9 Mart 2021 Salı

Dış politikada neye güveniliyor? - Oğuz Oyan / SOL

Emperyalizmi kalıcı olarak geriletmenin yegane yolu, sosyalist solun siyasi denkleme ağırlığını koyabileceği bir paradigma değişikliğinin yaşanması olacaktır. 



Türkiye'nin/AKP'nin dış politikasının Biden sonrasında ne yöne evrilebileceği konusunda ilginç yaklaşımlar var. Bunların bir bölümü, ilginç olmaktan çok "tuhaf" sınıfına sokulabilir. Örneğin iflah olmaz postmodern liberallerimizden biri, "demokrat" ABD ve AB yönetimlerinin veya kurumlarının ülkelerin içişlerine, bu arada AKP türü otoriter rejimlere doğrudan müdahale hakkı olduğunu ve bunun artık tamamen uluslararası hukuka uygun meşru müdahaleler olduğunu savunabiliyor. Burada kastedilenin sadece uluslararası hukuk üzerinden düzenlenecek yaptırımlardan ibaret olmadığını, emperyalizme ekonomik/askeri müdahale gerekçeleri de üretebilecek bir teslimiyetçi-enternasyonalist anlayışla karşı karşıya olduğumuzu anlamak gerekiyor. Liberallerimizin, "kullanışlı salak" sıfatını kimselere bırakmamak konusunda kararlı oldukları da anlaşılıyor.

Anlayamadıkları basit gerçekler ise şunlar: 

(i) ABD'de "Demokrat Parti" (Democratic Party), Vietnam savaşı gibi barbar nitelikli birçok uluslararası savaş suçunun failidir; Venezuela'ya emperyalist müdahaleler, parti farkı olmaksızın sürdürülmüştür, vs.

(ii) Biden yönetimi, ülkelerin içişlerine doğrudan müdahalelerden kaçınacaklarını açıklamıştır, çünkü artık böyle bir gücü ve meşruiyeti bulunmamaktadır; bununla birlikte çifte standardı da asla elinden bırakmayacak, özellikle kendi arka bahçesi saydığı Latin Amerika'da ahlak-dışı müdahalelerini sürdürecektir. 

(iii) ABD, Obama-Trump-Biden yönetimleri farkı olmaksızın Çin ve Rusya'yı çevirme ve frenleme hedefine kilitlenmiştir; buradaki ana kaygısı anti-otoriterlik falan değil, hegemonya transferinin ertelenmesidir.

(iv) AB yönetimi ve AB'nin büyük ortakları, kendi stratejik çıkarlarını her zaman ön planda tutacaklarını defalarca kanıtlamışlardır; bunun kapsamında faşizan rejimlerle ilişkileri sürdürmek de bulunur; Türkiye'yi üyelik çerçevesinden tamamen çıkarmakla yetinilir ama orada bile köprüler atılmamış gibi yapılır.

(v) AB, Avrupa Konseyi, AGİT, AİHM gibi mekanizmalar, küçük ayarlar vermek dışında rejimlerin karakterini belirleyemezler ve nitekim AB kendi üyesi Macaristan'da bile Orban faşizminin yükselişi karşısında çaresizdir. 

(vi) Otoritarizmin, sosyal zorlamaların, devlet şiddetinin yükselişinin istisnai zamanlarla veya çevre ülkelerle sınırlı olmadığını, örneğin Trump'ın epey öncesinden itibaren ABD'yi  tanımlamaya başladığını; İngiltere'de Johnson'ın yolunun pek de farklı olmadığını; neoliberal düzenleme rejimi mevcut sistem partileri tarafından burjuva demokrasisi sınırları içinde yönetilemez duruma geldikçe diğer gelişmiş ülkelerin egemen sınıflarının da otokratik seçeneklere yöneleceğini görebilmek gerekiyor. 

AKP, ülke jeostratejisini pazarlıyor

Türkiye, jeostratejik konumu ve silahlı kuvvetlerinin önemi bakımından ne ittifaklarla bağlı olduğu Batı'nın ne de "Doğu" 'nun gözden çıkaramayacağı bir ülkedir. AKP iktidarı bunun farkındadır ve başından beri hem içerde baskıcı İslamcı rejimini pekiştirmek hem de dışarda oyun alanını genişletmek için kullandığı ana malzeme de budur. RTE'nin 2013-2015 sonrasında Batı toplumlarının ve Batılı siyasi elitlerin gözünden düşmeye başlaması, Batı pragmatizmini değiştirmemiştir. Yukarıda madde (iii)'de sayılan nedenlerle değiştirmesi de beklenemez. RTE/AKP Türkiye'de seçmen desteğine sahip oldukça bu yönetimden vazgeçilemez veya 15 Temmuz 2016 türü yeni bir doğrudan/askeri müdahale macerasına girişilmez. Üstelik RTE, siyasi/ekonomik/kişisel açıkları olan bir lider olarak, tercih konusu dahi olur. 

Şu da gözden uzak tutulmamalıdır: Emperyalizmin kritik çıkarları bakımından, RTE/AKP güven verici hatta kalmaya devam etmektedir:

- Suriye'nin bölünmesinde oynadığı rol, ABD ve İsrail'in çıkarlarıyla tam çakışmaktadır;

- ABD'nin Suriye'ye doğrudan müdahale edebilmesi için hazırladığı zemin, her türlü takdirin üzerindedir;

- Ukrayna ile Kırım dayanışması ve Karadeniz'de ABD ve NATO gücünün artırılması konusundaki gayretkeşliği, AKP'nin vazgeçilmez olma çabaları kapsamındadır... 

Bu politikalarından çark etmedikçe, örneğin Esad yönetimiyle Suriye'nin bütünlüğü için işbirliğine girmedikçe, bütün diğer dış politika sorunları tâli ve "'halledilebilir" görülmeye devam edilecektir. Buna Fırat'ın doğusu ve ABD himayesindeki YPG devletçiği konusu da dahildir. Değerli dış politika yorumcusu Mehmet Ali Güller, S-400 konusunda Türkiye'nin geri adım atması olasılığını (bunun yanlış olacağını vurgulasa da) yüksek görmekte, buna karşılık Fırat'ın doğusundaki ABD destekli PYD/SDG devletçiğinin Türkiye-ABD ilişkilerinde asıl sorunu oluşturacağını düşünmektedir (Cumhuriyet, 21 Ocak 2021). Bizce PYD devletçiğinin de tıpkı Kuzey Irak'ta olduğu gibi AKP/MHP'ye (ve sermayeye) kabul ettirilmesi (elbette bunu topluma hazmetttirme süreci sonunda) işten değildir. Asıl mesele, AKP'nin Fırat'ın batısındaki TSK destekli yapının varlığını korumak istemesi (bunu ABD ile Fırat'ın doğusu için pazarlık kozu olarak tutabilecektir) ile Suriye'deki belirsiz Türkiye-Rusya "işbirliği" olacaktır. 

Türkiye'de iktidarı elinde tutan ve belirgin bir toplumsal desteği olan siyasi parti her zaman önemli bir dış politika avantajına sahiptir. Türkiye gibi jeostratejik konumu çok önemli bir ülkede bu avantaj daha da vurguludur. Muhalefet, iktidara gelişi kaçınılmaz görülmedikçe (örneğin Kasım 2002 seçimleri öncesinde muhalefetteki AKP böyle görülmekteydi), iktidarla eşit ayaklı bir düzlemde asla görülmez. 

Bugün ise, 

(i) muhalefetin çok parçalı yapısı dış güçler açısından bir belirsizlik ögesidir; 

(ii) Millet İttifakı'nın daha bağımsızlıkçı düşüncelere sahip görünmesi ve Suriye'nin bütünlüğünü daha fazla savunuyor gibi durması, ABD açısından eksi puandır; 

(iii) Suriye'de bir PYD devletçiğinin kabullenilmesi bakımından Millet İttifakı'nın daha fazla direnecek olması, buna karşılık bu ittifaka dıştan destek olabilecek HDP'nin tam tersi çizgide yer almasının beklenmesi, muhalefetin karışık, bulanık, kendi içinde çatışmalı ve dolayısıyla güdümlenmesi zor yapısına örnek olabilir. 

Buradan ilk elde çıkarılacak sonuç şudur: Biden yönetimi, AKP/RTE'yi zora sokacak meseleleri gündemine almaktan uzak duracaktır; buna önümüzdeki Nisan ayında "Ermeni soykırımı"nı tanıma adımını atamaması da dahildir. 

Sonuç

Peki, ABD ve AB açısından Türkiye'deki siyasi iktidar tercihi bundan böyle nasıl şekillenebilir? 

RTE'nin ve rahatsız edici boyutlardaki İslamcı/faşizan yönetiminin Batı'nın (ve Batı kamuoyunun) sindirim kapasitesini zorladığı biliniyor. Ama eğer AKP Türkiye'yi Batı ve NATO ekseninde tutacaksa -ki gideceği başka yer yok- ve buna da bazı simgesel jestler ekleyecekse (sözde adalet reformu ve daha önemlisi bazı kritik tahliyeler, vb.), RTE'nin içerde yeni bir otoriterleşme için meşruiyet zemini elde edebileceğine "güvenebilirsiniz". Batı'nın bir demokrasi tercihi ve önkoşulu yoktur ve hiç olmamıştır; önemli olan kendi bölge ve küresel çıkarlarının zedelenmemesidir. 

Bu denklemi şimdilik bozabilecek olan şey, muhalefet güçlerinin AKP iktidarını devirebilecek siyasi ve toplumsal potansiyeli sergileyebilmeleridir. Ama iktidar el değiştirirse, emperyalizmin stratejisi de buna hızla uyum sağlamak üzere yenilenecektir. Emperyalizmi kalıcı olarak geriletmenin yegane yolu, sosyalist solun siyasi denkleme ağırlığını koyabileceği bir paradigma değişikliğinin yaşanması olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder