Büyük kamu-özel işbirliği projelerinin hazırlanmasında bir defa değil bin defa dikkatli olunmalı - ŞehribanKıraç / Cumhuriyet

Prof. Dr. Uğur Emek: 13 Mart -1 Haziran arası pandemi döneminde Osmangazi köprüsü dahil Gebze-İzmir otoyolunda, Yavuz Sultan Selim Köprüsünde ve Avrasya tünelinde verilen gelir garantileri toplamı 1.5 milyar TL’dir.

Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı ve eski Devlet Planlama Teşkilatı planlama uzmanı Prof. Dr. Uğur Emek, Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) sözleşmelerin parasal büyüklüğünün yüzde 78’inin 2008 yılı sonrasına ait olduğunu söyledi.

 İstanbul Havalimanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santralı ve şehir hastaneleri dahil yapılan bu projeleri kullansın ya da kullanmasın yurttaşa da büyük fatura çıkıyor. Uğur Emek'e göre, 150 milyar dolarlık bu garantilerin 81 milyarı şehir hastanelerinde kesinlikle vergi mükellefleri tarafından, diğerlerinde de kullanıma bağlı olarak hizmet kullanıcıları ve vergi mükelleflerince ödenecek. Pandemi süresinde 4 ay boyunca kullanılmayan ulaştırma projelerinde firmalara 1.5 milyar TL ödendiğine dikkat çeken  Prof. Dr. Uğur Emek ile son yıllarda hız kazanan KÖİ projelerini ve eksikleri konuştuk.

YÜZDE 78'İ SON 12 YILDA

- Son yıllardaki kamu özel işbirliği ve yap işlet devret projelerinin bütçeye ne kadarlık yük getiriyor? Bu yük hem kamu hem yurttaş için ne anlama geliyor, bu projelerin yurttaşın cebine etkisi nedir?

1990’lı yıllarda Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılan elektrik üretim santrallerinde döviz üzerinden al yada öde garantileri verildi. 2001 finansal krizindeki kur şokundan sonra bu garantiler bütçe üzerinde büyük yük oluşturdu. Bu nedenle hazine garantisi uygulamasına son verildi. 2008 küresel finansal krizinden sonra büyük merkez bankalarının bastıkları paralar gelişen ülkelere de yönelmeye başladı. Türkiye bu ucuz ve kolay finansmanı Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) projeleri için fırsat olarak gördü. Bu projelerin başlangıç yatırımları özel sektör finansmanıyla karşılanmakta ve dolayısıyla başlangıçta devlet bütçesinden para çıkmamaktadır. Ödemeler sözleşme dönemi boyunca yıllara yayılmaktadır. Bu süreçte sadece yeni projelerin inşasına yönelik değil, mevcut tesislerin işletme haklarının devirlerine (İHD) yönelik yöntemler de geliştirildi. Bu yöntemde bir taraftan mevcut tesislerin yenileme yatırımları özel sektör finansmanıyla gerçekleştirilmekte diğer taraftan da devlet gelecekte kendi elde edeceği gelirleri sözleşme döneminde peşin olarak tahsil etmektedir.

1980’li yıllardan bu yana imzalanan KÖİ sözleşmelerin parasal büyüklüğünün yüzde 78’i 2008 yılından sonrasına aittir. Diğer bir değişle toplam 156 milyar dolar değerindeki sözleşmelerin, 121 milyar dolarlık kısmı bu dönemde imzalandı. Bunların 66 milyar doları İHD sözleşmesidir. Yani devlet gelecekte kendisinin gelir elde edeceği tesislerin işletme haklarını bu bedel üzerinden özel sektöre devretti. Yaklaşık 55 milyar dolarındaki yeni yatırımlara ilişkin sözleşmeler ağırlıklı olarak sağlık ve ulaştırma sektörlerinde imzalandı. Yat limanları dışındaki ulaştırma projelerinde özel sektöre sözleşmede belirlenen kullanım miktarı ve ücret üzerinden gelir garantisi verilmektedir. Gerçekleşen gelir, sözleşmede belirlenenden daha düşükse aradaki farkı devlet, yani vergi mükellefleri ödemektedir. Bu ödemeler koşullu yükümlülüktür. Talep öngörüldüğü gibi gerçekleşmediğinde ortaya çıkmaktadır. Bu garantilerin toplamı yaklaşık 33,8 milyar dolardır. Ayrıca ulaştırma projelerinde Hazine ve Maliye Bakanlığı, şirketlerin bankalara olan kredi borçlarını gerektiğinde üstlenmek amacıyla 17,2 milyar dolar tutarında borç üstlenim taahhüdünde bulundu.

Sağlık sektöründeki sözleşmelerde ücretleri doğrudan Sağlık Bakanlığı ödemektedir. Yani yükümlülükler ulaştırmada olduğu gibi koşullu değil doğrudandır.2022 yılı bütçe tahminine göre şehir hastanelerindeki kullanım ve hizmet bedeli ödemelerinin 25 yıllık toplam tutarı 81 milyar dolardır.

Bir de Rus devletiyle imzalanan antlaşmaya istinaden ve YİD yöntemiyle yaptırılan Akkuyu Nükleer Enerji santrali var. Buradaki al ya da öde garantisi toplam 35,2 milyar dolardır.  Faaliyete geçen şehir hastaneleri ve ulaştırma projelerine ilişkin gelir garantisi ödemeleri 2017 yılından beri ilgili kurumların bütçelerinde gösterilmektedir.

150 milyar dolarlık bu garantilerin 81 milyarı şehir hastanelerinde kesinlikle vergi mükellefleri tarafından ödenecektir. Diğerlerinde de kullanıma bağlı olarak hizmet kullanıcıları ve vergi mükelleflerince ödenecektir.

BİLKENT ŞEHİR HASTANESİ YÜZDE 73 DAHA PAHALIYA YAPILDI

- Bu projelerde yapılan belirgin hatalar ve eksikler nelerdir?

Bu projeler uzun süreli sözleşmeler çerçevesinde yapılmaktadır. Geleceğin belirsizliğinde uzun süreli sözleşme yazmak kolay değildir. Ayrıca geleceği öngörmek konusunda insan aklının da bir kapasitesi vardır. Buna eksik sözleşme iktisadında sınırlı rasyonellik deniliyor. Bu nedenle uzun süreli sözleşmelere konu projeleri küçük tutmalı ve dolayısıyla karmaşıklıktan kaçınmalıdır. Ayrıca ihtiyaç tespitinden fizibilitelerin hazırlanmasına, ihaleden sözleşme yazımına kadar geçen süreçler çok özenli yönetilmelidir gerekmektedir.

Birincisi, bu projelerin ihtiyaç analizleri objektif bir yönteme göre yapılmamaktadır. Ayrıca, projeler çok büyütülerek sözleşmeler karmaşık hale getirilmektedir. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de ortalama KÖİ proje büyüklüğü 640 milyon dolardır ve veri setinde yer alan 144 ülke içerisinde Türkiye ilk sıradadır. Avrupa ülkelerinde ortalama sözleşme büyüklüğünün 200 milyon avro civarında olduğu da göz önünde bulundurulursa, bizdeki projelerin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Bu nedenle bu projelerin hazırlanmasında ve sözleşmelerin yazılmasında bir defa değil bin defa dikkatli olunmalıdır. Aksi takdirde projeler öngörülen sürede bitmeyecek, maliyet artışları yaşanacak ve sözleşmeler sıkça revize edilecektir. Dünya Bankası’nın Latin Amerika ülkeleri yaptığı bir çalışmada, sözleşme değişikliklerinin kahir ekseriyetinin özel sektör lehine olduğu bildirilmektedir.

Türkiye’de mevzuatın öngörmesine rağmen, projelerin ekonomik, finansal, çevresel, sosyal, hukuki ve bütçe etkilerini analiz edecek spesifik yöntemler geliştirilmemektedir. Bu nedenle de projelerde maliyet aşımı yaşanmakta ve sözleşmelerde sıkça değişiklikler yapılmaktadır. Bu hususlar Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığına dönüştürülen Kalkınma Bakanlığının 2014 yılında yayımladığı KÖİ Özel İhtisas Komisyonu Raporunda ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır.

Sağlık Bakanlığının 2017 bütçe görüşmelerinde milletvekillerine dağıttığı bir çalışmada, Bilkent Şehir Hastanesinin geleneksel yöntem yerine KÖİ ile yapılması sayesinde yüzde 24 maliyet tasarrufu sağlandığı belirtiliyor. Çalışmadaki yöntemin aynısını kullanarak hesaplamayı bir de ben yaptım. Bakanlık çalışmasındaki trikleri ve maddi hataları düzelttikten sonra KÖİ yöntemiyle yapılan Bilkent Şehir Hastanesinin aslında geleneksel yönteme göre yüzde 73 daha pahalı olduğunu buldum. Bu da kurumların fizibilite çalışmalarındaki özensizliklerine önemli bir örnektir.

Gebze-İzmir otoyolunun öngörülen maliyeti 6.5 milyar dolardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan açılışta projenin 11 milyar dolara gerçekleştiğini belirtti. Gerçekleşen maliyet artışı yüzde 70 ya da 4.5 milyar dolardır.

Açık kaynaklardan öğreniyoruz ki eksik ve/veya hatalı yazılan sözleşmeler özellikle de finansal kurumlarla yapılan finansman görüşmelerinde sıkça değiştiriliyor.

Son olarak, maalesef mevzuata aykırı biçimde kurumlarımız bu sözleşmelerden kaynaklanan borçların büyüklüğünü şeffaf bir biçimde kamuoyuna rapor etmiyor.

HASTANE KAPASİTELERİ 200-600 YATAK YERİNE 2 BİN YATAK

- Pandemi sürecinde şehir hastaneleri çok gündeme geldi. Bunlar varken acilen pandemi hastaneleri kuruldu,  şehir hastanelerine akan para ve garantileri de gözönüne getirdiğimizde bu projeleri neden yanlış oldu?

Öncelikle şunu belirtmeliyim. Şehir hastaneleri yeni kapasite yaratmak için uygulanan bir politika değildi. Şehir merkezindeki mevcut hastaneler kapatılıp şehir hastaneleri bünyesinde birleştiriliyordu. Bu nedenle de yeni yatak kapasitesi yaratılmıyordu. Ancak Pandemi sürecinde hastane yatağı ihtiyacı ortaya çıkınca, yeni şehir hastanesi açılan illerde mevcut hastanelerin kapatılması politikasına şimdilik son verildi. 

Mevcut hastanelerin bir kısmının yenilenmesi ve/veya yıkılıp yapılması gerekebilir. Ancak, bunların kapatılıp şehir merkezine görece uzak bölgelerde tek bir hastane bünyesinde toplanması ölçek ve kuruluş yeri seçimi sorunlarını da beraberinde getiriyor.

Yapılan uluslararası akademik çalışmalarda optimal hastane kapasitesinin 200-600 yatak arasında değiştiği belirtilmektedir. Bu sınırların altındaki ve üstündeki hastanelerden verimlilik elde edilememektedir. Bizde 19 şehir hastanesinin 12’sinde yatak kapasitesi 1000'in, dördünde de 2 binin üzerindedir. Bu büyük kapasiteler hastanelerin operasyon maliyetlerini artırmakta, yönetimlerini zorlaştırmakta ve hastane içi ulaşım sorunu yaratmaktadır. Örneğin, ameliyat olan bir hasta yoğun bakımdan çıkartıldı ve polikliniğe getirildi. Kampüs şeklinde tasarlanan şehir hastanelerinden genellikle ameliyathaneler ve poliklinikler farklı binalardadır. Hasta bir fenalık geçirse, tekrar yoğun bakıma alınması uzunca bir süre alıyor. Bu nedenle de hastaların gereğinden daha uzun süre yoğun bakım ünitesinde tutulabiliyor.

İkincisi bu hastaneler şehir merkezlerine uzak yerlerde inşa ediliyor. Evrensel sağlık hizmetinin ön koşulu sağlık hizmetlerine başta yaşlılar ve yoksullar olmak üzere tüm vatandaşların kolayca erişmesidir. Büyük şehirlerde bu vatandaşlar toplu taşım araçlarıyla şehrin bir ucundan diğerin ucuna taşınmak zorundalar. Özellikle de özel aracı olmayan yaşlı ve yoksul vatandaşlarımızın bu hastanelere ulaşması çok zordur.

Uluslararası uygulamalar teknolojinin hızlı değiştiği alanlarda uzun süreli KÖİ sözleşmesi yapılmasını tavsiye etmemektedir. Çünkü 25 yıl gibi uzun süreli sözleşmelere hızla değişen teknolojik ürünler konu edilirse, teknoloji değiştikçe sözleşme değişikliği yapma ihtiyacı da ortaya çıkacaktır. Bu da sözleşmeleri karmaşık hale getirmekte ve sözleşme yazımını zorlaştırmaktadır. Öte yandan, en azından sağlık teknolojilerindeki değişimin hızına göre sözleşme değişikliği ihtiyacı da artacaktır. Bu da ciddi bir endişe nedenidir. Bu nedenle hastanelerdeki KÖİ sözleşmelerinin sadece otelcilik hizmetlerini kapsaması önerilmektedir. Şehir hastaneleri sözleşmeleri binlerce teknolojik makine-teçhizatı da kapsamaktadır. 

PANDEMİDE KULLANILMAYAN PROJELERE 1.5 MİLYAR LİRA GARANTİ

- Pandemi süreci devam ederken özellikle karantina süreçlerinde gerek otoyollar gerekse İstanbul Havalimanı ve diğer yap işlet devret projeleri mart-haziran dönemi boyunca çok sınırlı kullanıldı. Buralara verilen devlet garantileri ödenmek zorunda mı? Neler önerirsiniz? Sadece pandemi döneminde ödenmesi gereken garanti ne kadar?

Pandemi sürecinde mücbir sebep gerekçesiyle devletin özel sektöre ödeme yapamayabileceği konusu daha önceden de tartışıldı. Ancak, sözleşmelere göre bu mümkün görünmüyor. Gelir garantileri, zaten öngörülen trafiğin gerçekleşmeme ihtimaline karşı görevli şirketleri korumak amacıyla verilmektedir. Çünkü talep tahmini sorumluluğu devlete aittir. Devlet ihaleden önce bir talep tahminin de bulunuyor özel sektör de buna güvenerek sözleşmeye teklif veriyor.

Burada sorulması gereken soru talep tahminlerinin neden bu kadar büyük tutulduğudur?

Eğer eser bırakmak saikıyla projeleri ihtiyacınızdan daha büyük tutarsanız, gerçekleşen tüketim de talep tahmininizin altında kalır.

Türkiye’de KÖİ’lerin proje finansmanı sözleşmelerinin süresi 15-18 yıl arasındadır. Avrupa’da bu süre 27 yıldır ve çok daha uzundur.

Projeler büyürse ve sözleşme süresi kısalırsa, projenin kâr ve finansman gideri dahil toplam maliyetini karşılayacak gelir akımının süresi de kısalır. Böylece gelirin bileşenleri olan ücret ve/veya kullanım garantisi artar. Osmangazi köprüsü üzerinden bunu örneklendirebiliriz. Sözleşmeye göre günlük trafik garantisi 40 bin otomobil ve geçiş ücreti de 35 dolardır. Sözleşme süresi de 15 yıldır. Üçünü çarptığımızda 7,7 milyar dolarlık gelir garantisi ortaya çıkıyor. Sözleşme süresi 15 değil de 30 yıl olsaydı (faiz giderini bir an için ihmal edersek) aynı geliri elde etmek için araç garanti miktarını ve/veya geçiş ücretini düşürebilirdik. Araç trafiğini sabit tutarsak, 30 yıllık sözleşme sürecinde geçiş ücretimiz 35 değil 18 dolar olurdu. Şunu anlıyoruz ki projeleri büyütürken, finansman sözleşmesinin süresini de uzatamıyorsanız kullanıcının ödeyemeyeceği ücretlerle karşılaşıyorsunuz. Büyük bir projelerin bir olumsuz bir yanı da budur.

Pandemi döneminde ulaştırma KÖİ projelerinin kullanılmadığı ve/veya çok az kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Sözleşme ücretlerine göre bu okulların ilk tatil olduğu 13 Mart ve normalleşmenin başladığı 1 Haziran tarihleri arasında dört ayda Osmangazi köprüsü dahil Gebze-İzmir otoyolunda, Yavuz Sultan Selim Köprüsünde ve Avrasya tünelinde verilen gelir garantileri toplamı 1,5 milyar TL’dir (224 milyon dolar). Kullanıma bağlı olarak bu ödemelerin çoğu milli bütçeden yapıldı.

YÜZDE 82'Sİ 8 FİRMANIN ELİNDE

- Son yıllardaki devlet garantili projelerin coğunun belli firmalara verildiğini görüyoruz, burada sizce neler gözetiliyor, sözleşmeler yeterince açık mı?

Diğer ülkelerdeki KÖİ piyasalarında da çok az oyuncu faaliyet göstermektedir ve bu nedenle de bu piyasalar oligopolistik bir yapıdadır. Şehir hastaneleri örneğinde, yaklaşık 31 bin yatak kapasitesinin yüzde 72’si 4 firmanın kontrolündedir. 2008-2013 arasında imzalanan sözleşmelerin parasal büyüklüğüne göre yüzde 82’sini 8 şirket kazandı. Dünya Bankası verilerine göre dünyanın en büyük 10 KÖİ müteahhidi şirketin 5’i Türkiye’dendir. Bütün bunlar bu sözleşmelerin ihalelerinden sonra Türkiye’de de oligopolistik bir piyasa yapısının oluştuğunu göstermektedir.

Bu sözleşmelerde bir de yüzde 20 oranında asgari özsermaye şartı var. Ayrıca, projeler büyüdükçe mali ve teknik yeterlik şartları çok daha önem kazanıyor. Bunların hepsi de ihaleye/pazara giriş engeli yaratıyor. Sonuç itibariyle, diğer gelişen ülkelere benzer biçimde piyasadaki oyuncu sayısı birden azalıyor.

Sözleşmeler maalesef ticari sır gerekçesiyle kamuoyuyla paylaşılmıyor. Uluslararası iyi uygulamalara göre sözleşmelerin tamamının olmasa da önemli unsurlarının kamuoyuyla paylaşılması gerekmektedir. Çünkü bunlar sıradan ticari ortaklıklar değildir. Ticari ortaklar bir araya gelip, kâr gibi ortak amaç fonksiyonlarını en çoklamaya çalışır. KÖİ sözleşmelerinde özel sektör doğal olarak kârını en çoklamak için fiyatı artırmak ister. Oysa Devletin önceliği vatandaşlarına bu tür kamu hizmetlerini en kaliteli ve en ucuz (mümkünse ücretsiz) biçimde sunmaktır. Çünkü bu hizmetlerin bedelini günün sonunda hizmet kullanıcısı ve/veya vergi mükellefi olarak vatandaşlar ödemektedir. Başka her türlü tüketiminde ödemelerini karşılığını sorgulayabilen vatandaşlar, KÖİ projelerinde bu hakka sahip değil maalesef.

AÇILIŞ KURDELESİ KESMEK SİYASETÇİLER CAZİP GELİYOR

- Uzun dönemdir Türkiye'de kriz olmasına ve gelir getirmemesine rağmen bu projelerin yapımında neden ısrar ediliyor? Şimdi sırada Kanal istanbul dahil başka projeler de var.

Öncelikle belirtmem gerekiyor şehir hastanelerinde KÖİ yöntemi durduruldu. Sağlık Bakanlığı 31 bin yatak kapasiteli 19 KÖİ şehir hastanesi sözleşmesi imzaladı. Geri kalan 10.300 yatak kapasiteli 10 şehir hastanesini kamu finansmanıyla gerçekleştirmek için 2020 yılı kamu yatırım programına aldı. Ancak, pandemi sürecinde bunların tekrar KÖİ yöntemiyle gerçekleştirilebileceği söylentileri de ortaya çıktı. Söylentileri bir kenara bırakırsak, şu an için biliyoruz ki şehir hastanelerinde KÖİ yönteminden vazgeçildi.

Temel atmak ve açılış kurdelesi kesmek açısından bakıldığında, KÖİ siyasetçiler için gerçekten çok cazip bir yöntemdir. Daha önce de söylediğim gibi başlangıç yatırımları için bütçeden harcama yapılmıyor. Ödemeler uzun süreli sözleşmeler çerçevesinde yıllara yayılıyor. Bir de muhasebe trikleri çerçevesinde bu sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülükleri kamu borç stoku içerisinde göstermiyorsunuz. Bu nedenle kamu borç stoku gerçeğinden daha düşük gösteriliyor. Böylece kamu finansmanı da gerçeğinden daha güçlü görünüyor.

Siyasetçiler bir de eser bırakma kaygısıyla devasa projelere ilgi gösteriyor. Nitekim Yerelden Globala isimli kitabında THY eski Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu Atatürk Havalimanına yapılacak ilave bir pist ile kapasite sorunu çözülebilecek iken, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırımın eser bırakma kaygısı nedeniyle yeni havalimanında ısrarcı olduğunu belirtiyor. Ayrıca devasa proje yapıp para kazanmak iş adamlarına da cazip geliyor. İlginç bir biçimde vatandaşlar da böyle büyük projeleri seviyor. Kanal İstanbul’da da böyle olacak sanırım.

ŞEFFAFLIK ŞART

- Bu dönemden sonra büyük kamu projeleri ve yap işlet devret projelerinde nasıl bir yöntem izlenmeli neler öneriyorsunuz?

Öncelikle kamu projelerinde optimal ölçek seçimine dikkat edilmelidir. Projelerin döngü yönetimi çerçevesinde ihtiyaç analizlerinde, fizibilite çalışmalarında, ihalelerin tasarımında, sözleşmelerin yazımında ve projelerin takip ve değerlendirmesinde çok özenli davranmalıdır. Bu konuda spesifik yöntemler geliştirilmeli ve etkili biçimde uygulanmalıdır. Proje geliştirme süreci şeffaf ve paydaş katılımına açık olmalıdır. Katılımcılık ve paylaşımcılık daha önce belirttiğim sözleşme yazımındaki sınırlı rasyonellik sorununu da hafifletecektir. Ayrıca projeler küçültüldüğü ölçüde, bu değerlendirmeler daha sağlıklı biçimde yapılabilecektir.

Daha da önemlisi ihtiyaç planlamalarına önem verilmelidir. Bizim kamu yönetiminde nedense normal dönemlerde bile ihtiyaçlar son anda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de bürokratlar projeleri bir an önce hayata geçirmek için aceleci bir telaşla fizibilite, ihale ve sözleşme gibi konularda da gereken özeni göstermezler.

Şehir hastaneleri gibi sözleşme bedelini devletin ödediği KÖİ projelerini ilk defa Birleşik Krallık hayata geçirdi. Burada ortalama sözleşme büyüklüğü bizim üçte birimizdir. Birleşik Krallık görece küçük bu projelerin fizibilitelerini ortalama 24 ayda tamamlamaktadır. Ortalamanın altının ve de üstünün de olduğunu göz önünde bulundurulursa, bu sürelerin daha da uzayacağı görülecektir. Ancak, bizim yetkililerimiz bu kadar uzun sürede ve ayrıntıda çalışma yapacak kadar sabırlı değiller maalesef.

Daha öncede söyledim siyasetçiler oylarını artırmak için kısa sürede ve çok sayıda büyük proje yapmak isteyebilir. Çünkü onların uzun dönemi gelecek seçimlerdir. Seçimi tekrar kazanmak adına projeleri bir an önce hayata geçirmek isteyebilirler. Ancak bu projelerin ekonomik, sosyal ve çevresel çok uzun süreli etkileri bulunmaktadır. Bu nedenle bürokratların siyasetçilerden gelen bu talepleri teknik yöntemlerle çok iyi filitremeleri gerekmektedir. Bu projelerin fayda ve maliyetlerini çok iyi dengelemeliler ve gelecek nesiller üzerindeki olası yüklerini siyasetçiler çok iyi anlatmalılar.

ŞehribanKıraç / Cumhuriyet

Aydının 'ölmeye yatma' hakkı yok - KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

Adalet Hanım gibi bir aydının liberalizm tarafından bu kadar rahat kuşatılabilmiş olması genç kuşaklar açısından üzerinde düşünülmeyi, bundan dersler çıkarmayı zorunlu kılıyor.



Adalet Ağaoğlu yaklaşık iki hafta önce yaşama veda etti. Ardından çokça yazıldı; öte yandan yaşarken de hakkında çokça konuşulan bir yazardı Adalet Hanım. Özellikle AKP’li yıllardaki “siyasal konumlanışı” kendisinin ve edebiyatının çift-kutuplu bir biçimde ele alınışına yol açtı. Liberal, dinci ve milliyetçi ittifak Cumhuriyet’i aşındırıp onun temsil ettiği aydınlanmacılık, laiklik gibi değerleri itibarsızlaştırdıkça bunun meşruiyetini sağlamak için kendilerini solda konumlandıran aydınlardan her defasında destek aldı. Adalet Hanım da pişmanlığını daha sonraları itiraf etmiş olsa da örgütsüz pek çok aydınımız gibi “zokayı yutmuştu”. Özellikle ’80 sonrası şekillenen ideolojik atmosfer düşünüldüğünde, darbe öncesinin kalbi solda atan pek çok yazar ve sanatçının geçirdiği dönüşüm meseleye sınıfsal bakan komünistler açısından şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Adalet Ağaoğlu da söz konusu dönüşüme direnemeyen, öte yandan özellikle 70’li yıllarda yazdıklarıyla edebiyatımız açısından önemli bir yazar olarak anılmayı hak ediyor.

Edebiyatının Anahatları

1929 yılında Ankara’nın Nallıhan ilçesinde dünyaya gelir Adalet Ağaoğlu. Bu noktada genç Cumhuriyet’in başkentini unutmamak gereklidir. Siyasal kopuşun ve kültürel dönüşümün en şiddetli yaşandığı devrim sonrasının Ankara’sı toplumsal altüst oluşun da en şiddetli hissedildiği mekânlardan biridir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dönüşümü, tek partili rejimin inşa etmeye çalıştığı ulus devleti öğrenim hayatının tüm aşamalarında hisseden Ağaoğlu, kurulan yeni ülkenin yaşadığı dönüşümler sonucunda deneyimlediği çelişkileri ve çatışmaları öğrencilik yıllarında gözlemler. İlkokulu Nallıhan’da bitiren Ağaoğlu, 1938 yılında ailesiyle birlikte kent merkezine yerleşir ve Ankara Kız Lisesi’nden, 1950’de de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olur. 1970’te özerkliğine el konulduğu gerekçesiyle TRT’den istifa edene kadar bu kurumda çalışır ve pek çok radyo ve tiyatro oyunu kaleme alır. Roman, öykü, deneme ve anı türünde yayımladıkları 1970 sonrasına denk gelir. 1973’te yayımladığı Dar Zamanlar Üçlemesi’nin ilk kitabı Ölmeye Yatmak’ı 1976’da Fikrimin İnce Gülü takip edecek, 1979’da yayımlanan Bir Düğün Gecesi ve 1987’deki Hayır ile üçlemenin tamamlandığı zannedilirken, 2014’te yayımlanan Dert Dinleme Uzmanı üçlemeyi dörtlemeye evriltecektir. “Askerî kuvvetleri tahkir ve tezyif” suçlamasıyla darbe sonrasında açılacak davadan aklanacak Ağaoğlu’nun yazarlığındaki kırılma da darbe sonrasına denk düşecektir.

Özellikle romanlarını iki farklı kurgu tarzında inşa eder Adalet Ağaoğlu. Bunlardan ilki, anlatı zamanı ve geçmiş zamanın üst üste oturtulduğu bir inşa sürecine denk düşer. Genellikle kısa olan anlatı zamanının içerisine spesifik bir durumu yerleştirmeyi tercih eder; odakta olan roman karakterlerinin eylemlerinden oluşan söz konusu durum durağan bir seyir izler, anlatının genelinde büyük bir önemi olmamakla birlikte oldukça işlevseldir. Romanın anahattı, bu görece önemsiz olayın üzerine oturduğu anlatı zamanı basamak yapılarak romana taşınır. Genellikle son derece uzun olan geçmiş zamana geçişler, anlatı zamanı ve onun üzerinde taşınan yaşantılar aracılığıyla sağlanır. Romanın dokusuna taşınan geçmiş yaşantılarla metnin inşası gerçekleştirilir. Ağaoğlu’nun “Eylülist yazının” yükselişe geçtiği darbe sonrası dönemin edebiyatına dahil olmayan yapıtları bu kurgu tarzını takip eder. Dünyadaki pek çok akrabası gibi “Eylülist yazının” da edebî metni bağlamından kopardığını, bilinç akışından üstkurmacaya, pastişten metinlerarasılığa kadar farklı teknikleri bir amaç haline getirdiğini biliyoruz. Her ne kadar Ağaoğlu’nun edebiyatı bu kategoriye indirgenemeyecek olsa da bu yazıda bahsi geçmeyecek Ruh Üşümesi ve Romantik Bir Viyana Yazı gibi romanlardaki kurmaca-üstkurmaca ilişkisi Ağaoğlu’nun ikinci kurgu tarzını yansıtır.

Karakterlerini içinde yer aldıkları tarihsel bağlamın ideolojik koşullarıyla okura kavratan Ağaoğlu, özellikle toplumda kadının ve aydının konumunu dert edinir. Cumhuriyet’in tarihiyle ve kendi kimliklerini oluşturan toplumsal ve siyasal değerlerle yüzleştirdiği roman karakterlerine sorular sordurtur. 1984’te yayımlanan Üç Beş Kişi’nin Murat ile Kısmet’i, 1980’de yayımlanan Yazsonu’nun Meriç, Memet, Fuat, Nevin, Hasan ve Doğan’ının olduğu kadar Dar Zamanlar’ın Ömer, Aysel, Tezel ve Ayşen’i de söz konusu yüzleşmenin aktörleridir. Ağaoğlu “meselesi olan” karakterlerden çok, gerçek kimlikleri ve benlikleri toplumsal ve siyasal değerler altında yok olan bireyler yaratmayı tercih eder. Dar Zamanlar, roman karakterlerinin düşünce dünyalarında köklü bir hesaplaşmaya gitmelerini tarihsel koşulların belirleyiciliğinde ele almasıyla özellikle 90’larda ve 2000’lerde yazdıklarına kıyasla öne çıkar.

Dar Zamanlar Üçlemesi

Her ne kadar 2014’te yayımladığı Dert Dinleme Uzmanı ile üçleme bir dörtlemeye evrilmiş olsa da 1973 ile 1987 yılları arasında yayımlanan üç kitap Dar Zamanlar’ın temelini oluşturmaktadır. Ölmeye YatmakBir Düğün Gecesi ve Hayır araya giren başka yapıtlara karşın birbirini tamamlayan ve takip eden üç metin olarak okunabileceği gibi, ayrı ayrı olarak da ele alınabilecek özelliklere sahiptir. Üçlemenin ilk kitabı bir esnafın kızı olan Aysel’in doçentliğe yükselerek “sınıf atlamasına” tanıklık ederken Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki aydın bir genç kadının portresini çizer. Bir otel odasında ve anlatı zamanı olarak kısa bir zaman aralığında geçen roman Aysel’in geçmişe dönüşleri ve zaman içinde mekik dokumalarıyla derinlik kazanır. Edebiyatımızda o güne kadar alışılmamış bir portre olarak okura sunulan Aysel, ilerici fikirleri ve geleneksel toplumun baskıları arasında kalıp bunalıma girmiş bir figürdür.

Bir düğüne davetli konukların içsesleri eşliğinde anlatılan öykü Bir Düğün Gecesi’nin omurgasını oluşturur. Her bir içsesin tanığı ve aktarıcısı olan başkahraman Ömer, Ölmeye Yatmak’ın Aysel’inin kocasıdır. Aysel’in kendisini aldattığının farkında olan Ömer düğünün gelini ve Aysel’in yeğeni Ayşen’e olan ilgisini dizginlemeye çalışmaktadır. Kadın-erkek arasındaki yozlaşmaya yüz tutmuş ilişkiler Ölmeye Yatmak’ta olduğu gibi Bir Düğün Gecesi’nin de merkezinde yer alır. Sevgisiz, yalnız, özgürlüğüne düşkün karakterler ikinci romanda öne çıkar. İntihar laytmotifi orta sınıfa mensup bir aydının ağzından “İntihar etmeyeceksek içelim bari!” repliğiyle romana nüfuz eder ve roman faili meçhul bir silah sesiyle sona erer.

Darbeden yedi yıl sonra yayımlanan Hayır ilk iki romandan farklı bir anlatıma ve sese sahiptir. Ömer’le evliliği biten Aysel, Ömer’in yeğeni Ayşen’le evlenmesiyle içe dönmüştür. Sevgilisi Engin’den de ayrılan Aysel’in yıllardır arzu ettiği özgürlük ellerinde olmakla birlikte, hissettiği yalnızlık “dünya meselelerine” daha çok kafa yormasına yol açar. Beklendiği bir ödül törenine gitmeyen Aysel, yakınlarını meraka düşürür. Ortadan kaybolmuş görünen Aysel, romanın hayali figürü ve geleceğin ideal insanı Yenins ile sisler içinde görülür ve Hayır belirsizlikler içinde biter. Hayır’ın anlatı zamanı da ilk iki romanda olduğu gibi dar bir aralığı kapsar. Romanın anamekânı bir kuaför salonudur ve akışı kahramanın anılarında yaptığı yolculuklara ek olarak hayalleriyle de derinleşir. Cumhuriyet’in ideallerine sahip bireylerin anlatıldığı Ölmeye Yatmak ile açılan çevrim, sükûtu hayale uğramış kahramanların yarına dair idealleriyle kapanır.

Dar Zamanlar Cumhuriyet’in serüveninin toplumsal yaşamdaki yansımalarıyla aydınların hayal kırıklıklarını ve yaşamlarındaki değişimleri okura sunar. Öte yandan, yeni rejimin hedeflediği aydın profilinin siyasal ve toplumsal baskılar sonucunda uğradığı başarısızlığın da resmini çizer. Hayır’da tasarımı yapılan yarının ideal insanı ise inandırıcılıktan uzaktır. Adalet Ağaoğlu 1938’den 1980’lere uzanan süreçte çizdiği aydın karakterlerin kimliklerini sorgulamalarıyla dönemin siyasal ve toplumsal dönüşümlerini okura yansıtır.

İçerledik Çünkü Bizdendiniz

’80 sonrası, aydın için bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Toplumsal dönüşümün ideolojik meşruiyetini soldan alan egemenler, aydının çöküşüne yol açtılar ve onun nezdindeki büyük dönüşümü tamamladılar. Adalet Ağaoğlu da bu dönüşümden nasibini aldı. Karşıdevrim kurduğu baskıyla aydınları bunalttı ve kültür-sanat alanındaki kuşatma özellikle örgütsüz aydınları rahatlıkla ele geçirdi. Kimini yazarlık mesleğinin içine hapsederek, kimini demokrasi, insan hakları, sivil toplum gibi kavramlarla efsunlayarak. Adalet Ağaoğlu’nun mirasımızda ve belleğimizde elbette bir yeri var. Özellikle ’80 öncesi yazdıklarıyla bunu kesinlikle hak eden bir yazar Ağaoğlu. 

Öte yandan, 70’lerin ikinci yarısında TİP’in kültür-sanat bürosuna destek sunan, partinin alternatif plan çalışmalarına katkıda bulunan Adalet Hanım gibi bir aydının liberalizm tarafından bu kadar rahat kuşatılabilmiş olması genç kuşaklar açısından üzerinde düşünülmeyi, bundan dersler çıkarmayı zorunlu kılıyor. Ve biliyoruz, yarattığı ütopyaların peşinden koşan aydınımız sınıfıyla buluşacağı gün “büyük insanlık” için mücadele edilen toplumsal kurtuluş da gerçekleşmiş olacaktır.

KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

Camideki fahişe ve İslam'da resim - Mehmet Bozkurt / SOL

Mesele yalnızca Zoe de değil. Mesele çok daha derinde ve bunun hiç dikkate alınmadığı da gözlemlerim dahilinde. Yazıyı çerçeveleyen ana tema da zaten bu. Buna sıra gelecek ancak savuşturulan büyük beladan söz etmeden geçemem. Belayı Devlet Bahçeli’nin davet ettiğini onun şu sözlerinden anlıyoruz: Akşemsettin ve Fatih’imiz de orada olacak.

Profesörmüş, Ebubekir Sofuoğlu…

Abdülhamit’in memleketin ahvalini oraya buraya  saldığı fotoğrafçıların gönderdikleri fotoğraflar aracılığıyla öğrenme çabasını, günümüzde google üzerinden yapılan araştırmalara benzeterek, sözü, ”Google Abdülhamit’in icadıdır” diye düğümlemesini okuduğumda; Sofuoğlu’ndan söz ediyorum, öğrencilerinin kadersizliğine üzülmüş, eh kadere keder olmaz payınıza düşen buymuş diyerek yazıklanmıştım kendi kendime.

Ama şimdi başka ve adil olmak durumundayım.Bu nedenle de reyimi Ebubekir Sofuoğlu’ndan yana kullanma eğilimindeyim.Sofuoğlu’nun sorusu yazının başlığında. Başlıkla birlikte devamı da şöyle:

“Camide fahişe olur mu? Fakat,ikonlar ortadan kaldırılmazsa ,Fatih’in emaneti Ayasofya,fahişe Zoe ile fahişenin sergilendiği dünyadaki ilk cami olacak.Bu yönüyle emanetine saygısızlık yaptığımız Fatih’in ,ortadan kaldırdığı ikon yani putları,koruma saçmalığına bir son verin artık…Onların putlarına secde mi edeceğiz şimdi”

Etmiyelim. Edilmemeli. Üstelik mesele yalnızca Zoe de değil. Mesele çok daha derinde ve bunun hiç dikkate alınmadığı da gözlemlerim dahilinde. Yazıyı çerçeveleyen ana tema da zaten bu. Buna sıra gelecek ancak savuşturulan  büyük  beladan söz etmeden geçemem. Belayı Devlet Bahçeli’nin davet ettiğini onun şu sözlerinden anlıyoruz: Akşemsettin ve Fatih’imiz de orada olacak.  

Devlet Bahçeli’nin demesinden anladığım Ayasofya’da 24 Temmuz Cuma namazı buluşmasına bizzat Akşemsettin ve Fatih Mehmet’i de davet etmiş olduğudur. Gerekçesini şimdilik bilemiyoruz ancak daveti kabul etmedikleri apaçık ortadadır. Açıkçası ben Bahçeli’nin kendinden emin havasına rağmen Akşemsettin ve Mehmet’in davete icabet edeceklerine pek de ihtimal vermemiştim. Nitekim yanılmamışım. Ama olur a gitselerdi, Sofuoğlu’nun “saçmalık” olarak nitelendirdiği “ikonların, yani putların halen korunuyor” olduğunu  göreceklerdi. Bu arada Fresklerin, resim de diyebilirsiniz; örtüymüş, perdeymiş, karartmaymış, şuymuş, buymuş gibi tuhaflıklarla yarım yamalak tesettüre sokulmuş olduklarını müşahede edecek olan Akşemsettin’in, muhtemelen Fatih Mehmet’i dürterek uyarmasıyla… Maazallah… hani Akşemsettin için bir şey diyemem ama, benim bildiğim Fatih Mehmet protokol falan umursamaz saftakileri rükudan secdeye varmadan başsız bırakırdı! İşte bundan eminim.

Mesele derindedir.

Zoe “fahişe” değil de beş vakit namazında niyazında biri  olmuş olsaydı durum yine değişmezdi. Sofuoğlu bu konuda dipten doruğu haklıdır.

Mesele resim meselesidir:

“…Bir defa Cebrail, Resulullah Efendimize geldi. Resulullah Efendimiz,’buyurunuz’ dediğinde Cebrail ‘nasıl gireyim, evinizde at ve insan misallerini ihtiva eden bir perde asılıdır. Ya bu resimlerin başlarını koparınız yahut bu perdeyi indirip yere seriniz.Biz melekler zümresi,içinde resim bulunan eve girmeyiz” diye cevap verdi…”
Bu bir hadistir.Buhari’den aktardım. Buhari İslam ilminin başöğretmenlerinden biridir.İnanmamak olmaz.

Anladığım kadarıyla üstünde gayet masum temalı resimli bir perde olan eve Peygamberin ricasına rağmen girmekten kaçınan, ısrar karşısında, girmek için şart ileri süren   Cebrail’in göstermiş olduğu “baş” hassasiyetini kişisel olarak önemli buluyorum. Siz de bulun… Zira Melek Cebrail burada göz, kulak, burun, ağız gibi canlılığı işaret eden aksamların yer aldığı “baş” bölgesinin resmedilmesini Allah’a şirk koşmak anlamına geldiğini gayet sert bir dille ima etmektedir. Bu arada dikkatinizi çekmiştir, Cebrail bir seçenek daha sunuyor Peygambere. Başlarını koparmıyorsan “yere ser” diyor. Böylece resmi aşağılamanın yolu olarak resmin üzerine basılmasını önermiş oluyor.

Benim Cebrail’in demesinden anladığım İslam’da figüratif resme, tabi ki “Nü” olacak hali yok, izin var, ancak başsız ya da ayak altına serilmiş olması kaydıyla… Bunları Sofuoğlu biliyor da Diyanetin başı Ali neden bilmezden gelir anlayabilmiş değilim. Ayasofya’da “fahişe Zoe”, ”çok dindar Agusta Zoe”üst başlığıyla bin yıldır en yüksekte asılı. O güzel kadını perdeyle, levhayla,ışık oyunlarıyla tesettüre soktuk diyelim. Ellerini “şükür” için yukarıya, kubbeye doğru kaldıran, bu arada o şahane kadının orada olduğunu bilen cemaatın aklının allak bulak olacağından; sureleri, duaları karıştıracağından kuşku duymamak gerek.Eve girmek için masum bir resim üzerinden Peygamberle pazarlığa girişecek kadar hassasiyet gösteren  Melek Cebrail’in,  Ali’nin ve Ali’nin davetini koşulsuz kabullenen protokole “öbür tarafta” neler yapabileceğini  düşündükçe yeminle

içim çekilir gibi oluyor. Ha bire “Ali” deyip duruyorum.”Ali” dediğim Diyanetin başı Ali Erbaş. Profesör…

Olmaz… Bu kabul edilemez. Sofuoğlu dipten doruğa haklı. Ayasofya’da namaz kılınamaz. Natürmort olaydı iyiydi.
 
Yani  elma, portakal, armut ya da ne bileyim aklınıza gelebilecek her türden cansız “şeyi” konu edinen, manzara dahil, resimler olsaydı duvardakiler, bir dereceye kadar hoş görülebilirdi. Bir derece diyerek çekincemi dışa vurmamın nedeni natürmortun da kendi içinde günah kapısını aralayan tehlikeli bir türü barındırıyor olmasındandır:

Ölü insan ya da hayvan resimleri…

Sözgelimi  Marc Quinn’in Geçmiş, Bugün ve Gelecek adını taşıyan bildiğiniz kuşbaşından biraz hallice kesilmiş et parçalarının üzeride yatan “nesnelleştirilmiş”, bundan ötürü “mort” sayılabilecek çıplak hamile kadın resmi de natürmort türüne dahil edilmektedir. Eh…Aslının elinize geçmesini hayal dahi edemez siniz de, “reprodüksiyon”u edindiniz, duvara asayım bari deyip gevşek davranmışsan hele bir de bu türden bir resmin bulunduğu evde namaza durmaya kalkmışsan vay haline!

Bana sorarsanız en güvenlisi ne resim yapacaksın ne de yapılanı duvara asacaksın. İlla ki yapacaksan elma, portakal, armut resmi yapacaksın! Onu da duvara falan asmayacaksın!

Tartışıyorlar:

Bir kesim cansız nesnelerin resminin yapılabileceğini ileri sürürken diğer kesim asla ve kat’a diyerek şiddetle karşı çıkıyor. Şiddetle karşı çıkıcılardan biri hayatını Peygamber ilmine adadığı söylenilen Ebu Hureyre Hazretleri… Hureyre’nin güvenilirliğinden kuşku duyulmuyor ve Peygamber’den duyduklarını tam olarak şöyle formüle ediyor:

“Kıyamet gününde cehennemden bir boyun çıkacak.O boynun gören iki gözü,işiten iki kulağı ve konuşan bir de lisanı olacak.Ve ben üç sınıf insana azap etmekle memurum: Bütün mütemerrid (dik kafalı) cebbarlar,Allah’a şirk koşanlar  ve bir de ressamlar…”(İslam’da Resim,Heykel ve Musiki,Nil,1989.)

Baş davetlilerden kuşkuluyum da, Ali bilir, “Ali”nin kim olduğunu artık öğrenmiş bulunuyoruz.
 
“…Hz.Aişe validemiz anlatıyor: ‘Hz.Peygamber bir seferden dönmüştü.Ben de,kendime ait olan bir rafı,üstünde bir takım şekiller bulunan bir perde ile örtmüştüm.Allah Resulü,yanıma gelip o perdeyi görünce yüzünün rengi değişti.Perdeyi aldı ve yırttı.Sonra da Ya Ayşe,kıyamet gününde ,insanlar arasında en fazla azap görenler ,Allah’ın yaratmasına benzetmeye çalışan kimselerdir’ dedi” (İslam’da Resim…)

İşte böyle özet sonuç olarak Prof.Ebubekir Sofuoğlu dipten doruğa haklıdır. Namaz dinin direğidir ve dosdoğru kılınmalıdır. Bu bağlamda; Ayasofya’da namaz kılınabilmesi için bütün duvarlar,tavan,köşe bucak her taraf, tırnak kadar yer kalmamacasına güzelce kazınmalıdır.Sonra harika bir beton sıva ile kapatılmalı özellikle de “Fahişe Zoe”ye ait küçücük bir iz dahi bırakılmamalıdır.Namaz ancak bu şartlarda kılınabilir. Bence 24 Temmuz’da kılınan Cuma namazı bu nedenlerle battal olmuştur.

Şimdi, kendimle ilgili, kendimle ilgili olduğu için de paylaşırken sıkıldığım,öte yandan fena halde beni korkutan kişisel bir durumumu paylaşmak gereğini duyuyorum: Ben maalesef resim eğitimi gördüm ve halen arada bir de olsa resim yapma cüretini gösteriyorum. Hadi hayırlısı!

Mehmet Bozkurt / SOL

AKP’nin emir eri Ali Erbaş: Erdoğan ne derse o… - (SOL)

Erdoğan’ın daha önce ‘devlet’ diyerek sahip çıktığı Diyanet, Erdoğan’ın talimatıyla hareket etmeye, açıklama yapmaya ve fetva vermeye devam ediyor. Erdoğan’ın Ayasofya kararı nedeniyle ‘ihanet’ diyerek hedef aldığı Mustafa Kemal Atatürk, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tarafından ‘lanet’ sözüyle anıldı. Bu söz Diyanet’i ve AKP talimatıyla attığı diğer adımları akıllara getirdi.



3 Mart 1924'te Fethi Bey başkanlığında toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hilafetin kaldırılması teklifi görüşüldü. Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile elli üç milletvekilinin imzasını taşıyan "Hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye haricine çıkarılmasına dair teklifi" yapılan görüşmelerin ardından kabul edildiğinde yıllar süren halifelik kurumu artık tarihe karışacaktı.

Mustafa Kemal’in talimatıyla atılan bu adımın ardından yine kendisinin talimatıyla din işlerini yürütmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı adlı kurum kuruldu. “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” olarak tarif edilen kurumun amacı, yıllar geçtikçe genişledi ve AKP iktidarına gelindiğinde artık “devlet” olarak anılmaya başlandı.

Erdoğan 'devlet' ilan etti

Son olarak LGBT’leri hedef alan fetva sonrası kuruma yapılan eleştirilere yanıt veren Erdoğan, “Diyanet İşleri Başkanımıza yapılan saldırı devlete yapılan saldırıdır... İslam adına konuşması gereken birisi varsa, bir kurum varsa Diyanet İşleri Başkanlığıdır ve buranın Din İşleri Yüksek Kurulu vardır” diyecekti.

AKP iktidarında büyük güç kazanan Diyanet, artık sadece kendi alanı olan “ibadet” işleri değil eğitim, sağlık, bilim ve kültür gibi tüm alanları yönetir hale geldi.

Özellikle Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı ile imzalanan protokollerle bu alanlardaki gerici adımları koordine eden bir kurum olan Diyanet, bu faaliyetlerini doğrudan Erdoğan’ın talimatlarıyla hayata geçiriyor.

Üstelik Diyanet, tüm bu adımları atmakla sınırlı kalmıyor, Erdoğan’ın aldığı tüm kararlara uygun fetvalar vererek ülke yönetimine ilişkin de “Erdoğan’ın elini rahatlatacak” açıklamalar yapmaya devam ediyor.

TOKİ için faiz, Erdoğan'ın için bağış fetvası

2017 yılında Mehmet Görmez’in yerine Diyanet’in başına geçirilen Ali Erbaş, bu konuda en fazla yol alan isim olmuş durumda.

Öyle ki, Erbaş, Erdoğan’ın başlattığı “Biz bize yeteriz” IBAN kampanyası için anında fetva veren, TOKİ konutlarının satışı için faizi onaylayan bir “din” kurumu haline gelmiş durumda.

İşte Ali Erbaş ve Diyanet'in 2020 faaliyetleri...

Görmez’in istifası sonrası Erdoğan tarafından Diyanet’in başına geçirilen Ali Erbaş, öncesinde Yalova Üniversitesi’nde rektörlük görevinde bulunuyordu. Erbaş, Yalova Üniversitesi rektörlüğüne atandığında ilk ziyaretçileri AKP ve Ensar Vakfı yöneticileri olmuştu. Bu ziyaretçiler sonraki görevinin de işaretiydi.

1980’de Sakarya İmam-Hatip Lisesi'nden, 1984’de ise Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun olan Erbaş, 2011 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü'ne atanmış, 6 yıl sonra ise rektör olmuş, rektörlükten bir yıl sonra AKP tarafından Diyanet’in başına geçirilmişti.

Göreve geldiği günden bu yana AKP'nin talimatları doğrultusunda adımlar atan, faaliyetlerde bulunan Erbaş'ın ve başında bulunduğu kurumun bazı icraatları şöyle:

  • 28 Mayıs 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ortaokul ve lisede okuyanların yüzde 25’inin imam hatipte okumasını istediklerini söyledi. Erbaş ‘Ülkemiz imam hatip neslinin gayretleriyle bugünleri yaşıyor’ dedi.
  • 28 Mayıs 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dijital ortama açtığı 'Aile Hayatımız' isimli kitapta, kadınlarla erkeklerin el ele halay çekip horon tepmelerinden, dans etmelerinden uzak durmaları istendi.
  • 27 Mayıs 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 29 Mayıs’ta Sultanahmet Meydanı’nda cuma namazı kıldıracağını duyurdu. Erbaş, 'Şimdi vakit geldi. 29 Mayıs Cuma günü, fethin sembolü olan o günde camilerin fethini gerçekleştireceğiz inşallah' dedi.
  • 19 Mayıs 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı 4 ayda yaptığı 3,8 milyar liralık harcama ile 7 bakanlığı geride bıraktı. Cumhurbaşkanlığı’nın 4 aylık harcaması 875,1 milyon lira oldu. En fazla harcamayı ise bütçeden en fazla payı alan Hazine ve Maliye Bakanlığı yaptı.
  • 8 Nisan 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 'Depremde, yangında, selde, denizde boğulmuş olanlar ve salgın hastalıklara yakalanarak vefat etmiş olanlar hükmen şehit olarak kabul edilir' dedi.
  • 1 Nisan 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın vatandaşlara IBAN atarak duyurduğu “Biz bize yeteriz bağış kampanyası" hakkında açıklama yaptı.
  • Açıklamada, "Zekatların bu günlerde ulusal düzeyde başlatılan dayanışma kampanyaları vasıtasıyla toplanıp hak sahiplerine ulaştırılması caizdir" denildi.
  • 13 Mart 2020: Ülkede salgının yayılmasının en büyük nedenlerinden biri de Ali Erbaş ve Diyanet’i oldu. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 13 Mart tarihinde “21 bin civarında umrecimiz Suudi Arabistan'da bulunuyor 15 Mart itibariyle tamamı ülkemize dönecektir” açıklaması yaptı, alınmayan önlemler nedeniyle salgın ülkenin dört bir yanına yayıldı.
  • 13 Mart 2020: Diyanet Başkanı Ali Erbaş, AKP’nin desteğiyle anaokullara kadar girdi. Diyanet İşleri Başkanlığı, “Değerler Eğitimi” adı altında 5 yıl önce Sakarya’da, 4-6 yaş grubu çocuklara din eğitimi başlattı. Sayıları 554’e çıkan bu Kuran  kurslarında 5 yıl önce 15 bin 265 çocukla başlayan eğitim, 40 kat artarak şimdi 618 bin 402 çocuğa ulaştı. Din görevlisi sayısı da 8 bin 471’e çıktı MEB, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini ilkokul 4'üncü sınıfta başlatırken, Diyanet müfredat dışı din eğitimini okullarında ana sınıfı öncesinde başlatmış oldu. Eğitim, Talim Terbiye Kurulu denetimi dışındaki kitaplarla yapılıyor.
  • 1 Mart 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Suriye’de başlatılan operasyon nedeniyle tüm camilerde Fetih Suresi okunacağını açıkladı.
  • 28 Şubat 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı, İdlib'de yaşanan saldırının ardından Cuma hutbesinde, 'cihad' ifadesini kullandı, 'Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın' dedi.
  • 25 Şubat 2020: 2008 yılında kumarhanede yakalanan İbrahim Sadri, Diyanet TV’de programa başladı. Sadri’nin program başına binlerce lira alacağı öğrenildi.
  • 25 Şubat: Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı aile ve dini rehberlik bürolarının şiddet gören kadınlara verdiği tavsiyeler pes dedirtti.
  • Diyanet, şiddet gören kadınlara 'şiddeti kabullenmeyi, hatayı kendinde aramayı ve meseleleri aile içinde çözmeyi' tavsiye ediyor. 
  • 22 Şubat 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın imam ve müezzinlerin de aralarında olduğu din görevlilerini 5 yıldızlı bir otelde eğitme gönderdiği iddia edildi. Söz konusu eğitime 20 milyon TL harcandığı belirtildi.
  • 16 Şubat 2020: Milyarlarca lira ödeneği olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 'Aile' isimli dergisinde alışveriş önerilerinin yer aldığı bir yazıda vatandaşlara 'Ucuza almak için akşam saatlerini bekleyin' denildi.
  • 8 Şubat 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, ‘Kuran kurslarımızın bulunduğu yerlere şeytandan korunmuş bölgeler diyoruz’ dedi.
  • 31 Ocak 2020: Diyanet İşleri Başkanı Erbaş Ulucami'de verdiği hutbede 'Esasında deprem afeti bize hem dünya için, hem de ahiret için bir uyarıda bulunuyor' dedi. Erbaş 'Deprem, kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır' diye ekledi.
  • 27 Ocak 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Elazığ’da meydana gelen depremde hayatını kaybedenlerin yakınlarına, 'Ölüme her an hazır olmamız lazım. Bunun da en büyük dersi, ibreti depremde var. Bu hepimizin başına gelebilir' dedi.
  • 27 Ocak 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kardeşi Metin Erbaş'ın geçici göreve geldiği Ordu Üniversitesi’nde, kızı ve gelini yüksek lisans kazandı.
  • 19 Ocak 2020: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 'TOKİ faizi fetvası'yla ilgili, 'Böyle bir fetva verdiyse bana da, 'Din İşleri Yüksek Kurulu'nun verdiği bu fetva doğrudur.' demek düşer. Milletimize de bunu demek düşer' diye konuştu.
  • 14 Ocak 2020: Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, TOKİ'nin faizli konut satışı işlemine 'caizdir' dedi, karar oy çokluğuyla alındı.
  • 1 Ocak 2020: 2020 yılı için bütçeden milyarlarca lira ödenek ayrılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın baskı harcamaları açıklandı. Diyanet’in 3 milyon 384 bin adet basılan 2020 takvimlerine 9 milyon 881 bin 280 TL harcandı. Kurumun dergilerinin maliyeti ise 5 milyon 82 bin TL oldu. Diyanet Aile Dergisi’nin sadece grafik tasarımı için 117 bin TL harcandı.
SOL


Gemiler Giresun’a… (Bulancak mektupları-2) - Orhan Gökdemir / SOL

“Gemiler Giresun'a, yar olayım sesine. Bir daha vuraydı nefesin nefesime…”
İçinde Giresun geçiyor ama galiba Trabzon yöresi türküsü bu. Hoş zaten eskiden Giresun da Trabzon yöresinden sayılıyordu. Bu türkünün bir de Yunanca versiyonu var; “Tin Patrida M'ehasa” (Την πατρίδα μ' έχασα) diye başlıyor. “Vatanımı kaybettim” demektir… Kaybettik vatanımızı. Söz verdik, bulacağız ama. Ve o gün hep birlikte yeni dünya kuracağız…

“Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. 

Geride bıraktığın şehir, nüfus kağıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın. Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni. 

Sarar, sarmalar. 

Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bu kez de o şehir terk eder seni, fark edersin ki nüfus kağıdında kaydı bile yoktur bu terk edişin.”


Yıllar önce, bunları, Bulancak’ı ve az ilerisindeki Giresun’u düşünerek yazmıştım. Giresunluydum ama talih bizi daha Giresun sokaklarına adım atmadan başka şehirlere savurmuştu. Sonra öğrendim, köyünden ilk kez çıkıp ülkede hiçbir şehrin yüzünü görmeden Avrupa şehirlerine dağılanlar vardı bir kuşak önce. Ülkenin yazılmamış tuhaf göç hikayesidir. 

Tuhaftır ve çok hüzünlüdür. “Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at” diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Umulmadık bir zamanda kaybedilmiş şehirlerin hüznüdür bu. Yanarken harlı yanmak, sığ sularda boğulurken derin denizlerde kaybolmak istersin. Bilirsin ki, derinlerde bir yerdedir kaybedilmiş şehirlerin acısı. Dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.

Çocukken koptum, dönüşüm lise yıllarındadır. Bu dönüşün Bulancak kısmını ilk mektupta anlattım. İkinci mektup daha çok Giresun’a dairdir. 

***

1979… 12 Eylül’e yuvarlanıyor ülke, sokakları savaş alanı. Giresun’da da öyle. Meydanı MHP tutuyor, il örgütü ve ocakları orada. MHP’den az ileride konuşlanmış Emniyet, bu partinin bir tür lojistik merkezi gibi hareket ediyor. O zamanlar şehrin banliyösü sayılan “Çıtlakkale” Mahallesindeki liseden şehir merkezine ulaşmak için otobüslere topluca biniyoruz. Otobüsün giriş çıkış kapılarında saldırı ihtimaline karşı tertibat alıyoruz. Okuldan şehre ulaşmak, sonra geri dönmek bir gerilim filmi tadında.

“Depboy”a çıkınca Kurtuluş Sosyalist Dergi (KSD) binası solda kalıyor. Halkın Kurtuluşu ara sokakta. Dev-Lis’e ulaşmak için biraz daha yürümek gerek. Oraya varmadan sağda Eğitim Enstitüsü var. Öğrencileri çakı gibi. 1980’de Giresun stadındaki 19 Mayıs törenlerine yönelik boykotu birlikte planlıyoruz. Enstitülüler izleyici sıralarında, biz 19 Mayıs kıyafetleriyle alandayız. Tören daha başlamadan seyirci sıralarında slogan atılmaya başlıyor. Alandaki bütün liseliler o anda oturma eylemine geçiyor. Devlet erkânı koşar adım uzaklaşıyor stattan.

Öyle bir fırtına ki sahildeki şehirlerarası yolda 10-15 bin kişiyle “Fındık Mitingleri” yapıyoruz. Ordu’dan gelenler oluyor az biraz. Geri kalanı bu küçük şehrin potansiyeli. Şehir merkezinin nüfusu olsa olsa 30-40 bin civarında o zamanlar. Yuvarlak hesap şehrin yarısı yürüyor…

12 Eylül’den birkaç hafta önce okuldan kovuluyorum. Bir ay sonra okula askeriye el koyuyor. Komandolar yerleşiyor yoksul odalarımıza. Sonra okul kapatılıyor. Şehre uzun, karanlık bir gece çöküyor…

***

Birkaç yıl önce kitap fuarı vesilesiyle yeniden şehre düşüyor yolum. MHP meydanda daha görünür bir binaya taşınmış ama malum, artık Devlet Bahçeli kıvamında. Yan taraftaki stantta yüksek sesle bir Livaneli şarkısı çalıyor. (1979’da bu şehirde tanışmıştım bu parçayla). İlk bakışta sanki zaman 11 Eylül’de donmuş kalmış gibi. İyi tarafı var, saldırıya karşı tertibat almadan şehri gezme olanağı demek bu!

Yıllar önce yaptığımız gibi Depboy’a çıkan yoldan tırmanıyoruz. Sola kıvrılınca muhteşem bir binanın önünde buluyoruz kendimizi. Binanın bahçe giriş kapısı da binayı aratmayacak güzellikte. Burası 1940’lı yıllardan yakın zamana kadar Ticaret Lisesi olarak hizmet vermiş. Sonra Kale Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olmuş. AKP imam hatibe dönüştürdü. Aslı Rum okuludur.

Az ileride sağda mavi badanalı küçük bir kilise var. Burası artık bir çocuk kütüphanesi. Bina, 1800 yılında Fransız Katolik Kilisesi olarak inşa edilmiş. Fransızların burada bulunma nedeni liman üzerinden yürütülen ticari faaliyetler. Belli ki kilisenin dış görünümünde o günden bu yana yapılan tek değişiklik bina alnındaki haçın yerinden kaldırılması. Giresun’un sağ yanında ta 1922’den beri haça karşı kronik bir alerji var. Topal Osman refleksidir!

Amacımız buradan geçerek kaleye doğru, sola kıvrılıp Zeytinlik Mahallesi’ne ulaşmak. Kalenin güneydoğusunda yer alan semtte eski Giresun evleri hâlâ ayakta. Kısa bir yürüyüşten sonra Zeytinlik Mahallesi’nde bir eski Rum evinin önünde saygı duruşundayız. El yapımı demir kapının pirinç kollarından biri yerinde değil. Tuhaf, diğeri yerinde. Hemen ilk bakışta el emeği göz nuru bir ürün olduğunu belli ediyor kapı kolu. Bizim meraklı bakışlarımızı fark eden mahalle sakini bir kadın “kimse yok havu evde” diyor. Biz kimseye bakmıyoruz zaten, eve bakıyoruz. “Kimsesinin” çoktan göçüp gittiğinin farkındayız.

Evlerin bahçesinde sümbüller açmış, manolyalar patladı patlayacak; zeytinler meyveye durmuş, portakallar hâlâ dalında. Kale, denizle mahalle arasında bir duvar gibi yükselerek denizden gelen sert rüzgarları engelliyor, burayı daha bir ılıman yapıyor. Burası hâkim rüzgâr olan karayele kapalı, güneşten maksimum sevide yararlanan bir alanda. Evlerin ayakta kalanları bir iki asırlık binalar. 1900’lü yılların başında yapılanlar çoğunlukta. Resmi kaynaklara göre böyle 140 adet tescilli ev var şehirde.

Biraz dikkatli bakınca evlerin yapımında yerel olmayan malzemelerin de kullanıldığını fark ediyorsunuz. Limandan Avrupa’ya fındık götüren gemilerin getirdiği ithal malzemeler bunlar. Marsilya kiremitleri kullanılmış örneğin. Merdiven taşları İtalya’dan, ama kim bilir hangi şehrinden. “Şima” ile kaynamış birbirine bu malzemeler. Kireç, yumurta akı ve suyun karışımıyla oluşan bir tür harç şima. “Giresun’un evleri şima ile kaynama” diye meşhur bir türküsü de var şehrin. 

Evlerin hepsi duvarlarla çevrili geniş bir bahçe içinde. Su sarnıcı bahçelerin vazgeçilmezi. Ayrıntılardaki işçilik ve süslemeler gerçekten görmeye değer. Yıkık balkonların el işi korkuluk demirleri sağa sola atılmış vaziyette duruyor. Bazıları çok kötü restore edilmiş. El işi demirleri atıp parlak alüminyum korkuluk takan da var, ahşap doğrama yerine plastiği tercih eden de. Devrim yapamazsak bu evlerin de geleceği karanlık!

Evlere dokunarak denize doğru ilerliyoruz. Ortodoks Kilisesi (Gogora) hemen kıyıda yükseliyor. 18. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş bina şehrin Rum ahalisi mübadeleye tabi tutulunca boş kalmış. Bir ara cezaevine çevrilmiş. Şimdi müze. Kilisenin hemen altından geçen sahil yolu bölgenin denizle bağını tamamen koparıyor. Bu yol Menderes’in icadı. Aynı soydan Mesut Yılmaz genişleterek tüy dikmiş üzerine. Hâlbuki daha geçen yüzyılın başında denizin hemen kenarından yükselen bir şehir burası. Haliyle tek ulaşım yolu denizden gemilerle. Şimdi geniş bir otoyol var ve iki gün boyunca neredeyse bir tek deniz aracı çarpmıyor gözüme. Denizle bağı koparılıp atılmış bir şehir burası.

Yarımadayı boydan boya geçen “Sevgi Yolu”ndan ilerleyip yeniden merkeze ulaşıyoruz. Yol tenha. Denizi en iyi görebileceğiniz yer burası ama. Şehre tekrar ulaştığımız yerde eski bir caminin önündeyiz. Demek Müslüman mahallesindeyiz. Eski hükumet binasının sağında sahile doğru uzanan zanaatçılar çarşısını soruyorum. Kaldırıp atmışlar hoyratça. Şimdi yol geçiyor çarşının üzerinden. Bu yol işi belli ki bir tür Karadenizli hastalığı.

Tek tük tarihi binalar bu yol üzerinde de ayakta. Ama bir yüzyıl içinde böyle bir şehrin Zeytinlik’ten nevzuhur “Lazgotik” tarza evirilmesi hakikaten üzücü. Şehrin yeni bina stoku büyük bir çöplükten ibaret.

Çemberi tamamlıyoruz. “Depboy”, askeri gereçlerin bulunduğu yerlerin genel adı. Eskiden burada askeri gereçlerin depoları varmış. Şimdi o depolardan eser yok ama ismi ayakta. Depboy’dayız yine…

Fuar gezisinden bir hafta sonra yine döndük şehre. TKP temsilciliğinin açılışını yapacağız. Gittik, açtık, döndük. Şöyle tarif edeyim; Depboy’dan meydana doğru yürü. Eski Halkın Kurtuluşu’nun solundan sapmadan ilerle. Eski Kurtuluş’un az aşağısında TKP tabelasını göreceksin, şaşırma!

Bulancak mektuplarının sonuna geliyoruz. Tutuyoruz Elmalı Köyündeki dedeye verdiğimiz sözü. Vatanın taşının, toprağının, denizinin, deresinin, börtüsünün böceğinin sahibi biziz. Yağmacılara karşı uzun amansız bir mücadeledeyiz.

***

“Gemiler Giresun'a, yar olayım sesine
Bir daha vuraydı nefesin nefesime…”

İçinde Giresun geçiyor ama galiba Trabzon yöresi türküsü bu. Hoş zaten eskiden Giresun da Trabzon yöresinden sayılıyordu. Bu türkünün bir de Yunanca versiyonu var; “Tin Patrida M'ehasa” (Την πατρίδα μ' έχασα) diye başlıyor. “Vatanımı kaybettim” demektir… 

Kaybettik vatanımızı. Söz verdik, bulacağız ama. Ve o gün hep birlikte yeni dünya kuracağız…
 

Orhan Gökdemir / SOL

‘24 Temmuz Lozan Günü’ - Meriç Velidedeoğlu / Cumhuriyet

Bugün devletimizin, TC Devleti”nin “Var Oluş Senedi”  olan  “Lozan Barış Antlaşması”nın 97. yılı.

Ülkeler için yaşamsal değeri olan böyle tarihlerin sonları “sıfır” ve “beş” ile biten yıllarında, daha geniş kapsamlı törenlerle kutlanması iyice yerleşti.

Ne varki artık pek sık görülmeyen “Tek Kişilik Yönetim”, ülkemizde iktidar partisi “AKP”nin “Genel Başkanı” tarafından sürdürüldüğünden kendisinin isteği üzerine bu yıl “24 Temmuz”, Ayasofya’da kutlanacak, “Toplu Namaz” eylemiyle bugün...

Oysa “Batı” komşularımız, “Avrupa Birliği (AB)” ülkeleri, müttefiklerimizle birlikte yenildiğimiz Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda imzaladığımız “Serv Antlaşması”nın, “Lozan Barış Antlaşması”ndan çok daha “gerçekçi” olduğunu açıkça dile getirip yazıya da dökerek, “Sevr”in geçerli olmasını savunuyorlardı yıllar boyunca.

Nitekim, 2005 yılında, Avrupa Birliği’nin (AB), “Karma Parlamento Komisyonu” toplantısında, Fransız Parlamenter Jacques Toubon: Siz artık Sevr’i kabul edin!” demişti, davetli Türk Parlamenterlerinin gözlerinin içine baka bak.

Ne Başbakan Erdoğan ne de toplantıdaki AKP milletvekilleri en küçük bir karşı duruş ortaya koydular... Daha doğrusu koyamadılar!..

Oysa “97 yıl” önce,  Lozan’da, Türk Başdelegesi İsmet Paşa (İnönü) için konuşulup çözüme bağlanacak sorunlardan önce, toplantıya katılan taraflar arasında  “eşitlik” olmalıydı, sorunlar bu “temel” üzerinde konuşulup, tartışılmalıydı.

Ne ki, “İtilaf Devletleri” ve yandaşları böyle bir “eşit” oluşu değil kabullenmek, düşünmüyorlardı bile...

Onlar uygarlık yaratıcısıydılar, temsilcisiydiler... Üstelik, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilmişleri değil, yenmişleriydi...

Dahası Konferans’ın Başkanı, İngiltere’nin en soylu “Lord”u, dönemin en “kurt”, en “zehir zemberek” politikacısı ‘Lord Curzon”dur.

Ne varki, İnönü için de “eşitlik”, soluk alıp vermek” gibidir...

Toplantı, “20 Kasım 1922” günü başladığında, ilkin İsviçre’nin Devlet Başkanı  açış konuşmasını yapar; ardından da Curzon teşekkür eder, böylece açılış töreni biter.

Ne ki, Curzon’un konuşmasını bitirip kürsüden inmesiyle, İnönü’nün kürsüde belirmesi aynı anda olur. O da teşekkür eder, katılımcıların şaşkın bakışlarına hiç aldırmayıp.

Görüşmelere geçildiğinde Curzon’un: “ ‘Doğu İşleri Konferansı’nı açıyorum!”  demesiyle, İsmet Paşa’nın: “Olamaz! Doğru ad ‘Lozan Konferansı’dır!” sesi aynı anda duyulur.

Toplantının dilinin İngilizce, Fransızca, İtalyanca olacağı söylendiğinde “Bunlara ‘Türkçenin de eklenmesi gerekir!” uyarısı yine anında gelir.

Konferans boyunca İnönü’nün bu tutumu hep sürdürdüğü görülecektir.

Ve değerli dostlar, ayrıca İnönü bu konuda şöyle diyecektir: “Eşitliğin şartlarını dikkatle izliyoruz; öyle ki selamda sabahta bile ayrıcalık yaparlarsa bunu onlara gösteriyoruz; ama bu yüzden toplantının kesilmesini de istemiyoruz!

Oysa, “2009”un Ocak ayında İsviçre’de (Davos) yapılan çok önemli uluslararası bir toplantıda, “Dünya Ekonomi Forumu”nda R.T. Erdoğan’ın, İsrail  Cumhurbaşkanı Simon Peres’in eleştirilerine kızıp, toplantıyı izleyen onca insanın, dünya basın görevlilerinin şaşkın bakışlarına yine aldırış etmeden, “Benim için Davos bitmiştir!” diyerek toplantı salonunu terk etmesi, yıllar boyunca unutulmamış, eleştirilmişti, unutulmaz elbet...

Oysa İnönü, Lozan görüşmelerinde, arada kesinti de olsa -eski deyişle- “77 düvel” ile çarpıştı aylar boyunca...

Ve anımsanacağı gibi toplantının yöneticisi “Lord Curzon Hazretleri”, yanlızca “Başkanlık” görevini “terk etmek”le kalmadı, İsviçre’den de hiç zaman yitirmeden ayrıldı...

Ne ki, “AKP”nin “Rize Milletvekili Lütfi Çırakoğlu”na göre, “Lozan Barış Antlaması’nı imzalayan Başdelegemiz İsmet Paşa, bir “millet düşmanı”ydı: bu görüşünü, “Haziran 2008”de “TBMM”de dile getirmişti...

Ayrıca, bilindiği gibi, Erdoğan’a göre de “İnönü, “TC Devleti”ni kuran, “İki ay..ş”tan biridir.

Ne ki, Erdoğan ne derse desin, nerede namaz kılarsa kılsın, ülkemizin “Var Oluş Senedi” olan “Lozan Barış Antlaşması” 97 yaşına bastı, “Kutlu Olsun!”

Bu günü yaratıp, bize bağışlayan Atatürk ile İnönü ışıklar içinde yatsınlar!..

Meriç Velidedeoğlu / Cumhuriyet

İlhan Cihaner soL'un sorularını yanıtladı: Daha da tehlikeli olan Gelecek ve Deva ile yapılacak olası ittifak - SOL

'Cumhuriyetin kazanımlarının sahiplenen, çağdaş ve sol bir siyasetle başarıyla ulaşabileceğimize inanıyoruz' diyerek CHP Genel Başkanlığına adaylığını açıklayan Cihaner, soL'un sorularını yanıtladı. Parti yönetiminin bu tarifin karşısında yer aldığını belirten Cihaner, AKP’den koparak kurulan Gelecek ve DEVA Partileri ile yapılacak olası ittifakların büyük tehlike olduğunu söyledi.


Cumhuriyet Halk Partisi Parti Meclisi üyesi İlhan Cihaner, partisinin 37. Olağan Kurultayı'nda Genel Başkanlığa aday olduğunu açıkladı.

Cihaner, adaylık açıklamasında parti yönetimine yaptığı eleştiriler ve CHP'nin önümüzdeki dönemde izleyeceği olası yola ilişkin soL'un sorularını yanıtladı.

'Çok kesin ve net bir ifadeyle evet'

Dün yaptığınız açıklamada CHP Genel Başkanlığı'na aday olduğunuzu açıkladınız. Açıklamada akılda kalan ifadelerden biri "Cumhuriyetin kazanımlarının sahiplenen, çağdaş ve sol bir siyasetle başarıyla ulaşabileceğimize inanıyoruz" cümlesi oldu. Bugünkü parti yönetiminin bu tarifin karşısında yer aldığını mı düşünüyorsunuz?

Çok kesin ve net bir ifadeyle “evet”. Partinin politikalarındaki merkeze, sağa yönelen bakış açısının derinleşeceğine dair güçlü bir işaret olarak görüyorum. Bu tartışmaların yapılabilmesi için zemin hazırlanması gerekirdi, kurultayda öyle bir başlık yok. Kurultay öncesinde de bu tartışmaların yapılmasına izin verilmiyor. Doğrusu iktidar kurultayı ile uyumlu bir süreç yaşamıyoruz. Tabanımızdan gelecek belli eleştirileri de göze alarak şunu söylemek durumundayız. Toplumda, tabanımızda eleştirilen kararların neredeyse tamamı PM’ye rağmen alınmış kararlar. Dokunulmazlıklar, Ekmeleddin İhsanoğlu kararı, istikşafi görüşmelerdeki sürecin heba edilmesi, referandumdaki usulsüzlüklere sessiz kalınması, belediye seçimlerinde parti içi demokrasinin tamamen ortadan kaldırılmış olması, bunlar PM tarafından onumlanan şeyler değildi. Karar mekanizmalarının dışında alınan kararlar plebisit yoluyla PM’nin önüne getirildi. Bir sabah uyanıyoruz ki 15 milletvekilimiz falanca partiye gitmiş. Kuşkusuz çok önemli PM’den çıkacak sonuçlar ama belli bir politik hat üzerinde uzlaşan bir yapı oluşmazsa ki hep dağınık olmuştur, onun üzerinden bu eleştirdiğimiz sorunların çözülmesi çok mümkün görünmüyor.

'Daha kamucu, devletçi ekonomik yapı tarif ediliyor ama...'

‘Sol'dan kastınız tam olarak nedir bu başlığı biraz açmanız mümkün mü?

Genel Başkan dahil son zamanlarda birtakım makaleler yayımlanıyor. Daha kamucu, devletçi ekonomik hat tarif ediliyor. Ama bir Kemal Derviş özeleştirisine ihtiyaç var. Kemal Derviş neoliberal yıkımın şampiyonudur. Eğer bir eleştiri varsa bununla tutarlı bir hattın tarif edilmesi lazım. 15 günde 15 yasa yapıldı, bence tarımın, üretken ekonominin çöküşüne neden olan yasalardı bunlar. O miras ile hesaplaşmadan yeniymiş gibi bir şeyler söylediğinizde inandırıcılık sorunu oluyor. Dünyada ekonomik gidişat sosyal demokrasiyi de aşan bir sol bakış açısına ihtiyaç olduğunu gösteriyor. İşte 21. Yüzyıl sosyalizmi tartışılıyor, evrensel temel gelir tartışılıyor. Bu tartışmaların yapılması lazım.  Madem ki biz bir partiyiz, bu tartışmaların kurultayda yapılması lazım. Aksi halde bugün ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı özelleştirmeden yana olur, yarın gelen daha kamucu olur.

'Süper olağanüstü kurultay'

Kongrenin sağlıklı yapılabileceğine, doyurucu bir tartışmanın yaşanabileceğine inanıyor musunuz?

Biz bir kurultay yapacağız ama bu kurultay mı, çok emin değilim. Ben buna ‘süper olağanüstü kurultay’ diyorum. Kurultay dediğimiz şey coşkulu olur, tüzüğümüzde tanımlandığı tarifi ve geleneğimizde de olan şekliyle memleketin temel meselelerinin tartışılıp doğrultu belirlendiği bir kurultay olur. Dünya alt üst olmuş, kapitalizm, onun özgün görümümü olan neoliberalizm çökmüş ve biz bunları tartışamayacağız. Pandemide artık iyice derinleşen iklim krizi, nasıl nereye evrileceği beli olmayan finansal, ekonomik kriz, Türkiye’ye yansıması daha yakıcı, bunların tartışılmadığı bir kurultay bildiğimiz anlamda bir kurultay olmayacaktır. Sosyal mesafeye uyarak, yüksek sesle konuşmadığımız, broşür dağıtamayacağı, aday olmak isteyenlerin salona giremeyeceği, onur üyelerinin katılamayacağı bir toplantı yapacağız. Bu da iktidar kurultayı söylemiyle çok uyuşmuyor. Mücbir sebeplerle kurultay ertelenmişti, bu sebepler hâlâ devam ediyor.

'Daha da tehlikeli olan Gelecek ve Deva ile yapılacak olası ittifak'

Mevcut parti yönetimi tarafından yeni Parti Meclisi'nin Gül-Davutoğlu ekibiyle daha uyumlu, en azından olası bir ittifaka itiraz etmeyecek şekilde oluşturulması için planlama yapıldığı söyleniyor. Sizin böyle bir gözleminiz oldu mu?

Zaten Parti Meclisinin işlevini tam anlamıyla yerine getiremediğini az önceki sorunuzda ifade etmiştim. Elbette böyle kaygılarımız var. Bizim tabanımız yavaş yavaş sağ politikalara endoktrine oluyor ve çıkışın orada olduğunu düşünmeye başlıyor. Daha da tehlikeli olan, AKP’den koparak kurulan Gelecek ve DEVA Partileri ile yapılacak olası bir ittifaktır. Ben bunun oportünizmi de aşan etik bir sorun olduğunu düşünüyorum. AKP’ye karşı pozisyon aldı diye Türkiye’nin doğasını, insanlarını sömüren kişileri, sermayesini AKP emrine değil de bizim emrimize verdi diye birtakım figürleri kabul edebilir miyiz! O kadar da değil.

'Başka bir parti kurma düşüncemiz yok'

Eğer seçimleri kaybederseniz başka bir planınız var mı? Bahsettiğiniz türden bir "sol" siyaset için başka seçenekler (yeni parti vs..) masada duruyor mu?

Başka bir parti kurma gibi bir düşüncemiz yok. Biz her halükarda mücadelemize CHP içinde devam edeceğiz. CHP’nin tarihsel misyonu ve gelecek vizyonu bizim iddiamızın da temelini oluşturuyor.

SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...