‘Düşük karbonlu enerji dönüşümü’ kurtuluş mu? - SOL

Avrupa başta olmak üzere dünyada öne çıkan, Türkiye’de de sermayenin uyarlanmaya istekli olduğu “enerji dönüşümü” birçok açıdan tartışmalı bir çerçeve. Temiz enerjiye erişim sağlama ve enerji kaynaklarında ithalata bağımlılığı azaltma hedeflenirken teknoloji ithalatı bağımlılığını artırma ve teknoloji çöplüğü olma olasılığı bulunuyor.



Dün başladığımız enerji söyleşisine bugün “enerji dönüşümü” ile devam ediyoruz. 

Uluslararası sermayenin teşvik ettiği, Avrupa başta olmak üzere emperyalist ülkelerin önemli hedefler koyarak parçası olduğu “enerji dönüşümü”, kabaca elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırma, yerinde ve dolayısıyla küçük ölçekli üretimin ağırlığını artırma, enerji verimliliği uygulamalarıyla enerji tüketimindeki artışı sınırlandırma olarak tanımlanabilir. 

Enerji dönüşümü kapsamında hem uluslararası düzeyde hem de Türkiye’de sermayenin iştahını yeni yatırım fırsatları sunan yenilenebilir enerji boyutunun daha fazla kabarttığı görülüyor. Mevcut elektrik üretim kapasitesinin yenilenebilir ağırlıklı dönüşümünden ibaret olmayan, hanehalkı düzeyinde elektrik üretimi dolayısıyla ekipman satışını mümkün kılan teknolojik gelişmeler, elektrikli araç kullanımının yaygınlaşması gibi sıçramalı talep artışı potansiyeliyle de ayrıca öne çıkıyor. 

Küçük ölçekli elektrik üretiminde öne çıkan çatı sistemlerinden elektrikli araçlarda kullanılan yakıt pillerine teknoloji hızlı bir değişim içinde. Bu nedenle Almanya örneğinde olduğu gibi erken yatırımlarla teknolojinin çabuk eskimesi, ekipman yenileme ihtiyacı gibi boyutlar da tartışılıyor. 

Türkiye kapitalizmi özelinde enerji tüketiminin kompozisyonu, sanayide enerji tüketimi yüksek sektörlerin ağırlığı, karayoluna dayalı ulaşım altyapısı gibi “yapısal” konular yeni yatırım yapmadan enerji tüketimini azaltma potansiyeli sunuyor. Ancak hem sermaye iktidarı hem de sermayenin yönelimleri dikkate alındığında bu eksende kapitalizm koşullarında ilerleme sağlanması mümkün gözükmüyor. 

Avrupa başta olmak üzere dünyada iklim değişikliğiyle mücadele politikalarına dayanan, “enerji dönüşümü” olarak adlandırılan bir yeni çerçeve söz konusu. Bu kavram ne anlama geliyor? Ne hedefleniyor? 

“Enerji dönüşümü” veya “düşük karbonlu enerji dönüşümü” kavramı özellikle son 10 yıldır dünyanın gündeminde giderek önemini artıran bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çok genel anlamıyla düşük karbonlu enerji dönüşümü, enerjinin küresel iklim değişikliğine yol açan karbon dioksit ve diğer sera gazı salımlarından mümkün olduğunca kaçınarak üretilip tüketilmesidir. Elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının artırılması, enerji verimliliği uygulamalarıyla enerji tüketiminin azaltılması yaklaşımı olarak basitleştirilebilir. Düşük karbonlu enerji dönüşümü uluslararası politika yapıcılar tarafından doğrudan benimsenmiş ve hedeflenen bir dönüşümü ifade etmektedir. Örneğin, bu kapsamda Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Kapsamında 2030’a kadar tüm dünya nüfusuna erişilebilir, güvenilir, temiz ve modern enerji sağlanmasını hedefliyor. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) ise enerji dönüşümünü “yüzyılın ikinci yarısında küresel enerji sektörünün fosil yakıt bazlı yapıdan sıfır karbonlu yapıya dönüşümüne yönelik bir patika” olarak tanımlıyor. Enerji dönüşümünün sağlanması için genel kabul görmüş stratejiler ise enerji üretiminde yenilenebilir kaynakların tercih edilmesi, enerji üretim ve tüketiminde maksimum seviyede verimlilik sağlanması, modern ve temiz enerji teknolojilerinin kullanılması. 

Türkiye bu sürecin neresinde?

Türkiye’de enerji dönüşümü resmi bir devlet politikası olarak ifade edilmemekle birlikte bileşenlerden biri, enerji verimliliği devlet politika ve stratejileri arasında yer alıyor. Ayrıca, yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğe Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destek Mekanizması (YEKDEM) kapsamında alım garantisi ve yatırımın devreye girmesinden itibaren 10 yıl boyunca dolar bazında garantili fiyattan satış imkanı veriliyor. Sağlanan teşvikler sonucunda Türkiye’de 2002 sonrasında yapılan elektrik üretimi yatırımlarının yarıdan fazlası yenilenebilir enerji yatırımlarından oluştu. 2002-2018 döneminde yenilenebilir enerjiden elektrik üretimine 40 milyar dolar civarında yatırım yapıldığı ve 25 milyar doların üzerinde kredi verildiği tahmin ediliyor. Bu yatırımlara yönelik politikaların oluşumunda ve uygulanmasında yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için özel sektöre yönelik avantajlı krediler sağlayan Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi kalkınma finansmanı kuruluşlarının özel bir rolü oldu. Bu kuruluşların yenilenebilir enerjiye sağlanan toplam finansman içindeki payları ancak yüzde 15 seviyesinde olmakla birlikte etkileri bunun çok ötesindeydi. Bu kuruluşlar bir yandan Türkiye’de özel sektörün enerji üretimindeki payının artmasına katkıda bulunurken, diğer yandan sağladıkları kredilerle yerli finansal kuruluşların bu alanda proje ve kredi değerlendirme yetkinliklerinin ve iştahlarının artmasını sağladılar. 

Yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanındaki bir diğer önemli aktör ise yenilenebilir enerji ekipmanlarının üretildiği ülkelerin ihracat kredi kuruluşları oldu. GE, Siemens gibi büyük ekipman tedarikçileri sattıkları ekipmanlar için kendi ülkelerinin ihracat kredi kuruluşlarından kolay ve hızlı finansman sağlayabiliyor. 

Tüm bu faktörler dikkate alındığında Türkiye’nin enerji dönüşümü yatırımlarında dünya ortalamalarına yakın seviyede bir ilerleme kaydettiğini, ancak kendi doğal kaynak potansiyelinin altında kaldığını ve elektrik sektöründeki ilerlemeye rağmen yüksek derecede fosil yakıt bağımlılığının sürdüğünü görmekteyiz. Yapılan yenilenebilir enerji yatırımları fosil yakıt ihtiyacını düşürerek enerjide dışa bağımlılığı azaltma potansiyeli taşıyor, ancak santrallerde kullanılan makine-ekipmanın tamamına yakınının ithal olması ithal teknoloji bağımlılığı konusunu gündeme getiriyor. Yenilenebilir enerjinin ekipmanlarının yerli üretimini teşvik etmeye yönelik politikalar şimdilik rüzgar enerjisine yönelik ekipmanlarda belli ölçüde başarı elde edilebilmiş, güneş enerjisine yönelik ilk entegre üretim tesisi bu yıl içinde devreye alınmayı bekliyor. Türkiye’nin kurulu gücünde çok önemli paya sahip olan hidroelektrik santral ekipmanlarında ise dışa bağımlılık sürüyor. 

Enerji dönüşümü açısından temiz enerji üretimi kadar önemli olan enerji verimliliğinde ise yeterince mesafe kaydedilemedi. Çok açık ki enerji verimliliğinde yol alınması, evde ya da işyerinde gereksiz zamanlarda aydınlatmanın kapatılması basitliğinde ele alınabilecek bir konu değil. Türkiye’nin sanayi üretim kompozisyonu, ulaştırma altyapısı hanehalkı ya da ticari amaçlı kullanıma göre çok daha yüksek potansiyel taşıyan alanlar. Görece düşük teknolojili ve enerji tüketimi yüksek sektörlerin ekonomi içindeki payı, karayolu taşımacılığının ağırlığı ve irrasyonel yapısı gibi başlıklarda uzun vadeli ve merkezi planlamaya dayalı bir dönüşüm yaşanmadan ilerleme sağlanması da güç. Türkiye kapitalizminin kendisi, aslında düşük maliyetle en fazla gelişim sağlanabilecek boyutta, büyük bir engel. Kaldı ki enerji sektörünün genelinde görülen planlama eksikliği enerji dönüşümü ile ilgili de net bir yön belirlenmesini engelliyor.

Enerji dönüşümünün uluslararası “sponsorlar” tarafından daha fazla teşvik edilen, sermaye cenahında ve onun kamudaki temsilcileri nezdinde de algılanan boyutu mevcut üretim kapasitesinde yenilenebilir payının artırılması diyebiliriz. Bu da yukarıda da vurgulandığı gibi yeni, büyük teknoloji yatırımı anlamına geliyor. Özellikle çok öne çıkarılan hanehalkı düzeyinde elektrik üretimine olanak tanıyan çatı üstü sistemler vb sürekli gelişen depolama teknolojileri, elektrikli araç pazarındaki potansiyel de dikkate alındığında aynı zamanda bir yeni bir “teknoloji pazarı” anlamı taşıyor. 

Ki Türkiye’den devam edersek enerji verimliliği uygulamalarındaki yetersizliğe rağmen YEKDEM yenilenebilir enerji yatırımlarına döviz bazında öngörülebilir bir gelir sağlayarak yatırımcılara ve finansal kuruluşlara güven verdiğinden Türkiye’de yenilenebilir enerji üretim kapasitesinde önemli bir artış sağlanabildi. Ayrıca YEKDEM kapsamındaki santraller dolar bazında garantili fiyatlardan gelir elde edebildiği için 2018 sonrasında yaşanan finansal krizden daha az etkilendi ve borç geri ödemelerinde sorun yaşamadı. Ancak, YEKDEM kapsamında piyasa fiyatlarının üstünde sağlanan garantilerin 2018 yılındaki tutarı 2,4 milyar doları buldu ve bu tutarın tamamına yakın bölümü elektrik tarifeleri vasıtasıyla tüketiciler tarafından karşılandı. 

Hem yenilenebilir enerji yatırımlarını desteklemek hem de pek çok açıdan su aldığını iyi bir biçimde özetlediğiniz “piyasa”nın “derinleşmesi”ni sağlamak üzere yeni düzenlemeler, yeni mekanizma tasarımları gündemde. Bunlardan kısaca söz edebilir misiniz? 

Tüm dünyada teknolojik gelişmelerin yenilenebilir enerjide yatırım maliyetlerinin fosil yakıtlarla rekabet edebilir düzeye getirmesiyle birlikte yenilenebilir enerjiye yönelik sübvansiyonlar azaltılarak yeni tipte fonlama mekanizmaları gündeme geliyor. Türkiye’de de yenilenebilir enerjinin garantili alım fiyatlarının belirlenmesi için en düşük satış fiyatını veren yatırımcının üretim lisansını almaya hak kazandığı ihaleler bir süredir uygulanıyor. 2020 sonrasında yeni yatırımlarda YEKDEM uygulamasının sona ermesiyle birlikte bu ve benzeri yöntemlerin şebeke ölçeğindeki büyük yatırımlar için ana gelir modeli olacağı görülüyor.

Diğer taraftan özellikle güneş enerjisinde ticarethane ve sanayi kuruluşlarının kendi elektrik tüketimi ihtiyacını karşılamasına yönelik küçük üretim birimlerinin dönemlik fazla üretimlerini elektrik şebekesine vererek eksik üretimlerini şebekeden karşıladıkları ve tarifedeki elektrik fiyatı üzerinden mahsuplaştıkları sistemin yaygınlık kazanması bekleniyor. Dağıtık üretim olarak adlandırılan elektriğin küçük ölçekli tesislerde tüketim noktasında üretilmesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de giderek yaygın hale geliyor. Şimdilik konutlar için sübvanse edilmeden rantabl olmayan bu sistemin teknolojik gelişmelerle birlikte konutlar için de erişilebilir hale gelmesi bekleniyor.  

Diğer taraftan büyük kurumsal şirketlerin, özellikle uluslararası tedarik zincirlerinin yenilenebilir enerji tükettiklerini belgelemesi giderek bir zorunluluk haline geliyor. Kurumsal şirketlerin kendi üretim tesislerinden yenilenebilir enerji temin etmesi veya özel anlaşmalarla üreticilerden yenilenebilir enerji veya sertifika satın alması giderek yaygın hale geliyor. IRENA verilerine göre kurumsal şirketler tarafından bu yolla satın alınan yenilenebilir enerji küresel yenilenebilir enerji tüketiminin yüzde 8’ine ulaşmış durumda. 

Türkiye’de de uluslararası şirketlerin talepleri doğrultusunda yenilenebilir enerjinin özel bir ürün olarak belgelenerek tedarik edilebilmesi için Temmuz’da Yenilenebilir Enerji Kaynak Garanti Belgesi (YEK-G) yönetmelik taslağı görüşe açıldı ve Ağustos’tan itibaren görevli tedarik şirketleri yeşil enerji tedarik etmek isteyen tüketicilere özel bir tarife açıkladı. 

Bu tür isteğe bağlı ve piyasa bazlı mekanizmaların Türkiye’nin Birlemiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri doğrultusunda tüm vatandaşlarına erişilebilir, güvenli ve temiz enerji sağlamaya ne kadar yaklaştıracağı tartışmalı bir konu. Enerji üretimini ve teminini tabana yayarak “demokratikleştireceği” iddia edilen bu mekanizmaların daha ziyade çeşitli büyüklüklerdeki ekipman tedarikçileri ve hizmet sunucuları için yeni pazarlar yaratacağı daha net görülüyor. Mevcut politikalar çerçevesinde temiz ve güvenilir enerjiye evrensel erişim ve ortalama yeryüzü sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırarak iklim felaketini önleme hedefleri ise hala erişilmez görünüyor. Uluslararası kuruluşlar ise bir yandan bunu saptayıp, diğer yandan reçetenin piyasa bazlı mekanizmalarla desteklenen daha fazla yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımları olduğunu savunuyor. 

Türkiye’de öncelikle uluslararası şirketlerin ve büyük sermaye gruplarının ilgi gösterdiği “yenilenebilir enerji” kullanımını belgeleme, sertifikasyon konusu hem “temiz” bir görüntü verme hem de gittikçe bollaşan “iklim finansmanı” fonlarından daha fazla yararlanma amacı taşıyor. 

Kısır döngüden çıkmak için enerjinin bir kar alanı olmaktan çıkarılarak toplumsal ihtiyaçlardan yola çıkan bütünlüklü bir üretim planlaması doğrultusunda kamusal hizmet olarak sunulması, böylece aşırı üretim ve tüketimin sona ermesi ise hem mümkün hem de insanlığın geleceği açısından zorunlu.                 

SOL

‘Yanlış’ değil doğasında var - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Uluslararası mali piyasaları yakından izleyen, onlara yön verebilen Wall Street Journal ve Financial Times gibi yayınların yazarları, Türkiye’nin değerli, deneyimli ekonomistleri, AKP rejiminin, TL’yi korumak için Merkez Bankası rezervlerini eritmesinin, düşük faiz ve kredi balonuyla ekonomik büyümeyi amaçlayan politikalarının “yanlış” olduğunu düşünüyor, hatta bu yanlışta ısrar edilmesine şaşırıyorlar. Benim aklıma Lenin’in “Neden böyle de başka türlü değil” ve “Kimin için” soruları geliyor.

‘Obruğun’ içine kimler düşecek?

FT’ye göre “Erdoğan’ın Türk Lirası’yla oynadığı kumar başarılı olmadı”; lira değer kaybetmeye devam ediyor. Erdoğan, ekonominin hem sabit kur sistemi hem yabancı sermaye girişi hem de bağımsız para politikası üçlüsünü aynı anda korumanın imkânsızlığına ilişkin temel yasalarının etkisinden kurtulabileceğine, “ekonominin yerçekimine direnebileceğine inanıyor”; yüksek enflasyon, zayıflayan TL kuru ikilisi karşısında, yüksek faiz enflasyona yol açar inancıyla faizleri daha da düşürmeye çalışıyor; “ekonominin temel mantığına karşı açılan bu savaş ilginç”.

WSJ, düşük faiz, bol krediyle elde edilen, Atila Yeşilada’nın deyişiyle “hormonlu büyümenin” sürdürülemeyeceğine inanıyor. Bu sürdürülemezliğin en çarpıcı göstergesi 2017’den bu yana giderek hızlanan net yabancı sermaye çıkışıdır. WSJ’nin aktardığına göre, bu yılın ilk altı ayında, TL bonolarından 7.3 milyar dolar, borsadan da 4.2 milyar dolar, toplam, 11.6 milyar dolar yabancı sermaye çıkmış. Bu sırada Merkez Bankası’nın rezervleri erimeye devam etmiş, hatta kimi hesaplara göre tükenmiş.

Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı’nın “Yeterli rezerv stokumuz var” açıklamasını okuyunca, Tayland Merkez Bankası Başkanı’nın 1997 Temmuzu’ndaki sözlerini anımsadım. Bir hafta sonra Tayland MB havlu atmış, Asya krizi başlamıştı.

Türkiye kapitalizminin birikim süreci, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği yabancı sermaye girişine endekslidir. Yabancı sermaye özellikle finansal sermaye, ülkeyi kalkındırmaya değil, artık-değerden pay almaya gelir. Bu “geliş” üzerinde, tüketimi, rantiye (özellikle inşaat sektöründe) ekonomisini besleyen bir kredi balonu da oluşur. Geçen hafta, ekonomist Uğur Gürses’in verdiği örnek bu süreci güzel betimliyordu: “Düz bir arazide yeraltı suları elektrik motorları ile yüzeye çıkarılarak tarımsal sulamada kullanılırken her şey yolunda gider gibi görünür; bir gün yüzey çöküntüsü ile devasa bir obrukla karşılaşırsınız”.

Gerçekten de yabancı sermaye birikirken, ülkenin artık-değer “havuzundaki su” giderek azalır. Bir noktada yabancı sermaye ekonomiden çıkmaya başlar, çıkarken de arkasında bir “obruk” oluşur. Peki, bu sular hangi tarlaları sulamıştı? Obruğun içine şimdi kimler düşecek?

Reçete belli ama…

Gerek FT gerekse WSJ yazarlarına ve ülkemizin saygın ekonomistlerine göre, bu “yanlışlardan” dönmek için yapılması gerekenler açık: TL’nin döviz kurunu savunmayı bırakın, faizleri artırın, ekonomik büyümeyi azaltın (krediyle şişirilmiş fazlasını alın), devlet harcamalarını kısın. Piyasalara güven verin.

Gerçekten de bu önlemler, TL’yi stabilize eder, enflasyonu düşürür, yabancı sermaye gelişini yeniden başlatabilir. Peki ya, bu önlemlerin, hem de Covid-19 salgını içinde toplumsal maliyeti? Obruğun içine düşecek olanların acıları?

Diğer taraftan, bu önlemlerin, AKP rejimi açsından maliyeti çok yüksek, hatta yaşamsaldır. Ucuz kredi, düşük faiz, genişlemeci para politikası ve devlet harcamaları üstünde yalnızca inşaat sektörü ve tüketici talebi/perakende sektörü yaşamıyor. AKP rejiminin toplumsal tabanı, tarikatlar ve cemaatler de kaselerini bu tulumbanın suyuyla dolduruyorlar. Suyun çok önemli bir kısmı siyasal İslamın tarlalarını suluyor.

Böyle bakınca da karşımıza birtakım “hatalar” değil, AKP liderliğinde, bir sınıf olarak şekillenmiş dinci entelijansiyanın, Türkiye kapitalizmi üzerindeki asalak iktidarının, bu sınıfın kendi tabanıyla ve toplumun geri kalanıyla ilişkisinin ekonomi-politiği, bu ekonomi-politiğin beslediği toplumsal mühendislik projesi çıkıyor. Projenin aniden hızlanması da bu suyun tükenmeye başlamasıyla, iktidar sınıfının, “mülksüzleştirerek birikim” aşamasına geçme çabalarının sıkıntılarıyla ilişkilidir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Ayasofya’da vitrine konan cemaat - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Elli, yüz, yüz elli… Günlerce biriktiriyorsun. Her gün önünden geçerken “ne güzel” diye söylendiğin ayakkabıyı sonunda alıyorsun. Ayağına giyip yürüyorsun. Fakat… Vitrinde durduğu gibi durmuyor.

Ayasofya açılırken vitrine bir hikâye kondu.

Meğer Said-i Nursi Ayasofya’nın cami olacağını kehanet etmiş, yetmemiş “Ben göremeyeceğim Hüsnü görecek, ben kabrimden seyredeceğim” demişti. 

Hüsnü” dediği, bugün hayatta kalan son vekili Hüsnü Bayramoğlu’ydu. Ne garip, kehaneti açıklayan da “Hüsnü Bey”in kendisiydi. Said-i Nursi’nin nasıl uyuduğunu bile not etmiş metinlerde böyle bir ifade yer almıyordu. Hüsnü Bey de bu hikâyeyi anlatmak için Ayasofya’nın açılma kararının alınmasını beklemişti.

Önceki yazıda bu kehanet öyküsünün uydurma olduğunu anlatmıştım. Nur Cemaati’nin Meşveret kolu, “ağabeyleri” Hüsnü Bey’in vitrine koyduğu öyküyle, hem diğer Nurcuların hem de öteki cemaatlerin önüne geçiyordu.

Üstelik efsanenin kaynağını da yazmıştım. “Bir müridinin geleceğe dair rivayetlerini dinleyen yaşlı Said-i Nursi’nin, en genç öğrencisini göstererek söylediği ‘ben artık göremem Hüsnü görür inşallah’ temennisi” demiştim.

Devletin ajansından cemaat servisi

İşte bu yazıdan sonra Hüsnü Bayramoğlu hem beni hem Cumhuriyet gazetesini hedef alan yazılı bir açıklama yaptı. Ne garip, bir cemaat liderinin “kişiye özel” mesajını Anadolu Ajansı da servis etti.

Gerisi teferruat. Bakın Hüsnü Bey, açıklamasının kehanet bahsine geldiğinde nasıl anlattı:

“Üstadımızın mühim talebesi Ahmet Feyzi Efendi, üstadımızı vefatından evvel ziyaret etmiş ve tam dört saat görüşmüşlerdir. Konuşmalarında istikbale dair bazı meseleler de mevzu edilmiştir. Kendi yazmış olduğu bazı ayet ve hadislerin tefsir ve şerhlerini şifahen de üstadımıza aktarıyordu. Konuşmasında Risale-i Nur’un dünya dillerine tercümesinden, Nur Medreselerinin Anadolu’da hatta aktar-ı âlemde açılacağından, milyonların bilhassa Hıristiyanların Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaracaklarından, bir hidayet vesilesi olacağından, masonların ve zındıka komitesinin belinin kırılacağından ve bunun en büyük işaretlerinden birisinin Ayasofya’nın vaziyet-i asliyesine tebdil olacağından, Cami-i Emeviye dair bazı hususlardan ve Mescid-i Aksa’nın tam hürriyetine kavuşacağından ve bunların devamında cemahir-i müttefikay-ı İslamiyenin teşkil olarak inşaaAllah ittihad-ı İslamın vücut bulacağından, islam ordularından vsyani dört saat böyle müjde ve beşaretlerden bahsetmiş zaman zaman Üstadımız Hazretleri de tasdik ve tebrik ve tebşir emareleri göstermiştir. Neticede de ‘Ahmet Feyzi ben senin bu anlattığın inkişaflar yok demiyorum. Fakat ben görmeyeceğim. Kabrimden seyredeceğim. Hüsnü görecek inşaaAllah’ buyurdular.

Hüsnü Bayramoğlu, utangaçça yazdığımı doğruluyordu. Hikâye söylediğim gibi Said-i Nursi’nin bir müridinin 4 saat boyunca ardı ardına yaptığı rivayetlere “inşallah” dediği temennisinden ibaretti. Ayrıca daha önce anlattıkları hikâyeye, açılmasının ardından Ayasofya meselesi monte edilmişti.

Ne Said-i Nursi’nin bir Ayasofya kehaneti vardı ne de bir “Hüsnü görecek” öngörüsü.

Mesele anlaşıldıysa gelelim konumuza…

‘Gülen Nurcudur’ mektubu

Önümde FETÖ lideri Gülen’e yazılmış bir mektup duruyor.

28 Şubat döneminde Milliyet gazetesinde Gülen’in Nurculuğunu sorgulayan yazıların ardından, Said-i Nursi’nin yaşayan dört müridi; Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayramoğlu ve Abdullah Yeğin ortak imza ile Gülen’e yazmış. “Mektup” dedik ama “Muhterem Gülen Hoca” hitabıyla Gülen’e övgülerin düzüldüğü, Gülen’in Said-i Nursi’nin öğretisine nasıl hizmet ettiğini anlatan metin, bir mektuptan fazlasını ifade ediyor.

Said-i Nursi’nin o gün hayatta olan 4 vekili adeta “Fethullah Gülen Nurculuğun dünyadaki öncüsüdür” bildirisine imza atmış. Nursi’nin vekilleri “Gülen Nurcudur” diyerek ona yapılan eleştirilere karşı savunmaya geçmiş.

Benim merak ettiğim şu: Said-i Nursi acaba Fethullah Gülen konusunda da bir öngörüde bulundu mu? “Öğretimi devlet içine sızarak terör faaliyetlerinde kullanacak” dedi mi? Yoksa dedi de 2012 yılına kadar FETÖ lideri ile sıkı fıkı olan “Nurcu Ağabeyler” bunu sakladı mı?

Peygamber Hüsnü Beyi işaret etmiş!

Daha kritik bir nokta var. Said-i Nursi’nin Barla’daki evinde, Hüsnü Bayramoğlu öncülüğündeki Meşveretçiler, Cumhuriyet’te o gün yazdığım yazıya karşı bir de sohbet yaptı. Grubun konuşmasından aktarayım:

“Peygamberimiz buyuruyor ki ahir zamanda mehdi bir adam gelecek. Mehdi adamın 5-6 tane de veziri olacak. Bu vezirlerin ekseriyeti ahrete gitmiştir. Hayatta Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi 1 kişi kalmıştır. Hüsnü Bayram Ağabey’dir. Başka yok. Bunu peygamberimiz buyuruyor.”

Konuştuğum ilahiyatçıların “uydurma” dediği hadise dayanan öğreti, Hz. Muhammed’in “Mehdi” diyerek Said-i Nursi’yi ve vekillerini işaret ettiği, nihayetinde hayatta kalanın Hüsnü Bayramoğlu olduğu iddiasına dayanıyor. O kadar ileri gitti ki izlediğim sohbette Bayramoğlu, kendisine karşı olmanın Said-i Nursi’ye karşı olmak anlamına geldiğini ve bunun kişinin ahretini yakacağını söyledi. Nitekim Bayramoğlu, dinlediğim bir başka sohbetinde, mahşer yerine tüm peygamberlerin arkalarında ümmetleriyle geleceğini, Nur cemaatinin ise kendi bayraklarıyla bulunacağını anlatıyordu. Cesur olsa kendilerinin yeni bir din icat ettiklerini açıkça söyleyecekti.

Said-i Nursi’nin şoförü

İşin daha fenası, başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere, devlet erkânının fotoğraf vermek için yarıştığı bu garip inanç sahibinin birikimi. Küçümsemek için söylemiyorum; Hüsnü Bayramoğlu, Said-i Nursi’nin şoförü. İslami jargonla söyleyecek olursak “hiçbir ilmi eğitimi yok”. Said-i Nursi’nin Risalelerini ezberlemekten, Nursi ile yoldaşlık etmekten başka da hiçbir özelliği bulunmuyor.

Öte yandan hesap vermesi gereken eski Nurcu yoldaşları FETÖ’nün bıraktığı boşluğa talipler. Tıpkı onun gibi sapkın fikirleri din adına topluma sunuyorlar. Kendi sohbetlerinde anlattıklarına göre, devleti yönetenlere fikir veriyorlar. Hatta yargının peşinde olduğu kimi FETÖ sanıklarını “hüsnü şahadet” ile kurtarıyorlar.

Vitrin, her şeyin alınıp satıldığı düzenin bir yanılsaması. Aynalı camlarla, kurgulanmış mankenlerle, parlak ışıklarla sana gerçeği başka türlü gösteriyor. Tuzla buz olduğu gün hepimiz kendi gerçeğimizle yüzleşeceğiz.

Şimdi, çatladı bile…

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

'Maestro çal Marseyezi' - Mehmet Bozkurt / SOL

Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.


Çeteciliği Bulgar, Sırp, Arnavut çetelerini kovalarken öğreniyorlar. Öğrendiklerini Abdülhamid despotizminin yıkılması için uyguluyorlar. İlkin Resneli Niyazi çıkıyor çeteye. 3 Temmuz 1908’de Cuma namazı çıkışında yanına kattığı asker/sivil 200 kişilik bir grupla  Alay’ın cephaneliğini basıyor. Sonra Eyüp Sabri… Sonra Enver… İttihat Terakki Merkez Komitesi genel ayaklanma kararını 22 Temmuz toplantısında alıyor. Sloganları: Eşitlik, kardeşlik, adalet oluyor. Fransız Devrimi’nin sloganıdır… Niyazi, Eyüp Sabri, Enver Makedonya’da Meşrutiyet’i ilan ediyorlar. Tarih, Türk Jakobenleri olarak not düşüyor.

Genel olarak söylenilen; Abdülhamid’in tekçi İstibdat düzenini, bir avuç gözü kara asker/sivil aydının Fransız Devrim’inden aldıkları ilhamla yukarıdan aşağıya zor kullanarak yıktığı ve yeni düzenin kuruluşunda halkın duyarsız, ilgisiz ve katkısız kaldığı yönündedir.   

Yani bir yanda modernleşme yanlısı asker/sivil bürokratlar var, öte yanda Abdülhamid’in yozlaşmış, çürümüş hafiye düzeni ve Saray çevresine tünemiş çıkar şebekesi…Tamam. Amenna… Ancak  genel olarak tarih yazımında hakim olan bu düşünce doğrunun yalnızca bir parçasıdır ve 1908 Devrimi’nde taraflar bunlardan ibaret değildir.

Tarih yazımında hakim olan bu yaklaşım, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü, halkla olan irtibatını ve örgütlülüğünü küçümsemek; 1908’i hazırlayan, onu önceleyen özelikle de Anadolu’da ortaya çıkan toplumsal hareketleri yok saymak anlamına gelmektedir. 

Bu kısa girişten sonra, şimdi, 1908 Devrimi'nin toplumsal tabanını ve karakterini anlamak için Anadolu’da devrim öncesinin son iki yılına bakmayı öneriyorum.

Kastamonu’dan başlıyorum:

Halkımız kendinden olmayanlara  güzel isimler buluyor. İstanbul’dan sürülen ve Osmanlı coğrafyasının dört bir yanına dağıtılan  Abdülhamid karşıtlarına, İttihatçılar anlamına geliyor, Kastamonuluların yakıştırdığı isim ne biliyor musunuz: Menfiler… Biliyorum olumsuzluk yüklü bir sözcük ama baktım sözlüğe ikinci bir anlamı daha var: "sürgün edilenler"… Bunlar Kastamonu sürgünleri ve burada ikamete mecbur kılınmış “müzmin” muhalifler. Aralarında subaylar olduğu gibi, belediye çalışanları, defterdarlık memurları, hatta din görevlileri de var. Kastamonu’nun sürgün yeri olması nedeniyle bu türden olanların sayıları çokça ve topuna birden “Menfiler” diyoruz. 

Menfiler bildiğiniz örgüt. İttihat ve Terakki’nin Kastamonu şubesi olarak çalışıyorlar. Sonraki sürgün yerleri çoğunlukla Fizan oluyor. Alışıklar ve rahatlar. Biliyorlar ki Fizan’dan ötesi yok.

“Şube” deyince, İttihatçıların örgütlenme tarzıdır, birkaç cümleyle de olsa değinmem gerekiyor: İttihatçılar iki türden şube oluşturuyor. İlki doğrudan merkezin güvenerek  görevlendirdiği  kişilerin kurdukları olurken; ikincisi menfilerin gönderildikleri yerlerde inatla menfiliklerini  sürdürerek kurdukları şubeler oluyor.

Kastamonu şubesini menfi türünden sayıyoruz.   

Ekonomik olarak köşeye sıkışan İstanbul Hükümet’i 1906 yılının başında iki yeni vergi türü icat ediyor. Daha doğrusu biri eskiden de var olan Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu, bunun miktarını arttırıyor. Diğeri yeni icat Şahsi Vergi…Önce halk surat eğip lahavle çekiyor o kadar. Ancak menfiler, hani her şeye menfiler ya, hareketleniyor ve hareketlendiriyorlar. Hareketlendirilenler vergilerin kaldırılmasını istiyorlar. Çok kısa bir zamanda Kastamonu İstanbul’a asi oluyor…

İlkin dört beş bin kişiye yakın bir kalabalık; bunları Mehmet Serhat Yılmaz’ın “İkinci Meşrutiyet Öncesi Kastamonu’da Bir Ayaklanma Girişimi, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, sayı 30”dan okuyup özetliyorum ve devam etmeden önce küçük bir parantez, telgrafhaneler hep önemli olmuştur. Merkezle bağlantıyı sağlıyor. Hattın bir ucunda hükümet varsa bağlantıyı kesmek gerekiyor. Parantez bu kadar ve devam ediyorum; Menfilerin başını çektiği kalabalık telgrafhaneyi basıp hattı ele geçiriyor. Yerel yönetimin hükümetle olan bağlantısını kesiyor.

Bu arada belediye seçimleri var. Seçimler boykot ediliyor. İşin içinde tabiî ki Menfiler var. Boykot gerekçesini adını andığım yazıdan aktarıyorum:   

“Belediye seçimleri, Kastamonu’da mevcut düzene karşı duyulan hoşnutsuzluğun dışa vurulmasında bir fırsat olmuştu. Hükümet alışılageldiği üzere belediye meclisi üyelerinin seçimi için köşe başlarına, cami duvarlarına ilanlar asmıştı. Fakat Kastamonu halkı, vergilendirme ve harcamalar üzerinde hiçbir denetimleri olmadığını, bu nedenle de seçimin anlamını kaybettiği gerekçesiyle seçimleri boykot etti.”  

Ocak ayındayız. Havalar soğuk gidiyor. Halk, polis ve asker kuşatması altında sokaklarda ve sokaklarda gür ateşler yakıyorlar. Bir süre sonra asker, polis ve halk ateşin etrafında birlikte yer tutuyor. Isınıyorlar…  

İstanbul olan bitenden haberdar. İstanbul, diğer şehirlerin Kastamonu’yu örnek alacağından, isyanının başka şehirlere sıçramasından korkuyor. Ve sıçrıyor: Trabzon, Bitlis, Van, Sinop…Ayaklanmalar başlıyor. Hareketi yönetenlerin Menfiler olduğu anlaşılıyor. Sinop’ta birkaç bin kişilik bir grup, önce telgrafhanenin basılması gerektiğini öğrendiler ya, telgrafhaneyi basıyorlar. Kaymakamı biraz da tartaklayarak İstanbul’a kalkan bir geminin yük ambarına tıkıp yolcu ediyorlar. İstanbul’a asi oluyorlar.

Ve Erzurum…

Erzurum ayaklanması diğer şehirlerle karşılaştırılamayacak kadar kitlesel, örgütlü ve politiktir. Kendilerine, İttihatçı inadının bir ifadesi olmalı, “Can- verir” adını uygun görmüşlerdir. İttihat Terakki’nin Erzurum şubesidir. Petrosyan’ın “Sovyet Gözüyle Jöntürkler” kitabından aktarıyorum:

“İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Zinovyev, Kafkasya’da doğup başlayan ihtilalci hareketler, geçen yıl, Erzurum ilinde etkisini gösterdi diye yazıyordu. Halkın çeşitli tabakalarının oluşturduğu Can-verir adlı örgüt, yönetim yetkilerinin kötüye kullanılmasını önleme ve batmış durumundaki halkın ödediği çok ağır vergilerin kaldırılmasını sağlamak amacıyla, gerek bölge yönetimine, gerekse Osmanlı hükümetine karşı giriştiği savaşı yavaşlatmadı. Bu örgütün yanı sıra, halkın çoğunluğunca çeşitli grupların propagandaları ordu içinde bile sızıp yayıldı…”

Erzurumlular ilkin büyük bir gösteriyle valinin görevden alınmasını istiyorlar. Artık diğer şehirlerden öğrenmişler, biliyoruz, telgrafhanenin işgalini bekliyoruz. Ancak onlar ilkin okulları kapatıyorlar, ardından çarşı esnafı kepenkleri indiriyor. Şimdi sırası olmalı Müslüman, Hıristiyan yani bütün bir ahali, yani halk; işçi, esnaf, memur telgrafhane basılıyor. Telgrafhane Müdürü ve aynı zamanda “Can-veren” örgütü üyesi olan Suphi Bey Vali Nazım Paşa’nın İstanbul’a bağlı özel hattını kesiyor. Artık kontrol tamamen ittihatçıların elindedir.

Vali Erzurum Müftüsü'nden halkı yatıştırması için “dini telkinlerde” bulunmasını istiyor ancak Müftü “menfi” takımından olmalı ki, valinin bu isteğine yanaşmadığı gibi asileri haklı görüp onların yanında saf tutuyor. “Müftünün bu “bağışlanmaz” hallerini Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı kitabından okuyup öğreniyoruz. Yalnızca Müftü olsa emre uymayan, ne devlet! Erzurum’da konuşlanmış olan askeri birlikler de halka müdahale emrini tanımıyorlar. Bir bölümü göstericilere katılırken bir bölümü de sessizce kışlalarında bekliyor. Bu arada işgalciler İstanbul’u telgraf yağmuruna tutuyor. Haddinden fazla telgraf çekiliyor. Çok hoş, parasını tüccar ödüyor. Durumun hiç de parlak olmadığını gören İstanbul Erzincan’da bulunan Dördüncü Ordu’yu isyancıların üstüne salmak istiyorsa da ordu komutanı Müşir Çerkes Mehmet Zeki Paşa subayların isteksizliğini görerek emri uygulamıyor. Bir de şu var ve pek güzel, notlarımız arasına dahil edilmeli; İttihat Terakki’nin Paris merkezi Mehmet Zeki Paşa’ya davranışından ötürü kutlama mesajı gönderiyor.

Çaresiz kalan İstanbul salmış olduğu her iki vergiyi de kaldırmak zorunda kalıyor. İttihatçıların marifetidir. 

Örnekleri çoğaltabilirim. Bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.


Şimdi Selanik’teyiz…

Beyaz Kule Kahvesi… Orkestra şenlikli parçalar çalmaktadır. Meşrutiyetin ilan edildiği haberi ünlü ittihatçı Binbaşı Naki Bey’e ulaşır. Naki Bey oturduğu yerden kalkar ve orkestrayı susturur, 23 Temmuz 1908 Devrimi’ni Fransız Devrimi’nin marşıyla selamlar: Maestro çal Marseyezi!

Mehmet Bozkurt / SOL

"Enerjinin ‘sektör’ haline gelmesinin halka maliyeti büyük" - SOL

Enerji, son 20 yılda bir kamu hizmeti olmaktan çıkıp kâr amacıyla alınıp satılan bir metaya dönüştü. Büyük bir iştahla saldıran enerji şirketleri atıl kapasiteleri ve dev borç yükleriyle devletin sırtına binmiş durumda. 'Enerji hikâyesi'ni uzun yıllardır sektörün içinde olan bir iktisatçıyla konuştuk. 



Piyasalaşmanın hikayesi

Enerjinin “piyasalaşması”, “sektör” haline gelmesi “Kemal Derviş reformları” ile başladı. Ancak AKP iktidarı, yasal altyapının oluşumu ve uygulamalar konusunda çok kararlı davrandı. Avrupa Birliği “Enerjide Tek Pazar Yönergesi”nin temel alındığı dönüşümde Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası finans kuruluşları da “piyasa”nın oluşumu konusunda özel rol üstlendi. 2002 yılı öncesinde elektrik üretiminin yüzde 80’ini devlet tarafından gerçekleştirilirken 2019 yılı sonunda bu pay yüzde 20’ye geriledi. Elektrik ve doğalgaz dağıtımı, İBB iştiraki İGDAŞ dışında tamamen özel sektöre devredildi. Elektrikte 2002’de 100 birimlik üretimin 80’i devlet kontrolündeyken, 2019 yılı sonunda 250 birimlik üretimin 200 birimi özel sektör tarafından kontrol edilir hale geldi. AKP iktidarı döneminin hızlı yükselen sermaye grupları, özellikle taahhüt şirketlerinin enerji sektörüne ilgileri daha fazla dikkat çekiyor. Ancak geleneksel sermaye başta olmak üzere büyük sermaye grupları “pasta”ya büyük bir iştahla saldırdı, Sabancı’dan Akkök grubuna önemli enerji oyuncuları haline geldi. Tüpraş’la Koç grubu, enerji yatırımları finansmanında yatırımcı şirketlerle neredeyse evlilik yapan finans kuruluşları da dahil edildiğinde ana aktörlerin tümü resmin göbeğinde kalıyor. Sermaye iktidarının enerji kaynaklarında dışa bağımlılığın yüksek olmasına rağmen enerji talebini uyaran sanayi, ticaret, ulaştırma politikalarıyla da ayrıca süreci desteklediği söylenebilir.

Sermayenin enerji iştahı, 20 yıla yaklaşan sürecin sonunda üstü örtülen bir enkaz yarattı. Elektrikte yüzde 40’a ulaşan atıl kapasite, 60 milyar dolara yaklaşan borç stokuya birlikte 2018 krizinden bu yana devlet kaynaklarının enerji şirketlerini yüzdürmek için kullanılmasıyla sonuçlandı. 



Enerji başlığındaki gelişmeler, konuşulması gerekenin çok altında tartışılıyor. Son 20 yılda elektrikten doğalgaza, halkın günlük yaşamında vazgeçilmez, temel bir ihtiyacın bir metaya dönüşümüne tanıklık ettik. 

Enerjinin bir “sektör” haline gelmesi ve özel sektörün neredeyse istediği gibi at koşturması emekçiler için bütçelerini sarsan fahiş faturalar dışında görünmeyen başka maliyetler de yarattı. 

Türkiye’nin “enerji hikâyesi”ni, özellikle sermayenin bu alana dahil olmasına değişik boyutlardan tanıklık etmiş bir iktisatçıyla konuştuk. 

2002 sonrasında Türkiye enerji sektöründe nasıl bir dönüşüm yaşandı?

2001-2002 yıllarını Türkiye’de enerjinin bir “sektör” olarak ortaya çıktığı yıllar olarak niteleyebiliriz. Bundan kasıt özellikle elektrik tedariğinin kademeli olarak bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak elektriğin kâr amacıyla alınıp satılan bir metaya dönüştürülmesi sürecidir. 

1990’lı yıllar boyunca dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de elektrik üretiminde özel sektör katılımını sağlamaya yönelik adımlar atılmış, Yap-İşlet-Devret ve Yap-İşlet modelleriyle özel sektör tarafından elektrik santrallerinin kurulumu ve işletilmesi başlamıştı. Ancak, 2001 öncesinde enerjide yatırım ve halka hizmet tedariği ile ilgili uygulama ve kararlar esas olarak devletin sorumluluk alanındaydı. 2001 yılında Türkiye’de ekonomik liberalleşmeyi ve özelleştirmeyi hızlandıran Kemal Derviş reformlarının bir parçası olarak Elektrik Piyasası Kanunu ve Doğal Gaz Piyasası kanunu çıkarıldı. Bu kanunlarda elektrik ve doğalgaz fiyatları piyasada belirlenen ve serbestçe alınıp satılabilen birer emtia olarak tanımlanmakta, bunu sağlamaya yönelik yapılar oluşturulmaktaydı. Kanunlar rekabetin olabileceği bütün alanların piyasalaşmasını, piyasaların mümkün olamayacağı alanlarda denetlenmiş maliyete dayalı fiyatların oluşturulmasını ve piyasa denetimi için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) adı altında bağımsız bir kurumun oluşturulmasını öngörüyordu. 

İlerleyen yıllarda bu doğrultuda devlet tarafından verilen hizmetler bir tür rekabet ve piyasanın oluşabileceği üretim ve ticaret alanlarında önce kamu şirketleri haline getirilip, ardından bu şirketlerin özelleştirilmesi yoluyla özel sektöre devredildi. Diğer taraftan, elektrik ve doğalgaz şebekeleri iletim ve dağıtım olarak ayrıştırıldı; şebekenin ana yapısını oluşturan iletim hatları kamu şirketleri tarafından yönetilirken, hizmetin tüketiciye ulaştırıldığı uç noktalar olan dağıtım şebekeleri bölgesel olarak bölünerek özel şirketlere devredildi. İletim ve dağıtımda tek şebeke üzerinden rekabet mümkün olamayacağı için bu şebekeler gelirleri bağımsız kurul tarafından denetlenen ve aslında garantili olan birer bölgesel tekel olarak tasarlandı. Sistem AB’de 1998 yılında yürürlüğe giren ve peyderpey uygulamaya geçen Enerjide Tek Pazar Yönergesi’ne benzer şekilde tasarlanmıştı. 

Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca devlet artık yalnızca şebekenin zorunlu bakım ve onarımlarını yapıyor, üretim yatırımlarından ise önceden uluslararası finansman kuruluşlarıyla anlaşmaları yapılmış bazı büyük hidroelektrik santral projeleri dışında üretimle ilgili yatırımları ve yatırım kararlarını tamamen özel sektöre bırakıyordu. Tüketicilerden ise yıllık tüketim miktarı belli bir eşiğin üstünde olanlar “serbest tüketici” olarak tanımlanarak kendi tedarikçilerini belirleme ve ikili anlaşmayla karşılıklı olarak belirlenecek fiyattan elektrik temin etme hakkına sahip oluyordu. 2002 sonrasında enerjide piyasalaşmaya yönelik kanunların uygulanmasında en titizlikle uyulan ve uygulanan yön devletin elektrik üretim yatırımlarından çekilmesi oldu. Üretilen elektriğin satışı noktasında ise toptan elektrik piyasası 2010 yılına kadar kademeli olarak geliştirilerek uygulamaya kondu. Piyasadan beklenen arz ve talep doğrultusunda fiyatların oluşması ve bu fiyatların yatırımcılara da yatırım kararları için sinyal vermesiydi. 

Bütün bunların sonucunda özel sektöre nasıl bir büyüklük devredilmiş oldu?

2002 sonrasında gelişmelere bakıldığında sektörleşme ve özelleşme hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiği, sektörün neredeyse tamamının özel sektörün elinde olduğu görülüyor. 2002 öncesinde elektrik üretiminin yalnız yüzde 20’si özel sektör tarafından yapılmaktayken bugün bu oran yüzde 80 civarında. Elektrik ve doğalgazın dağıtımını, yani nihai tüketiciye satışını yapan şirketlerin ise belediye şirketi olan İGDAŞ dışında tamamı 2014’ten bu yana özel sektör şirketleri. Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 90 büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kat arttığı bir dönemde gerçekleşti. 

Yani elektrik özelinde bakarsak 2002 öncesinde “pasta”nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimlik bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimi özel sektörün kontrolünde. AKP iktidarının çerçevenin tamamlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu bu sürecin en çarpıcı, ekonomiye ve topluma etkileri açısından çok daha bütünlüklü ele alınarak incelenmesi gereken başlıklarından biri enerji. Özelleştirmeleri hep satılan, devredilen işletmelerden, lisans bedellerinden elde edilen gelirlerin toplamıyla düşünme, ifade etme alışkanlığı var. Oysa ki enerji örneğinde de görüldüğü gibi dolaylı etkileri hiç dikkate almadan özel sektöre açılan alanı da dikkate aldığımızda hesaplananların çok ötesinde bir değer aktarımı olduğunu görüyoruz. 

“İyi de özel sektör yatırım yaptı, risk aldı” diyenler olacaktır…

Bu dönemde özellikle elektrik üretimine yapılan özel sektör yatırımları dikkat çekici boyutlara ulaştı. Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan elektrik kurulu gücü 2019 sonunda 90,4 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. Devletin alım garantisi başta olmak üzere bir dizi destek sunduğu bir ortamda yatırım ve üretim riskinden söz etmek pek mümkün değil. 2002-2018 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi. Aynı dönemde Türkiye’nin birincil enerji tüketiminde ithal kaynakların payı yüzde 68 seviyesinden yüzde 78’e ulaştı. Döviz borçlanarak yapılan büyük miktardaki elektrik üretimi yatırımları sonucunda 2019 sonunda yüzde 40 civarında atıl kapasite oluşması düşündürücüdür. Kamu öncelikleri ve planlaması olmadan yapılan yatırımlar büyük bir borç birikimine ve nihayetinde atıl kapasiteye yol açmıştır. Özellikle 2018 krizinden bu yana yeniden yapılandırılan, özel bankalardan kamu bankalarına aktarılan, bu arada dövizden TL’ye çevrilip döviz riski de kamuya dolayısıyla halka yüklenen borç stokunda enerji sektörünün payı hayli yüksek. 


Ana hatlarıyla nasıl bir sermaye yapısı var enerji sektöründe? Lisanslarla girişe izin verilen, her aşamada denetlenen, çok sıkı regülasyona tabi bir sektörde yatırım kararlarının özel sektöre bırakılması ya da kâr odaklı alınmasının görünen, görünmeyen irrasyonellikleri, maliyetleri neler oldu?

Geleneksel olarak enerji tüm dünyada sermaye-yoğun bir sektördür; birim üretim başına yatırım tutarları yüksektir ve yatırımların tamamlanması birkaç yılı bulabilir. Dolayısıyla, sektörde yatırım yapmak birkaç yıllık kâr hedeflerini aşan uzun vadeli bir bakış açısı gerektirir. Tüm dünyada enerji sektöründe oligopol dediğimiz, enerjinin ve sanayinin çeşitli alanlarına yayılmış az sayıda büyük şirketin hakim olduğu bir yapı gözlenir. Bu yapı enerjide yaşanmakta olan teknolojik dönüşümle birlikte son yıllarda biraz değişmeye başlasa da hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Türkiye’de de kamudan özel sektöre geçiş aşamasında başlarda payı küçük olan özel sermayenin giderek dünyadakine benzer özellikler taşımaya başladığını, birkaç sermaye grubunun elektrik üretimi, dağıtımı ve ticaretiyle doğalgaz dağıtımında etkin olduğunu görüyoruz. 2020’de AT Kearney danışmanlık firması tarafından yayınlanan MW100: Türkiye’nin En Büyük 100 Elektrik Üreticisi raporu1 bu konuda fikir veriyor. Raporda yer alan en büyük 100 şirket Türkiye’nin toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 85’ini, en büyük 10 şirket yüzde 48’ini oluşturuyor. Ki bu şirketlere baktığımızda Sabancı, Akkök, Enka gibi geleneksel sermaye gruplarını da, ilk çarpıcı çıkışlarını enerji özelleştirmeleriyle yapan Limak, Cengiz, Kolin gibi grupları da görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu’ndaki gruplarla örtüştüğünü de söylemek mümkün. Bu listeye Tüpraş ile Koç grubunu da eklediğimizde aslında büyük sermaye gruplarının büyük bir iştahla bu pastadan pay aldığı görülüyor. 

Tabii bu resme finans kuruluşlarını, bankaları da eklemeye ihtiyaç var. Daha önce de belirtildiği gibi büyük sermaye girdisine ihtiyaç duyan bu yapı aynı zamanda büyük miktarda finansal kaynağın mobilize edilmesini gerektiriyor. Yapılacak büyük yatırımlar veya özelleştirme kapsamındaki satın almaların gerçekleşebilmesi için finans bacağı ilk aşamalardan itibaren proje geliştirmenin bir parçası oluyor, yatırım esnasında alınan kredilerin proje gelirleriyle ödenmesine yönelik çeşitli finansman mekanizmaları, projenin işletilmesi sırasında da finansal kuruluşlarla 10 yıla varan uzun dönemli ilişkilerin sürdürülmesine, bir başka deyişle projeye ortak olmalarına yol açıyor. Dolayısıyla, finans sektörü de enerji sektörü ile iç içe bir görünüm sergiliyor. Enerjinin bir sektör olarak varlığını hissettirmeye başladığı 2004’te 1,6 milyar dolar civarında olan Türkiye’deki bankalarda enerji sektörüne ait borç stoku 2018 sonunda 45,5 milyar dolar seviyesinde bulunuyordu ve enerji kredilerinin toplam banka kredileri içindeki payı yüzde 1’den yüzde 10’a ulaşmıştı. Enerji şirketlerinin yurtdışından doğrudan kullandığı krediler de eklendiğinde büyük bölümü döviz kredilerden oluşan borç stoku 60 milyar dolara yaklaşıyor. Ki anılan dönemde ödenen borçlar da dikkate alındığında toplam finansman hacminin 80 milyar doları aştığı söylenebilir.    

Yüzde 40 civarında atıl kapasite ve ödeme zorlukları aşikar olan devasa bir borç stokundan söz ettiniz. Her şeye rağmen kağıt üzerinde bu kadar kontrol edilen bir sektörde bu noktaya nasıl gelindi?

Hem üretim hem tüketim tarafındaki sermaye ağırlığı ve yıllar süren liberalleşme süreci çeşitli çelişki ve irrasyonellikleri de beraberinde getirdi. Özellikle 2010 yılına dek yeni ve yıldızı parlayan bir sektör olarak değerlendirilen enerjiye daha köklü ve deneyimli bir sektör olan inşaat/taahhüt sektöründe yer alan yatırımcılar özellikle rağbet gösterdi. 2000’li yıllarda devlet doğrudan yaptığı yatırımlardan vazgeçerken, Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası kalkınma finansmanı kuruluşlarının da yönlendirmesiyle enerji sektörünü talebi hızlı artacak ve istikrarlı kâr sağlayacak bir yatırım alanı olarak işaret ediyordu. Aslında elektrik üretimi projeleri kendi başına yüksek kârlılık oranları sağlamasa da elektrik ve doğalgaz dağıtımı ile entegre edildiğinde çeşitli altyapı yatırımları, proje inşaat işleri ve abonelere yönelik hizmet satışlarından gelen ve esas olarak tüketicilerden alınan elektrik ve doğalgaz bedelleri yoluyla fonlanan iyi bir kâr alanı ortaya çıkıyordu.  Böylece her bir yatırımın kendi içindeki kârlılığından ziyade yeni bir kâr alanında diğer yatırımcıların önüne geçerek “alan kapatmak” veya çeşitli şekillerde “alanı paylaşmak” yaklaşımı öne çıktı.          

Elektrik üretimi ile ilgili gelişmelerin yanısıra enerji tüketimi ile ilgili bazı gözlemlere de yer vermek önem taşıyor. Türkiye’de toplam enerji tüketiminin üçte biri, elektrik tüketiminin ise yüzde 45’inden fazlası sanayi kuruluşları tarafından yapılıyor. Üç imalat sanayi sektörü;  demir-çelik, çimento-cam-seramik ve tekstil sanayileri Türkiye’de üretilen elektriğin yaklaşık dörtte birini tüketiyor. 

Bu sektörlerde enerji verimliliği ve enerjinin optimal kullanımının ötesinde, enerjiye harcanan kaynaklar dikkate alınarak yarattıkları değerin, dışa bağımlılık üzerindeki etkileri de dikkate alınarak sorgulanması gerekiyor. Örneğin, birim maliyetin yarıdan fazlasının enerji olduğu çimento sektöründe Türkiye bir dönem üretiminin neredeyse yüzde 25’ini ihraç ediyordu. Ki dünyada ticarete çok sınırlı konu olan, yerel ölçekte üretilip tüketilen bir maldır çimento. Demir-çelik ve çimento özelinde Türkiye’deki inşaat büyümesinin niteliği bile sorgulanmaya değerken, bir de örtük sübvansiyonlarla ihracat rekorları kırıldı. Sadece bu kadarıyla bile sanayi tüketim profili elektriğin üretiminde olduğu gibi tüketiminde de sermayenin ağırlık taşıdığını gösteriyor. Sanayi, ulaştırma, ticaret politikaları sermaye içi kimi dengelemeleri kısmen gözetmek dışında tekil sermaye gruplarının kârını maksimize etmelerine sonsuz izin veren bir karakter taşıdı. Bu durum enerji talebi anlamında başlı başına olabilecek tüm uyaranların devrede olması anlamına geldi. Türkiye, halkın ihtiyaçları, önceliklerine göre örgütlenmiş bir ekonomide çok daha düşük enerji tüketimiyle üretim yapabilecekken, enerji tüketimi ve dolayısıyla enerji kaynakları ithalatının çok arttığı bir yapıyla ilerledi. 

Bu dönemde aynı zamanda kentleşme hızlı bir gelişim gösterdi, hizmet sektörleri hızlı büyüdü, dolayısıyla sanayi üretim dışındaki alanlarda da elektrik tüketimi hızlı arttı. Kent yaşam standartlarına uygun olarak elektrikli eşya kullanımının artması, klima kullanımının yaygınlaşması, ısıtma havalandırma sistemleri vb gelişmelerle birlikte elektrik talebinde biraz önce sözünü ettiğimiz 2,5 katlık artış yaşandı.  

Ancak, elektrik talebinde yukarıda işaret edilen hızlı gelişimi de aşan, abartılı beklentilerin gerçekleşmemesi ve kapasite fazlasıyla birlikte toptan elektrik piyasasında fiyatların baskılanması TL’deki değer kaybıyla birleşince, elde edilen gelirlerin dövizle alınan kredilere kıyasla düşük kalmasına ve bir tür borç krizine yol açtı. Tüm yatırım alanlarında sıklıkla karşılaştığımız ve sistemin temel irrasyonelliklerinden olan aşırı yatırım ve iflas baskısı böylece enerji sektöründe de ortaya çıkmış oldu. Diğer yandan enerji fiyatlandırması farklı sermaye grupları arasında da sürekli bir çelişki-çatışma alanı halini alıyor. 


Enerji fiyatlarının elektrik, doğalgaz ya da akaryakıt faturaları üzerinden nihai tüketiciye yansımalarını daha fazla konuşup algılıyoruz. Ama enerjinin gerçek maliyeti çok daha yüksek. Biraz bu konuyu açabilir misiniz?

Enerjinin toplumsal maliyeti fiyatlara ve faturalara yansıyanın çok ötesinde üzerinde durulması gereken bir konu. Biraz önce sözünü ettiğimiz aşırı yatırım, borçlanma, artan ithal enerji kaynaklarına bağımlılıkla birlikte gelen maliyetlerin toplumsal bedelinin ancak yakıt tarifelerine yansıyan bölümünü faturalarımızda görebiliyoruz. Ancak, bunların bir bölümü kamu kuruluşlarının ve kamu bankalarının “görev zararı” adı altında farklı yollarla emekçi kesimin sırtına yükleniyor. Enerji fiyatlarına yansımayan diğer bir konu ise enerji üretimi ve tüketimi esnasında insan sağlığı ve çevreye verilen zararların bedeli. Enerjinin ayrı bir kâr alanı haline gelmesiyle birlikte ortaya çıkan plansız ve aşırı yatırım furyası ve fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan hava kirliliği geri dönüşü olmayan hasarlara yol açabiliyor. Çevre ile ilgili uluslararası kuruluşlar enerji için fosil yakıt tüketilmesinin Türkiye’de insan sağlığına zararının 15-30 milyar dolar civarında maliyeti olduğunu öne sürüyor.2 Tüm bu faktörleri dikkate aldığımızda temel bir ihtiyaç olan enerjinin temiz, topluma faydalı ve çevreye minimum etki edecek şekilde planlanmasının önemi bir kez daha görülüyor. (SOL)       

Yarın: “Düşük karbonlu enerji dönüşümü” kurtuluş mu?


Suat Derviş’in romanı - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet


Suat, soğuk bir aralık sabahında tuttu Babıali’nin yolunu.

Çantasında Son Telgraf ve Gece Postası’nda tefrika edilecek Fosforlu Cevriye’nin son bölümleri vardı.

Beresi, mantosu ve mavi gözleriyle yine şahane görünüyordu.

Aynı yolu takip etti. Önce tramvayla Taksim’e, oradan da dolmuşla Eminönü’ne ulaştı.

İsmi aynı kalsa da birçok sahip ve kadro değiştirmişti Son Telgraf.

Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun, Sadri Ertem’in, Suphi İleri’nin 1924’te kurdukları Son Telgraf, tek parti anlayışına karşı çıkıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyince, Takrir-i Sükun Kanunu gereğince kapatılmıştı.

Gazete 1937 yılında Ethem İzzet Benice’nin sahip ve başyazarlığında CHP’nin borazanı olarak yeniden yayın hayatına başlamıştı.

“Neyse ne!” dedi, bütün bunları düşünerek gazetenin kapısından giren Suat Derviş.

Yazıyla hayatını kazanmak zorundaydı.

Öte yandan, böylesi bir baskı döneminde düşüncelerini romanların satır aralarına gizleyerek anlatmaktan başka çaresi vardı da o mu yapmıyordu?

Son Telgraf, Gece Postası, Haber ve öteki gazetelerde çalışan hemen herkesle ahbaptı Suat.

Yazıişlerinde çalışanlar olsun, köşe yazarları olsun, hemen tüm Babıali mensupları Suat’ı gayet iyi tanıyor, saygıda kusur etmiyorlardı.

Bu nedenle bazen girdiği bir gazeteden çıkması saatler alabiliyordu.

O gün de öyle olmuştu işte.

Son Telgraf’ın çeşitli odalarında geçirdiği saatler sonunda, Tan’a biraz biraz gecikmiş olarak yürümeye başlamıştı.

Sertel çiftini ziyarete giderken geçtiği bildik yolların, o gün her zamankinden daha kalabalık olduğunu gördü.

Bir grup göstericinin “Kahrolsun komünistler! Kahrolsun Serteller!” diye bağırarak Tan’a doğru yürüyüşe geçmiş olduğunu fark edince telaşlandı ve gazeteye yakın bir kitabevine girdi, olupbiteni oradan acı içinde izledi.

Bir kara gün daha

4 Aralık 1945, basın tarihinin en kara günlerinden biri olarak tarihe kazındı.

İstanbul Üniversitesi’nin önünde toplanan, ağırlığı Turancı ve İslamcı gençlerden oluşan kalabalık, yol boyu sloganlar atarak Tan gazetesinin önüne geldi.

İki gerekçeleri vardı.

Birincisi, Tan gazetesinin Türkiye ile SSCB ilişkilerinin gelişmesini savunmasıydı.

İkincisi, CHP’den istifa eden Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerin gazete tarafından desteklenmesi.

Bu iki nedenle Tan’ın önüne toplanan göstericiler, “Alllah Allah! Komünistlere ölüm!” diye bağırarak gazeteyi yakıp yıktılar. Hem ofis olarak kullanılan bölümleri hem de matbaa kısmını harap ettiler.

Yetmiyormuş gibi, Tünel’de sol yayınlar satan ABC ve Berrak kitabevlerine de saldırdılar, yağmaladılar.

Sabahattin Ali tarafından yayımlanan Yeni Dünya ile aynı binada bulunan Görüşler dergisi de saldırganların hedefi oldu.

Suat’ın üzüntüsü sonsuzdu. İlerleyen günlerde, Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yargılanmalarını da içi burkularak izleyecekti.

Ablası Hamiyet tam da bu günlerde imdadına yetişti.

“Bu ülkede yaşanmaz!” diyordu, Hamiyet. “Paris’e gidelim. Seni buraya bağlayan bir şey yok. Hapisteki eşin için zaten bir şey yapamıyorsun. Ülkenin durumu meydanda.”

Suat, kulağında bu sözlerle uğurladı ablasını Haydarpaşa’dan.

İnsanlarını böylesine tüketen başka bir ülke olamazdı!*

*Alıntı: Osman Balcıgil’in İpek Sabahlık, Bir Suat Derviş Romanı (Destek Yayınları, 2017)

Nâzım Hikmet’in karşılıksız aşkı

Suat Derviş, “gerçek sosyalistler soylu ruhlardan çıkar” dedirten yüce bir gönüldür. Fosforlu Cevriye’nin yazarı, Türkiye’nin yabancı dilde yayımlanan ve çok başarılı olan ilk kadın romancısı, kadın gazetecilerimizin öncü değeridir. Siyasal ilke ve sosyal inançlarından hiç taviz vermediği için çok çile çekmiş; pek az yazarın sahip olduğu entelektüel birikimin topukladığı üreticiliğine karşın “komünist” damgasıyla hakkı yenmiş, yalnızlaştırılmış ve yoksulluğa mahkûm edilmiştir.

Onu en iyi anlayan ve anlatan, çocukluk arkadaşı, kalbi kırık âşığı Nâzım Hikmet’in 1920’de yazdığı sıra dışı şiirdir:

Gölgesi

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;

Bir kere eğemedim bu kadının başını.

Kaç kere sürükledi gururumu ölüme

Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.

Cevapları öyle heycansız ki onun,

Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.

Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi

Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi

Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal

Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal

Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.

Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor...

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden

Gönlümün elemini döküyorken ona ben

O bana kendisini gülerek naklediyor

“Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı” diyor.

Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım

Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım

Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı

Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı

İçimde alev alev tutuştu yangın gibi

Bir dakika kendimin olamadım sahibi

Hiç olmazsa öcümü böyle alırım dedim

Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...