8 Mart 2021 Pazartesi

Bugün bir kadın daha yakılacak - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 “-Mademki ev işlerinde bu kadar hünerlisin neden hanım hanımcık evinde oturmuyorsun?

-Ev işi yapan kadın çok ama benim işimi yapacak kimse yok.”

Yazar Bernard Shaw, erkeklerin savaşına elinde kılıçla giren Jan Dark’ın, sonu yakılmayla biten mahkeme sorgusunu böyle anlatıyordu. 

Siz, bir kadınlar gününde bu yazıyı okurken, ben bir kadının 6 asır sonra elindeki keskin kalemiyle yargılanmasına tanık olacağım.

Aslında öykünün tanığısınız...

“Durmuş Özkan” takma adlı ihbarcı, 17 Ekim 2019’da Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na bir mektup yazdı. Nedense 17 gün bekleyip, 4 Kasım 2019’da, Ankara’da bir postaneden savcılığa gönderdi. Mektup, 13 Kasım 2019’da savcılık tarafından alındı. 

Mektupta “Hadımköy Kışla Komutanlığı’nda görevli Astsubay Erdal Baran devlete karşı suç işlemektedir. Gizli kalması gereken operasyonlara ait bilgileri telefonla dışarı çıkardığı kanaatindeyim” yazıyordu. 

Hadımköy, İstanbul’daydı. Ama ihbarcı bunu nedense Ankara’daki savcılığa bildiriyordu!

Elbette, böyle bir ihbarı ciddiye alıyorsanız hemen harekete geçersiniz. Ancak öyle olmadı. Savcılık bir süre bekledi. Olay yeri İstanbul’du. Oradaki savcılığa da göndermedi. Tam 16 gün bekledikten sonra 29 Kasım’da soruşturma açtı. 2 Aralık 2020’de Astsubay Erdal Baran hakkında dinleme kararı aldı. 

İKİ BAKANIN YILDIZ RAHATSIZLIĞI

Savcılık, Astsubay Baran ile gazeteciler Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel arasında konuşmalar olduğunu bu sayede “önceden bilmiyormuş gibi” fark etti! Neredeyse tamamı Baran’ın aradığı konuşmalardı. Ortada belge gönderme yoktu. Müyesser Yıldız’ın eski model bir telefonu vardı. Haliyle tüm dosya gizli saklı değil, açıkça telefonda yapılan konuşmalardan ibaretti. Buna dayanarak 9 Ocak-9 Mart 2020 aralığında gazetecilerin de telefonları dinlenmeye başladı. 

Dinleme 9 Mart’ta bitti. Devam da etmedi. Öyle ya böyle önemli bir suç işlenmeye devam ediyorsa takibin sürmesi, hatta fiziki izlemeye dönüşmesi gerekmez miydi?

Bu arada Müyesser Yıldız’ın, yaptığı 15 Temmuz haberleri nedeniyle, Savunma Bakanı Hulusi Akar’la davalık olduğunu hatırlatalım. 5 Haziran 2020’de ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun hakaretlerine karşı, Müyesser Yıldız, bakana 1 liralık dava açmıştı.

Bundan 3 gün sonra, 8 Haziran 2020’de Yıldız, Dükel ve Baran gözaltına alındı. 12 Haziran’da Baran ve Yıldız tutuklandı. 

BELGELERİ GÖRME YETKİSİ YOK

18 Haziran 2020’de savcılık, Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) bir yazı yazdı. Görüşmelerin içeriğinin “gizli bilgi” olup olmadığının tespit edilmesi isteniyordu. 

MSB bir heyet kurdu. Heyet, bir astsubay ile iki gazetecinin telefon konuşmalarını inceledi. 11 Eylül 2020’de verilen yanıtta; özetle, konuşmaların bir kısmıyla ilgili Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri’nde gizli belgeler olduğu, bir kısmıyla ilgili olmadığı yazıldı. 

Savcılık bu yanıta dayanarak birkaç gün sonra iddianame hazırladı.

Buraya kadar olan detayları gördünüz, duydunuz, okudunuz, biliyorsunuz.

GELELİM, ASIL AYRINTIYA...

Öyle ya her gün televizyonlarda askeri operasyonlar, uçan uçaklar, atılan füzeler saatlerce konuşuluyordu. Kimi harita başında anlatılan kimi olay yerinden gösterilen görüntülerle eksik kalan bir şey olmuyordu. Bir televizyon kanalındaki reytingi yüksek bir programı alıp MSB’ye gönderseler, “bunlar doğru mu” deseler, alınacak cevap aşağı yukarı aynı şey olacaktı. 

Mahkeme “doğrudan suçu” bulmak için farklı bir şey yaptı. Astsubay Baran’ın görev yaptığı birliğe bakılarak Baran’ın gazetecilerle konuştuğu konular hakkında var olan belgeleri “görmüş olma ihtimali var mı” diye sordu. Öyle ya Baran neredeyse her konu hakkında yorum yapıyor, bütün dünya meselelerini anlatıyordu.

4 Kasım 2020’de, İstanbul’daki birlik, bu soruya “yerinden” yanıt verdi. 23 Temmuz 2008-8 Haziran 2020 aralığında Baran’ın Hadımköy’deki birlikte ikmal astsubayı olduğu, lojistik faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu olduğu söylendi. Baran’ın ulaşma yetkisi olan belgeler şöyle anlatıldı: “İkmal astsubayı kullanıcı yetkisiyle yalnızca birliğinin verilerinin bulunduğu yalnızca kendisine tanımlanan ikmal astsubayı klasörüne erişim yetkisi bulunmaktadır.”

Baran’ın söz konusu tarihler arasında, yurtiçi ve yurtdışında herhangi bir göreve gitmediğinin anlatıldığı yanıtta, başka belgelere de ulaşamadığı söylendi. Nihayetinde Baran’ın konuşmaları için “görevi gereği bilgi sahibi olabilir” denildi.

24 Kasım 2020’de, Baran’ın birliği, bir çalışma daha yaptı. Gazeteciler ile Baran arasındaki sohbete konu olabilecek 31 ayrı konuşma başlığında birliklerine gelen belge olup olmadığını tek tek inceledi. Sonuçta Baran’ın birliğinde, bu bilgi ve belgelerin tamamına yakınına rastlanmadığı ya da söz konusu belgelere Baran’ın ulaşmadığı anlaşılıyordu. Ulaşabildiklerinin de konuşmalarla alakası yoktu.

Mahkemeye gönderilen dosyada bir şey daha dikkatimi çekti. O da Baran’ın birçok kez psikiyatriye sevk edilmiş olması ve burada konan tanılar. 

SIRLARI FETÖ’YE TESLİM EDENLER

Nihayetinde TSK’nin en düşük rütbeli personelinin bildiği düşünülen “devlet sırları”... Gazetecileri normal hattan arayıp anlattıklarından çıkan ifşa suçlaması. İki bakanın hedefindeki “sakıncalı gazeteci”nin bu bahaneyle tutuklanması. İstanbul’daki birliğin kendi araştırmasının bile savcılığı yalanlaması. Yine isimsiz ihbarlar, yetkisiz soruşturmalar, sıra dışı dinlemeler. Bütün bunlar olurken televizyonlarda her şeyi konuşan emekli askerler, “artık gazeteciler özgürce yazacak” diye anlatılan hukuk reformları. Batı yakasında değişen bir şeyin olmadığı bu hikâyede, bugünkü mahkemenin vereceği karar da aşağı yukarı belli. 

Yine de hâlâ boşlukta kalan bir şey var. TSK’nin en düşük rütbeli askerini ve konuştuğu gazeteciyi “olmayan belge” ve “olmayan devlet sırrı” ile tutuklatanlar, nasıl oldu da Kara Kuvvetleri istihbaratının başına bir Fethullahçı generali atadı? Nasıl oldu da TSK’nin bütün sırlarını, rütbesini Fethullah Gülen’in taktığı bir isme, üstelik hakkında her şey bilinirken teslim ettiler? Nasıl oluyor da yıllardır FETÖ ile ilişkisi çeşitli şekillerde sürmüş o general bugün dışarıda gezerken, psikolojik sorunları olduğu bilinen bir astsubay içerde tutulmaya devam ediyor? Bütün bunlar, yıllardır o izleri süren bir gazeteciyi bahaneyle cezalandırmak için olmasın!

8 Mart’ın fabrikada yakılan kadınlar anısına “emekçi kadınlar günü” olduğunu anlatıyoruz. Shaw’ın eserinde, Jan Dark’ın kendisini yakanlarla hayali karşılaşmasında söylediği gibi: “Sen beni yakmasaydın bu kadar iyi hatırlamazlardı!” 

Bugün bir ateşin alevlenişini, insan aklının içindekilerin tutuşmadığını bilerek izleyeceğiz!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

7 Mart 2021 Pazar

Muzaffer Ağabey için, - Serpil Güvenç / SOL

 Erdost kardeşler insanın insan tarafından sömürülmediği, kardeşliğin, barışın, eşit ve özgür bir toplumun dünyada ve Türkiye'de inşası için yaşamlarını verdiler.

Sol Yayınları'nın Marksist klasikleri yayınlamaya başlamasının hemen ardından Muzaffer ağabeyin üzerine tufan gibi yağan dava yağmurunu göğüsleyen babam Halit Çelenk’le Muzaffer ağabeyin yolları sık sık mahkemelerde ve cezaevlerinde kesişti. 

Bu sadece bir sanık-savunman ilişkisi değildi. Her ikisinin de dünyayı değiştirme mücadelesindeki ortaklıklarıydı. 

Ülkemizde ve dünyada süregelen bu sınıf mücadelesi çerçevesinde paylaşılan en büyük acı sanırım İlhan'ın katledilmesiydi. Evimize gelen telefonun ardından babamın Mamak'a gidişi, İlhan'ın paltosunu teslim alışı ve Muzaffer ağabeyle görüşmeleri, Rana abla ve Gül'e haberin verilmesi için Erdostların evine gidişimiz... 12 Eylül döneminde babam ve Muzaffer ağabey 142. madde sanıkları olarak DGM’de birlikteyargılandılar. Gül ile İlhan'ın evliliği, Türküler ve Alaz'ın doğumları, yaz tatilleri gibi neşeli günler de yaşanmadı değil bu karanlık dönemlerin ara sıra aydınlanan sabahlarında. Muzaffer ağabey annemi, "Burada, Marx'ın, 'Büyük toplumsal devrimler kadın mayası olmadan gerçekleşemez!' özlü sözünü anımsamamak olanaklı mı? Yani, bilinci ve bilgisiyle, sevgisi, tutkusu ve öz­verisiyle onu bütünleyen, tüm varlığıyla bu devrim hamuru­nun mayası olan, Halit Çelenk ışığına ışık olan ve bizi ışıtan Şekibe Çelenk'i, burada sevgiyle kucaklamamak olanaklı mı?" sözleriyle son yolculuğuna uğurladı. Kendisi de üç gün sonra vefat etti. Erdost ailesiyle Çelenk ailesi arasındaki bu kadim dostluğa tanıklık ettim. Duyduğum sonsuz mutluluk ve onuru aramızdan ayrılışının birinci yılında paylaşmadan yapamadım.

Menderes'in başında bulunduğu DP hükümetinin ilk yıllarında Tokat'ın Artova ilçesinde orta ve lise öğrenimini tamamlayan Muzaffer ağabey 1951'de Ankara'ya gelerek Veteriner Fakültesi'nde yüksek eğitime başlar. 1956'da mezun olacağı fakültede geçirdiği yıllar sırasında, öğrenci derneğinde anma toplantıları, şiir, öykü gecelerinin düzenlenmesi etkinliklerinde yer alır.

Edebiyata olduğu kadar “Halkçı, eşitlikçi, bağımsızlıkçı fikirlere” de büyük eğilim duymuştur kendini bildi bileli. Edebi uğraşlarının yanı sıra dünyayı ve ülkesini, olayları ve düzeni sürekli olarak sorgulayan Erdost'un dönemin DP iktidarının baskıcı uygulamalarına da karşı çıkmaması olası değildir. 1960 hareketini Ankara 'da askeri bir cezaevinde karşılar.

Bu sorgulama aşamasını şöyle anlatır Muzaffer ağabey;

"Bağımsızlıkçıydık, laiktik, ulusalcıydık, halkçıydık ama geleneksel, denebilirse kaba ya da popülist anlamlarında bu kavramları benimsiyorduk... Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası'na, yabancı sermaye yasasına, petrol yasasına karşıydık ama, bu, Ulusal Kurtuluş Savaşı geleneğimizden kaynaklanıyordu, emperyalizmi bilimsel anlamda bilmiyorduk...Sosyalizm sözcüğü kadar emperyalizm sözcüğünü, sınıf, işçi sınıfı ya da burjuva sözcüğünü, hele proletarya sözcüğünü söyleyemezdik. Bilimsel tanımlarını ve bu anlamda anlamlarını da bilmezdik...Ne üretim ilişkilerini bilirdik ne toplumların tarihsel gelişmesini..."1

Çözüme ulaşabilmek için okur da okur... Aralarında Sokrates'in Descartes'ın, Sartre'ın da bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri onun "düşüncesinin gelişmesine ve özgürleşmesine katkıda bulunur" ama o kadar. İçinde devindiği dünyayı da, ülkesini de tanımaya yetmez.

Sosyalizmi Bulmak...

Arayış sosyalizmle buluşana dek sürer. Mutluluğu tarifsizdir. Şöyle anlatır o günleri:

“Seni bulmaya başladığımda 2. Gençliğimdi; 2. Gençliğinde daha bir güzelleşir insan; sanki ilk göz ağrısı”dır.“Sosyalizmle kendimi bildim, kendimi buldum, kendimi tanıdım, onunla bütünleştim, toplumsal geçmişimle, halkımla ve tüm insanlıkla. Onunla kavradım özgürlüğü. Birey oldum. Kişiliğimi buldum. Durduğum yeri bildim onunla… Hiçbir şey alamaz bendeki onu. Hiçbir şey veremez bana onun verdiğini. Onunla özgürüm, onunla özgürlük kavgacısıyım, onunla insanım, onunla onurluyum. Seviyorum sosyalizmi"2

Muzaffer ağabey bu mutluluğu, bu onuru, bu özgürlüğü kendine saklamaz. Onu ülkenin tüm insanlarıyla paylaşır.

61 anayasasıyla göreli demokrasinin yaşandığı yıllara geldiğimizde kardeşi İlhan ile birlikte "daha yetkin, daha kusursuz, daha tamamlanmış bir Marksist literatür" düşüyle Kasım 1965'de Sol Yayınları’nı kurarlar.3 Ulus Demir İş hanının iki odasında, iki kardeş, Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao'nun eserlerini Türkiye halkına sunarlar. Vahap Erdoğdu'nun ifadesiyle, Kapital bu odalardan yayına hazırlanarak basılacak, Darwin yüz yıl sonra bu odadan Türkiye'ye tanıtılacak, Einstein elli yıl sonra bu küçük odanın penceresinden Türk toplumuna dilini uzatarak gülümseyecektir.4

Temel Marksist klasiklerin - Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao'nun eserlerinin - neredeyse tümünü basma onuru SOL’undur. Kapital’i özet olarak değil, Artı Değer Teorileri de dahil olmak üzere dört cilt halinde basma onuru da SOL’un. 1971'de İlhan'ın kurduğu Onur Yayınları'nın ilk yayını, Haziran 1973'de basılan Charles Darwin'in "İnsanın Türeyişi"dir. Darwin yayını, "Seksüel Seçme" (Nisan 1977) ve "Türlerin Kökeni" ile sürer. Onur daha çok bilimsel alana eğilir.5

Bu büyük çabada çevirmenlerin değerli katkısından söz etmeden geçmek olanaksızdır.

1960 sonrası dönemde diğer sol yayınevlerinin de değerli katkılarıyla, ülke bilimsel sosyalizmin ışığı ile aydınlanır aydınlanmasına ama bu aşk, ülkenin yüz akı binlerce sosyalist, komünist gibi, işkence, tutuklanma, cezaevi gerçeğini taşır Muzaffer ağabey ve Erdost ailesinin yaşamına. 12 Mart’ ta tutuklandığında bir dizi davanın sanığıdır: Yargıtay'da bekleyen beraat almış davalar dahil her birinden TCK'nun 142. maddesi uyarınca 7.5 yıl ceza almıştır ve kesinleşen toplam ceza 45 yıldır.

Ne var ki, Muzaffer ağabey daha fazlasına yazgılıdır. Sermaye sınıfı, emekçi halkın, kendini kurtaracak bilimsel çözüm ve değerlere ulaşmasını her yönteme başvurarak engelleyecek kadar bilinçli olmuştur tarih boyunca.

Metin’in betimlemesiyle “denizde güneşli çakıl taşları gibi gülen”, kardeşi İlhan’ın, yanıbaşında 12 Eylül cellatlarının elinde can vermesine tanıklık eder. İlhan’dan sonra adına İlhan'ı katar; Arif Damar haklıdır “ben Muzaffer’i kucaklarken öperken/İlhan Erdost’u da/ öpüyorum" derken. Yaşamının sonuna dek bu cinayeti her yerde, her fırsatta haykırarak yaşatır kardeşini.

Kitaplarıyla Yaşamak...

Muzaffer ağabey'in ölüme ilişkin güzel bir yorumunu okudum "2. Yeni Yazıları"nda:

"Son günlerde sık yinelenir oldu...bir insan öldüğü zaman değil, unutulduğu zaman ölür" diye. Bu, yazar söz konusu olduğunda, daha çok kitapları için geçerlidir. O zaman yazar olarak kişinin bedensel kaybı, düşünsel varlığının kaybı olarak algılanmamalı… bedensel olarak kim ölmeyecek ki!" demekte.

O halde kitaplarını ve işlediği konuları tanıtalım kısaca.

Muzaffer ağabeyin, çoğu 12 Eylül sonrasında yazılmış, 30’a yakın eseri bulunmaktadır. Bilimsel sosyalizmin klasiklerini ve tanıtıcı kitapları topluma kazandırmayı yüklenirken Marksizmin yöntemini de ülkenin güncel, can alıcı sorunlarına uygular. Ona göre, "Marksizmi mumya inceler gibi incelemek ya da Marx' ın eğrisini doğrusunu bulmak" sorunu değildir devrimcinin sorunu. O, önündeki sorunu çözmek ve geleceği kazanmak zorundadır. Bu nedenle der Erdost "Ben, çalışmalarımı, genel anlamda, okura, bilimsel sosyalizmin öğrenilmesinin olanağını sağlamaya ve ikincisi Türkiye'nin sorunlarının bilimsel sosyalist açıdan çözümlenmesine ayırdım."6

Yaşamının yayıncılık dönemi bunlardan ilkini, kitaplara, yazılara, incelemelere yoğunlaştığı dönem ise ikincisini simgeler.

1965'de YÖN dergisi'nde yayınlanan, 1966'da ise kitaplaştırılan "Şemdinli Röportajı"nda kendi sözleriyle Kürt realitesini ilk kez yazan kişidir. İlerideki yıllarda “Şemdinli aşiretleri ve üretim ilişkileri” eklenir esere. 

Aşiretler, kabileler, sınıf ve tabakalar, mir, üretim araçları, hukuk, üretim yöntemleri enine boyuna incelenir. Kürtlerin demokratik haklarının tanınması mücadelesini verdiğini ve bu nedenle 12 Eylül öncesi ve sonrasında yargılandığını anlatır bir röportajında. Özellikle anadili yasağı konusunda "Kürtçe ile düşüncelerin açıklanmasını ve yayınlanmasını yasaklayan" yasaların Anayasanın eşitlik ilkesine ve BM bildirgelerine aykırı olduğunu, ülke bütünlüğünü korumak gerekçesiyle anadillerini yasaklamanın yanlış olduğunu ve demokratik bir yöntem olmadığını söyleyenlerin haklı olduklarını söyler.7 Türk ve Kürt kardeşliği edebi bir yakıştırma değildir ona göre. Birinin baskılamasına, ötekinin isyanına karşın, güçleri ve oranları ölçüsünde birbirlerini, birlikte korumaları? belirleyici olmuştur. Ayrıca, bilgisizlik ve baskı politikaları, sorunu, içinden çıkılması zor bir karmaşa içine sokmakla kalmamış, "hemen tüm değerlerin kirlendiği, (insan hakları ve demokrasi dahil) olumlu herhangi bir şeyin açıklıkla savunulamadığı bir karmaşa ortamı" yaratılmasına da neden olmuştur.8

Ulusun, dinsel ve etnik kimliklerin üstünde, bu kimliklerden nitel olarak farklı bir birim olduğunu söyler. Türk etnik topluluğunun, "geçmişten gelen ve devlet geleneğinde odaklaşan kazanımları dolayısıyla" belirleyici rol oynamış olması, ona, aynı ulus içinde yer alan diğer etnik topluluğu yani Kürtleri ezme hakkı vermez.9

“Etnik ayrışma, ulusal bütünleşme, Kürtler ve ‘Kürtler'" ve “Ulus, uluslaşma, demokratikleşme” adlı eserlerinde de Kürt sorununu, etnik sorunu, ulus ve uluslaşma konularını yeniden ele alır.

Muzaffer Ağabey, Osmanlı İmparatorluğunda üretim ilişkileri ve Asya tipi üretim tarzını ve kapitalist üretime geçişi de inceler “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Mülkiyet ilişkileri” nde. 1960lardaki Beyaz ve Kırmızı Aydınlık dergileri10 arasında Türkiye’deki üretim ilişkilerinin başat niteliği üzerinde yürütülen yoğun polemiklerde, toprak ve tarım sorunları üzerindeki tartışmalarda önemli analiz ve saptamalarda bulunmuş; tartışmaların tarafı olmuştur. Korkut Boratav hocamız bu tartışmalarla ilgili olarak şunları söyler:

“… Muzaffer’in benim için ayrı bir önemi de vardır: 60 yılı aşkın bir yazar ve sosyal bilimci olarak önem ve değer verdiğim tek eleştiri 50 yıl önce M. Erdost’tan gelmiştir”.

12 Eylül sonrası yazdığı makalelerde ve “Toprak reformu bildirileri ve demokratikleşme oyunları”, “Asya üretim tarzı ve Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet ilişkileri”, "Pandora’nın bir başka Kutusu"nda bu konulara etraflıca değinir. “Kapitalizm ve Tarım” da bu çerçevedeki çalışmaları arasındadır.

Erdost'un diğer bir araştırma alanı faşizmdir. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde faşizmin analizi ve uygulamalar ele alınır “Faşizm ve Türkiye 1977- 80” de. “Kuşatılmış Ülke Kuşatılmış Yazılar” da, “Hiç Ölmedim Ben” de, toplatılan ve Muzaffer ağabey'in bir yıl hapisle cezalandırıldığı “Türkiye’nin Yeni Sevr’e Zorlanması Odağında 3 Sivas”ta ve “Türkiye’ye Kefen Biçenler”de Çorum, Sivas, Kahraman Maraş katliamları bir nakkaş titizliğiyle derinlemesine incelenir ve çözümlenir.

Laiklik ve Aydınlanma ise ölümüne dek hiç vazgeçmediği bir başka ilgi ve araştırma alanıdır. Laiklik ve laik düşünüş, laik eğitim, laik yaşam, yalnızca düşüncenin özgürleşmesi (ve bunun için gerekli siyasal, yönetsel ve toplumsal ortamın özgürleşmesi) değil, aynı zamanda bir toplumun, ulus ölçeğinde, özgürleşebilmesinin de gerekli koşuludur ona göre.11 Cumhuriyet'in bu yöndeki uygulamalarının tümünü onaylar ve bu yönde kullanılan "zor"un ise gerici "zor"a karşı, devrimci bir "zor" olduğunu savlar. Bireyin özgürleşmesi, aklın kölelikten kurtulması anlamına elen bu sürecin, 1950ler sonrasında egemen sınıfın temel siyasal tercihi sonunda NATO’ya girişle birlikte, bir çok geri adımın yanısıra, dinin de siyasallaştırılmasıyla geri döndürülmeye başlandığını, Türkiye insanının "dinsel kurumlara bağlı ve bağımlı bir bireye" dönüşerek yeniden köleleşmeye başladığını ileri sürer.12 "Türkiye'nin Kararan Fotoğrafları" nda ve başka bir çok yerde bu görüşler yinelenir.

“Emeklemekte olan ulusal kültürün, yerel kültürler ile, evrensel kültür potasında birbiriyle kaynaştığı kültür evleri” olan Halkevlerinin ve "yerel ve yöresel deneyimlerin bir ürünü" olan Köy Enstitülerinin kapanma süreci başlar ve Sünni İslamın öğretildiği yerler olan İmam Hatip Liseleri bunların yerini alır. Halkevlerinin mallarına el konulur, kütüphaneler kapatılır, doğan boşluk ise tarikatlarla doldurulur. Her köye bir okul değil, her köye bir cami ve bir imam sloganı ile bugünlerin taşları döşenir. Dönemin cumhurbaşkanı, Denizlerin idam kararını onaylayan Cevdet Sunay’ın şu sözleri (1977) İmam Hatip Liselerinin amacını ortaya koyar:

“Bugünkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullarda yetişen gençlere devlet idaresi teslim edilemez. 10 yıl sonra bunlar işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip okullarını "bir alternatif" olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz."13

Muzaffer ağabey'in bu aktarımı, 1970'lerden, 80'lerden bu yana -günümüz de dahil olmak üzere- gençliğe, devrimcilere, sosyalistlere ve hatta demokratlara layık görülen baskıların, işkencelerin, hapishanelerin, katliamların, idamların da açıklamasıdır.

Aydınlanma Laiklik düşüncesinin Marksizm ile örtüştüğünü düşünür. Ne ki, aydınlanma olgusunun sınıf ötesi olarak ele alınmasını kınar.

Türkiye gibi bir ülkede Aydınlanmanın önem kazanmasının doğal olduğunu; aydınlanmanın aklı ve bilimi, maddeci eğitimi öne çıkardığı ölçüde devrimci bir işleve sahip olduğunu ama bu sürecin emekçi sınıf ve katmanların sınıf mücadeleleri yerine konan bir devrim olarak algılanmasının yanlış olduğunu vurgular.

Cumhuriyet'in gelişme sürecini ele aldığı “Küreselleşme ve Osmanlı Millet Modeli Takasında Türkiye”, “Hapishaneye Üniversite, Üniversiteye Cami”, “Yabancılara Toprak Satışı”,” Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye”de de bu konuları ayrıntılı olarak inceler. Bu bağlamdaki yapıtlar arasında, “Kanı Kanla Yıkamak”,”12 Eylül Turkaları”, “12 Eylülün İki Yüzü”, “Kan ile Kardeş”, “Azınlıklar Sorunu”, “Türkiye 2009” da sayılabilir. İnsan Hakları konularının da ele alındığı bu son kitapta, Lozan'a değin süren kapitülasyonların, farklı koşullarla da olsa, Özal dönemindeki satışlarla ve günümüzde AKP'nin AYM kararlarını aşarak onay verdiği toprak satışlarıyla sürmesi sürecini ayrıntılı olarak anlatır.14

Öykücü, ozan ve de ressam...

Yetenekleri birçok alana yayılan Muzaffer ağabey bir şair, öykücü ve ressamdır aynı zamanda.

Genç yaştan itibaren yazıları, şiir ve öyküleri dergilerde yayınlanmaya başlar. Şiir yazmaya lise yıllarında başlar. Bu şiirlerden bazıları Sivas'ta günlük Ülke gazetesinde yayınlanır. O dönemde yazdığı bu şiirler, kendi anlatımıyla "İlhan'ın yokluğunda, evde, giren çıkanların elinde" kaybolur. Başka yerlerde yayınlananları ise "Havada Yanan Güvercin" de toplar. "Biraz biçilerek, biraz rendelenerek, törpülenerek" kitaba dahil edilen "Yağmur yağdığı saatler" ve "Elena" adlı şiirler ise kartpostallarda, şiir sergilerinde alıntılanır ve sık sık radyoda okunur. Fakültede ve daha sonraki yıllarda ise yazılar ağırlıklı olarak şiirin yerini alır. Şiir Muzaffer ağabey'in yaşamına cezaevinde girerse de İlhan'ın yitimiyle yinelenir. "Havada Kalan Güvercin" "Havada Yanan Güvercin"e dönüşmüştür.15

Ona göre,

"Bir ozan bir insandır... İnsan kendisi kadardır yani hem büyüktür hem küçük... küçüktür, tarihin bir parçasıdır çünkü. İnsanlığın bir parçasıdır çünkü. Çünkü toplumun bir parçasıdır. Ama kendisi kadardır, onun için de büyüktür. İnsan kendisidir, kendisiyle çevrilidir, zihinsel dünyasındaki o kadar geniştir, o kadar çeşitlidir, ancak o kadar derinleşir..."16

Üç Şair'de, "şiirimizdeki gizli ırmak" olarak nitelediği ve en çok etkilendiği Nazım Hikmet, 1959'da Ulus'taki odasına "ben Ahmet Arif, kurban" diyerek giren, "Mavzerine şiir doldurur" adlı yazının öznesi Ahmet Arif ve fakülte yıllarında arkadaş olduğu Cemal Süreyya'nın şiirlerini değerlendirir. İkinci Yeni kitabında ise bazı edebiyat dergilerindeki söyleşileri ve 1940lardaki ekin dönemini işlediği yazıları buluruz.

"Karanlık Kırmızı Güneş"17 te öykücü Erdost çıkar karşımıza. "Adam için Türevler" de ise eskizler çizen bir Erdost vardır.

Erdost öykücülük serüvenini üç döneme ayırır. İlk dönem, Veteriner Fakültesi'ndeki yıllarında "not tutar gibi" yazdıklarından oluşur. İkinci dönem ise Ulus'ta gündüz mesaisinin bitiminde "rotatifler dönmeye başlayınca" gece eline kalemi alıp kağıda döktükleridir. Üçüncü dönem öyküleri ise 80'lerden sonrasına denk düşer. Yaşadıklarını yazar Erdost. Şiir gibidir öyküler.

Ressamlığın başlaması her ne kadar lise yıllarına dayansa da İlhan'ın öldürülüşüyle zirve yapar. Erdost bu uğraşı Fevziye Özberk'e şöyle anlatır :

"Goya'nın hayatı ile ilgili bir TV programı vardı. Fransızlar işgal etmiş İspanya'yı.Cumhuriyetçilere yönelik bir katliam yaşanıyor. Goya kurşuna dizilecekler arasında oğlunu arıyor. Sonra 'Kurşuna Dizilenler' tablosunu yapıyor. Oğlunu o resimle yaşatıyor. Ben de İlhan'ın öldürülüşünün resmini yaptım... İlk sergimin 30'a yakın resmi de İlhan'ın öldürülüşüyle ilgiliydi…"18

Bitirirken...

Muzaffer İ. Erdost'un İlhan Erdost için yazdığı onlarca şiirden birisinden bir bölümle bitirelim yazıyı.

"Kardeşim benim
Günlerin kuytularında açan
Hasret çiçeği

uykularımda açan
Unutma beni.
Ezgin yüreğimde açan ateş
...
Gün olur da
  Dağılırsa bulutlar
  Açarsa mavi çiçeğini gökyüzü
  Yeni baskısını hazırlarız
  Kapital'in
  Yeni kitabını zorun ve zulmün
  Emeğin ve özgürlüğün
Çağıldayan sesini
Dökeriz yeniden kurşuna"...

Erdost kardeşler insanın insan tarafından sömürülmediği, kardeşliğin, barışın, eşit ve özgür bir toplumun dünyada ve Türkiye'de inşası için yaşamlarını verdiler. Türkiye devrimci hareketi, katkılarını, özverilerini, bilimsel sosyalizme, emeğin özgürleşme mücadelesine yaptıkları hizmeti unutmayacaktır.

Bu son sömürü düzenince emekçilere uygulanan "Zorun ve zulmün" çözümlendiği o baş yapıtın, Kapital'in yeni baskısını yapmak, "emeğin çağıldayan sesini yeniden kurşuna dökmek" görevi artık Suları'ya, Türküler'e ve Alaz'a ve elbette Türkiye devrimci gençliğine düşüyor.

Türkiye sosyalizm tarihinde, kendi heykelini yapanlar arasında yer alan bu değerli düşünüre saygıyla.

Serpil Güvenç / SOL


Bu yazı 25 Şubat 2021de TİHAK ve YAYED’in düzenledikleri anma toplantısında yapılan konuşmanın genişletilmiş halidir

  • 1.Muzaffer İlhan Erdost, "Bir Fotoğrafa Altyazı, İki Yedi Kasım", Onur Yayınları, Kasım 1991, s. 90-91
  • 2.Muzaffer İlhan Erdost, 2006, "Sosyalizmi Seviyorum", Sol, Ankara, s. 35
  • 3.Erdost'un ilk yayıncılığı 1958 yılında Açık Oturum Yayınları ile başlar. Yayınevinin ilk kitabı Henry Alleg'in "La Question (Sorgu)" sudur. 1963 yılında askere gitmek üzere işinden ayrılır.
  • 4.Vahap Erdoğdu, İlhan, İlhan içinde "İlhan", Onur Yayınları, Kasım 1995, Ankara, s. 106,
  • 5.Einstein'ın "Fiziğin Evrimi" (Nisan 1972) , R. Ownes'ın "Evren ve Dönüşümleri" (Mayıs 1978), Hegel'in "Seçme Yapıtlar"ı (Haziran 1976) yanında J. Glasneck'in "Türkiye'de Faşist Alman Propagandası", Rice ve Ross'un "Görünmeyen Hükümet CIA" sı, Noviçev'in "Osmanlı İmparatorluğu'nun Yarı Sömürgeleşmesi", Vasilyev ve Stanyukoviç'in " Madde ve İnsan"ı, Rozaliev'in "Türkiye'de kapitalizmin Gelişme Özellikleri (1923-1960)'ı, İbni Haldun'un "Mukaddime"si, Bourderon'un" Faşizm, İdeoloji ve Uygulamalar"ı, Lewerenz'in "Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili", Brizon'un "Emeğin ve Emekçilerin Tarihi", Osada'nın "Atom Bombası çocukları", Gordlewski'nin "Anadolu Selçuklu devleti", Szaniavski'nin "Okulun Toplumsal İşlevi", Gramchi'nin "Hapishane defterleri" gibi eserler Onur Yayınları arasında yayınlanır.
  • 6.Muzaffer İlhan Erdost, "Sosyalizmi Seviyorum", s. 99
  • 7.Muzaffer İlhan Erdost ,"Bir Fotoğrafa İki Alt Yazı" içinde 'anadil yasağı üzerinde', Onur Yayınları, Ankara, s. 41-44
  • 8.Mustafa Balbay, "Kürtler'i Kimlikleriyle Tanımak", Muzaffer Erdost ile röportaj, Cumhuriyet, 7 Kasım 1994
  • 9.Muzaffer İlhan Erdost, "Türkiye'ye Kefen Biçenler", Onur Yayınları, Ankara, 2010, s. 51
  • 10.Vahap Erdoğdu ve arkadaşlarının çıkardığı Aydınlık Sosyalist Dergi “Kırmızı Aydınlık”, Doğu Perinöçek ve arkadaşlarının çıkardığı Proleter Devrimci Aydınlık ise “Beyaz Aydınlık” olarak anılırdı.
  • 11.Muzaffer İlhan Erdost, "Bir Fotoğrafa İki Alt Yazı" içinde 'Laiklik ve Düşünmenin Özgürleşmesi", Onur Yayınları, Ankara, s. 66,
  • 12.Muzaffer İlhan Erdost, "Laiklik, Dinin Siyasallaşması ve Şiddet" TİHAK Yaynları, 2002, s. 93.
  • 13.Muzaffer İlhan Erdost, "Türkiye'nin Kararan Fotoğrafları", Onur Yayınları, 2003, s. 251.
  • 14.Vecihi Timuroğlu, "Muzaffer İlhan Erdost", Ankara, 2012, Söylesen Matbaacılık, s. 308-313
  • 15.Muzaffer İlhan Erdost, "Havada Yanan Güvercin", 2015, s. 8-9
  • 16.Muzaffer İlhan Erdost, 1997, İkinci Yeni, Onur, Ankara, s.102-103
  • 17.Öyküler ilk kez "Ey Karanlık Mavi Güneş" isimli kitapta 1990'da yayınlanır ama 2015'de eklerle birlikte kitabın adı "Karanlık Kırmızı Güneş"e dönüşür.
  • 18.Fevziye Özberk, Acıyı Güzelliğe Dönüştürenler, Ankarahavadis. com. tr, 5.3.2021


Halifeliğin kaldırılması öncesinde basından seçmeler - Mehmet Bozkurt / SOL



Bu yazıda halifelik kaldırılmadan önce, henüz bunun işaretleri yenice ortaya çıkarken basında yapılan tartışmalardan bir bölüm anlatılacaktır. 

Halifelik denilen gerici kurum 3 Mart 1924 tarihinde kaldırılıyor. Meclis’te yapılan uzun ve gerilimli tartışmalar başka bir yazının konusu olsun. Bu yazıda halifelik kaldırılmadan önce, henüz bunun işaretleri yenice ortaya çıkarken basında yapılan tartışmalardan bir bölüm anlatılacaktır.

“İslam’ın mukaddesatına ve İslamiyet’e karşı şeytandan ve İngiliz Başbakanı Llyod George’dan daha büyük fenalıklar eden padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin bütün İslam dünyası tarafından besmele ile taşlanmasını teklif ediyorum.”

Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü Bey’in 30 Ekim 1922 günü meclis bakanlığına verdiği önerge bundan ibarettir. Önerge ile besmele eşliğinde taşlanması istenilen üçlünün, Mekke’de Mira bölgesinde var olduğu düşünülen ve taşlanması Hac ibadetinin vazgeçilmez bir cüzü kabul edilen üç adet farklı cesametteki şeytana gönderme yapıldığı açıktır.

Türk Parlamento Tarihi adını taşıyan kitabın üçüncü cildi, Birinci Meclisin üyelerinin fotoğraflı tanıtımlarına ayrılmış. Hacı Şükrü Bey Kalpaklılardan… Sola hafif yatık kalpağı, Enver’i bıyıklarıyla tam bir İttihatçı ve anladığım kadarıyla da “hafif iştarikiyyun.”

Bana sorulacak olursa, fikrimce, bu önergede reddi gerektirecek bir unsur yok ama her nedense Meclis bu önergeyi görüşerek ret kararı vermiştir. Padişah taşlamaya gönül indirmeyen Meclis’in, iki gün sonra bu defa padişahlığın üstünü çizerek onu büsbütün tarihe havale ettiği görülecektir. Taşlanmak korkusunu aklından çıkaramayan padişahın “gaybubeti eylediği” haberini veren telgraf, on beş gün sonra Meclis’te okunduğunda, bu kaçtığı anlamına gelmektedir, ihtimaldir ki en çok hayıflanan Hacı Şükrü Bey olmuştur!

Büyük Millet Meclisi 18 Kasım 1922’de acil toplanarak memleketin imam ihtiyacını karşılamak üzere Abdülaziz oğlu Abdülmecit Efendi’yi halife tayin etmiştir. Abdülmecit’in Meclis tarafından atanan dolgun maaşlı bir memur olduğu açıktır ama o bunu yanlış anlamış olmalı ki önce saltanat koltuğuna oturmakta ısrar etmiş, eh, peki falan demeye kalmadan Kılıç Alayı yapılsın, yanı sıra elim öpülsün ve Eyüp Sultan’da hayır duam istensin diyerek naz eylemiştir. Ankara, olup bitenleri her nedense hafif müstehzi izleyip , notlarını alırken Abdülmecit Efendi handiyse bütün meclisi güldüren bir tuhaflık daha sergilemiş, “biat” töreni sırasında çok eskide kalmış büyük dedelerinden Fatih Mehmet’in urbalarını gireceğim diye tutturmuştur.

Mustafa Kemal Paşa tüm bunları kayıt altına alıp “altın vuruş” için hazırlanırken Kasım 1923’ten itibaren Ankara ve İstanbul gazeteleri halifelik üzerinden birbirlerine savaş açmışlardır.

Faruk Alpkaya Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu adını taşıyan kitabında İstanbul ve Ankara gazetelerinin savaşımını günü gününe takip eder ve bize aktarımlarda bulunur. Buna göre, Yunus Nadi Bey 4 Kasım 1923 tarihli Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yazmış olduğu başyazıda Cumhuriyet’in ilanını erken bulan dönemin başbakanı Rauf Bey’e (Orbay) “zehirli” bir soru yöneltir. 

Soru, Rauf Bey’in Cumhuriyet’i beğenip beğenmediğine dairdir. Cevabın lafı dolandırmadan “vuzuh,sarahat ve katiyet” taşıması gerektiğini, böyle olmaması halinde davranışının “merdane olmayacağını” satır aralarına sıkıştıran Yunus Nadi, ardından “Hanedan üyelerinin Türkiye’nin en alçak insanları” olduğunu ileri sürer. Bu, kuşkusuz ki halifelik makamına açıktan yapılan cüretkâr bir meydan okumadır. Burada sözü edilen “alçak”lardan biri de doğrudan olmasa bile, İmzasını “Rabbülalemin Resulü,” (Alemin rabbinin elçisi) olarak atan Abdülmecit’tir. İstanbul basını ayağa kalkar.

Hüseyin Cahit Yalçın dili kıvrak, üslûbu “ısırgan” tecrübeli bir gazetecidir. 6 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde yazdığı başyazıda Yunus Nadi’yi hem üslûp hem de içerik açısından şiddetli bir eleştiriye tabi tutar. Onu “hanedan-ı hilafete saygıya” davet ederken bir “sinir uzmanına” gitmesini de salık verir. Hüseyin Cahit, bu sayede onun tıp alanına seyrek rastlanabilecek bir “vaka” olarak hizmet etmiş olacağını yazarken sözlerini şöyle bitirir:

“… Fakat unutmamalı ki hanedan-ı Osmani bugün elan hanedan-ı hilafettir. Bugün bütün Müslümanların halifesi Osman hanedanına mensup olduğu gibi yarınki Halife de Yeni Gün’ün Türkiye’nin en alçak insanları ilan addettiği bu eşhas(kişiler) arasından intihab (seçim) olunacaktır.”

Hüseyin Cahit, ne kadar yazık, kısa bir süre önce ilan edilen Cumhuriyet’in manasını anlayamamış görünüyor. Saltanatın yıkıldığını, halifenin Meclis tarafından atanan bir din görevlisi olduğunu, onun iktidar ortağı gibi davranmasının Ankara tarafından kabul edilmesinin söz konusu olamayacağını göremiyor.

Tartışmalar sürüp giderken Meclis’te Rauf Orbay’ın halifeyi ziyareti gündeme geliyor. Daha doğrusu İsmet Paşa ne yapıp ne edip tartışmayı bu noktaya çekiyor. İsmet Paşa’nın söyledikleri var.

Açık olmanın ne sakıncası olabilir, Paşa’nın söyledikleri bana göre paha biçilmez değerdedir. Mustafa Kemal Paşa’nın hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılarak saltanatın ilga edilmesi tartışmalarında sarıklılara hitabı vardı,hatırladınız, hani, ne demişti, “… Ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu sözler ezberime aldığım nadir Mustafa Kemal değişlerindendir. Pek jakobendir… Bu bahsi uzatmak istemem, her neyse, şimdi kürsüdeki İsmet Paşa’dır. Söyledikleri uzunca, buraya alamayacağım. Ancak kürsüden inerken kurduğu son cümleler aklımda ve şöyle:

“Tarihin herhangi bir devrinde bir Halife zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse o kafayı behemehal kopacağız!”

Tam o günlerde Anadolu Ajansına düşen bir magazin haberi Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin hışmına uğrar. Habere göre hanedan üyelerinden Yusuf İzzettin Efendi merhumun kızı Şükriye Sultan ile Süleyman Efendizade Şerafettin Efendi evlenmiştir. Yeni Gün buna haber değeri atfedilmesine kızar ve hanedana ayrıcalık olarak değerlendirip Anadolu Ajansını kınar:

“Ajans nezdinde evlilik haberleri ehemmiyeti haiz şeyler ise İstanbul’da günde yüzlerce nikah merasimi yapıldığı unutulmamalıdır. Bizim nazarımızda Şerafettin Efendi ile Şükriye Sultan’ın nikah havadisi ne ise Hüseyin Ağa ile Fatma Kadın’ın nikah havadisi odur.” Ankara, bu değerlendirme ile hanedan ailesini halkla eşitleyerek İstanbul basınını bir kez daha ayağa kaldırıyor.

Esas kıyameti kopartan Ağa Han’ın mektubu oluyor. Mektup, muhatabı olan Başbakan İsmet Paşa’nın eline henüz geçmeden önce İstanbul basınında yayımlanıyor. Bu da mektubun kopyalarının “malum” basına daha önce gönderildiği anlamına geliyor elbet. İsmet Paşa’nın öfkesini tahmin edebiliyoruz. Mektubun tarihi 24 Kasım 1923 ve özet olarak şöyle ama birkaç cümleyle Ağa Han’ı tanıtmak isterim. O tarihlerde Hindistan’ın nüfusu 200 milyon civarında ve bunun 70-80 milyonunu Müslümanlar oluşturuyor. Ağa Han bu Müslümanların İsmailiye mezhebinden olanlarının reisi. İngiltere’de yaşıyor. İşi tarikat üyelerinin kendisine göndermekle mükellef oldukları paraları yemek oluyor. Uçaklar, yatlar, saraylar, çılgın partiler, İngiliz sosyeteleri falan… Müritler gönderiyor o yiyor…

Ağa Han en özet haliyle bu ve mektubunun özeti şöyle:

“Bizim hürmetle önerdiğimiz şey, Sünni dünyasının dini başkanlığının şer’i kanunlarla uyumlu, eksiksiz olarak devam etmesidir. Bizim görüşümüz, halifeliğin prestijinin herhangi bir şekilde azalması veya Türkiye’nin siyasi kurumundan bir dini faktör olarak tasfiye edilmesi İslam’ın dağılması anlamına gelecektir. Halifeliğin dünyada bir ahlaki güç olarak fiilen ortadan kaldırılması konusuna, eminiz ki ne Büyük Millet Meclisi ne de ekselansları Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ılımlı ve mutedil bir şekilde bakabilir.”

Mektubun tarihi 24 Kasım demiştik. Demek ki henüz iki hafta geçmeden kuruluyor İstanbul İstiklal Mahkemesi. Mektubu yayınlayan gazete sahipleri ve halifeliğin başka bir şehre, örnek olsun Konya’ya taşınacağını ileri süren köşe yazarları, ya da tümüyle ilga edilip hanedan mensuplarının sürgüne tabi tutulacağın, hele de bunun olması halinde bir daha “belimizi doğrultamayacağımızı, dağılıp gideceğimizi” ileri süren o günün “analistleri” İstiklal Mahkemesinin karşısına dikiliyor. Kimler yok ki; Tanin’in sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit, İkdam gazetesinin sahibi Ahmet Cevdet,Tevhid-i Efkâr sahibi Velit Ebuzziyazade ve başkaları… Başkaları dediğim on beş civarındadır.ilk üç ismin tek tek “tadat” edilmesinin nedeni en ünlü olmalarındandır.

Çok korkuyorlar. 15 Aralık’ta başlayan duruşmada Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre yargılanıyorlar. Ömürlerinden ömür gidiyor. Maksat hasıl olmuştur. 2 Ocak’ta serbest bırakılıyorlar.

Ve Mustafa Kemal…

Yargılanıp serbest bırakılan bütün gazetecileri İzmir’de Göztepe’deki kayınpederinin köşkünde yemeğe davet ediyor. Yalnız Tevhid-i Efkâr’ın sahibi ve başyazarı Velit Bey’i davetten son anda vazgeçiyor. İzmir’e kadar gelen Velit sofraya oturamadan geri dönmek zorunda kalıyor. Zira Velid bu daveti duyururken gazetesine şu manşeti atmıştır. “İzhar olunan (çok istenilen) arzu üzerine Gazi’yi ziyaret.“

Olmaz… Zira Mustafa Kemal’i gazetecilerle barışmaya ikna eden İstiklal Mahkemesi Bakanı İhsan Bey’dir. Gazi bunun üzerine onları çağırmış, onlar da gelmişlerdir. O kadar.Resmi tarihe not böyle düşülmüştür.

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:
Türk Parlamento Tarihi Cilt:1-2,3, Ankara
Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu,İletşim,İstanbul 1998
Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Part Yönetiminin Kurulması, Yurt

6 Mart 2021 Cumartesi

Boko Haram ABD tarafından mı yönlendiriliyor? - Erhan Nalçacı / SOL

Çin’in faizsiz veya düşük faizli kredileri ve yumuşak yüzüyle başa çıkamayan ABD anladığı yoldan gitmiş gözüküyor... 

Uluslararası olayları dikkatle takip eden okurlar son aylarda Ortadoğu’da ve Afrika’da cihatçı örgütlerin terör saldırılarının arttığını fark etmişlerdir. 

Bağdat’ta, Somali’de, Nijerya’da, Kamerun’da çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği saldırılar bunlar. 

IŞİD, Eş Şebab ve Boko Haram, birbirinin uzantısı olan bu örgütler, adeta ABD’nin yeni başkanlık dönemini kutladılar kanlı eylemleriyle. 

Bir köşe yazısına sığmayacak kadar kapsamlı olan bu konuya bir giriş yapacağız bugün.

Böyle konuların kesin kanıtlarına ulaşılmaz kolayca, ancak Boko Haram’ın ABD tarafından yönlendirilme olasılığını eldeki verilere dayanarak tartışacağız.

Ama önce kısaca bir kez Nijerya’ya bakalım.

Türkiye’den Afrika görüntüsü genellikle karnı şiş, aç çocuklar coğrafyası olarak klişelere dayanır. Oysa Afrika’nın her köşesi zengin ve farklı toplumsal dinamikler içeriyor.

Nijerya ilk bakışta Afrika’nın şanslı bir coğrafyasında bulunuyor. Afrika’nın batısında, Atlantik okyanusunda geniş bir kıyı şeridine sahip. Oysa koca Afrika’da denizlere uzak uluslar mağdur durumdalar. 

Ayrıca aşağıdaki harita fiziksel olmadığı için anlaşılmıyor ama Nijer nehrinin suladığı bu toprakların büyük kısmı tarıma elverişli ve hemen kuzeyinde başlayan çölden çok farklı bir iklim hâkim.

Ancak bununla da bitmiyor, Nijerya’da 1970’li yıllarda petrol ve doğalgaz bulundu. Libya’dan sonra Afrika’nın ikinci büyük petrol üreticisi haline geldi. Dünya tanımlı petrol rezervlerinin %10 kadarının Nijerya’da bulunması bu ülkeyi emperyalist dünya düzeninde stratejik bir ülke haline getirdi. Bu zenginliğe bazı değerli maden yataklarını da ilave etmeliyiz.

Batı Afrika’da Atlantik kıyısındaki Nijerya’nın konunu ve ulusal sınırları izleniyor. Nijerya Benin, Nijer, Çad ve Kamerun ile ortak sınırlara sahip. Nijerya’nın ekonomik zenginlikleri komşuları ile birlikte bu bölgeyi emperyalist rekabet açısından jeostratejik bir odak haline getirdi.




Nijerya 15. yüzyıldan itibaren Avrupalı köle tüccarlarının başlıca merkezlerinden biriydi. Bu süreçte 20 milyon kadar Nijeryalının köleleştirilerek köle pazarlarında satıldığı tahmin ediliyor. 19. yüzyılda İngiliz sömürgesi oldu,1960’ta ise bağımsızlığını kazandı. Ancak hâlâ resmi dil olarak İngilizce kullanılıyor.

Bugün 200 milyona yakın nüfusu ile Nijerya aynı zamanda uluslararası faaliyet gösteren tekeller için büyük bir pazar olanağı anlamına geliyor. Son yıllarda yavaşlasa da %7’lik bir ortalama büyüme hızıyla diğer Afrika ülkelerinden farklılaşıyor. 

Şimdi kısaca günümüz emperyalizminde bu zengin kaynak ve pazar olanakları üzerindeki rekabete bakabiliriz.

Dev sanayisinin kesintisiz sürmesi için dünya enerji ve ham madde kaynaklarına ve üretilen devasa meta yığınları için pazarlara gereksinimi olan Çin’in Nijerya ile ilişkisine çok kısaca bakalım.

Aşağıdaki ilk grafik Çin’in Afrika yatırımları içinde Nijerya’nın payını gösteriyor. Bu büyük sermaye transferinde Nijerya’nın ne kadar büyük bir pay aldığı görülüyor. Yatırımın özellikle demiryolu, liman ve serbest bölge inşasında kullanıldığı kaydediliyor. Bu, ülkenin hammaddesi ve pazarlarına ulaşmayı hedefleyen Çin için çok anlaşılır yatırım alanları. Ayrıca Çin’in diğer bütün ülkelerin Nijerya’ya yaptığı sermaye transferini geçtiğini söylemeye gerek yok.

2005-2018 yılları arasında Çin’in Afrika’ya yaptığı doğrudan sermaye yatırımının ülkelere dağılımı görülüyor.https://www.brookings.edu/blog/africa-in-focus/2018/09/06/figures-of-th… 

Aşağıdaki grafik ise Nijerya’nın ithalatında Çin’in payını diğer ülkelere göre gösteriyor. ABD’nin pazar payının Çin tarafından nasıl aşıldığı çok net olarak anlaşılıyor. 

2018’de Nijerya ithalatında Çin’in yüksek pazar payı izleniyor. https://www.proshareng.com/news/Nigeria-Economy/Nigeria%E2%80%99s-Forei…

Şimdi tekrar konumuza dönebiliriz. Çin’in faizsiz veya düşük faizli kredileri ve yumuşak yüzüyle başa çıkamayan ABD anladığı yoldan gitmiş gözüküyor. Bir bela yaratmak, bu belanın adeta reklamının yapılmasını sağlamak ve askeri/siyasi müdahalesini meşru hale getirmek. Tıpkı Suriye’de IŞİD ile yaptığı gibi.

Boko Haram örgütü 2002’de kuruldu ve Nijerya başta olmak üzere bölgede yaygınlaştı. Muhakkak bir olayın tutması sadece dışarıdan destek ile olmaz, toplumsal yapının da izin vermesi gerekir. Nijerya’nın özellikle kuzey eyaletlerindeki yoksulluğu, devletin şiddet içeren müdahalelerini ve kuzey eyaletlerinin şeriatla yönetilmesini örgüte toplumsal zemin sağlayan etkenler olarak sayabiliriz. Ancak yönlendirme başka bir şey!

Çin’e karşı geliştiren strateji 2007 yılında ABD’nin Afrika’daki tüm askeri varlığını tek merkezde toplandığı AFRICOM’un kurulmasıyla sonuçlandı. Hemen arkasından 2009 yılında Boko Haram eylemleri büyük bir şiddet dalgasına yol açtı. Karakollara saldırılar, bombalı kör eylemler… Bir siyasi amaçtan yoksun giderek artan bir şiddet dalgası Nijerya’yı sardı, 20 bin kadar insan bu süreçte katledildi, milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı.

AFRICOM Bush’un başkanlık döneminde kuruldu, ancak çalıştırılması ve sonuç alınması Biden’ın da içinde bulunduğu Obama döneminde oldu.

Büyük miktarlarda paranın ve silahın örgüte transfer edildiği, Cihatçıların eğitim aldığı kampların kurulduğu biliniyor. Bu büyük transferlerin ABD yönlendirmesi veya göz yumması olmadan yapılamayacağı söyleniyor. Boko Haram 2015’te IŞİD’e biat ettiğini açıkladı, tam da ABD’nin Suriye’yi işgal etmek için IŞİD’i bahane olarak ileri sürdüğü döneme denk geliyor.

2014’te Boko Haram Nijerya’da 280 kadar kız öğrenciyi kaçırdı. Büyük infial yaratan olay ABD’nin bölgeye askeri olarak yerleşmesinde önemli bir rol oynadı.

Çad ABD’nin sözde teröre karşı savaşında başlıca müttefiki durumunda, büyük bir ABD üssüne ev sahipliği yapıyor. Yine Nijerya’nın komşusu Nijer’de ABD’nin büyük bir İnsansız Hava Aracı üssü bulunuyor. 

Biden yönetiminin iş başı yapmasıyla Boko Haram açılış olarak birçok kanlı eylemin yanı sıra geçen ay Nijerya’da tekrar 300 kız öğrenciyi kaçırdı. Sanki bir imza gibi.

Gündemin izin verdiği kadarıyla ABD’nin Ortadoğu ve Afrika’daki cihatçı örgütlerle ilişkisinin izini sürmeye devam edeceğiz.

Erhan Nalçacı / SOL