Erdost kardeşler insanın insan tarafından sömürülmediği, kardeşliğin, barışın, eşit ve özgür bir toplumun dünyada ve Türkiye'de inşası için yaşamlarını verdiler.
Sol Yayınları'nın Marksist klasikleri yayınlamaya başlamasının hemen ardından Muzaffer ağabeyin üzerine tufan gibi yağan dava yağmurunu göğüsleyen babam Halit Çelenk’le Muzaffer ağabeyin yolları sık sık mahkemelerde ve cezaevlerinde kesişti.
Bu sadece bir sanık-savunman ilişkisi değildi. Her ikisinin de dünyayı değiştirme mücadelesindeki ortaklıklarıydı.
Ülkemizde ve dünyada süregelen bu sınıf mücadelesi çerçevesinde paylaşılan en büyük acı sanırım İlhan'ın katledilmesiydi. Evimize gelen telefonun ardından babamın Mamak'a gidişi, İlhan'ın paltosunu teslim alışı ve Muzaffer ağabeyle görüşmeleri, Rana abla ve Gül'e haberin verilmesi için Erdostların evine gidişimiz... 12 Eylül döneminde babam ve Muzaffer ağabey 142. madde sanıkları olarak DGM’de birlikteyargılandılar. Gül ile İlhan'ın evliliği, Türküler ve Alaz'ın doğumları, yaz tatilleri gibi neşeli günler de yaşanmadı değil bu karanlık dönemlerin ara sıra aydınlanan sabahlarında. Muzaffer ağabey annemi, "Burada, Marx'ın, 'Büyük toplumsal devrimler kadın mayası olmadan gerçekleşemez!' özlü sözünü anımsamamak olanaklı mı? Yani, bilinci ve bilgisiyle, sevgisi, tutkusu ve özverisiyle onu bütünleyen, tüm varlığıyla bu devrim hamurunun mayası olan, Halit Çelenk ışığına ışık olan ve bizi ışıtan Şekibe Çelenk'i, burada sevgiyle kucaklamamak olanaklı mı?" sözleriyle son yolculuğuna uğurladı. Kendisi de üç gün sonra vefat etti. Erdost ailesiyle Çelenk ailesi arasındaki bu kadim dostluğa tanıklık ettim. Duyduğum sonsuz mutluluk ve onuru aramızdan ayrılışının birinci yılında paylaşmadan yapamadım.
Menderes'in başında bulunduğu DP hükümetinin ilk yıllarında Tokat'ın Artova ilçesinde orta ve lise öğrenimini tamamlayan Muzaffer ağabey 1951'de Ankara'ya gelerek Veteriner Fakültesi'nde yüksek eğitime başlar. 1956'da mezun olacağı fakültede geçirdiği yıllar sırasında, öğrenci derneğinde anma toplantıları, şiir, öykü gecelerinin düzenlenmesi etkinliklerinde yer alır.
Edebiyata olduğu kadar “Halkçı, eşitlikçi, bağımsızlıkçı fikirlere” de büyük eğilim duymuştur kendini bildi bileli. Edebi uğraşlarının yanı sıra dünyayı ve ülkesini, olayları ve düzeni sürekli olarak sorgulayan Erdost'un dönemin DP iktidarının baskıcı uygulamalarına da karşı çıkmaması olası değildir. 1960 hareketini Ankara 'da askeri bir cezaevinde karşılar.
Bu sorgulama aşamasını şöyle anlatır Muzaffer ağabey;
"Bağımsızlıkçıydık, laiktik, ulusalcıydık, halkçıydık ama geleneksel, denebilirse kaba ya da popülist anlamlarında bu kavramları benimsiyorduk... Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası'na, yabancı sermaye yasasına, petrol yasasına karşıydık ama, bu, Ulusal Kurtuluş Savaşı geleneğimizden kaynaklanıyordu, emperyalizmi bilimsel anlamda bilmiyorduk...Sosyalizm sözcüğü kadar emperyalizm sözcüğünü, sınıf, işçi sınıfı ya da burjuva sözcüğünü, hele proletarya sözcüğünü söyleyemezdik. Bilimsel tanımlarını ve bu anlamda anlamlarını da bilmezdik...Ne üretim ilişkilerini bilirdik ne toplumların tarihsel gelişmesini..."
Çözüme ulaşabilmek için okur da okur... Aralarında Sokrates'in Descartes'ın, Sartre'ın da bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri onun "düşüncesinin gelişmesine ve özgürleşmesine katkıda bulunur" ama o kadar. İçinde devindiği dünyayı da, ülkesini de tanımaya yetmez.
Sosyalizmi Bulmak...
Arayış sosyalizmle buluşana dek sürer. Mutluluğu tarifsizdir. Şöyle anlatır o günleri:
“Seni bulmaya başladığımda 2. Gençliğimdi; 2. Gençliğinde daha bir güzelleşir insan; sanki ilk göz ağrısı”dır.“Sosyalizmle kendimi bildim, kendimi buldum, kendimi tanıdım, onunla bütünleştim, toplumsal geçmişimle, halkımla ve tüm insanlıkla. Onunla kavradım özgürlüğü. Birey oldum. Kişiliğimi buldum. Durduğum yeri bildim onunla… Hiçbir şey alamaz bendeki onu. Hiçbir şey veremez bana onun verdiğini. Onunla özgürüm, onunla özgürlük kavgacısıyım, onunla insanım, onunla onurluyum. Seviyorum sosyalizmi"
Muzaffer ağabey bu mutluluğu, bu onuru, bu özgürlüğü kendine saklamaz. Onu ülkenin tüm insanlarıyla paylaşır.
61 anayasasıyla göreli demokrasinin yaşandığı yıllara geldiğimizde kardeşi İlhan ile birlikte "daha yetkin, daha kusursuz, daha tamamlanmış bir Marksist literatür" düşüyle Kasım 1965'de Sol Yayınları’nı kurarlar. Ulus Demir İş hanının iki odasında, iki kardeş, Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao'nun eserlerini Türkiye halkına sunarlar. Vahap Erdoğdu'nun ifadesiyle, Kapital bu odalardan yayına hazırlanarak basılacak, Darwin yüz yıl sonra bu odadan Türkiye'ye tanıtılacak, Einstein elli yıl sonra bu küçük odanın penceresinden Türk toplumuna dilini uzatarak gülümseyecektir.
Temel Marksist klasiklerin - Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao'nun eserlerinin - neredeyse tümünü basma onuru SOL’undur. Kapital’i özet olarak değil, Artı Değer Teorileri de dahil olmak üzere dört cilt halinde basma onuru da SOL’un. 1971'de İlhan'ın kurduğu Onur Yayınları'nın ilk yayını, Haziran 1973'de basılan Charles Darwin'in "İnsanın Türeyişi"dir. Darwin yayını, "Seksüel Seçme" (Nisan 1977) ve "Türlerin Kökeni" ile sürer. Onur daha çok bilimsel alana eğilir.
Bu büyük çabada çevirmenlerin değerli katkısından söz etmeden geçmek olanaksızdır.
1960 sonrası dönemde diğer sol yayınevlerinin de değerli katkılarıyla, ülke bilimsel sosyalizmin ışığı ile aydınlanır aydınlanmasına ama bu aşk, ülkenin yüz akı binlerce sosyalist, komünist gibi, işkence, tutuklanma, cezaevi gerçeğini taşır Muzaffer ağabey ve Erdost ailesinin yaşamına. 12 Mart’ ta tutuklandığında bir dizi davanın sanığıdır: Yargıtay'da bekleyen beraat almış davalar dahil her birinden TCK'nun 142. maddesi uyarınca 7.5 yıl ceza almıştır ve kesinleşen toplam ceza 45 yıldır.
Ne var ki, Muzaffer ağabey daha fazlasına yazgılıdır. Sermaye sınıfı, emekçi halkın, kendini kurtaracak bilimsel çözüm ve değerlere ulaşmasını her yönteme başvurarak engelleyecek kadar bilinçli olmuştur tarih boyunca.
Metin’in betimlemesiyle “denizde güneşli çakıl taşları gibi gülen”, kardeşi İlhan’ın, yanıbaşında 12 Eylül cellatlarının elinde can vermesine tanıklık eder. İlhan’dan sonra adına İlhan'ı katar; Arif Damar haklıdır “ben Muzaffer’i kucaklarken öperken/İlhan Erdost’u da/ öpüyorum" derken. Yaşamının sonuna dek bu cinayeti her yerde, her fırsatta haykırarak yaşatır kardeşini.
Kitaplarıyla Yaşamak...
Muzaffer ağabey'in ölüme ilişkin güzel bir yorumunu okudum "2. Yeni Yazıları"nda:
"Son günlerde sık yinelenir oldu...bir insan öldüğü zaman değil, unutulduğu zaman ölür" diye. Bu, yazar söz konusu olduğunda, daha çok kitapları için geçerlidir. O zaman yazar olarak kişinin bedensel kaybı, düşünsel varlığının kaybı olarak algılanmamalı… bedensel olarak kim ölmeyecek ki!" demekte.
O halde kitaplarını ve işlediği konuları tanıtalım kısaca.
Muzaffer ağabeyin, çoğu 12 Eylül sonrasında yazılmış, 30’a yakın eseri bulunmaktadır. Bilimsel sosyalizmin klasiklerini ve tanıtıcı kitapları topluma kazandırmayı yüklenirken Marksizmin yöntemini de ülkenin güncel, can alıcı sorunlarına uygular. Ona göre, "Marksizmi mumya inceler gibi incelemek ya da Marx' ın eğrisini doğrusunu bulmak" sorunu değildir devrimcinin sorunu. O, önündeki sorunu çözmek ve geleceği kazanmak zorundadır. Bu nedenle der Erdost "Ben, çalışmalarımı, genel anlamda, okura, bilimsel sosyalizmin öğrenilmesinin olanağını sağlamaya ve ikincisi Türkiye'nin sorunlarının bilimsel sosyalist açıdan çözümlenmesine ayırdım."
Yaşamının yayıncılık dönemi bunlardan ilkini, kitaplara, yazılara, incelemelere yoğunlaştığı dönem ise ikincisini simgeler.
1965'de YÖN dergisi'nde yayınlanan, 1966'da ise kitaplaştırılan "Şemdinli Röportajı"nda kendi sözleriyle Kürt realitesini ilk kez yazan kişidir. İlerideki yıllarda “Şemdinli aşiretleri ve üretim ilişkileri” eklenir esere.
Aşiretler, kabileler, sınıf ve tabakalar, mir, üretim araçları, hukuk, üretim yöntemleri enine boyuna incelenir. Kürtlerin demokratik haklarının tanınması mücadelesini verdiğini ve bu nedenle 12 Eylül öncesi ve sonrasında yargılandığını anlatır bir röportajında. Özellikle anadili yasağı konusunda "Kürtçe ile düşüncelerin açıklanmasını ve yayınlanmasını yasaklayan" yasaların Anayasanın eşitlik ilkesine ve BM bildirgelerine aykırı olduğunu, ülke bütünlüğünü korumak gerekçesiyle anadillerini yasaklamanın yanlış olduğunu ve demokratik bir yöntem olmadığını söyleyenlerin haklı olduklarını söyler. Türk ve Kürt kardeşliği edebi bir yakıştırma değildir ona göre. Birinin baskılamasına, ötekinin isyanına karşın, güçleri ve oranları ölçüsünde birbirlerini, birlikte korumaları? belirleyici olmuştur. Ayrıca, bilgisizlik ve baskı politikaları, sorunu, içinden çıkılması zor bir karmaşa içine sokmakla kalmamış, "hemen tüm değerlerin kirlendiği, (insan hakları ve demokrasi dahil) olumlu herhangi bir şeyin açıklıkla savunulamadığı bir karmaşa ortamı" yaratılmasına da neden olmuştur.
Ulusun, dinsel ve etnik kimliklerin üstünde, bu kimliklerden nitel olarak farklı bir birim olduğunu söyler. Türk etnik topluluğunun, "geçmişten gelen ve devlet geleneğinde odaklaşan kazanımları dolayısıyla" belirleyici rol oynamış olması, ona, aynı ulus içinde yer alan diğer etnik topluluğu yani Kürtleri ezme hakkı vermez.
“Etnik ayrışma, ulusal bütünleşme, Kürtler ve ‘Kürtler'" ve “Ulus, uluslaşma, demokratikleşme” adlı eserlerinde de Kürt sorununu, etnik sorunu, ulus ve uluslaşma konularını yeniden ele alır.
Muzaffer Ağabey, Osmanlı İmparatorluğunda üretim ilişkileri ve Asya tipi üretim tarzını ve kapitalist üretime geçişi de inceler “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Mülkiyet ilişkileri” nde. 1960lardaki Beyaz ve Kırmızı Aydınlık dergileri arasında Türkiye’deki üretim ilişkilerinin başat niteliği üzerinde yürütülen yoğun polemiklerde, toprak ve tarım sorunları üzerindeki tartışmalarda önemli analiz ve saptamalarda bulunmuş; tartışmaların tarafı olmuştur. Korkut Boratav hocamız bu tartışmalarla ilgili olarak şunları söyler:
“… Muzaffer’in benim için ayrı bir önemi de vardır: 60 yılı aşkın bir yazar ve sosyal bilimci olarak önem ve değer verdiğim tek eleştiri 50 yıl önce M. Erdost’tan gelmiştir”.
12 Eylül sonrası yazdığı makalelerde ve “Toprak reformu bildirileri ve demokratikleşme oyunları”, “Asya üretim tarzı ve Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet ilişkileri”, "Pandora’nın bir başka Kutusu"nda bu konulara etraflıca değinir. “Kapitalizm ve Tarım” da bu çerçevedeki çalışmaları arasındadır.
Erdost'un diğer bir araştırma alanı faşizmdir. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde faşizmin analizi ve uygulamalar ele alınır “Faşizm ve Türkiye 1977- 80” de. “Kuşatılmış Ülke Kuşatılmış Yazılar” da, “Hiç Ölmedim Ben” de, toplatılan ve Muzaffer ağabey'in bir yıl hapisle cezalandırıldığı “Türkiye’nin Yeni Sevr’e Zorlanması Odağında 3 Sivas”ta ve “Türkiye’ye Kefen Biçenler”de Çorum, Sivas, Kahraman Maraş katliamları bir nakkaş titizliğiyle derinlemesine incelenir ve çözümlenir.
Laiklik ve Aydınlanma ise ölümüne dek hiç vazgeçmediği bir başka ilgi ve araştırma alanıdır. Laiklik ve laik düşünüş, laik eğitim, laik yaşam, yalnızca düşüncenin özgürleşmesi (ve bunun için gerekli siyasal, yönetsel ve toplumsal ortamın özgürleşmesi) değil, aynı zamanda bir toplumun, ulus ölçeğinde, özgürleşebilmesinin de gerekli koşuludur ona göre. Cumhuriyet'in bu yöndeki uygulamalarının tümünü onaylar ve bu yönde kullanılan "zor"un ise gerici "zor"a karşı, devrimci bir "zor" olduğunu savlar. Bireyin özgürleşmesi, aklın kölelikten kurtulması anlamına elen bu sürecin, 1950ler sonrasında egemen sınıfın temel siyasal tercihi sonunda NATO’ya girişle birlikte, bir çok geri adımın yanısıra, dinin de siyasallaştırılmasıyla geri döndürülmeye başlandığını, Türkiye insanının "dinsel kurumlara bağlı ve bağımlı bir bireye" dönüşerek yeniden köleleşmeye başladığını ileri sürer. "Türkiye'nin Kararan Fotoğrafları" nda ve başka bir çok yerde bu görüşler yinelenir.
“Emeklemekte olan ulusal kültürün, yerel kültürler ile, evrensel kültür potasında birbiriyle kaynaştığı kültür evleri” olan Halkevlerinin ve "yerel ve yöresel deneyimlerin bir ürünü" olan Köy Enstitülerinin kapanma süreci başlar ve Sünni İslamın öğretildiği yerler olan İmam Hatip Liseleri bunların yerini alır. Halkevlerinin mallarına el konulur, kütüphaneler kapatılır, doğan boşluk ise tarikatlarla doldurulur. Her köye bir okul değil, her köye bir cami ve bir imam sloganı ile bugünlerin taşları döşenir. Dönemin cumhurbaşkanı, Denizlerin idam kararını onaylayan Cevdet Sunay’ın şu sözleri (1977) İmam Hatip Liselerinin amacını ortaya koyar:
“Bugünkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullarda yetişen gençlere devlet idaresi teslim edilemez. 10 yıl sonra bunlar işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip okullarını "bir alternatif" olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz."
Muzaffer ağabey'in bu aktarımı, 1970'lerden, 80'lerden bu yana -günümüz de dahil olmak üzere- gençliğe, devrimcilere, sosyalistlere ve hatta demokratlara layık görülen baskıların, işkencelerin, hapishanelerin, katliamların, idamların da açıklamasıdır.
Aydınlanma Laiklik düşüncesinin Marksizm ile örtüştüğünü düşünür. Ne ki, aydınlanma olgusunun sınıf ötesi olarak ele alınmasını kınar.
Türkiye gibi bir ülkede Aydınlanmanın önem kazanmasının doğal olduğunu; aydınlanmanın aklı ve bilimi, maddeci eğitimi öne çıkardığı ölçüde devrimci bir işleve sahip olduğunu ama bu sürecin emekçi sınıf ve katmanların sınıf mücadeleleri yerine konan bir devrim olarak algılanmasının yanlış olduğunu vurgular.
Cumhuriyet'in gelişme sürecini ele aldığı “Küreselleşme ve Osmanlı Millet Modeli Takasında Türkiye”, “Hapishaneye Üniversite, Üniversiteye Cami”, “Yabancılara Toprak Satışı”,” Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye”de de bu konuları ayrıntılı olarak inceler. Bu bağlamdaki yapıtlar arasında, “Kanı Kanla Yıkamak”,”12 Eylül Turkaları”, “12 Eylülün İki Yüzü”, “Kan ile Kardeş”, “Azınlıklar Sorunu”, “Türkiye 2009” da sayılabilir. İnsan Hakları konularının da ele alındığı bu son kitapta, Lozan'a değin süren kapitülasyonların, farklı koşullarla da olsa, Özal dönemindeki satışlarla ve günümüzde AKP'nin AYM kararlarını aşarak onay verdiği toprak satışlarıyla sürmesi sürecini ayrıntılı olarak anlatır.
Öykücü, ozan ve de ressam...
Yetenekleri birçok alana yayılan Muzaffer ağabey bir şair, öykücü ve ressamdır aynı zamanda.
Genç yaştan itibaren yazıları, şiir ve öyküleri dergilerde yayınlanmaya başlar. Şiir yazmaya lise yıllarında başlar. Bu şiirlerden bazıları Sivas'ta günlük Ülke gazetesinde yayınlanır. O dönemde yazdığı bu şiirler, kendi anlatımıyla "İlhan'ın yokluğunda, evde, giren çıkanların elinde" kaybolur. Başka yerlerde yayınlananları ise "Havada Yanan Güvercin" de toplar. "Biraz biçilerek, biraz rendelenerek, törpülenerek" kitaba dahil edilen "Yağmur yağdığı saatler" ve "Elena" adlı şiirler ise kartpostallarda, şiir sergilerinde alıntılanır ve sık sık radyoda okunur. Fakültede ve daha sonraki yıllarda ise yazılar ağırlıklı olarak şiirin yerini alır. Şiir Muzaffer ağabey'in yaşamına cezaevinde girerse de İlhan'ın yitimiyle yinelenir. "Havada Kalan Güvercin" "Havada Yanan Güvercin"e dönüşmüştür.
Ona göre,
"Bir ozan bir insandır... İnsan kendisi kadardır yani hem büyüktür hem küçük... küçüktür, tarihin bir parçasıdır çünkü. İnsanlığın bir parçasıdır çünkü. Çünkü toplumun bir parçasıdır. Ama kendisi kadardır, onun için de büyüktür. İnsan kendisidir, kendisiyle çevrilidir, zihinsel dünyasındaki o kadar geniştir, o kadar çeşitlidir, ancak o kadar derinleşir..."
Üç Şair'de, "şiirimizdeki gizli ırmak" olarak nitelediği ve en çok etkilendiği Nazım Hikmet, 1959'da Ulus'taki odasına "ben Ahmet Arif, kurban" diyerek giren, "Mavzerine şiir doldurur" adlı yazının öznesi Ahmet Arif ve fakülte yıllarında arkadaş olduğu Cemal Süreyya'nın şiirlerini değerlendirir. İkinci Yeni kitabında ise bazı edebiyat dergilerindeki söyleşileri ve 1940lardaki ekin dönemini işlediği yazıları buluruz.
"Karanlık Kırmızı Güneş" te öykücü Erdost çıkar karşımıza. "Adam için Türevler" de ise eskizler çizen bir Erdost vardır.
Erdost öykücülük serüvenini üç döneme ayırır. İlk dönem, Veteriner Fakültesi'ndeki yıllarında "not tutar gibi" yazdıklarından oluşur. İkinci dönem ise Ulus'ta gündüz mesaisinin bitiminde "rotatifler dönmeye başlayınca" gece eline kalemi alıp kağıda döktükleridir. Üçüncü dönem öyküleri ise 80'lerden sonrasına denk düşer. Yaşadıklarını yazar Erdost. Şiir gibidir öyküler.
Ressamlığın başlaması her ne kadar lise yıllarına dayansa da İlhan'ın öldürülüşüyle zirve yapar. Erdost bu uğraşı Fevziye Özberk'e şöyle anlatır :
"Goya'nın hayatı ile ilgili bir TV programı vardı. Fransızlar işgal etmiş İspanya'yı.Cumhuriyetçilere yönelik bir katliam yaşanıyor. Goya kurşuna dizilecekler arasında oğlunu arıyor. Sonra 'Kurşuna Dizilenler' tablosunu yapıyor. Oğlunu o resimle yaşatıyor. Ben de İlhan'ın öldürülüşünün resmini yaptım... İlk sergimin 30'a yakın resmi de İlhan'ın öldürülüşüyle ilgiliydi…"
Bitirirken...
Muzaffer İ. Erdost'un İlhan Erdost için yazdığı onlarca şiirden birisinden bir bölümle bitirelim yazıyı.
"Kardeşim benim
Günlerin kuytularında açan
Hasret çiçeği
uykularımda açan
Unutma beni.
Ezgin yüreğimde açan ateş
...
Gün olur da
Dağılırsa bulutlar
Açarsa mavi çiçeğini gökyüzü
Yeni baskısını hazırlarız
Kapital'in
Yeni kitabını zorun ve zulmün
Emeğin ve özgürlüğün
Çağıldayan sesini
Dökeriz yeniden kurşuna"...
Erdost kardeşler insanın insan tarafından sömürülmediği, kardeşliğin, barışın, eşit ve özgür bir toplumun dünyada ve Türkiye'de inşası için yaşamlarını verdiler. Türkiye devrimci hareketi, katkılarını, özverilerini, bilimsel sosyalizme, emeğin özgürleşme mücadelesine yaptıkları hizmeti unutmayacaktır.
Bu son sömürü düzenince emekçilere uygulanan "Zorun ve zulmün" çözümlendiği o baş yapıtın, Kapital'in yeni baskısını yapmak, "emeğin çağıldayan sesini yeniden kurşuna dökmek" görevi artık Suları'ya, Türküler'e ve Alaz'a ve elbette Türkiye devrimci gençliğine düşüyor.
Türkiye sosyalizm tarihinde, kendi heykelini yapanlar arasında yer alan bu değerli düşünüre saygıyla.
Serpil Güvenç / SOL
* Bu yazı 25 Şubat 2021de TİHAK ve YAYED’in düzenledikleri anma toplantısında yapılan konuşmanın genişletilmiş halidir