11 Mart 2021 Perşembe

Nükleeri iklim sosuyla satmak - Özgür Gürbüz / BİRGÜN

 Türkiye’ye nükleer santral pazarlama çabalarının ilk evresinde “sudan ucuz” sloganı öne

 çıkmıştı. Nükleer enerjinin hidroelektrik santrallardan bile daha ucuza elektrik ürettiği iddia

 ediliyordu. Nükleer karşıtları ise hem sosyal maliyetlerin hesaba katılmadığını hem de yapılan

 hesabın doğru olmadığını söyleyerek bu iddianın asılsız olduğunu vurguluyordu.

Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen nükleer santrala verilen alım garantisiyle bu tartışma son buldu. 

AKP hükümeti, nükleerden üretilen elektriğin kilovatsaatine 12,35 dolar sent alım garantisi verirken, rüzgâr ve güneşin ürettiği aynı elektriğe 4,16 sent alım garantisi vererek “hangisi pahalı” sorusunun yanıtını bizzat verdi. “Bizi neden 3 kat pahalı ve tehlikeli nükleer santral kaynaklı elektriğe ve Rusya’ya mâhkum ediyorsunuz” sorusuna ise yanıt veremiyor.

Nükleer enerjiyi ucuz diye satamayanlar şimdi iklim krizi simidine sarılıyor. Nükleer santralları, iklimi değiştiren seragazlarını çıkarmayan, yani “karbonsuz” diye pazarlama derdindeler. Ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde küresel seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Paris İklim Anlaşması’nın 2 derece hedefi için de gereken bundan çok farklı değil. Yani hızla kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmemiz gerekiyor.

Nükleer lobi bu durumu kullanarak Batı’da kaybettiği pazarları kazanmak, Doğu’da ise karbonsuz seçenek için ayrılan bütçeleri kendi kasasına yönlendirmek için var gücüyle çalışıyor. Soru şu. Bir an için nükleerin kaza ve atık sorununun olmadığını, maliyetinin de makul olduğunu varsayalım; bu durumda bile nükleer iklim krizini durdurmada bir seçenek olabilir mi?

Karşılaştırmaya başlamadan önce nükleerin karbonsuz olmadığının altını çizelim. Nükleer santrallar elektrik üretirken seragazı emisyonu çıkarmaz ancak yapım sürecinde büyük miktarlarda çimento ve demir kullanılır. Uranyum zenginleştirme ve yakıt üretimi gibi aşamalarda da çimento ve demir üretiminde olduğu gibi ciddi miktarda enerji tüketilir. Yapım süreci, tonlarca seragazı emisyonunun çıkmasına neden olur. Kömür santralına göre daha az olsa da bu onu krizi çözen kaynak yapmaz çünkü iklimi koruma yarışı kömürle nükleer arasında değil. Nükleeri rüzgâr ve güneş gibi kaynaklarla kıyaslamak, bunu yaparken de hepsinin beşikten mezara (yapımdan söküme) çıkardıkları seragazı emisyonlarını hesaba katmak gerek. Katınca iş değişiyor.

2008 yılında yayınlanan bir çalışmada[1] üretilen her kilovatsaat için nükleer santrallardan 66 gram karbondioksit eşdeğeri seragazı emisyonu çıktığı görülüyor. Aynı elektriği rüzgârdan üretirseniz sadece 9-10 gram seragazı emisyonu çıkıyor. Derdiniz sadece iklim krizini durdurmaksa, rüzgârı tercih etmenizin nükleere oranla şansınızı 6 kat artıracağını söyleyebiliriz. Emisyon açısından nükleere gelinceye kadar daha birçok seçenek olduğunu da belirtelim. Bir kilovatsaat elektriği üretirken, çeşitlerine göre hidroelektrikte 10-13, biyogazda 11, güneşte 13-32, biyokütlede 14-41 gram arası seragazı emisyonu ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi tek kıstasın iklim olduğu bir durumda bile nükleere sıra gelmiyor. Nükleer enerjinin kilovatsaat başına yol açtığı seragazı emisyonunun 100 gramdan fazla olduğunu gösteren başka çalışmalar olduğunu da belirteyim.

Bahsettiğimi çalışmada olmasa da en iyi seçeneğin enerji verimliliği/tasarrufu olduğunun altını çizmeliyim. Seragazı emisyonlarını azaltmanın en ucuz ve hızlı yolu olduğu gibi onlarca kişiye de istihdam sağlayabilir. Elektrik üretiminde ortaya çıkan ısıyı da değerlendiren bazı gaz ve biyoyakıtlı kojenarasyon santralların bile nükleerden daha az seragazına yol açtığını da vurgulayalım. Baz yük santral isteniyorsa çözüm yine nükleer değil.

MEVCUT NÜKLEER FİLO YAŞLI

Nükleer enerjinin iklim krizini çözemeyeceğini ispatlamanın basit bir yolu daha var. Yazımın başında da belirttiğim gibi iklim krizini durdurmak için fazla zamanımız yok. Nükleer santral yapmak ise oldukça uzun sürüyor. 1000 MW büyüklüğünde bir reaktörü inşa etmek en iyi ihtimalle beş yıl sürüyor. Ortalama süre ise 7 yıl civarında. Şu anda Fransa’da 14, Finlandiya’da 16, Ukrayna’da 35 yıldır yapımı süren reaktörler var. Dünyada herkes onlarca nükleer reaktör yapmaya başlasa bile bunları finanse edecek para, malzeme ve zamanında bitirecek süre yok. Nükleerden daha az karbon emisyonuna sahip seçenekler ise birkaç aydan 1-2 yıla kadar uzanan sürelerde yapılabiliyor.

SANTRALLARIN ÇOĞU YAKINDA KAPANACAK

Mevcut nükleer filonun emeklilik arifesinde olması da başka bir sorun. Mevcut reaktörlerin ortalama yaşı 30. Birçoğu önümüzdeki 10-15 yıl içinde kapanacak. Nükleer seferberlik ilan edilse bile sonuç eskimiş filonun yenilenmesinin ötesine geçmeyecek. Nükleer endüstri bunu bilmiyor mu? Biliyor elbette. Onların derdi de aslında eskiyen reaktörleri yenilemek. İklim sosuyla süsledikleri bu acı lokmayı yutmamızı, böylece zor durumdaki nükleer endüstriyi bir süre daha ayakta tutmayı umuyorlar.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

[1] Benjamin K. Sovacool, Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey.

Çizginin ustası Turhan Selçuk'u özlemle anıyoruz - CUMHURİYET


 

Kimse alınmasın ama Turhan Selçuk gibi gerek çizgileri, gerek içerikleriyle, gerek günlük karikatürleri, gerek kitapları, sergileri, katıldığı çalışmalar, aldığı ödüllerle onu aşmış karikatürist yok sanki yaşayan... Turhan Selçuk’u, grafik mizah tarzına varışı, yalın çizgilerine yüklediği zengin içeriği ile bugün hâlâ güncel ve yaşayan yapan, onun yeteneği ve savunduğu değerler. Gerçi karikatürist hemen her zaman vicdan ve yürek taşımıştır ama Turhan Selçuk’un göbekli politikacısı ve kemiği çıkmış yoksulu kadar adaletsizliği ve yozlaşmayı en çarpıcı hangi görsel anlatmıştır ki? Güzel insandı. Fani bedeni yok ama eserleri, fikirleri kitaplarda yaşıyor. Amacımız sevenleriyle buluşturmak, gençlere tanıtmak, Turhan Selçuk kimdi diye sormalarına gerek kalmadan yaşatmak! Işıklar saçmıştı, ışıklar içinde uyusun.

ANILARDAN

Ruhan Selçuk yazdı...

Turhan Selçuk’un özel seçkilerden oluşan “İnsan Hakları” konulu sergisi tüm Avrupa ülkelerinde dolaştı... 

Dönemin Dışişleri Bakanlığı kanalıyla organize edilen sergilerin herbirinin açılışına mümkün olduğunca katılıyorduk.  Almanya’nın Nürnberg şehrindeki sergi açılışında Abdülcanbaz hayranı,  lokanta sahibi bir Türk vatandaşımız bizi lokantasında ağırlamak üzere randevu istedi. Konsolosluk yetkilileri eşliğinde davete katıldık. Lokantanın neon lambasında Abdülcanbaz’ın portresi ve mekânın sahibi bizi karşıladı. Cam vitrininde ise Abdülcanbaz heykeli ve dergileri... İç kısımda masalarda, duvarlarda yine Abdülcanbaz desenlerinden oluşan örnekler konumlandırılmıştı... Dahası bayanların lavabo kapısında Ramona, beylerinkinde Fayrabi gibi Abdülcanbaz kahramanlarının figürleri vardı.. Lokantanın sahibi tüm grubu gece boyunca çok güzel ağırladı ve yemeğin sonunda mahcup bir şekilde masaya gelerek “Turhan Bey, efendim bir gün sizi burada görmek benim hayalimdi, ne kadar mutlu olduğumu anlatamam... Ben tüm bu desenleri uygulamadan önce sizden izin almak için çok uğraştım ancak bir türlü irtibat kuramadım. Bunları sizden izinsiz kullandığım için beni affeder misiniz” dedi... Turhan bu içtenlik karşısında çok duygulanmıştı... “Rica ederim, verdim izni şimdi, lütfen rahatsız hissetmeyin, ayrıca burada olmak beni de çok mutlu etti” diye yanıtladı...

Bu kez başka bir şehirde, “Bamberg” sergisinin açılışındayız. Sergiyi gezen aynı şehirdeki bir Alman profesör bizi mensubu olduğu üniversitesine davet etti. Önce üniversiteyi gezdirdi ve üniversite hakkında devamlı  bilgiler veriyordu. Alman profesör tüm bunları çok güzel konuştuğu Türkçesiyle anlatıyordu.Turhan, bir ara “Sayın profesör öyle güzel Türkçe konuşuyorsunuz ki bu kadar güzel Türkçeyi nerede öğrendiniz” diye sordu. Profesör bu soruya yanıt vermedi ve bizi odasına götürdü. Masasının çekmecelerinden ve dolaplardan çıkardığı Abdülcanbaz dergilerini masanın üzerine yaydı...  

“Turhan Bey, işte biraz önceki sorunuzun yanıtı, Türkçeyi bunlardan öğrendim efendim, eksiğiniz varsa alabilirsiniz” dedi. Bu Turhan’ın çok hoşuna gitmişti...

BABAM TURHAN SELÇUK 

Aslı Selçuk yazdı...

Babam Turhan Selçuk evde çalışırdı. Ben onu ilk adımlarımı attığım yıllardan başlayarak merakla izledim. Çalışkan, disiplinli, dikkatli, titizdi. O tüm yaşamında her yaptığına, her davranışına, her söylediğine aynı özeni, titizliği gösterdi. 

Sabah ilk işi tüm günlük gazeteleri inceleyerek önemli iç ve dış olaylarla ilgili notlar almaktı. Sonra çalışma masasının başına geçerek günlük karikatürünü çizmeye girişirdi. Evin içindeki sesler ve hareketler ona asla ulaşamazdı. Çalışma, yaratım yoğunluğu gerçekten şaşırtıcıydı. Bu yalın, yoğun ortamda evrensel karikatürlerini yaratıyordu. Çizerken apayrı bir boyuttaydı. 

Aynı konuyla ilgili bir-iki-üç bazen de daha fazla karikatür çizerdi. Bitirdikten sonra da beni yanına çağırıp bunlardan hangisi iyi sence derdi. Ben de kendime göre bir seçim yapıp “Bu bence çok daha iyi pederim” derdim. 

Öğleüstü bu kutsal seremoni bitmiş olurdu. Babam karikatürü rulo yapıp beyaz kâğıtla iyice sardıktan sonra karikatürü gazetenin Cağaloğlu’ndaki binasına götürmek benim görevimdi, bunu gururla yapardım.

Bu yaratıcı çalışkanlık onun dünyanın değişik yerlerindeki (İtalya, Fransa, İspanya, Almanya, İsviçre, Rusya, ABD vb.) başlıca yayınlarda yolunu hazırladı. Çocukluğumundan başlayarak büyüme yıllarımın babamın yanında geçmesi benim çok mutlu olmama, ondan çok şey öğrenmeme neden oldu. 

Bugünlerde onunla ilgili yaptığım çalışmaları aynı yoğunlukla ve aynı dikkatle sürdürüyorum. Babam benim kahramanım, Abdülcanbazım, ben de onun sevgili Canbaziye’siyim. O hep benim yanımda.

Ve yapıtlarıyla, düşünceleriyle, ödünsüz tavrıyla yaşamayı sürdürüyor. 

(CUMHURİYET)

10 Mart 2021 Çarşamba

Sermayenin Saray kolu - Kadir Sev / SOL

 Son iki yazımda, sermayenin Saraydaki iki kolu olan YOİKK ile Yatırım Ofisini değerlendirmeye çalışmıştım. Bu yazıda Finans Ofisine kısaca göz atalım.

Cumhurbaşkanlığı örgüt yapısı içinde kurulan, Yatırım; Finans, Maliyet ve Dönüşüm; İnsan Kaynakları ve Dijital Dönüşüm adlarındaki dört Ofis, Sermayenin Saraydaki dört kolu olarak işlev görüyor. 

Bunlara bir de Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulunu (YOİKK) ekleyelim.

Kuruluş amaçları, görev alanlarıyla ilgili konularda mevzuat önerileri geliştirmek olan bu kuruluşlara yurt içinde ve dışında şubeler açmak; organizasyonlar düzenlemek, katılmak; kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları arasında eşgüdüm sağlamak gibi yetkiler tanınıyor. Ayrıca Uluslararası organizasyonlarda Ülkeyi temsil ediyorlar.

Kamu tüzel kişisi sayılıyorlar ama kamu kuruluşlarının uymakla yükümlü oldukları kurallar onlara işlemiyor; özel hukuk kurallarınca yönetiliyorlar. Özel bütçeli sayılıyorlar ama gelirleri Cumhurbaşkanlığı bütçesinden aktarılan ödeneklerden oluşuyor; idari ve mali özerklikleri var ama Cumhurbaşkanının sözünün dışına çıkamıyorlar.

İhale Yasalarına uymaları gerekmiyor; gereksinmelerini, yerli ve yabancı şirketlerle ikili görüşmelerle ya da pazarlık yaparak karşılıyorlar.

Ofislerin kadro sayıları Cumhurbaşkanı Kararlarıyla belirleniyor. Dahası kimlerin atanacağına ve ne tutarda ücret verileceğine bile Cumhurbaşkanı karar veriyor. Sınav falan yok. Sözleşmeli çalıştırılıyorlar. Ataması yapılan kişi memur ise bu statüsünden vazgeçmesi gerekiyor. Yerli ve yabancı uzman/danışman görevlendirebiliyorlar.

Ofisleri kimin denetleyeceği belirsiz. Aslına bakarsanız bunun hiç önemi yok; Özel hukuk kurallarınca yönetiliyorlar. Harcama/yatırım tercihlerinin denetlenmesi Anayasayla yasaklandı. İhale; Devlet Memurları; Harcırah; Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasalarından bağışık tutuldukları için yasalara uygunluk denetimi de yapılamıyor. Çalışanlara verilen ücretler bile gizli tutuluyor.

Sayıştay, Yatırım Ofisini, -Türkiye Yatırım, Destek ve Tanıtım Ajansı olduğu dönemden kalma alışkanlıkla olsa gerek- denetlemeyi sürdürüyor. Ofis bütçe bile hazırlamamış. Sayıştay 2017-2018 yılı raporlarında bu konu eleştiriliyor. Ofis yöneticileri de özetle; “merkezi bütçeden aktarılan parayı harcıyoruz, genel bütçeyi denetleyen de sizsiniz; neden ayrıca bütçe vermemizi istiyorsunuz?” gibi bir gerekçeyle kendilerini savunmuş. Sayıştay’ın 2019 yılı Raporunda bütçe eleştirisi yok. Ofisler bütçelerini hazırlayıp verdiler mi? Yoksa Sayıştay ısrarından mı vazgeçti? Raporda bu konuda bir açıklamaya rastlanmıyor.

Kullandıkları kamu kaynaklarına bakalım. Şimdilik çok büyük tutarlarda olmadığı görülüyor. Ancak yükselme eğiliminin hızlı olduğu da bir gerçek. 2019 yılında 101 milyon lira harcamışlar; 2020 yılında 330 milyon lira aktarılmış; 2021 yılında 408,6 milyon lira aktarılması öngörülüyor.

Aşağıdaki çizelgede Ofislere tahsis edilen ödenekler ve artış eğilimi görülüyor.

Not: Fuat Oktay’ın 27.11.2020 günü Plan ve Bütçe Komisyonundaki sunumunda 2021 yılında 384 milyon lira ödenek ayrıldığı belirtiliyor. Ofisler ayrıntısında verdiği tutarları topladığımızda 408,6 milyon liraya ulaşıyor. Aradaki 24,6 milyon liranın kaynağı anlaşılmıyor. 







Son iki yazımda, sermayenin Saraydaki iki kolu olan YOİKK ile Yatırım Ofisini değerlendirmeye çalışmıştım. Bu yazıda Finans Ofisine kısaca göz atalım.

Ofisin, Finansal Stratejiler ve Analiz; Katılım Finans; İstanbul Finans Merkezi; Yurtdışı faaliyetler; Yönetim Hizmetleri olmak üzere 5 Daire Başkanlığı var. Ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarından destek, bilgi, personel almak ve giderlerini başka kurumların üzerine yüklemek yetkileri var.

Tahsis edilen ödeneğin az oluşuna bakmayın. Pekin’den Londra’ya kesintisiz ticaret yolu oluşturma hedefi doğrultusunda yürütülen; “Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin geliştirilmesi; olgunlaştırılması ve yaşama geçirilmesinde önemli görevler üsleniyor. İnternet sitelerinde; “Cumhurbaşkanlığı Finans Ofisi, İstanbul Finans Ofisi’nin (İFM) idari süreçlerinin yürütülmesinden ve finansal kurumların İFM kapsamında yapmakta olduğu çalışmaların koordinasyonundan sorumludur” yazıyor.

2019 Haziran ayında 90 özel sektör, 90 kamu sektörü temsilcisinden oluşan bir çalıştay düzenlendi. O günden bu güne paydaşlarla, finansal ortamın iyileştirilmesi; teknolojilerin geliştirilmesi; kümelenme bölgelerinin belirlenmesi; vergi ve teşvik düzenlemeleri; nitelikli insan gücü yetiştirilmesi gibi konularda çalışmalar yapılıyor, yasa önerileri hazırlanıyor.

Merkez Bankasının; kamu bankalarının; finans kesimi düzenleyici ve denetleyici otoritelerin İstanbul’a taşınarak; İstanbul Finans Merkezi için 2022 yılında bitirilmesi amaçlanan Ümraniye’deki 3,3 milyon m² yüzölçümlü alanda toplanması Projesi, bu ofisin sorumluluğunda yürütülüyor.

İnternet sitesindeki şu cümleden yapının projesini bile Finans Ofisinin yaptığı anlaşılıyor; “İstanbul’un kültürel dokusunu yansıtacak şekilde yeniden tasarlanmıştır.”

İstanbul’un kültürel dokusunu bilmeyenler için bir de resmini koymuşlar. Bana paylaşmak düşüyor.

Kadir Sev / SOL

9 Mart 2021 Salı

Türkiye teknolojik gelişmenin neresinde? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Bir kuşağın maruz kaldığı eşitsizlikler, genç kuşağın önündeki fırsatları da azaltıyor, eşitsizlik kuşaktan kuşağa devredilmiş oluyor. İleri Teknolojilere Hazırlık Endeksi’ne göre Türkiye’nin yeri 158 ülke arasında 55’incilikten öteye gidemiyor. Özellikle bilgi teknolojileri, işgücü becerisi ve sanayide teknoloji kullanımı alanlarında geri kaldığımız gözleniyor.

Pandemiyle birlikte robot, yapay zeka, sanal gerçeklik, kripto paralar, tele çalışma, Zoom, on-line alışveriş terimlerini daha sık duyar olduk. Bir anlamda teknolojik gelişmeler yaşamımıza hızla yansıdılar.

Bilindiği gibi jilet aslında “Gilette” yazılan tescilli bir tıraş bıçağı markasının adı iken, bir süre sonra bir ürünün adını temsil etmeye başlamıştı. Benzer şekilde Selpak, Sana, Nescafe de zamanla “jenerik markalar” haline gelmişlerdi.

Teknoloji sektöründe de “Google, Zoom, Uber, Amazon, Netflix” çoğunlukla bir şirket ismi kadar bir kavramı da ifade etmek için kullanılıyorlar; arama motoru, dijital toplantı, taksi çağırma hizmeti, kargo siparişi, canlı yayın akışı gibi… Bu durum alanlarında öncü şirketler olmaları kadar, ürün piyasasındaki tekel konumlarından da kaynaklanıyor.

TEKELİ GÖSTERİP OLİGOPOLE RAZI ETMEK

The Economist dergisi geçen hafta kapağa da çıkardığı “Büyük Teknoloji Şirketleri Rekabeti” dosyasında bir “müjde” veriyor: teknoloji sektöründe “tekellerin” yerini “oligopollere” bıraktığını… Diğer bir ifadeyle ikinci ve üçüncü şirketlerin pazar payı artarken, birinci şirketin ki hafif de olsa geriliyor.

Ama metinleri dikkatle okuyunca malum şirketlerin Apple, Amazon, Facebook, Google Alphabet, Microsoft benzerlerinin birbirlerinin hakimiyet alanlarına girdiğini, bir mecrada azalan gelirlerini başka bir mecrada telafi etmeyi denediklerini görüyoruz. Henüz teknoloji şirketlerinin vergilendirilmesi, yaptıkları faaliyetlerin regülasyonu, kişilerin mahremiyetinin gözetilmesi ve tüketicilerin korunması yolunda fazla bir mesafe kat edilemediğini anlıyoruz. Kendi aralarında yer yer rekabet, çoğu zaman anlaşma ve ittifaklarla bu oligopoller rekabete yeni firmaların katılmasının önünü de kesiyorlar. (The Economist 27 Şubat 2021)
The Economist geçtiğimiz yıl 5 büyük Amerikan teknoloji şirketinin piyasa değerlerini 7.6 trilyon dolara yükselttikleri bilgisini veriyor. ABD’de lider firmaların ortalama piyasa payları 11 teknoloji alt sektöründe yüzde 35 iken, ikinci ve üçüncülerin toplam payları %18’e yükselmiş.

Microsoft ve Google Alphabet Amazon’u bulut teknolojisi alanında zorlarken; Amazon da Facebook ve Google’un dijital reklam pastasından pay almak için hamle yapıyor.

Bir de geleneksel firmaların teknolojik atılım yaparak yeni bir çehreyle ortaya çıkması olgusu ile karşılaşıyoruz. 98 yıllık Disney kesintisiz yayın kulvarında Netflix’in karşısına dikilirken, Walmart da on-line alışveriş konusunda atılım yaparak 2020’de bu mecrada 38 milyar dolar ciroya ulaşıyor.

Piyasacı bir yayın organı olan The Economist “tekelci” yapıdan “oligopolcü” bir rekabete geçişin tüketiciye daha iyi kalite ve daha elverişli fiyat şeklinde avantaj sağlayabileceği konusunda fazlaca iyimser bir beklenti içinde görülüyor. Veya dev teknoloji şirketlerine karşı yükselen tepkilerin önünü kesmek amacıyla, “tekeli gösterip oligopole razı etmek” için küresel sermaye adına bir misyon yükleniyor…

UNCTAD TEKNOLOJİ VE YENİLİKÇİLİK RAPORU

Daha gerçekçi, kamucu bir perspektife sahip, teknolojik gelişmelerin gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) olan etkilerini de önemseyen bir çalışma istiyorsanız, o takdirde Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) “2021 Teknoloji ve Yenilikçilik Raporu”na başvurmanız gerekiyor. (UNCTAD Technology and Innovation Report 2021).

Rapor yapay zeka, robotik, biyoteknoloji ve nanoteknoloji gibi “ileri teknolojiler” yaygınlaştıkça değişimin ivme kazanacağını öne sürüyor.En son korona virüse karşı aşıların hızla geliştirilmesi örneğinden görüldüğü gibi bu teknolojiler muazzam yararlar sağlıyorlar. Öte yandan otomasyonun uygulanmasıyla istihdamın daralacağı korkusu yaşanıyor. Sosyal medyanın toplumdaki bölünmeleri, kaygıları, şüpheleri derinleştirdiği düşünülüyor.

Dijitalleşmenin ekonomik süreçlere nüfuz ettiği son yıllarda dünyada refah artışı gözlendi. İnsanlar ortalama olarak daha uzun ve sağlıklı yaşamlar sürüyorlar. Yükselen ülkelerde hızlı ekonomik büyüme küresel orta sınıfın ortaya çıkışını getirdi. Buna karşın kalıcı bir yoksulluk ve artan eşitsizlik de kök saldı. Servetin de sınırlı ellerde toplandığı gözlemleniyor.

Gelir dağılımı uçurumlarının yanı sıra eğitim ve sağlığa erişimde de büyük adaletsizlikler söz konusu. Bu dengesizlikler ekonomik büyüme ve insani gelişmeyi sekteye uğrattığı gibi, ister pandemi, ister ekonomik kriz veya iklim değişikliği olsun kırılganlıkları artırıyor. Bir kuşağın maruz kaldığı eşitsizlikler, genç kuşağın önündeki fırsatları da azaltıyor, eşitsizlik kuşaktan kuşağa devredilmiş oluyor.

UNCTAD raporunda bir de “İleri Teknolojilere Hazırlık Endeksi”ne yer veriliyor. Endeks, ülkelerin ileri teknolojileri kullanma, benimseme ve uyarlayabilme yeteneklerini 5 bileşen üzerinden ölçmeyi amaçlıyor: bilgi ve iletişim teknolojileri, işgücünün beceri düzeyi, Ar-Ge faaliyetleri, sanayide teknolojide kullanımı ve finans kaynaklarına erişim.

Bu çerçevede yapılan sıralamaya göre ilk 10 ülke şöyle :

1- ABD
2- İsviçre
3- Birleşik Krallık
4- İsveç
5- Singapur
6- Hollanda
7- G.Kore
8- İrlanda
9- Almanya
10- Danimarka

Çin’in 25’inci, Rusya’nın 27’nci sırada yer aldığı listede Türkiye’nin yeri 158 ülke arasında 55’incilikten öteye gidemiyor. Özellikle bilgi teknolojileri, işgücü becerisi ve sanayide teknoloji kullanımı alanlarında geri kaldığımız gözleniyor. ( 75, 63 ve 78’inci sıralar).

Ülkelerin teknolojik gelişim düzeyinin zenginliğiyle ilintili olduğunu biliyoruz. O nedenle ABD, İsviçre, İsveç diye devam eden sıralamaya şaşırmıyoruz. Bir de kişi başına gelirine göre teknolojik gelişim listelenmiş. Burada da ileri bir yazılım sektörüne sahip olduğunu bildiğimiz Hindistan 1. sırada yer alırken onu, Filipinler, Ukrayna, Viet Nam, Çin izlemiş. Türkiye bu kategoride de ilk 20’ye girememiş.

GOÜ'LERİN TEKNOLOJİ POLİTİKASI NASIL OLMALI?

Teknolojik değişim farklı meslekler, firmalar ve sektörler arasındaki eşitsizlikleri etkilediği gibi, emek ve sermaye arasındaki ilişkilere de yansıyor. Bir ülkedeki sosyal, ekonomik ve emeğe yönelik politikalar eşitsizliklerin artmasını veya azalmasını getiriyor.

GOÜ’ler de bilinçli olarak üretkenliği artırmak, ekonomik faaliyetleri çeşitlendirmek ve istihdam yaratma için otomasyonu benimsemek zorunda. Ancak teknolojinin negatif etkilerini sınırlamak için rapora göre şu etmenler göz önüne alınmalı:

• Genç ve artan nüfusun emek arzını artırma ve ücretleri baskılama eğilimi,
• Düşük gelirli ülkelerde yeni teknolojilerin daha yavaş nüfuz ettiği tarım sektörünün ağırlığı,
• En yoksul ülkelerde teknolojik gelişme için gereksinim duyulan beceri düzeyinin eksikliği nedeniyle sürecin yavaş işlemesi,
• Finansman kaynakları ve sisteminin yetersizliği,
• Fikri mülkiyet haklarının sıkı biçimde uygulanmasının ileri teknolojilerin transferini dolayısıyla kullanımını baltalaması.

Rapor GOÜ’ler için özetle şunları öneriyor:

• Hükümetlerin ulusal yenilikçilik sistemlerinin gelişimi için sanayi, ticaret ve mali politikalarla aktif biçimde devreye girmesi,
• Bilim, teknoloji ve yenilikçilik politikalarıyla sanayileşme hedeflerinin ortaklaştırılması,
• Eğitim ve yetiştirme programlarının kadınları da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması,
• Bilgi ve iletişim altyapısının güçlendirilmesi, İnternete erişimin kolaylaştırılması.

Teknolojik gelişmenin eşitsizlikleri kalıcı kılması, hatta derinleştirmesi tehlikesi karşısında sosyal koruma sisteminin güçlendirilmesi de büyük önem taşıyor. Bu çerçevede sermayenin veya robot kullanımının vergilendirilmesi yoluyla temel gelir ödemesi programlarının finanse edilmesi seçeneği de gündeme getiriliyor. Bir işten başka bir işe veya sektöre geçişi kolaylaştıracak sürecin yine kamusal politikalarla tasarlanmasının önemi üzerinde duruluyor.

Özetle, UNCTAD’ın Teknoloji ve Yenilikçilik 2021 Raporu’nda 21. yüzyılda başarının, güçlü bir sanayi altyapısı kurulması ve ileri teknolojilerin kullanılması ile insan merkezli, kapsayıcı ve sürdürülebilir toplumsal yapılar arasında dengeli bir vizyon tutturulabilmesine bağlı olduğunun altı çiziliyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

AKP’nin Sisi flörtü aşka dönüşür mü? - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 

Ankara’dan ‘darbeci Sisi’ yönetimine giden dikkat çekici mesajların arka planında AKP iktidarının Libya ve Doğu Akdeniz’de yaşadığı sıkışma var. AKP, Kahire ile yapılacak anlaşmayla bu sıkışmışlığı aşma arayışında.

Ortadoğu’dan Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’e bölgede yaşanan son günlerdeki hareketliliğin içinde Ankara’nın Kahire’yle yaşadığı flört dikkat çekici. 

Zira iki ülke ilişkileri Temmuz 2013’ten beri, dönemin Sisi’nin Mursi liderliğindeki İhvancı yönetimi devirmesi nedeniyle, kopuk. 

Mısır’daki darbeyi iç siyaset malzemesi yapacak derecede kullanışlı bir aparata dönüştüren AKP’nin “İhvan sevdası” nedeniyle her iki ülke bölgesel tüm sorunlarda karşı cephelerde yer alıyorlar.

Kahire’ye peş peşe gönderilen normalleşme “sinyalleri” bu nedenle önemli. Mısır ile deniz yetki anlaşması imzalanabileceğine ilişkin açıklamalar, düne kadar “darbeci Sisi”ye söylenmedik söz bırakmayan iktidarın çarpıcı Mısır övgüleri haliyle gözleri iki ülke arasındaki ilişkiye çevirdi.

FLÖRTLEŞMENİN ARKA PLANINDA NE VAR?

İkili ilişkilerin yumuşayabileceğine ilişkin ilk sinyaller geçen sonbaharda bizzat Erdoğan'ın kendisinde gelmişti. Erdoğan 18 Eylül’de Türkiye ile Mısır istihbarat servisleri arasında görüşmelerin devam ettiğini, ettirilmemesi için de hiç bir engel olmadığını açıklamıştı. Son bir haftada ise iktidarın çeşitli bakanları bu “açılımı” farklı bir boyuta taşıdı.

Normalleşme adımlarını sağlayan gelişme Mısır’ın 18 Şubat'ta Doğu Akdeniz’de hidrokarbon çalışmaları için çıktığı ihalenin 18. sahasında Türkiye’nin kıta sahanlığını gözeterek çizdiği sınır var. İhaleden günler sonra haberdar olan Ankara bu durumu memnuniyetle karşıladı. Son beş gün içinde peş peşe yapılan açıklamalara bakacak olursak Ankara’nın ihale üzerinden Kahire ile yeni bir açılıma gitmek istediğini gösteriyor.

3 Mart: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu: Mısır'la anlaşma imzalayabiliriz

İlişkilerimizin seyrine göre Mısır'la deniz yetki alanlarını müzakere ederek bir anlaşma imzalayabiliriz. Mısır, Yunanistan'la anlaşma imzaladığı zamanda da Türkiye'nin kıta sahanlığı sınırlarına saygı duydu.

6 Mart: Savunma Bakanı Hulusi Akar: Önümüzdeki günlerde farklı gelişmeler olabilir. Mısır ile tarihsel ve kültürel birçok ortak değerimiz var, önümüzdeki günlerde farklı gelişmeler olabilir.

8 Mart: Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın: Kahire ile yeni bir sayfa açabiliriz

Mısır'la Doğu Akdeniz, Libya ve Filistin meselesinde işbirliği yapmak istiyoruz. İki ülkenin birbirleriyle konuşması, ikili ve bölgesel ilişkilerimizi geliştirebilir. Mısır ve diğer Körfez ülkeleriyle bölgesel istikrar için yeni bir sayfa açılabilir.

AÇILIMIN NEDENLERİ?

Ankara’dan yapılan Mısır açıklamaları tesadüfü değil. Doğu Akdeniz’deki çok aktörlü enerji paylaşım savaşında tek başına kalan Türkiye’nin Kahire açılımının birkaç nedeni var.

1- D.Akdeniz’de müttefik arayışı: Türkiye, siyasi iktidarın iflas eden dış politikaları nedeniyle Doğu Akdeniz’de de yalnızları oynuyor. AKP iktidarı yeni Osmanlıcı hevesler uğruna Ortadoğu’da rejim değiştirme hayalleri kurarken Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesinden geride kaldı. Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan kendi aralarında çok sayıda anlaşmaya giderken Türkiye bu sürecin dışında kaldı. Buradaki çok aktörlü denklemde söz sahibi olmak için yeni müttefikler bulmak zorunda.

2- Libya’daki denklem: Doğu Akdeniz’deki enerji kavgasının bileşenlerinden olan Libya’da son dönemlerdeki gelişmeler Türkiye’nin pozisyonunu zayıflatırken hareket alanını da daralttı. Çatışan tarafların BM gözetiminde anlaşmaya vararak “birlik” hükümeti kurması, Trablus yönetiminin yanında saf tutan Ankara’nın planlarını sekteye uğratabilir. Bu durum Ankara’yı yeni hamleler yapmaya itti. İbrahim Kalın’ın “Mısır’ın Libya’da yapıcı bir rol oynayabileceğini” söylemesi kayda değerdi.

3- Biden yönetimine mesaj: Yaşadığı sıkışmanın etkisiyle içeride bir takım açılımlara yönelmek zorunda kalan AKP iktidarı, benzer bir hamleyi dış politikada da yapma arayışında. AB'ye gönderilen mesajların ardından Biden Amerikası'na da “yeşil ışık” yakılıyor.

OLASI AŞK VAATLERE BAĞLI

Sisi yönetimi AKP'ye kıyasla sorunlu ilişkinin rahat tarafı. Sisi yönetiminin bölge ülkeleriyle ittifakı, ABD ile yakın ilişkisi elini rahatlatan unsurlar. Ankara’dan gönderilen mesajlara rağmen bu flörtün bir aşka dönüşmesi bu nedenle zamana ve Kahire’ye verilecek vaatlere bağlı. Erdoğan yönetimi Kahire ile olası bir normalleşmeyi içine düştüğü yalnızlıktan kurtuluş olarak görüyor. Ancak, AKP'nin Kahire'nin “terörist” olarak gördüğü İhvan'a desteği, Libya’daki askeri varlık Ankara açısından önemli handikaplar.

Sekiz yıldır kopuk olan ilişkilerin bir anda yeniden tesis edilmesi sanıldığından da zor olacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Dış politikada neye güveniliyor? - Oğuz Oyan / SOL

Emperyalizmi kalıcı olarak geriletmenin yegane yolu, sosyalist solun siyasi denkleme ağırlığını koyabileceği bir paradigma değişikliğinin yaşanması olacaktır. 



Türkiye'nin/AKP'nin dış politikasının Biden sonrasında ne yöne evrilebileceği konusunda ilginç yaklaşımlar var. Bunların bir bölümü, ilginç olmaktan çok "tuhaf" sınıfına sokulabilir. Örneğin iflah olmaz postmodern liberallerimizden biri, "demokrat" ABD ve AB yönetimlerinin veya kurumlarının ülkelerin içişlerine, bu arada AKP türü otoriter rejimlere doğrudan müdahale hakkı olduğunu ve bunun artık tamamen uluslararası hukuka uygun meşru müdahaleler olduğunu savunabiliyor. Burada kastedilenin sadece uluslararası hukuk üzerinden düzenlenecek yaptırımlardan ibaret olmadığını, emperyalizme ekonomik/askeri müdahale gerekçeleri de üretebilecek bir teslimiyetçi-enternasyonalist anlayışla karşı karşıya olduğumuzu anlamak gerekiyor. Liberallerimizin, "kullanışlı salak" sıfatını kimselere bırakmamak konusunda kararlı oldukları da anlaşılıyor.

Anlayamadıkları basit gerçekler ise şunlar: 

(i) ABD'de "Demokrat Parti" (Democratic Party), Vietnam savaşı gibi barbar nitelikli birçok uluslararası savaş suçunun failidir; Venezuela'ya emperyalist müdahaleler, parti farkı olmaksızın sürdürülmüştür, vs.

(ii) Biden yönetimi, ülkelerin içişlerine doğrudan müdahalelerden kaçınacaklarını açıklamıştır, çünkü artık böyle bir gücü ve meşruiyeti bulunmamaktadır; bununla birlikte çifte standardı da asla elinden bırakmayacak, özellikle kendi arka bahçesi saydığı Latin Amerika'da ahlak-dışı müdahalelerini sürdürecektir. 

(iii) ABD, Obama-Trump-Biden yönetimleri farkı olmaksızın Çin ve Rusya'yı çevirme ve frenleme hedefine kilitlenmiştir; buradaki ana kaygısı anti-otoriterlik falan değil, hegemonya transferinin ertelenmesidir.

(iv) AB yönetimi ve AB'nin büyük ortakları, kendi stratejik çıkarlarını her zaman ön planda tutacaklarını defalarca kanıtlamışlardır; bunun kapsamında faşizan rejimlerle ilişkileri sürdürmek de bulunur; Türkiye'yi üyelik çerçevesinden tamamen çıkarmakla yetinilir ama orada bile köprüler atılmamış gibi yapılır.

(v) AB, Avrupa Konseyi, AGİT, AİHM gibi mekanizmalar, küçük ayarlar vermek dışında rejimlerin karakterini belirleyemezler ve nitekim AB kendi üyesi Macaristan'da bile Orban faşizminin yükselişi karşısında çaresizdir. 

(vi) Otoritarizmin, sosyal zorlamaların, devlet şiddetinin yükselişinin istisnai zamanlarla veya çevre ülkelerle sınırlı olmadığını, örneğin Trump'ın epey öncesinden itibaren ABD'yi  tanımlamaya başladığını; İngiltere'de Johnson'ın yolunun pek de farklı olmadığını; neoliberal düzenleme rejimi mevcut sistem partileri tarafından burjuva demokrasisi sınırları içinde yönetilemez duruma geldikçe diğer gelişmiş ülkelerin egemen sınıflarının da otokratik seçeneklere yöneleceğini görebilmek gerekiyor. 

AKP, ülke jeostratejisini pazarlıyor

Türkiye, jeostratejik konumu ve silahlı kuvvetlerinin önemi bakımından ne ittifaklarla bağlı olduğu Batı'nın ne de "Doğu" 'nun gözden çıkaramayacağı bir ülkedir. AKP iktidarı bunun farkındadır ve başından beri hem içerde baskıcı İslamcı rejimini pekiştirmek hem de dışarda oyun alanını genişletmek için kullandığı ana malzeme de budur. RTE'nin 2013-2015 sonrasında Batı toplumlarının ve Batılı siyasi elitlerin gözünden düşmeye başlaması, Batı pragmatizmini değiştirmemiştir. Yukarıda madde (iii)'de sayılan nedenlerle değiştirmesi de beklenemez. RTE/AKP Türkiye'de seçmen desteğine sahip oldukça bu yönetimden vazgeçilemez veya 15 Temmuz 2016 türü yeni bir doğrudan/askeri müdahale macerasına girişilmez. Üstelik RTE, siyasi/ekonomik/kişisel açıkları olan bir lider olarak, tercih konusu dahi olur. 

Şu da gözden uzak tutulmamalıdır: Emperyalizmin kritik çıkarları bakımından, RTE/AKP güven verici hatta kalmaya devam etmektedir:

- Suriye'nin bölünmesinde oynadığı rol, ABD ve İsrail'in çıkarlarıyla tam çakışmaktadır;

- ABD'nin Suriye'ye doğrudan müdahale edebilmesi için hazırladığı zemin, her türlü takdirin üzerindedir;

- Ukrayna ile Kırım dayanışması ve Karadeniz'de ABD ve NATO gücünün artırılması konusundaki gayretkeşliği, AKP'nin vazgeçilmez olma çabaları kapsamındadır... 

Bu politikalarından çark etmedikçe, örneğin Esad yönetimiyle Suriye'nin bütünlüğü için işbirliğine girmedikçe, bütün diğer dış politika sorunları tâli ve "'halledilebilir" görülmeye devam edilecektir. Buna Fırat'ın doğusu ve ABD himayesindeki YPG devletçiği konusu da dahildir. Değerli dış politika yorumcusu Mehmet Ali Güller, S-400 konusunda Türkiye'nin geri adım atması olasılığını (bunun yanlış olacağını vurgulasa da) yüksek görmekte, buna karşılık Fırat'ın doğusundaki ABD destekli PYD/SDG devletçiğinin Türkiye-ABD ilişkilerinde asıl sorunu oluşturacağını düşünmektedir (Cumhuriyet, 21 Ocak 2021). Bizce PYD devletçiğinin de tıpkı Kuzey Irak'ta olduğu gibi AKP/MHP'ye (ve sermayeye) kabul ettirilmesi (elbette bunu topluma hazmetttirme süreci sonunda) işten değildir. Asıl mesele, AKP'nin Fırat'ın batısındaki TSK destekli yapının varlığını korumak istemesi (bunu ABD ile Fırat'ın doğusu için pazarlık kozu olarak tutabilecektir) ile Suriye'deki belirsiz Türkiye-Rusya "işbirliği" olacaktır. 

Türkiye'de iktidarı elinde tutan ve belirgin bir toplumsal desteği olan siyasi parti her zaman önemli bir dış politika avantajına sahiptir. Türkiye gibi jeostratejik konumu çok önemli bir ülkede bu avantaj daha da vurguludur. Muhalefet, iktidara gelişi kaçınılmaz görülmedikçe (örneğin Kasım 2002 seçimleri öncesinde muhalefetteki AKP böyle görülmekteydi), iktidarla eşit ayaklı bir düzlemde asla görülmez. 

Bugün ise, 

(i) muhalefetin çok parçalı yapısı dış güçler açısından bir belirsizlik ögesidir; 

(ii) Millet İttifakı'nın daha bağımsızlıkçı düşüncelere sahip görünmesi ve Suriye'nin bütünlüğünü daha fazla savunuyor gibi durması, ABD açısından eksi puandır; 

(iii) Suriye'de bir PYD devletçiğinin kabullenilmesi bakımından Millet İttifakı'nın daha fazla direnecek olması, buna karşılık bu ittifaka dıştan destek olabilecek HDP'nin tam tersi çizgide yer almasının beklenmesi, muhalefetin karışık, bulanık, kendi içinde çatışmalı ve dolayısıyla güdümlenmesi zor yapısına örnek olabilir. 

Buradan ilk elde çıkarılacak sonuç şudur: Biden yönetimi, AKP/RTE'yi zora sokacak meseleleri gündemine almaktan uzak duracaktır; buna önümüzdeki Nisan ayında "Ermeni soykırımı"nı tanıma adımını atamaması da dahildir. 

Sonuç

Peki, ABD ve AB açısından Türkiye'deki siyasi iktidar tercihi bundan böyle nasıl şekillenebilir? 

RTE'nin ve rahatsız edici boyutlardaki İslamcı/faşizan yönetiminin Batı'nın (ve Batı kamuoyunun) sindirim kapasitesini zorladığı biliniyor. Ama eğer AKP Türkiye'yi Batı ve NATO ekseninde tutacaksa -ki gideceği başka yer yok- ve buna da bazı simgesel jestler ekleyecekse (sözde adalet reformu ve daha önemlisi bazı kritik tahliyeler, vb.), RTE'nin içerde yeni bir otoriterleşme için meşruiyet zemini elde edebileceğine "güvenebilirsiniz". Batı'nın bir demokrasi tercihi ve önkoşulu yoktur ve hiç olmamıştır; önemli olan kendi bölge ve küresel çıkarlarının zedelenmemesidir. 

Bu denklemi şimdilik bozabilecek olan şey, muhalefet güçlerinin AKP iktidarını devirebilecek siyasi ve toplumsal potansiyeli sergileyebilmeleridir. Ama iktidar el değiştirirse, emperyalizmin stratejisi de buna hızla uyum sağlamak üzere yenilenecektir. Emperyalizmi kalıcı olarak geriletmenin yegane yolu, sosyalist solun siyasi denkleme ağırlığını koyabileceği bir paradigma değişikliğinin yaşanması olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL


8 Mart 2021 Pazartesi

HALK BANKASI DOSYASI - BİRGÜN(Derleme)

(1) Biden dönemi AKP’de saatleri ayarlama zamanı (BİRGÜN-13/11/2020)

Albayrak’ın istifası AKP’de yeni bir döneme kapı aralarken, ABD seçimleri de iktidar açısından kritik bir sürece işaret ediyor. Cin şişeden çıktı, iç ve dış siyasette manevra alanı giderek daralan AKP için her şey yolun bir çıkmaza doğru gittiğini gösteriyor.

Damat Berat Albayrak’ın istifası AKP’de yeni bir sürecin işaret fişeği niteliğinde. 

Bu enteresan istifa ile sınırlı kalmayacağı belli bir yeni düzenleme ihtiyacı söz konusu. 

Merkez Bankası’nda başkan değişimi, Albayrak’ın istifası derken, eski İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın AKP Dış işlerden sorumlu Başkan Yardımcısı görevine getirilmesi hızla gerçekleşti… 

Bunu yeni adımların izlemesi de beklenebilir…

Bu gelişmelerde içerde ekonomik krizin derinleşmesinin yarattığı bir yönetim krizinin etkileri hesaba katılmak zorunda. Ama bunun yanında dış politika krizi ve özellikle de ABD seçimlerinde Trump’ın kaybederek Biden’ın başkanlık koltuğuna oturması da dikkatten kaçmaması gereken bir faktör. Trump’ın Başkanlığı dönemi boyunca (kimi krizler yaşanmış olmasa da) ABD ile çelişkiler kontrol altında tutulabilmişti. Trump’ın ‘aptal olma’ tehditlerinden, Halkbank dosyası başta olmak üzere gerektiğinde elindeki kozları ileri sürdüğü bir pazarlık süreci içinde bir dönem geçti. Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda bunun bir biçimde sürdürülebileceği düşünülüyordu. Ancak beklenen olmadı, Trump kaybetti.

Suç dosyaları gündeme gelebilir

Biden, ABD müesses nizamının kadrolu temsilcilerinden birisi. Seçilmesinin ardından, 12 Eylül’ün hemen öncesinde ABD temsilcisi olarak Türkiye’yi ziyaret ederek Demirel, Ecevit ve Kenan Evren ile yaptığı görüşmeler gazetelerde paylaşılıyor. Biden’ın seçilmesi ABD’nin hegemonya kaybı karşısında izlediği siyasetlerde esaslı bir değişikliğe yol açmayacağı tahmin edilebilecek bir gerçek. Bunun bir ayağı Suriye’de inisiyatif alanında bulunan Kürt hareketinin iktidar alanının korunması olacak. Bir başka nokta ise Çin’i çevreleme siyasetinin hem Ortadoğu bağlamı hem de Rusya ile ilişkiler açısından Türkiye’ye etkileri olmaya devam edecek. Biden’den beklenen bu politikaları Trump’tan daha tutarlı bir biçimde sürdürmesi olabilir. Türkiye ile ilişkiler konusu da ABD açısından bir düzenleme ihtiyacının öne çıktığı konulardan birisi. Trump’ın (karşılığında ne aldığını henüz bilmesek de) Halkbank başta olmak üzere AKP’lilere ait suç dosyalarını ötelediği biliniyor. Biden ise istediklerini alabilmek için tüm bunları yeniden gündeme getirebilir.

İç cephe tahkikatı ciddi yaralar aldı

İşte bu şimdi herkesin bildiği gerçekler AKP’deki hareketliliğinin de bir nedeni olarak görülmeli. Erdoğan’ın Biden’ı kutlama mesajındaki ortak çalışma arzusunun ötesinde AKP bu döneme hazırlık içinde bir düzenleme içine girmişe benziyor. Halkbank davasıyla bağlantılı Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması ve yine Halkbank dosyası bağlantılı Albayrak ve son olarak da Hakan Atilla’nın Borsa İstanbul’dan istifası da fazlasıyla bunu düşündürüyor. AKP bir önceki dönemde hem iç hem dış krizi hem iç cephe tahkimatını dayanarak dışarıya yönelik kimi zaman pazarlık kimi zaman boşluklardan yararlanarak idare edebilmişti. Bu dönem kapanıyor… Yeni süreç için yeni bir iç çizimim gündemde… Ama Albayrak’ın istifasının ardından söylediğimiz gibi cin şişeden çıktı… İç cephe tahkikatı ciddi yara aldı ve şimdi bunun üzerinde artan bir ABD baskısı da var… Manevra alanı daralan AKP için her şey yolun bir çıkmaza doğru gittiğine işaret ediyor.(BİRGÜN)
                                 
                                                                                 ***


(2)‘Halkbank davası korkunç sonuçlar doğurabilir’ (BİRGÜN - 01/03/2021)

Avrupa’nın ünlü haftalık haber dergilerinden Der Spiegel, yeni sayısında Halkbank’ın New York’taki mahkemesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “güç durumuyla” ilgili bir habere yer verdi.

Dergi, New York’taki mahkemede, Halkbank’ın Reza Zarrab’a, İran yaptırımlarının ihlalinde Erdoğan hükümetinin talimatıyla yardımcı olup olmadığının açıklığa kavuşturulacağını belirtti. 

Halkbank davasının “uluslararası bir ekonomik polisiye” olduğuna dikkat çekilen haberde, bu davanın Erdoğan’ı çok olumsuz etkileyebileceği hatırlatıldı.

‘A3 Haber’in aktardığına göre “ABD’de hapse mahkûm olan Hakan Atilla’nın cezasını çektiği, dolayısıyla bu yaptırımlar konusunun onun için kapandığı, ama aynı şeyin Halkbank ve Türk hükümeti için söylenemeyeceği” belirtildi.

“Bir Türk polisinin ABD’ye 2017’de bu davayla ilgili belgeleri gizlice getirmeyi başardığına” işaret edilen Der Spiegel haberinde kanıtların çok ağır olduğunun altı çizilirken, birçok Türkiyeli yetkilinin de Halkbank’a bu davadan ağır bir ceza çıkacağı görüşünde olduğu iddia edildi.

Rex Tillerson ile önceki Başkan Donald Trump’ın eski güvenlik danışmanı John Bolton’ın açıklamalarına da yer verilen haberde Halkbank’a belki 20 milyar dolarlık bir ceza da gelebileceği, uluslararası banka sisteminden (Swift) atılabileceği, bunun sadece banka için değil Türkiye ekonomisi için de altından kalkılması güç bir darbe olacağı vurgulandı. Dergiye göre, Halkbank iflas ederse, Türkiye’nin 2001 çöküşünü yeniden yaşaması mümkün.

Reza Zarrab’ın FBI soruşturmasında Erdoğan’ı ağır biçimde suçladığını iddia eden ünlü haber dergisi, Erdoğan hükümetinin bu davayı engellemek için girişimlerinin, Trump’ı ikna etme çalışmalarının ve harcanan milyonların da dökümünü verdi.

Habere göre en önemli gelişme, yeni ABD Başkanı Joe Biden’ın bu davaya hiç karışmayacağı ve mahkemenin kararını bekleyeceği doğrultusunda. Der Spiegel’e göre, devlet başkanı olduğu için Erdoğan’ın dokunulmazlığı var ve bu nedenle suçlanması mümkün değil, ama dava boyunca aynı Erdoğan’ın uluslararası itibarının yerle bir olacağına kesin gözüyle bakılıyor.(BİRGÜN)
                                                                    ***

(3) Borsa İstanbul Genel Müdürü Hakan Atilla istifa etti- BİRGÜN (08/03/2021)

Borsa İstanbul AŞ Genel Müdürü Hakan Atilla, Genel Müdürlük görevinden istifa etti.

Bir süredir görevinden ayrılacağı konuşulan Borsa İstanbul Genel Müdürü Hakan Atilla, istifa etti.

Konuya ilişkin Borsa İstanbul'dan yapılan açıklamada, "Borsa İstanbul A.Ş. Genel Müdürü Sn. Mehmet Hakan ATİLLA’nın kendi isteğiyle 08.03.2021 tarihinden itibaren Genel Müdürlük görevinden istifa etmesi nedeniyle, 08.03.2021 tarihli Yönetim Kurulu kararı ile istifası kabul edilmiştir" denildi.

Atilla’nın istifa kararının arka planında, kurumun Yönetim Kurulu Başkanı Erişah Arıcan’la yaşadığı anlaşmazlığın olduğu iddia ediliyordu. Atilla 21 Ekim 2019'da Borsa İstanbul Genel Müdürü olarak atanmıştı.

HAKAN ATİLLA KİMDİR?

1970 yılında Ankara’da doğan Mehmet Hakan Atilla, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu. Meslek hayatına 1995 yılında Halkbank AŞ’de Araştırma Geliştirme ve Planlama Müdürlüğü'nde Uzman Yardımcısı olarak başladı.

Atilla daha sonra Bankacılık Kartları ve Nakit Yönetimi Müdürlüklerinde Uzman, Stratejik Planlama Daire Başkanlığı'nda Yönetmen ve Bölüm Müdürü, Finansal Kurumlar ve Yatırımcı İlişkileri’nde Daire Başkanı, Halk Yatırım’da Denetim Kurulu üyesi, Halk Emeklilik’te Yönetim Kurulu Üyesi ve Halkbank Makedonya Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı.

Mehmet Hakan Atilla 2011-2018 yılları arasında Halkbank Uluslararası Bankacılıktan sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı görevini de üstlendi.

                                                                       ***


(4) Kulis: Hakan Atilla’nın istifa kararının arka planında Erişah Arıcan'la anlaşmazlığı var.(BİRGÜN - (07/03/2021)

Borsa İstanbul Genel Müdürü Hakan Atilla’nın istifa kararının arka planında, kurumun Yönetim Kurulu Başkanı Erişah Arıcan’la yaşadığı anlaşmazlığın olduğu ileri sürüldü. Arıcan, Berat Albayrak’ın doktora tezinin hocası olarak kamuoyunda tanınıyor.

Borsa İstanbul Genel Müdürü Hakan Atilla’nın istifa etme kararı aldığı iddiasının arka planına dair kulisler ortaya çıkmaya başladı. 

Buna göre Atilla, aynı zamanda Varlık Fonu Yönetim Kurulu Başkanvekili olan Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erişah Arıcan’la yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle bu kararı aldı.

ABD'de Halkbank davası sebebiyle 28 ay hapis yattıktan sonra Türkiye'ye döndüğünde Borsa İstanbul Genel Müdürlüğü'ne getirilen Hakan Atilla'nın bu ay sonunda istifa edeceği iddia edilmişti. Borsa İstanbul'un 26 Mart'taki genel kurulu öncesi gerekçe göstermeksizin 1 ay izin alan Hakan Atilla’nın genel kuruldan sonra görev alma niyetinde olmadığı da iddialar arasında.

Hakan Atilla iddialarla yaptığı ilk açıklamada izne ayrıldığını doğrulayarak, “İddialara cevap vermek anlamlı değil o yönde bir karar alırsam borsa resmî bilgilendirme yapar elbette” demişti.

İstifa iddialarının sebebi olan gelişmelere dair kulisler ortaya çıkmaya başladı.

Odatv, Hakan Atilla’nın istifa kararının arkasında, Borsa yönetimine AKP kökenli isimlerin bazı taleplerine direnmesinin bulunduğunu öne sürdü.

Haberde, Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erişah Arıcan’ın Hakan Atilla’ya personel alımı, mevcut personelin iş durumları konusunda talepte bulunduğu ve işi ileri götürerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şikayet ettiğinin konuşulduğu belirtildi. Odatv’ye göre Atilla sıkıntıyı aşmak için devlet teamüllerine uygun şekilde Maliye ve Hazine Bakanı Lütfü Elvan il temasa geçti. “Ben bu şekilde çalışamam" diyen Atilla’ya Bakan Lütfi Elvan "Haklısın" dedi.

Aynı zamanda Türkiye Varlık Fonu Yönetim Kurulu Başkan Vekili olan Prof. Dr. Erişah Arıcan, Berat Albayrak’ın doktora tezinin hocası olarak biliniyor.(BİRGÜN)

 

(5) Biden, Halkbank davası ve ABD-Türkiye ilişkileri: Hakan Atilla istifasının arka planı

BİRGÜN-(08/03/2021)

Merkez Bankası Başkanı değişimi ve Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifası ardından bu kez de Borsa İstanbul Genel Müdürü Hakan Atilla görevinden istifa etti. ABD’deki başkanlık koltuğu devri süreciyle paralel giden bu istifalardan sonuncusunun, Mayıs ayında görülmeye başlanacak Halkbank davasıyla yakından ilişkisi var.



ABD'de Halkbank davası sebebiyle 28 ay hapis yattıktan sonra Türkiye'ye dönen ve ardından Borsa İstanbul Genel Müdürlüğü'ne getirilen Hakan Atilla, son bir haftada çıkan iddiaların ardından bugün istifa etti.

Oysa Hakan Atilla, hakkında dört ay önce gündeme gelen istifa iddiaları ardından, “Görevde olduğum sürece Borsada pek çok rekor kırdık. Daha da devam etmeye niyetliyim” demişti.

Atilla’nın, daha uzun dönem çalışacağını umduğunu gösteren bu ifadelerinden sadece dört ay sonra istifa etmesinin arka planında ABD’deki Başkanlık değişimi ve devam eden Halkbank davası olduğu düşünülüyor.

Kasım ayında önce Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal’ın görevden alınması, ardından ise Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın görevinden ‘istifa’ etmesi, Türkiye’nin yeni ABD yönetimine uyum hamleleri olarak değerlendirilmişti.

HALKBANK DAVASI 3 MAYIS’TA

Halkbank'ın ABD'nin İran'a yaptırımlarını delmek suçlamasıyla New York'ta yargılandığı davanın seri duruşmaları 3 Mayıs’ta görülmeye başlanacak.

ABD mahkemesinin, söz konusu davada Halkbank aracılıyla ABD'nin İran yaptırımlarının delinmesi sürecine "Erdoğan hükümetinin talimatıyla yardımcı olunup olunmadığı” üzerine eğilmesi bekleniyor.

Davanın siyasi anlamına ilişkin ise birçok görüş mevcut. Bu görüşlerin ortak noktası, Ankara yönetimine karşı mesafeli bir tavır sergileyen Biden’ın ABD Başkanı seçilmesiyle davanın sonucunun da Türkiye’nin aleyhine çıkma ihtimalinin yükseldiği.

ABD basınında daha önce, Trump yönetiminin Erdoğan’ın isteği üzerine, Halkbank davasının düşürülmesi için yargıya müdahale etmeye çalıştığı ancak sonuç alamadığı yönünde haberlere yer vermişti. Biden yönetiminin ise, Ankara’ya karşı mesafeli tavrı nedeniyle yargılama sürecine Erdoğan lehine bir müdahalede bulunması bekleniyor. Bu sebeple Halkbank’ın mahkumiyetinin kaçınılmaz olduğu öne sürülüyor.

ABD’YE ‘JEST Mİ?

İngiliz Financial Times gazetesinde geçen hafta yayımlanan Ayla Jean Yackley imzalı haberde, Atilla’nın istifa iddiası, Biden yönetimiyle üzerine, “Atilla'nın görevden alınması, Joe Biden’ın yeni yönetimiyle ilişkileri iyileştirmek isteyen Erdoğan’ın Türkiye ile ABD arasındaki anlaşmazlığı gidermek için sembolik bir jest olabilir” yorumu yapıldı.

Almanya’nın prestijli haber dergisi Der Spiegel’de de geçen hafta, Halkbank davasının seyri üzerine kapsamlı bir dosya yayımlandı.

Şebnem Arsu, Maximilian Popp ve Alexander Sarovic imzalı haberde, söz konusu davanın Türkiye ekonomisini ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı kötü bir duruma sokabileceği söylendi.

Der Spiegel hazırladığı dosya haber için Erdoğan hükümetinden bazı kişilere ve Halkbank'ın şu andaki yöneticileriyle irtibata geçmeye çalıştığını ancak Türk yetkililerin konu hakkında yorum yapmaktan kaçındığını belirtti.

ABD DÜYÜKELÇİSİ: YARGININ KONUSU, YÖNETİMİN DEĞİL

Şubat ayı başında, bir grup gazeteciye konuşan ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield da, Halkbank’ın İran’a yaptırımları delmekle yargılandığı dava ve bu dava sonucunda ortaya çıkabilecek yaptırım ihtimali için, “Yargının konusu. Halkbank davası ABD mahkemesinin salonunda görülmektedir. Bu, ABD yönetiminin bir konusu değildir” yorumunu yapmakla yetinmişti.(BİRGÜN)