜ


Tehdit mesajlarını alan gazeteci Zülal Kalkandelen soL'a konuştu(SÖYLEŞİ)-Serhat Yılmaz / SOL

Katıldığı bir televizyon programında değişen av yasası ve avcılığa ilişkin kullandığı ifadeler nedeniyle hakaret ve tehdit mesajlarına maruz kalan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Zülal Kalkandelen, soL'a konuştu.


Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve hayvan hakları savunucusu Zülal Kalkandelen, bir televizyon programında sarf ettiği sözler nedeniyle hakaretlere ve tehdit mesajlarına maruz kaldı.

Sosyal medya hesabından kendisine yönelik hakaret ve tehdit içerikli mesajları paylaşan Kalkandelen, ''Bu tür hakaret ve tehditler bir siyasetçi yakını için kullanılsaydı, Türkiye'de yer yerinden oynardı'' diyerek kamuoyunun tepkisiz kalmasına tepki göstermişti.

Kalkandelen'le kendisi tehdit eden grupları neden bu kadar rahatsız ettiğini, son günlerde gündemdeki yerini koruyan "av tartışmasını" sorduk. 

Tehdit mesajları almanız nedeni neydi? Sizi tehdit edenler neyden rahatsız oldular?

30 Haziran'da komisyonda kara avcılığı kanununda bir değişiklik yapıldı. Onun üzerine gazetede yazı da yazmıştım. Daha sonra bu konu, kamuoyunda ciddi bir tepkiye neden oldu. Çünkü, yabancı devlet mensuplarına, diplomatlara, üst düzey kişilere Türkiye'ye gelerek bedava av olanağı sağlayan bir değişiklik yapılmış. Özellikle o çok dikkat çekti. Başka değişikliklerde var. Merkez av komisyonunun yapısını değiştiren düzenlemeler. Değişikliklerle ilgili kamuoyu tepkisi sosyal medyaya epey yansıdı. Bunun ardından Halk TV'de beni Can Coşkun'un programına davet ettiler. Oraya katıldım. Orada görüşlerimi ifade ettim. Avcılıkla yıllardır zaten hayvan hakları savunucuları olarak mücadele ediyoruz. Yeni bir şey değil aslında. Değişiklik, kamuoyunda neden sadece yabancılar gelecek diye tepki doğurdu. ''Kapitülasyon mu bu?'', ''Elin adamı gelecek bizim ülkemizde hayvan vuracak'' gibi bir noktadan eleştirilerini dile getirdiler. Ama programda bazı gerçekleri dile getirdim. Avcılık kimin öldürdüğüyle ilgili değil eylemin kendisi zaten cinayettir dedim ve bazı gerçekleri anlattım -ki avcılığın arkasında silah endüstrisinin olduğunu da biliyoruz-. Devlet tarafından teşvik edildiğini ve av turizminin büyütülmesi için bir hedef konulduğunu, bu nedenle bunun artacağını, Türkiye'nin her yerinde hayvanları öldürmek için ihaleler açıldığını ve açılacağını anlattığımda, programın kaydı sosyal medyada paylaşılınca sosyal medyadaki avcı gruplarında şahsıma yönelik hem hakaretler hem cinsiyetçi küfürler, hem de tehditler yer almış.

Daha önce benzer saldırılarla karşılaştınız mı?

Ben kendi hesabımda paylaştım bana yönelik bu saldırıyı. Ama Türkiye'nin gündemi çok yoğun. Saldırı önce çok dikkate alınmadı. Ya da bizlerin saldırı altında olması çok alışılmış belki bilmiyorum.
Çünkü ben çok sık hayvanları sömüren, öldüren, onlar üzerinden çıkar sağlayan gruplar tarafından saldırılara maruz kalıyorum. Ama bu seferkinde fiziksel saldırı iması olunca daha fazla tepki gösterilmesi gerekiyor. Yalnız olduğunuzu, tepki gelmediğini görürlerse o tip insanlar daha fazla arttırabiliyor bu söylemlerini. Bu nedenle ben de kimse destek olmuyor gibi bir şey söyleyerek, dile getirdim rahatsızlığımı. Onun üzerine belki dikkat çekti. Haber oldu, duyuldu.

Yalnız bırakılmanızın sebebi nedir peki?

Çok yakın bir zaman önce at yarışları konusunda da oldu. Gazetede at yarışları üzerine, at yarışlarının arkasındaki zulüm üzerine bir yazı yazdım. Yerinde görerek, tanık olarak yazdığım bir yazıydı. Ve ardından at yarışları camiası diyeyim, at sahipleri, hara sahipleri, jokeyler, ganyan bayiler, bahisçiler, televizyonda ya da medya at yarışı yorumu yapanlar -ki güya meslektaşım demeniz gereken insanlar- herkes bana hakaretler sarf ettiler. Yine sosyal medyada bu günlerce sürdü. O zaman da bir destek olmadı. Meslektaşlarımızdan da bir destek yok. Bunun ardından bir yazı yazdım gazetede ''Eril zorbalık ve ayrımcılık'' başlığıyla. Eril zorbalığa bir çok kişi maruz kalıyor elbette, yalnızca ben ya da birkaç kişi değil. Ama ne zaman bir ünlü buna maruz kalırsa veya bir siyasetçi yakını buna maruz kalırsa toplumda çok büyük bir tepki ortaya çıkıyor. Aynı dönem buna benzer olaylar olmuştu. Ünlülerin ve siyasetçilerin, siyasetçi yakınlarına saldırılar olduğunda büyük tepki gösterildi ama bizimki görülmüyor. Kadın hakları örgütlerinden, meslektaşlarımdan, hayvan hakları derneklerinden ses yok. Dolayısıyla çok yalnızlık hissettirmişti bana. Onun üzerine şikayetlerimi bir dosya halinde alıp savcılığa götürdüm. Suç duyurusunda bulundum bütün saldırıda bulunanlara. Sonuca varmadı, varır mı varmaz mı böyle bir hukuk düzeninde ondan da emin değilim ama yine de hiçbir şey yapmamaktan iyidir. 

Yani neden öyle oluyor? İnsanlar ünlü olunca o ünlüye destek verip kendi pozisyonunu da belirliyor. Daha çok yapılana tepkiden ziyade kişiye yakınlık. Veya ben bilmem ne partisine yakınım mesajımı veriliyor, anlamıyorum. 

Bir de şunu düşündüm ''Eril zorbalık ve ayrımcılık'' yazısını yazarken: En azından benim gazetede bir köşem var, sesimi birazda olsa duyurabiliyorum. Hiç kimseye ulaşamayanlar var. Bu eril zorbalığa karşı hep birlikte karşı durmazsak, bunun üzerinden gelemeyiz diye bir mesaj vermek istemiştim. Dayanışma ile ancak aşılabilecek. Bugün bile kalktık 5 gündür aranan bir kadının katledildiğini öğrendik. Her gün kadınlara yönelik şiddetin çeşitli nedenlerle pompalandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu nedenle kadınların yalnız bırakılmaması lazım. Yalnızca benim meselem elbette değil. Bu mücadeleye giriyoruz elbette yazdıklarımızdan dolayı birilerinin çıkarı bozulduğu için saldırıya uğramam zaten beklenen bir şey. Ama bu fiziksel saldırı tehdidine varınca onu hoş görmemek, tolere etmemek lazım.

Herkes eleştirilebilir ben de eleştirilebilirim. Ama bu hakarete cinsel saldırıya, fiziksel saldırı imasına varırsa orada bir şey yapmak lazım.

Hukuki süreç başlattığınızı ve yetkililerin duyarsız kaldığını ifade etmiştiniz. Hukuki süreçten nasıl bir beklentiniz var?

Böyle bir hukuk düzeninden ne beklenebilir ki? Daha önce deve güreşçileri haberinde de böyle oldu, atlı faytonla ilgili çok ciddi sıkıntılar yaşadım. O zaman da suç duyurusunda bulundum. Ama şöyle bir durum var: Bozacının şahidi şıracı. Bana İstanbul Valiliği'nden "Bu ithamların suç unsuru barındırmadığını düşünmekteyiz" diye Yazı geliyor. Vali de imzalıyor. Ne bekleyebilirsiniz ki? Adaletin hemen hemen işlemediği bir ülke yarattılar. Katillerin elini kolunu sallayarak dolaştığı, mahkemede kravat takıyor diye iyi hal indirimi verildiği bir ülke. 

Böyle bir yazı da yazmıştım. Art arda bir takım insanların silahla tehdit savurmalarının, fotoğraflar paylaşmanın bilinçli olarak da belki biraz arttığını düşünüyorum. Çünkü ardından hemen sosyal medya düzenlemesi bu nedenle gerekiyor diye konuşulmaya başlanıyor. Belki de gerekçe olarak kullanıyorlar. O kadar arttı ki çünkü. O zaman da ''Evet şiddet var ama kısıtlanmasın' diyemiyorsunuz. Tabii ki bunun düzenlemesi yapılabilir. Sonuçta o insanları elleriyle koymuş gibi bulurlar. Adı sanı belli, fotoğrafı bile olan adamı "biz bulamıyoruz" diyorlar. Ya da bulsalar bile önce gözaltına alıyorlar, örneğin Başak Demirtaş'a ya da diğerlerine yapılanlarda olduğu gibi, ama sonra serbest bırakıyorlar. Bir yere varmıyor. Yasalarda uygulanmıyor. Göstermelik, kamuoyu tepkisini bastırmak için yapıyorlar, yapıyorlarsa. Tepki olmazsa hiç şansınız yok. 

Kadınlar için yaşanılmaz bir ülke olmaya doğru gidiyoruz.

Serhat Yılmaz / SOL

Bütçe verileri ne anlatıyor? - Oğuz Oyan / SOL

Türkiye'de bütçe açıklarının arkasındaki neden, emekçiler başta olmak üzere halkın geniş kesimlerine yapılan sosyal destekler değildir. İktidarın ibresi sadece sermayeye dönüktür. Bu nedenle de 2020'nin ilk yarısındaki bütçe açığı, olması gerekenin çok altında tutulabilmiştir.

Geçen hafta açıklanan Haziran ayı verileriyle birlikte 2020 Bütçesinin ilk yarı görüntüleri ortaya çıkmış oldu. Nasıl ki işgücü istatistiklerinde en fazla ilgiyi işsizlik verileri çeker, bütçe sonuçlarında da kamuoyunun dikkati bütçe açıkları üzerinde toplanır. 2020 yılı Ocak-Haziran dönemi bütçe açıklarının 109,5 milyara ulaşması ve böylece yılsonu hedefi olan 139 milyara hayli yaklaşmış olması, yorumların merkezine oturuverdi. En kolay yöntemle bu açığı ikiyle çarpıp yılsonunun 220 milyar TL civarında (?) bir açıkla kapatılabileceği dillendirilmeye başlandı.

Çoğunluk kesim açığın yüksekliği üzerinden yorum yaparken, bizim görüşümüz bu açığın olması gerekene göre oldukça düşük kalmış olduğu yönünde oldu. Sadece öngörülen ve gerçekleşen açıkların karşılaştırması bile, bunların arasındaki açıklığın pandemik kriz koşullarına rağmen çok yükselmediğini gösterir. Kaldı ki, geçen yılın aynı döneminde 78,6 milyar TL açık verildiğine göre, açıktaki artış sadece yüzde 39'dur.

Salgının Türkiye'ye "resmi giriş" yaptığı ve karantina süreçlerinin başlatıldığı Mart ayında bizim yılsonu bütçe açığı tahminlerimiz aslında çok daha yüksekti. Çünkü, birincisi, hem vergi matrahlarının oluşmaması veya daralması hem de vergi tahsilat/tahakkuk oranlarının düşmesi beklentileri bakımlarından vergi gelirlerinin çok önemli ölçüde aşınacağı öngörülebilirdi. İkincisi, çok sayıda işyerinin kapatılması ve çalışanların önemli bir bölümünün evlere kapanmaya zorlanmasının doğuracağı bir başka sonuç, karagün koşullarında devletin sosyal yönünün mecburen devreye girmesi yani sosyal yardımlar ile ekonomik destek harcamalarının (ve elbette işsizlik sigortası ve türevlerinin) hızla artması, böylece bütçe öngörülerini önemli ölçüde aşan bir gider bütçesi oluşmasıydı.

Bu öngörüler gerçekleşmedi. Bütçe gelirleri 2020'nin ilk 6 ayında, 2019'un ilk 6 ayına kıyasla, yüzde 12,9 oranında; vergi gelirleri ise yüzde 9,2 oranında arttı. Ama zaten 2020 yıllık bütçe tahminlerinde gelirlerin yüzde 11,7, vergilerin ise yüzde 17,5 artması öngörülmüştü. Türkiye'de sanki ağır bir pandemik kriz koşulları yaşanmıyor gibiydi. Daha doğrusu, ağır kriz koşullarına rağmen devlet vatandaşın boğazını ağır ve ağırlaştırılan dolaylı vergilerle (bu arada yeni bir araç olarak gümrük vergilerini de kullanarak) iyice sıkmış görünüyordu. Bu, sosyal devletin tam zıttında yer alan AKP devlet yapısının yeni bir dışavurumuydu.

Bütçe giderleri açısından bakıldığında, 2019'un ilk 6 ayına kıyasla 2020'de yüzde 17,3'lük bir artış olduğu görülmekte. Oysa 2020 yıllık bütçe tahminlerinde bu artış zaten yüzde 14 olarak öngörülmüştü. İlk yarıyıl gerçekleşmesinde sıradan bir sapmadan fazlası ortada yoktu, kaldı ki yılın ikinci yarısında telafi bile edilebilirdi!

***

Açığın 2020'de görece artışında en fazla rol oynayan etkenin SGK açıklarının büyümesi, dolayısıyla bu Kuruma yönelik Hazine yardımlarının tırmanışıydı. SGK açıklarının büyümesi anlaşılamaz değildir: İstihdamda büyük bir geri çekilme yaşanmaktadır. Ayrıca, işverene yapılan teşviklerin önemli bir bölümü SGK primleri üzerinden yapılmaktadır. (Üstelik, eğer TBMM'de görüşülen yeni torba yasa aynen geçerse, ücretsiz izin uygulaması bir yıl daha, Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) yıl sonuna kadar uzatılabilecek; KÇÖ'den ve ücretsiz izin uygulamasından vazgeçen işverenlere ise 6 aya kadar gidebilecek bir prim desteği verilecek. Hem, sıkı durun, sigortalı ve işveren hissesi primlerinin tamamı, işverenlerin SGK'ya ödeyecekleri primlerden düşülebilecek!).

Türkiye'de 2020'de ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak bütçe açıklarının giderek artan bir bölümünden, SGK açıkları yanında, sermayenin çeşitli kesimlerine kamu bankalarından yapılan kredi desteklerinin yol açacağı kamu zararlarının Hazinece karşılanması; geçiş garantili ve dövize endeksli "yap-işlet" türü altyapı yatırımlarından ve Kamu-Özel İşbirlikleri üzerinden gelmeye devam edecek yüklerin tırmanması sorumlu olacaktır.

Türkiye'de bütçe açıklarının arkasındaki neden, emekçiler başta olmak üzere halkın geniş kesimlerine yapılan sosyal destekler değildir. İktidarın ibresi sadece sermayeye dönüktür. Bu nedenle de 2020'nin ilk yarısındaki bütçe açığı, olması gerekenin çok altında tutulabilmiştir.

***
Bunun daha iyi farkına varılabilmesi için, sosyal devlet uygulamaları genelde Avrupa'ya kıyasla çok geriden gelen ABD örneğini alalım. Trump, bugüne dek 3 trilyon dolarlık bir teşvik paketini uygulamaya koymuştur. Tabii asıl derdi ekonominin çarklarının yeniden döndürülmesi için sermayenin teşviki ve sonbahardaki seçime daha olumlu bir tabloyla girilmesidir. Bununla birlikte, krizden derin bir biçimde etkilenen halka yapılan gelir destekleri de seçim yılı içinde olmanın etkilerini taşımıştır.

Sonuçta bütçenin ilk 9 ayı sonuçları (Bütçe yılı ABD'de Ekim'de başlar; dolayısıyla 9. ay Haziran 2020 olmaktadır), bütçe giderlerinin yüzde 49 artışla 5 trilyon dolara çıktığını, bütçe gelirlerinin ise yüzde 13 azalışla 2,2 trilyon dolara indiğini göstermektedir. Bu, 2,7 trilyon dolarlık rekor bir bütçe açığına (Türkiye milli gelirinin dört katına) karşılık gelir. Oysa geçen yılın aynı döneminin bütçe açığı sadece 747 milyar dolar düzeyindeydi (tabii gene bizim yıllık milli gelirimiz kadar). ABD bütçe açığının zirvesi Haziran 2020'de yaşanmıştır: 864 milyar dolar! (Geçen yılın aynı ayında 8,4 milyar dolar).

ABD açıkları bizi kaygılandıracak konu değildir. Kaldı ki ulusal parasının dünya parası da olması üzerinden senyoraj haklarına sahip bir ülkenin mali sorunları, Türkiye gibi bir çevre ülkesinin mali sodrunlarıyla karşılaştırılabilir türden değildir. Ama buradaki muradımız, tutucu Trump yönetiminde bile 2019'a kıyasla hangi devasa araçların devreye sokulduğunu göstermek; Türkiye'nin bütçe açığının niçin olması gerekenin çok altında kaldığını vurgulamaktır sadece. (Bu açığın hangi yollarla finanse edilebileceği bu yazının konusu değildir).

***
Gerçi Türkiye bütçesinin çaldığı alarmlar yok değildir ama bunlar 2020 öncesinden birikip gelmektedir. Bütçe açıklarının da beslediği kamu iç borçlanmasının artışına koşut olarak bütçe faiz giderleri hızlı bir artış eğilimindedir. Örneğin bu yılın ilk yarısında geçen yıla kıyasla yüzde 40,4'lük bir artış göstermiştir. Faiz giderinin vergi gelirlerine oranı bu yılın ilk yarısında yüzde 21,2'yi bulmuştur. Vergilerin faiz-dışı giderleri karşılama oranı da geçen yılın ilk yarısında yüzde 71'den bu yılın ilk yarısında yüzde 68'e gerilemektedir.

Daha önemlisi, faiz giderleri hiç hesaba katılmasaydı dahi bütçelerin artık açık veriyor olmasıdır. 2019 ilk altı ayında 27,8 milyar lira olan bu birincil açık, 2020'nin aynı döneminde 38,2 milyar liraya yükselmiştir. Yıllardır, IMF programlarının sıkı uygulayıcısı olarak, faiz dışı fazla (birincil fazla) vermekle (dolayısıyla dış ve iç borç ödeme kapasitesini sürdürmekle) övünen maliye/ekonomi yönetimi, şimdi önemli bir açık sorunuyla karşı karşıyadır. Kaldı ki, kamu kesimi açıkları bütçe açıklarından ibaret de değildir.

Dış açık ve iç açık sorunlarının birleşmesi ise, Türkiye'nin uluslararası kırılganlığını pekiştirici bir rol oynamaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Kılıçdaroğlu'na açık mektup: Nâzım’ın evine sahip çıkmaya ne dersiniz? - GAMZE ERBİL / SOL

Geçtiğimiz günlerde Nâzım’ın mezarını Novodeviciy’den söküp Taksim’e getirmek niyetinde olduğunu okuduğum Kemal Kılıçdaroğlu’na açık mektubumdur. Nâzım’dan Kadıköy’e, İstanbul’a ve Türkiye’ye kalan son yıkılmamış ev hakkında.

Kemal Bey,

Nâzım Hikmet'le ilgili bir söz verdiğiniz iddiasına da yer veren bir söyleşi okuduk geçtiğimiz günlerde, Cumhuriyet gazetesinde. Çok tartışıldığını, “ses getirdiğini” söyleyemeyiz bu söyleşinin ve söyleşideki iddianın ama dikkatinizi çekmemiş olamaz. 

Sizin tarafınızdan bir yalanlama da gelmediği için buradaki iddianın sizin adınıza bir “taahhüt” olarak kabul edilmesi uygun olur.

CHP lideri olarak “iktidara geldiğimizde Nâzım Hikmet'in mezarını Taksim'e Gezi Parkı'na bir anıt mezar yaparak getireceğiz” taahhüdünüz şimdilik ortada duruyor.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kilicdaroglundan-nazim-hikmet-sozu-1752030

Bir de bu yıl yayımladığınız Gezi yıldönümü mesajınızda Nâzım Hikmet'in “Güneşin sofrasında söylenen türkü” şiirini seslendiriyorsunuz: https://www.youtube.com/watch?v=OKtaqEI1aII Bu da iddiayı yani sizin böyle bir söz verdiğiniz görüşünü güçlendiriyor.

***

Nâzım Hikmet'i ve şiirini özel olarak önemsediğinizi anlıyoruz; bu yıl şairin ölüm yıldönümünde hazırladığınız mesajda da “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim” dizeleriyle onu anıyorsunuz https://twitter.com/kilicdarogluk/status/1268130479007584258. Daha önce örneğin bir sevgililer günü mesajınızda yine Nâzım’ın bir şiirine (Münevver’in Doğum Günü şiiri) başvuruyorsunuz. https://www.dailymotion.com/… 30 Ağustos'larda, kimi yurtdışı gezilerinizde sık sık Nâzım'ı anıyorsunuz, uzatmayacağım… Türkiye siyasetinde daha sık rastlamaya başladığımız bir durum, ben sizin alâkanızın samimi olmasını ümit ediyorum.

***

Mezarın getirilmesiyle ilgili tartışmalara girmeyeceğim. Mezarın Novodeyvici mezarlığında, tam da bugün bulunduğu yerde, tarihe mal olmuş bir yer tutuyor olması bir yana, konunun birinci dereceden muhatabı olan Nâzım Hikmet'in ailesi bu konuda özel bir hassasiyete sahip.

Ben başka bir meseleden bahsedeceğim.

Zaten bugün iktidarda olduğunuz, yani muktedir olduğunuz bir coğrafyada; İstanbul'da, Kadıköy'de büyük şairin bir dönem yaşadığı ve önemli eserlerinin doğumuna sahne olmuş olan evi yıkılıyor. Nâzım Hikmet'in o dönem Süreyya Sineması'nda müdürlük yapan babası Hikmet Bey'in, Nevzemin Sokak'taki evi müteahhite verilmiş durumda. İlginç bir rastlantı ki, sizin taahhüdünüzle ilgili haberin yayımlandığı gün ben yıkım konusunda anlaşmaya varılmış olduğunu öğrendim.

***

Nâzım Hikmet'in yaşamının önemli dönemeçlerine sahne olmuş; şiirinin dizelerinde yer bulmuş Kadıköy'de belediyeyi partiniz yönetiyor. Kadıköy ilçesinin bağlı olduğu İstanbul vilayetinde de partiniz iktidarda.

Kültürel mirasın korunması başlığında Kadıköy Belediyesi'nin 5 yıllık stratejik planında bu konuya ilişkin ayrılmış fonlar var; ama belli ki bunlar daha farklı alanlarda değerlendiriliyor; Kadıköy Belediyesi'nin, Nâzım Hikmet'in evinin korunması için bütçesinin olmadığı anlaşılıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun konuyla ilgili bilgisi olduğunu sanıyorum; ama bu konuda kendisinden bir açıklama gelmedi.

Samimi olduğunuzu düşünmek istiyorum Kemal Bey. Nâzım Hikmet için bir şey yapabilirsiniz; hem bu konu “mezarı Türkiye'ye getirmek” gibi tartışmalı bir konu da değil. Gündeme geldiği andan itibaren en başta Nâzım Hikmet'in yeğeni Sayın Ayşe Yaltırım olmak üzere Kadıköy sakinlerinin çoğunun, konuyla ilgili aydın ve sanatçı çevrelerinin büyük bir üzüntü içinde olduğunu biliyorum. Evin yıkılmaması ancak kamusal bir girişimle, yani sizin iktidarda olduğunuz belediyelerin konuyla ilgilenmesiyle mümkün olabilir.

Nâzım Hikmet'ten Kadıköy'de bize kalan bir değerin yok olup gitmesine izin vermeyebilirsiniz… Bunun için “iktidar olacağınız günü” beklemeniz de gerekmiyor. Sözkonusu ev partinizin zaten “iktidarda” olduğu bir yerde.

Ben derim ki, Moskova hem çok uzak, hem de bu kent için “Nâzım ondan alacaklıdır” demek haksızlık olur.

Ama Moskova ordaysa, Kadıköy burda, İstanbul burda. Hem Kadıköylüler olarak, İstanbullular olarak Nâzım’a ödenmemiş büyük bir borcumuz olduğunu söylersek, hiç haksızlık olmaz.

GAMZE ERBİL / SOL

https://haber.sol.org.tr/toplum/nazim-hikmetin-kaldigi-ev-yikilacak-279297

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/nazim-hikmetin-son-kalan-ikameti-muze-yapilabilir-279961

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...