Halifelik denilen gerici kurum 3 Mart 1924 tarihinde kaldırılıyor. Meclis’te yapılan uzun ve gerilimli tartışmalar başka bir yazının konusu olsun. Bu yazıda halifelik kaldırılmadan önce, henüz bunun işaretleri yenice ortaya çıkarken basında yapılan tartışmalardan bir bölüm anlatılacaktır.
“İslam’ın mukaddesatına ve İslamiyet’e karşı şeytandan ve İngiliz Başbakanı Llyod George’dan daha büyük fenalıklar eden padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin bütün İslam dünyası tarafından besmele ile taşlanmasını teklif ediyorum.”
Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü Bey’in 30 Ekim 1922 günü meclis bakanlığına verdiği önerge bundan ibarettir. Önerge ile besmele eşliğinde taşlanması istenilen üçlünün, Mekke’de Mira bölgesinde var olduğu düşünülen ve taşlanması Hac ibadetinin vazgeçilmez bir cüzü kabul edilen üç adet farklı cesametteki şeytana gönderme yapıldığı açıktır.
Türk Parlamento Tarihi adını taşıyan kitabın üçüncü cildi, Birinci Meclisin üyelerinin fotoğraflı tanıtımlarına ayrılmış. Hacı Şükrü Bey Kalpaklılardan… Sola hafif yatık kalpağı, Enver’i bıyıklarıyla tam bir İttihatçı ve anladığım kadarıyla da “hafif iştarikiyyun.”
Bana sorulacak olursa, fikrimce, bu önergede reddi gerektirecek bir unsur yok ama her nedense Meclis bu önergeyi görüşerek ret kararı vermiştir. Padişah taşlamaya gönül indirmeyen Meclis’in, iki gün sonra bu defa padişahlığın üstünü çizerek onu büsbütün tarihe havale ettiği görülecektir. Taşlanmak korkusunu aklından çıkaramayan padişahın “gaybubeti eylediği” haberini veren telgraf, on beş gün sonra Meclis’te okunduğunda, bu kaçtığı anlamına gelmektedir, ihtimaldir ki en çok hayıflanan Hacı Şükrü Bey olmuştur!
Büyük Millet Meclisi 18 Kasım 1922’de acil toplanarak memleketin imam ihtiyacını karşılamak üzere Abdülaziz oğlu Abdülmecit Efendi’yi halife tayin etmiştir. Abdülmecit’in Meclis tarafından atanan dolgun maaşlı bir memur olduğu açıktır ama o bunu yanlış anlamış olmalı ki önce saltanat koltuğuna oturmakta ısrar etmiş, eh, peki falan demeye kalmadan Kılıç Alayı yapılsın, yanı sıra elim öpülsün ve Eyüp Sultan’da hayır duam istensin diyerek naz eylemiştir. Ankara, olup bitenleri her nedense hafif müstehzi izleyip , notlarını alırken Abdülmecit Efendi handiyse bütün meclisi güldüren bir tuhaflık daha sergilemiş, “biat” töreni sırasında çok eskide kalmış büyük dedelerinden Fatih Mehmet’in urbalarını gireceğim diye tutturmuştur.Mustafa Kemal Paşa tüm bunları kayıt altına alıp “altın vuruş” için hazırlanırken Kasım 1923’ten itibaren Ankara ve İstanbul gazeteleri halifelik üzerinden birbirlerine savaş açmışlardır.
Faruk Alpkaya Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu adını taşıyan kitabında İstanbul ve Ankara gazetelerinin savaşımını günü gününe takip eder ve bize aktarımlarda bulunur. Buna göre, Yunus Nadi Bey 4 Kasım 1923 tarihli Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yazmış olduğu başyazıda Cumhuriyet’in ilanını erken bulan dönemin başbakanı Rauf Bey’e (Orbay) “zehirli” bir soru yöneltir.
Soru, Rauf Bey’in Cumhuriyet’i beğenip beğenmediğine dairdir. Cevabın lafı dolandırmadan “vuzuh,sarahat ve katiyet” taşıması gerektiğini, böyle olmaması halinde davranışının “merdane olmayacağını” satır aralarına sıkıştıran Yunus Nadi, ardından “Hanedan üyelerinin Türkiye’nin en alçak insanları” olduğunu ileri sürer. Bu, kuşkusuz ki halifelik makamına açıktan yapılan cüretkâr bir meydan okumadır. Burada sözü edilen “alçak”lardan biri de doğrudan olmasa bile, İmzasını “Rabbülalemin Resulü,” (Alemin rabbinin elçisi) olarak atan Abdülmecit’tir. İstanbul basını ayağa kalkar.Hüseyin Cahit Yalçın dili kıvrak, üslûbu “ısırgan” tecrübeli bir gazetecidir. 6 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde yazdığı başyazıda Yunus Nadi’yi hem üslûp hem de içerik açısından şiddetli bir eleştiriye tabi tutar. Onu “hanedan-ı hilafete saygıya” davet ederken bir “sinir uzmanına” gitmesini de salık verir. Hüseyin Cahit, bu sayede onun tıp alanına seyrek rastlanabilecek bir “vaka” olarak hizmet etmiş olacağını yazarken sözlerini şöyle bitirir:
“… Fakat unutmamalı ki hanedan-ı Osmani bugün elan hanedan-ı hilafettir. Bugün bütün Müslümanların halifesi Osman hanedanına mensup olduğu gibi yarınki Halife de Yeni Gün’ün Türkiye’nin en alçak insanları ilan addettiği bu eşhas(kişiler) arasından intihab (seçim) olunacaktır.”
Hüseyin Cahit, ne kadar yazık, kısa bir süre önce ilan edilen Cumhuriyet’in manasını anlayamamış görünüyor. Saltanatın yıkıldığını, halifenin Meclis tarafından atanan bir din görevlisi olduğunu, onun iktidar ortağı gibi davranmasının Ankara tarafından kabul edilmesinin söz konusu olamayacağını göremiyor.
Tartışmalar sürüp giderken Meclis’te Rauf Orbay’ın halifeyi ziyareti gündeme geliyor. Daha doğrusu İsmet Paşa ne yapıp ne edip tartışmayı bu noktaya çekiyor. İsmet Paşa’nın söyledikleri var.
Açık olmanın ne sakıncası olabilir, Paşa’nın söyledikleri bana göre paha biçilmez değerdedir. Mustafa Kemal Paşa’nın hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılarak saltanatın ilga edilmesi tartışmalarında sarıklılara hitabı vardı,hatırladınız, hani, ne demişti, “… Ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Bu sözler ezberime aldığım nadir Mustafa Kemal değişlerindendir. Pek jakobendir… Bu bahsi uzatmak istemem, her neyse, şimdi kürsüdeki İsmet Paşa’dır. Söyledikleri uzunca, buraya alamayacağım. Ancak kürsüden inerken kurduğu son cümleler aklımda ve şöyle:
“Tarihin herhangi bir devrinde bir Halife zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse o kafayı behemehal kopacağız!”
Tam o günlerde Anadolu Ajansına düşen bir magazin haberi Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin hışmına uğrar. Habere göre hanedan üyelerinden Yusuf İzzettin Efendi merhumun kızı Şükriye Sultan ile Süleyman Efendizade Şerafettin Efendi evlenmiştir. Yeni Gün buna haber değeri atfedilmesine kızar ve hanedana ayrıcalık olarak değerlendirip Anadolu Ajansını kınar:
“Ajans nezdinde evlilik haberleri ehemmiyeti haiz şeyler ise İstanbul’da günde yüzlerce nikah merasimi yapıldığı unutulmamalıdır. Bizim nazarımızda Şerafettin Efendi ile Şükriye Sultan’ın nikah havadisi ne ise Hüseyin Ağa ile Fatma Kadın’ın nikah havadisi odur.” Ankara, bu değerlendirme ile hanedan ailesini halkla eşitleyerek İstanbul basınını bir kez daha ayağa kaldırıyor.
Esas kıyameti kopartan Ağa Han’ın mektubu oluyor. Mektup, muhatabı olan Başbakan İsmet Paşa’nın eline henüz geçmeden önce İstanbul basınında yayımlanıyor. Bu da mektubun kopyalarının “malum” basına daha önce gönderildiği anlamına geliyor elbet. İsmet Paşa’nın öfkesini tahmin edebiliyoruz. Mektubun tarihi 24 Kasım 1923 ve özet olarak şöyle ama birkaç cümleyle Ağa Han’ı tanıtmak isterim. O tarihlerde Hindistan’ın nüfusu 200 milyon civarında ve bunun 70-80 milyonunu Müslümanlar oluşturuyor. Ağa Han bu Müslümanların İsmailiye mezhebinden olanlarının reisi. İngiltere’de yaşıyor. İşi tarikat üyelerinin kendisine göndermekle mükellef oldukları paraları yemek oluyor. Uçaklar, yatlar, saraylar, çılgın partiler, İngiliz sosyeteleri falan… Müritler gönderiyor o yiyor…Ağa Han en özet haliyle bu ve mektubunun özeti şöyle:
“Bizim hürmetle önerdiğimiz şey, Sünni dünyasının dini başkanlığının şer’i kanunlarla uyumlu, eksiksiz olarak devam etmesidir. Bizim görüşümüz, halifeliğin prestijinin herhangi bir şekilde azalması veya Türkiye’nin siyasi kurumundan bir dini faktör olarak tasfiye edilmesi İslam’ın dağılması anlamına gelecektir. Halifeliğin dünyada bir ahlaki güç olarak fiilen ortadan kaldırılması konusuna, eminiz ki ne Büyük Millet Meclisi ne de ekselansları Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ılımlı ve mutedil bir şekilde bakabilir.”
Mektubun tarihi 24 Kasım demiştik. Demek ki henüz iki hafta geçmeden kuruluyor İstanbul İstiklal Mahkemesi. Mektubu yayınlayan gazete sahipleri ve halifeliğin başka bir şehre, örnek olsun Konya’ya taşınacağını ileri süren köşe yazarları, ya da tümüyle ilga edilip hanedan mensuplarının sürgüne tabi tutulacağın, hele de bunun olması halinde bir daha “belimizi doğrultamayacağımızı, dağılıp gideceğimizi” ileri süren o günün “analistleri” İstiklal Mahkemesinin karşısına dikiliyor. Kimler yok ki; Tanin’in sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit, İkdam gazetesinin sahibi Ahmet Cevdet,Tevhid-i Efkâr sahibi Velit Ebuzziyazade ve başkaları… Başkaları dediğim on beş civarındadır.ilk üç ismin tek tek “tadat” edilmesinin nedeni en ünlü olmalarındandır.
Çok korkuyorlar. 15 Aralık’ta başlayan duruşmada Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre yargılanıyorlar. Ömürlerinden ömür gidiyor. Maksat hasıl olmuştur. 2 Ocak’ta serbest bırakılıyorlar.
Ve Mustafa Kemal…
Yargılanıp serbest bırakılan bütün gazetecileri İzmir’de Göztepe’deki kayınpederinin köşkünde yemeğe davet ediyor. Yalnız Tevhid-i Efkâr’ın sahibi ve başyazarı Velit Bey’i davetten son anda vazgeçiyor. İzmir’e kadar gelen Velit sofraya oturamadan geri dönmek zorunda kalıyor. Zira Velid bu daveti duyururken gazetesine şu manşeti atmıştır. “İzhar olunan (çok istenilen) arzu üzerine Gazi’yi ziyaret.“
Olmaz… Zira Mustafa Kemal’i gazetecilerle barışmaya ikna eden İstiklal Mahkemesi Bakanı İhsan Bey’dir. Gazi bunun üzerine onları çağırmış, onlar da gelmişlerdir. O kadar.Resmi tarihe not böyle düşülmüştür.Mehmet Bozkurt / SOL
Kaynaklar:
Türk Parlamento Tarihi Cilt:1-2,3, Ankara
Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu,İletşim,İstanbul 1998
Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Part Yönetiminin Kurulması, Yurt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder