Haftalık The Economist dergisi 1843’ten beri kesintisiz yayımlanıyormuş. İngiliz ve dünya sermayesinin kulağını, gözünü, hatta niyetlerini yansıtır. İyi koku alır, gerekiyorsa verir. 12-18 Şubat sayısının kapağında şu başlık var: “Koşu sona erince”. Alt başlık: “Eğer piyasalar çökerse ne olacak?”
DÜNYA BATACAKTI
15 Eylül, 2008 Pazartesi günü Amerika’nın büyük şirketi Lehman Brothers resmen iflas etti. Kurtarmadılar. Hemen peşinde dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG vardı. Kurtardılar, yoksa sadece Amerika değil, kapitalizmin sigortaladığı dünya kurtarılamayacak şekilde batacaktı (Hemen sonra zincir şeklinde başkaları da dizildi. Bunlara girmeyelim). Herhalde 16 Eylül olmalı, dostum Işık Kansu aradı. “Neler oluyor” diye soruyordu. İşte gazetecilik! “Çok önemli”yi hissediyor. Kansu ile paylaştığım gözlemleri haftalar boyunca yayımladı. Şimdi kısaca onlara dönüyorum. Doğru, yanlış, eksik nerede? İngilizin uyarısı gelecek için belki bir işe yarar. Birkaç kesit alalım.
20 Eylül, 2008’deki “Ankara Kulis”inde Kansu sormaya başlıyor. O hafta içinde Amerika Merkez Bankası’nın (Fed) 1987-2006 arasındaki başkanı Greenspan’ı TV’de izlemiştim: “Bu oyunda daima kazananlar ve kaybedenler olacaktır. Ekonomide kimseyi kurtarma gibi bir görev yoktur. Kim zayıfsa batacak, kim güçlüyse kalacak” diyordu. Üstat o senaryonun sahibi rolündeydi. Kansu, “Bunalım küresel düzeyde önlenebilir mi?” diyor. Ben de “Bunalımı durdurma gibi bir şey yoktur kapitalizmde. Yıkılacaklar, yıkılacakları yere kadar gidecekler. Sonra yeniden toparlanma olacak. Greenspan’ın kastettiği de budur” diyorum. İsabetli mi? Hayır. Kapitalizmin daha önceki tükeniş senaryolarına göre konuşmuşum. 2008’in Amerika, dünya ve Türkiye kapitalizmi için farklılığını zaman ilerledikçe, yeni finansal hamleleri görüp, yeni bilgilere eriştikçe kavrayacağız. Bu yazıda değil, onlara daha sonra gireceğim.
29 Eylül’de neler demişim: “Finans yaklaşık on yıldır Amerika’da gerçekte var olmayan değerlere dayanarak büyüyor. Kapitalizmin kof ayağı vaatlere dayanıyor. Dünyanın (toplam) milli geliri yaklaşık 60 trilyon dolar. Vaat edilen değerler 600 trilyon dolar civarında... Kapitalizmin böyle şişkinlik yaratarak büyüdüğü dönemlerde elinde taze parası olmayanlar, sahip olduğu varlığı paraya çeviremeyenler batar. Gayrimenkul, hisse senedi, borç senedi böyle ortamlarda beş para etmez. Yarınki fiyatları belli değildir. Yarınki fiyatı belirleyecek ölçü birimi, yani doların fiyatı da belli değildir.” İsabetli mi? Genel olarak, evet. Ama sonraki yıllarda yapılan analizler işin başka, ciddi boyutları da olduğunu gösterdi. Bunları kavramamız gerekecek. Onlara sonra geleceğiz.
‘MODEL ÇÖKÜYOR’
11 Ekim’de Kansu bu başlığı atmış. Yanlış mı? Soruyor: “Kapitalizmin sonu geldi diyenler var...” Yanıtım: “150 yıl önce İngiltere ile başlayan, ABD ile süren ve bir imparator ülkenin dünyayı kendi parası ile yönetmesi modelinin, Anglosakson kapitalizminin sonuna geldik... Küreselleşme ABD’ye ek borçlanma olanağı getiren bir aşamaydı. ABD o aşamada dünyanın kreditörü olmaktan çok, dünyaya kendini finanse ettiren, dolayısıyla dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi. Sovyetler’in bitişi ile birlikte model kendi dinamizmini döndüremedi, düşen kâr oranlarını kurtarmak için yayılmacılığa, yeni topraklara, enerji kaynaklarına ve siyasi denge oyunlarına yöneldi. Önce Doğu Avrupa hedefteydi. Yugoslavya parçalandı. Ardından Ortadoğu’ya yöneldi ve birinci Irak savaşını başlattı. Üçüncü hedef Afrika’ydı, Somali’den başladı. Yayılmacılığın devamı Doğu Avrupa’daki turuncu rejimlerle sürdü. Ortadoğu’ya 2. Irak savaşı ile girdi. Kafkasya’ya el attı ve son hedef İran’dır. Çevredeki turuncu rejimler Türkiye’de de yeşil rejim ile tamamlanıyor.”
‘YENİ TÜR FAŞİZM’
Devamı şöyle: “Bu tabloda küreselleşmenin en büyük aktörünü gözden kaçırmamak gerek... Yaklaşık 2 trilyon dolar rezervi bulunan Çin, ABD’nin hem rakibi, hem de güvencesi.” Soru geliyor: “Yeni dünya imparatoru Çin mi olacak?” Yanıt: “Hayır. Uzunca sürecek bir kaotik döneme, bir kapitalist modeller çağına giriyoruz. İngiltere’nin dünya imparatorluğu çöküşünde de böyle olmuştu... Dünya artık Amerika’yı finanse etmek istemiyor... Yeni aktörler Çin ve Hindistan da dünyayı yönetecek çapta değiller. Kısacası, kapitalist ülkeler kendi modelleri içinde kendilerini hasarla idare ederler.”
Yine soruyor: “Anlattıklarınızın siyasi sonucu ne olur?” Yanıt: “Ülkelerde ucuz bir faşizm beslenir. Turuncu rejimlere bakarsanız faşizme çok yakın modeller olduğunu görürsünüz. Türkiye’deki yeşil model de benzer bir uygulama. Vitrinde partiler var gibi ama ABD yalnızca bir tanesini, yeşil olanını istiyor. ‘Bu parlamenter vitrinin arkasında her şey olur’ diyor. Böyle rejimler dışarıdan parayla beslendikleri takdirde ceberut olurlar. Parayla beslenmedikleri anda ceberutluklarını artırmak ister fakat dayanaksız kalırlar. Yeni tür faşizmin 1930’ların faşizminden farkı da bu olacaktır.”
TARİHE MERAK ARTTI
25 Ekim’de Kansu aynı soruyu, dolaştırıp yeniliyor: “Yeni dünya düzenini kim kurgulayabilir?” Yanıt: “ ‘Bas bas paraları Leyla’ya’ şarkısındaki gibi dünyayı likiditeye boğanların yeni dünya düzenini kurma olasılığı yok. Bunun zihni bir hazırlığı da yok. Bundan sonra ne tür kapitalizmler karşısında olacağımız belirsiz.”
Görüşler isabetli mi? Fena değil. Ancak Amerika’nın dünya çapında finansal ağırlığını, bunun etkilerini hesaba katmamışım. Belirleyici mi? 2008 çöküşünü hazırlayan model (senaryo) gitgide artan finansal ağırlıkla işlediğine göre, 2008’den sonrasını da buna göre değerlendirmek lazım (Gelecek yazıda bunu vurgulayalım). Amerika’nın yayılma savaşlarına, bunun stratejisi ve diplomasisine gelince: 2008’de bunlar normal gözlemlerdir. O tarihten sonra birkaç alanda meraklı ve “uzman” sayısında büyük artış oldu. Bir de tarihe merak arttı. Acaba bunlar kapitalizmin bir iniş (uzun sürecek çöküş) içinde olduğunun belirtileri mi? Benim alanım dışında kalıyor.
Işık Kansu ile 2008 söyleşilerini burada kesebiliriz. Orada Türkiye üzerine konuşmalar da var. Girersek, konuyu dağıtmış oluruz.
AMERİKALI BRYAN İLE İNGİLİZ TEYZE
Tarihe merak arttı, dedim. Doğru yere bakarsak, öğreticidir. William Jennings Bryan, kendini iyi yetiştirmiş bir siyasetçiydi. Küçük çiftçiler ve ezilenler başta olmak üzere Amerikan halkının nasıl bir “ekonomi cenderesi”ne hapsolduğunu kendine dava haline getirdi ve 36 yaşında, 1896’da partisinin (Demokrat Parti) başkanlık toplantısında (convention) ünü yüzyılı aşan bir konuşma yaptı: “Cross of Gold”. Türkçesi “Bizi altından yapılmış bir çarmıha gerdiler!” Bu konuşma Bryan’ı partisinin başkan adayı yaptı. “Altın standardı”na son verilmesini, başta çiftçiler olmak üzere, daima kaybeden emekçilere devlet desteği istiyordu. Büyük sermaye, kentlerin zenginleri, rahatlık arayan orta sınıfı, hatta işçi sınıfının “aristokrat”laşan kesimi ise ona karşı çıktı. Yenildi. Bir sonraki ve daha sonraki seçimde de adaydı. İkisinde de (böylece üçünde) yenildi. Amerikan kapitalizmi siyasette geçit vermiyordu. (Sanders’a verdiler mi?)
“Cross of Gold” ile ne söylüyordu? Dikkatle bakarsak, sadece o tarihe ait bir şeyi değil, son kırk yıldır içinde yaşadığımız ekonomi senaryosunun odak noktasını görebiliriz. Altın standardının “olmazsa olmaz”ıdır diyeceğimiz “deflasyon”un, düşük geliriyle borç altında yaşamaya hüküm giymiş çoğunluğa ceza olduğunu vurguluyordu. “Deflasyon borçluyu çarmıha germektir” diyordu. İstatistiklerden çok, yaşamın içinden gelerek işin odak noktasını buluyordu. 1990’larda derlenmiş veriler, 1880-1914 arasında, başta İngiltere ve ABD olmak üzere, altın standardını iktisat politikasının temeli yapmış 14 ülkede enflasyonun ortalama yüzde 1’in altında (0.6!) seyrettiğini gösteriyor. Ortalama ücret artışları bunun altında, faiz oranları ise üzerinde (yüzde 3.6) ile seyretmiştir. Mutlak bir deflasyon dünyası. Büyüme hızları yüzde 1.7 ortalamayı gösterdiğine göre, hem kârlar hem de rantiye kazançları için “altından yapılmış model”dir. Kaynakların düşük gelirlilerden yüksekte oturanlara aktarıldığı model... Düşük gelirliler sürekli borçlanmaya ve borç ödemeye hüküm giymişlerdir. Amerikan halkının özdeyişiyle, “haydut baronlar” dönemi.
William Jennings Bryan‘AYIP ŞEYLER’
Şimdi 1890’lar Amerikası’ndan 1980’ler İngilteresi’ne gelelim. Orayı bir İngiliz Teyze yönetiyor: Madam Thatcher. Tory partisinin başkanı ve başbakan. İşe başlayınca önce ayağının tozuyla büyük madenci direnişini kırdı ve sermaye sınıfından “Aferin” ve “Demir Leydi” unvanını aldı. Sonra, topluma dönerek “Toplum diye bir şey yoktur!” (There is no such thing as society) dedi. Bunu iktisat diline çevirirsek, şunu söylüyordu: “Size artık deflasyon vereceğiz. Tadından yiyemeyeceksiniz. Fiyat artışlarını iyice yavaşlatacağız. Ücret artışlarınız elbette bunun altında seyredecek. Buna deflasyon derler. Ayrıca, artık öyle sendika, toplusözleşme, verimliliğe göre ücret, dayanışma ücreti gibi ‘ayıp şeyler’ istemeyin. Parasız eğitim, sağlık gibi sözler duymayayım. İş güvencesi veremem. İşsizlik yaşamanın ‘fıtratı’nda var. İş bulan çalışır. Ücreti yetersiz bulunca borçlanacaksınız. Size borçlanma hakkı veriyorum. Çünkü artık borçlanarak yaşayacaksınız. Borcunuzu da ücretinizden ödeyeceksiniz. Ekonomide ‘altın standardı’nın son şeklini 1971’de Nixon Abim yürürlükten kaldırdığı için, kapitalizmin yönetiminde esas ‘altın kural’ olan ‘deflasyon standardı’nı biraz gecikerek artık başlatabiliyoruz. Dünya kapitalizmine kutlu olsun.”
SORGUSUZ KABUL
İktisadın çetrefil konuşma alışkanlıklarından sade halk Türkçesine çevirirsek “Teyze” bunları söylüyor, müjdeliyor. (Günümüz Türkiye siyasetinin söylemiyle eşdeğer kavramı merak edersek, buna, moda terimi atlamaksızın “sürdürülebilir kul hakkı” denilebilir.) “İngiliz Teyze”nin bakışıyla, kapitalizmde yönetime soyunan Bryan’lar hep kaybedecek, kendisi ve müritleri hep kazanacaktır.
Emeği bağlayıp sermayeyi tamamen serbest bırakan model 1990’larla birlikte Amerika’da geliştirildi ve dünyaya yayıldı, yerleşti. Işık Kansu ile söyleşideki gibi, ona kuşbakışı “küresel” dediler. Her ülkeye yeni ama birbiriyle neredeyse özdeş birer ekonomi, siyaset ve toplum modeli yerleştirdi. İktisatçılar gibi, siyasetçiler de özdeşleşti. (Birtakım “atipik” iktisatçı hariç!) Deflasyon, adı böyle konulmaksızın “fiyat istikrarı” olarak sunuldu. Yani, fiyatların düşük düzeyde ve istikrarlı olması herkes için hem iyidir hem de hesap yapabilmenin güvencesidir, denildi. Bunu öncelikle IMF ve kapitalizmin onunla kardeş kurumları “vazgeçilmez” kıldılar. “‘Fiyat istikrarı’nı (yani deflasyonu) birinci hedef yapmazsak enflasyona sürükleniriz” düşüncesi yönetimlerden halk katına kadar (“Gerekirse simit yeriz!” çizgisi) yerleşti. Sorgusuz kabul gördü. (Enflasyon, bilindiği gibi, fiyatların birbiriyle yarış halinde koşusudur. Ücretler onların arkasından, yetişmek için koşmaya çalışırlar, yetişemezler. Yönetimlerden çelme yerler. Deflasyonda ise fiyatlar ağır ağır yürürler fakat ücretler yürüyemezler, yine çelme yerler. İkisinin arası yok mu, diye düşünülebilir. Bu siyasal iktidar meselesidir. O derin bir bahistir.)
‘BÜYÜK ILIMLILIK’
Emeğin bağlı, sermayenin serbest olduğu modelin tüm parçalarının birbiriyle uyumla işleyebilmesi için bir merkez gerekliydi. Rol öncelikle modelin sahibi olan Amerika’nın merkez bankasına (Fed) ait oldu. Fed otuz yıldır bu rolü oynuyor. O sayede, kapitalizmin özünde merkezi bir sistem olduğu berraklaşıyor. Fed deflasyonun dünya çapında sahibi işlevini yaparken, öteki görevini, sermayenin gıdası olan likiditeyi bedava sayılacak düşüklükteki “merkezi” faiz politikasıyla, “ucuz para” ile borçlanabilmesi için sermayeye sunmayı aksatmıyor. “Bedava” çizgisinde asıl öncelik, bilindiği gibi, Amerikan Hazinesi’nin, yani devletinindir. Demek ki, Fed hem devletin, hem de sermayenin (Wall Street, diyelim) borçla çalışabilmelerinden birinci derecede sorumludur. Tıpkı ücret artışlarının freni olan deflasyondan da sorumlu olduğu gibi. Çok yönlü ve zor iş... 1990’larda (Sovyetler’den sonra) Fed Başkanı Greenspan o tarihi konjonktürün yardımıyla çok yönlü ayarı iyi tutturmuştu ve Amerikan ekonomisi de bir büyüme temposu yakalamıştı ki, üstadın çırağı, 2006’dan sonra başkanlık yapacak olan Bernanke bu tabloya “Great Moderation” demişti. Türkçesi zor. Şöyle anlaşılabilir: “Hayran olunacak öyle bir zemine oturduk ki bütün işler tıkırında!” (Bire bir çevirirsek, “büyük ılımlılık” olur. Bir şey anlaşılmaz.)
1990’lardan 2008’e giden döneme “Sınır Tanımayan Sermayeler Zamanı” diyebiliriz. Finans sermayesinin (Wall Street+City of London başta olmak üzere) dünyayı borçlandırma “misyonu”nu coşarak yürüttüğü, böylece gitgide büyüyen finansal açıklar yarattığı dönem. Büyüyen açıklar merkez bankalarını (başta Fed) sahnenin ortasında kımıldayamaz hale getiriyor. O kımıldayamazken, başta çeşitli mali varlıklar olmak üzere “sermaye ürünü” şekline çevrilebilen her şeyin fiyatı, yani cazibesi arttıkça artıyor. Ve oyunun bir ana kuralı oluşuyor: Bu riskli bir oyundur. Risk ne kadar yüksekse kazanç da o kadar yüksek olacaktır. Var mı oyuna katılmayan? Emekçileri, hatta evsizleri ve çulsuzları da “piyasa”ya katacaklar ve oyun kartopu gibi büyüyerek dünyayı 2008’e getirecek.
Bilsay Kuruç / CUMHURİYET