19 Kasım 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -19 Kasım 2024-

NATO ve Türkiye üniversiteleri (II): Erdoğan’a gülümseyen bir NATO’cu akademisyenin portresi -Evin Nagehan-

Şişirilen "muhalif" imajı kariyeri açısından işlevsel olan eski Boğaziçi rektörü Gülay Barbarosoğlu, akademik kariyerinin önemli bir bölümünde NATO projeleri için çalışmış bir endüstri mühendisi.
Yazı dizimizin ilk bölümünde İstanbul Üniversitesi’nde NATO’nun halkla ilişkiler faaliyeti olarak yürüttüğü projeleri ele almıştık. Bu ikinci yazıda ise Boğaziçi Üniversitesi’nde 2012-2016 yılları arasında rektörlük yapmış olan sembolik bir isim olan Gülay Barbarosoğlu’nun gerçekleştirdiği NATO projelerine ve siyasi ilişkilerine odaklanacağız. Yazı dizimiz kapsamında Barbarosoğlu’nun yanı sıra onunla bir dönem aynı NATO Projesi’nde çalışmış olan TSK mensuplarından bugün akademide olanlarının üniversitelerde yaptıkları NATO projelerine de yer vereceğiz.

Gülay Barbarosoğlu kamuoyunda Boğaziçi Üniversitesi’nde 2016 yılında yapılan rektörlük seçimlerinde oyların ezici çoğunluğu almış olmasına rağmen AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevine atanmamış olmasıyla kamuoyunda tanınıyor. Liberallerin ve bir kısım solcunun da şişirmesiyle oluşan bu ‘muhalif’ imajı ise oldukça yanıltıcı fakat Barbarosoğlu’nun kariyeri açısından işlevsel. 

Barbarosoğlu, akademik kariyerinin önemli bir bölümünde, 2001-2010 yılları arasında, NATO projeleri için çalışmış olan bir endüstri mühendisi. Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü müdürlüğü ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği ve Finans Mühendisliği bölüm başkanlıkları da yapmış olan Barbarosoğlu, 2018’den beri Koç Holding bünyesindeki şirketlerin kurul ve komitelerinde yer alıyor ve Hisar Eğitim Vakfı genel müdürlüğünü yürütüyor, 2019’dan beri de Özyeğin Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nde yer alıyor. 

İlginçtir, Ortadoğu Teknik ve Boğaziçi gibi üniversitelerde akademik ‘inbreeding’i (akraba evliliği) önleme gerekçesiyle bir eğilim olarak yurtdışındaki üniversitelerde, tercihen ABD’dekilerde, doktora yapmış olan akademisyenlere tam zamanlı kadro verilir. 1985’te Boğaziçi’nden doktorasını almış olan Müzeyyen Münire Gülay Doğu, bu geleneğin tek istisnası olmasa da önemli bir tanesi.

Barbarosoğlu’nun NATO projesi ve takım arkadaşları

2001-2005 yılları arasında NATO Araştırma ve Teknoloji Örgütü’nde takım liderliği yapmış olan Barbarosoğlu, 2002-2010 yılları arasında ise bu örgütte Türkiye’nin ulusal temsilciliği görevini üstlenmiş. 

Biraz teknik bir mesele de olsa mühendis dostlarımızın da yardımıyla Barbarosoğlu ve ekibindekilerin 2005’te tamamlanan bu projede yaptıklarından kısaca bahsedelim. Projenin başlığı ‘Afet Yardımı ve Askeri Operasyonlarda Helikopter Görev Planlaması için Bilgisayar Tabanlı Karar Destek Aracı’.  Projede NATO helikopterlerin rotasını optimize eden birkaç tane problem ele alınmış. Yani bir afet veya askeri operasyon senaryosunda elde bulunan NATO helikopterlerinin müdahalesi için bunların uçması gereken toplam mesafe; rota, yakıt, kargo kapasitesi, helikopter sayısı vs. kısıtlar altında minimize ediliyor (en küçük miktara indiriliyor). İşin sonunda hangi helikopter hangi noktaya gitsin, ne kadar materyal veya insan taşısın, ne kadar insanı oradan çıkarsın, hangi pilotla uçsun, yakıt alınması gerekiyor mu gibi kararlar veriyor. Yani, uzun lafın kısası, NATO denilen savaş makinasının optimal koşullar altında hareket etmesi için senaryolar geliştiriliyor. 

Her ne kadar başlıkta ‘afet yardımı’ ifadesi geçse de 6 Şubat depremi sonrasındaki gelişmelerden, hükümetin orduyu deprem bölgesinden uzak tutma kararından biliyoruz ki bu projeler halkımıza felaket anında yardımcı olmak için değil, daha ziyade NATO’nun kanlı operasyonlarına hazırlık için yapılıyor. Akademide zaten genelde böyledir, ‘topluma şöyle yararlı böyle yararlı’ diye pazarlanan projeler ya üniversitelerin halkla ilişkiler faaliyeti olmaktan öteye gidemez, ya da gerçekten bir işe yarıyorlarsa, yerli-yabancı sermayenin ve onun kolluk kuvvetlerinin çıkarları içindir. 

                                                      /././

Kürt siyasetinde İsrail yoklaması: Genişlemek isteyene potansiyel müttefik pazarlanıyor -Özkan Öztaş-

Son günlerde Kürt siyasetinin farklı veçhelerinden gelen İsrail mesajları, tüm kesimlere mesaj veriyor: "Gelin Türkiye'yi birlikte büyütelim ya da İsrail'le ilişki kurmaya hazırız."

Kürt siyasi dünyasında arka arkaya İsrail yoklaması çekiliyor. Tepkilere bakılıyor, ayarlar yapılıyor ve yeniden gaza basılıyor.

Çeşitli Kürt siyasi hareketlerinden "gerekirse Kürtler İsrail'le masaya oturur" çıkışları geliyor, paneller düzenleniyor, eylemlerde İsrail bayrakları dalgalanıyor.

Bu arada İsrail cephesi de bu çıkışları karşılıksız bırakmıyor. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, geçen hafta Kürtleri "İsrail'in doğal müttefiki" gördüklerini dile getirdi ve Kürtlerle ve bölgedeki diğer azınlıklarla daha güçlü bağlar kurulması çağrısı yaptı.

Şimdiye kadar ortaya çıkan tablo, henüz ilişkinin adının konulmadığını ama süregiden flörtte iki tarafın da birbirini yüreklendiren jestlerden kaçınmadığını gösteriyor.

KCK'li Aydar: 'Türkiye Kürtlerle birlikte genişleyebilir, büyüyebilir'

Saar'ın Kürtlere göz kırpan açıklamasının ardından Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Kurulu üyesi Zübeyir Aydar, bir televizyon kanalında konuştu. Aydar, İsrail'le iletişim kurmaya açık olduklarını ve bunun diplomatik açıdan Kürtlerin en doğal hakkı olduğunu ifade etti. 

Kürt hareketinin önceliğinin komşu halklarla barış içinde bir arada yaşamak olduğunu vurgulayan Aydar, “Türkler, Araplar, Azeriler ve Farslarla birlikte yaşıyoruz. Önceliğimiz onlarla barış içinde yaşamaktır. İlk öncelik komşumuzun kapısını çalmaktır" dedi.

İsrail, bir yıldır başta Filistinliler olmak üzere Ortadoğu halklarına kan kusturuyor.

Türkiye ile olan "yeniden çözüm süreci"nde sonuç alınamazsa İsrail'le de ilişki kurabileceklerini ifade eden Aydar, Kürt hareketinin özellikle Filistin konusunda İsrail'in politikalarına karşı çıkmasına rağmen İsrail'le ilişki kurabileceğini söyledi. Aydar, "İsrail ile ilişki kurabiliriz. Bölge halkları barış içinde bir arada yaşamalı" dedi.

"Dünyanın her yerinde yeni 3. Dünya Savaşı tartışmaları devam ederken Türkiye Kürtlerin kapısını çalmazsa birileri gelir Kürtlerin kapısını çalar. Biz öncelikle kendi komşumuzun, Türkiye'nin kapısını çalmaktan yanayız. Türkiye Kürtlerle birlikte büyüyebilir, genişleyebilir. Çağrımız budur, gelin Türkiye'yi Kürtlerle birlikte büyütelim. Ama olmazsa sonuçta üçüncü çizgi temelinde Kürtler herkesle ilişki kurabilir. Kendi programları temelinde temasa geçebilir."

Tıpkı ilki gibi şimdiki "çözüm süreci" de, açıktan dile getirilmese de, Türkiye'nin Irak ve Suriye'deki etki alanını genişletmesi olasılığına yaslanıyor. Aydar, Türkiye'yi İsrail'le tehdit ederken, sınırları genişletmeyi vadediyor.

Geçen hafta TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın "çözüm olacaksa bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde olacak" sözleri, Kürt medyasında gündem olmuştu.

Nabız yoklaması: PKK mitinglerinde İsrail bayrakları

Almanya'da Öcalan'a tecritin kaldırılması için düzenlenen bir mitingde açılan İsrail bayrakları gündem olmuş ve tepki çekmişti. 

28 Eylül tarihinde Köln'de yapılan mitingde açılan İsrail bayrakları, PKK açısından bir ilk.

Bu adımların, birer nabız yoklaması niyeti taşıdığı ve tepkilerin gözlemlendiği anlaşılıyor. Yoklamalar, yurtdışıyla sınırlı değil. 

Yeni Yaşam gazetesinde Haydar Ergül imzasıyla 11 Kasım'da yayımlanan "Ortadoğu’da hareket Kürtlere bereket getirir" başlıklı yazı da tartışmalara neden oldu. ABD seçimlerin, Trump'ın kazanmasının ardından kaleme alınan yazıda Ergül, "Kürtler şu anda Medlerden sonra tarihlerinin en görkemli ve kudretli dönemlerini yaşıyorlar. Özgürlüğe çok yakınlar. Dolayısıyla Kürtler, kendi öz gücünü daha da örgütleyip büyütecekler. Amerika’nın yeni durumu, bölgeyi hareketlendirme ihtimalini artırır. Ortadoğu’da hareket, Kürtlere bereket getirir" dedi ve "Örneğin, İran-İsrail’in olası bir savaşı fırsat yaratabilir. Daha değişik gelişmelerin olma ihtimali var. Suriye’nin meselesi de var" diye ekledi.

28 Ekim tarihinde Almanya'nın Köln şehrinde PKK'nin düzenlediği Öcalan mitinginde açılan İsrail bayrakları gündem oldu.

'Kürtlerin devletsizliğini en iyi Yahudiler anlar'

PKK cephesindeki nabız yoklamaları, Kürt siyasetinin başka aktörlerince daha cüretkar şekilde yapılıyor.

Partiya Kurdistani (PAKURD) eski genel başkanı ve Kürt siyasetçi İbrahim Halil Baran, "İsrail-Kürt İttifakı Yeni Ortadoğu İçin: Gelecekteki Riskler ve Fırsatlar" konulu panelde, Kürtlerin devletsizliğinden en iyi Yahudilerin anlayacağını öne sürdü. 

Baran, Kürtlerle Yahudilerin tarihte benzer şekilde soykırımlara uğradığını, göçlere ve katliamlara maruz kaldığını belirtti: "Bütün sorunlara aynı şekilde maruz kaldık. Üstelik Kürdistan'ın tarihinde hiçbir zaman antisemitizm görülmemiştir. Kürdistan'da pek çok sinagog ve Yahudi mezarı var ve Kürtler hepsini diğer dinler gibi koruyor. Siyasi olarak da dört parçada Kürtler İsrail ile büyük bir ittifak yapmaya hazır. Türkler, Araplar ve Farslar Kürtleri asimile ederken antisemitik düşüncelerini Kürtlere bulaştırıyorlar. Bugün gurur duyarak söylüyorum ki Yahudilerle Kürtler arasında hiç bir düşmanlık yoktur. Dostluk vardır. Ama dostluğumuz gecikirse düşmanlarımız bizi de birbirimize karşı düşmanlaştırırlar."

Baran Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde Kürtlerin acele etmesi ve tarihi fırsatı kaçırmaması gerektiğini vurguladı.

'İsrail, Kürtler için bir devlet yaratabilir'

İsrail'den ve Avrupa'dan pek çok Kürt, Yahudi ve Avrupalı akademisyenin dinlediği panelde Baran, söz konusu Rojava ve İsrail olduğunda İran'ın ortak düşman olduğunu ifade etti: "İsrail güçlü bir ülkedir ve 7 Kasım saldırılarından sonra Ortadoğu'nun yeni lideridir. Amerika ve Avrupa üzerindeki etkisini kullanarak Kürdistan'ın bütün parçalarında yeni bir devlet imkanı yaratabilir. İsrail, İran'a yaptığı operasyonlarda, oradaki Kürtlerin özgürlüğünü ve statüsünü de esas almalı. İran'ın saldırılarına karşı Güney Kürdistan'ı (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni) korumalı. İsrail Rojava'ya askeri ve diplomatik olarak destek vermeli. Kürtler, İsrail'in yeni bir Ortadoğu vizyonuna ortak olarak katkı sağlayabilir. Radikal İslama karşı mücadele için, istikrar için ve gerçek bir barış için birlikte mücadele edebilir"

Baran, bölgedeki ABD çizgisini savunuyor. Bir sosyal medya açıklamasında "Biz Kürtler, hem baba hem de oğul Bush'u Kürt halkının iyi dostları olarak hatırlayacağız. Eğer onlar gibi bağımsız bir Kürdistan'ın yolunu açarsanız, heykelinizi Kürdistan'ın en görkemli meydanlarından birine dikeceğiz" dedi. 

Amerika'da yaşayan Kürt gazeteci ve ABD lişkileri uzmanı gazeteci Mutlu Çiviroğlu da İbrahim Halil Baran'ın yaptığı girişimi çok önemli bulduğunu söyledi. Çiviroğlu, sosyal medya paylaşımında "Bir Kürt olarak İsrailliler ile yaptığı yayından sonra burada Amerika'dan da telefonlar aldım. Soranlar merak edenler oldu. Bunlar önemli" dedi.

"İsrail-Kürt İttifakı Yeni Ortadoğu İçin: Gelecekteki Riskler ve Fırsatlar" başlıklı paneli TRT'nin "PKK etkinliği" olarak duyurmasına İbrahim Halil Baran içerledi, 'Golü biz atıyoruz skoru diğerlerine yazıyorlar' tepkisi verdi.

İsrail-Kürt ilişkileri özellikle Irak'ta güçlendi

İsrail'in Kürtlerle yakınlaşması, özellikle Irak Kürdistanı'nda yaşandı.

2003'te ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin ardından ortaya çıkan Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile İsrail arasındaki ilişkiler, zaman içinde derinleşti. IKBY, yasal olarak Irak içinde özerk bir bölge olmasına rağmen, fiili olarak bağımsız bir yönetim sergiliyor ve İsrail'le doğrudan ilişkiler kuruyor.

Kürt bölgelerinden çıkarılan ham petrol, savaş halini sürdürmek için yakıta muhtaç olan İsrail'in en önemli kaynaklarından biri. Bu durum, IKBY'nin ekonomik kalkınma arayışıyla İsrail'in enerji ihtiyaçları arasında bağ kuruyor.

Daha 2004'te New Yorker dergisinde yayımlanan bir makale, çiçeği burnunda IKBY'deki peşmerge kuvvetleriyle İsrail arasında askeri işbirliği olduğunu yazmıştı.

2017'de IKBY parlamentosu tarafından alınan ve Irak merkezi hükümeti tarafından tanınmayan bağımsızlık yolundaki kararı ilk destekleyen de İsrail’di.

Kürdistan doğalgazı, Erdoğan ve Barzani: Enerjinin yeni haritası (https://haber.sol.org.tr/haber/kurdistan-dogalgazi-erdogan-ve-barzani-enerjinin-yeni-haritasi-357655)

İsrail’in bölgedeki ilişkileri 2: Kürdistan’la bağımsızlık ve petrol kardeşliği (https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-bolgedeki-iliskileri-2-kurdistanla-bagimsizlik-ve-petrol-kardesligi-385530)

                                                             /././

Türkiye'de vergi yükü düşükmüş!-Oğuz Oyan-

Gerçekleri çarpıtmak ve vergilemenin sınıfsallığını gizlemek için daha fazla ne yapılabilirdi? Şimşek’in ifadelerinin tümü sorunlu, o nedenle üzerinde ayrıntılı olarak durmak durumundayız.

Geçen hafta Meclis Bütçe Komisyonu’nda Hazine ve Maliye Bakanlığı bütçesi görüşülürken, ilgili bakan yeni herzeler yumurtlamış. Ona göre, “vergi yükünün yüksek olduğu algısı gerçeği yansıtmıyor. 38 OECD ülkesi arasındaki sıralamada yüzde 20,8 ile en düşük vergi yüküne sahip 3. ülkeyiz. Bu ortalama OECD’de yüzde 34, AB’de ise yüzde 41,2. Ayrıca dolaylı vergi yükü de çok yüksek değil; temel sorun dolaysız vergilerin yetersizliği. Hedefimiz vergi adaletini güçlendirmek ve dolaysız vergilerin payını arttırmaktır”.

Bu arada vergi harcamaları (yani vergi muafiyet ve istisnaları veya vergi ayrıcalıkları) konusunda “OVP’de etkin olmayan vergi harcamaları kaldırılacak” hedefini hatırlatan muhalefet milletvekillerine, “o zaman asgari ücretli de vergi ödeyecek! Bakın vergi harcamalarının 853 milyar lirası asgari ücretin vergi dışı bırakılmasından kaynaklanıyor. Vergi mi getirelim asgari ücrete, siz onu mu istiyorsunuz? Yatırımları, AR-GE’yi teşvik etmeyelim mi? Bize ‘sermaye için 3 trilyondan vazgeçtiniz’ diyorlar, ya neresi sermaye bunun ya?” diye karşılık verebildi!

Gerçekleri çarpıtmak ve vergilemenin sınıfsallığını gizlemek için daha fazla ne yapılabilirdi? Şimşek’in bu ifadelerinin tümü sorunlu, o nedenle üzerinde ayrıntılı olarak durmak durumundayız.

OECD verileri

Önce OECD verilerinden başlayalım. Türkiye’de vergi yükü ortalamasının düşük çıkmasının nedeni sermaye gelirleri üzerindeki vergi yükünün gerçekten de çok düşük olmasından ileri gelir. Oysa ücretliler üzerindeki vergi yükü bakımından ele alındığında Türkiye OECD ülkeleri arasında başa güreşen ülkelerdendir. Bunun için OECD’nin “Ücretlerin Vergilendirilmesi, 2024 Raporu”ndaki şu verilere göz atılabilir:

Evli ve çocuklu, ortalama ücretin yüzde 67’sini alan ücretliler üzerindeki vergi yükü (İşçi ve işveren sosyal güvenlik primi katkı paylarının nakit destekleri çıkarıldıktan sonra verginin ücrete oranı)

Demek ki neymiş? Türkiye ücretler üzerindeki vergi yükü bakımından OECD’nin alttan üçüncü değil 38 ülke arasında üstten üçüncü sırasındaymış ve birinciyle arasında da pek bir fark yokmuş! Başka karşılaştırmalarda da Türkiye önlerdedir: Evli ve çocuklu, ortalama ücret kadar alanlar arasında da Türkiye’deki ücretliler gene yüzde 38,4’lük bir vergi yükü taşımakta ve ilk 10’da yer almaktadır. Bekar ve iki çocuklu, ortalama ücretin yüzde 67’sini alanlar sıralamasında ise Türkiye yüzde 33,7 ile 1. sıradadır! Bekar-evli, çocuklu-çocuksuz, ortalama ücret veya onun yüzde 67’si kadar ücret alanlar arasında yapılan toplam yedi sıralamanın tümünde de Türkiye’de ücret üzerindeki vergi yükü OECD ortalamasının epey üzerinde kalmaktadır. Bu konuda Türkiye ile yarışabilenler ise yüksek vergi yükleriyle tanınan İskandinav ülkeleri ile Belçika ve Fransa olabilmektedir.

İstatistik, bir çarpıtmaya destek olarak kullanılmadıkça işe yarar bir araçtır. Örneğin Bakan Şimşek “Türkiye’de dolaylı vergi yükü de çok yüksek değil” derken neye dayanmaktadır? Yararlandığı OECD kaynağını bulup baktığımda  (Statistiques des recettes publiques 2023. Dynamisme des recettes fiscales dans les pays de l’OCDE, s.3, t.1), verdiği OECD ortalama vergi yükü 2022 için yüzde 34’tür evet, ama aynı tabloya KDV yükü olarak baktığımızda Türkiye yüzde 23,3 ile üstten yedinci sırada olup OECD ortalaması olan yüzde 20,7’nin oldukça üzerindedir. KDV dışındaki tüketim üzerindeki diğer vergilere baktığımızda ise, OECD ortalaması yüzde 11,2 iken Türkiye (ÖTV sayesinde) yüzde 18,8 ile rekor kırarak liste başındadır! Daha ne olsun ki bizim Maliye Bakanı hoşnut olabilsin?

Dolaysız vergiler kimler için yetersiz?

Öte yandan Maliye Bakanı “temel sorun dolaysız vergilerin yetersizliği” derken haklı olmakla birlikte bu bir yarım-doğrudur. Zira ücretliler burada da şampiyonluğa oynamaktadır. Daha önce defalarca değindik. GSYH içinde ücret payı yüzde 25-35 arasında gezinirken, Gelir Vergisi’nde ücret üzerinden alınan vergilerin payı dönemler itibariyle yüzde 60-80 aralığında değişmektedir. Demek ki, milli gelirin 1/3’ü civarında bir paya sahip olan ücret geliri sahipleri Gelir Vergisi’nin genelde dörtte üçünden fazlasını ödemektedirler! Ücretliler gelir paylarının 3 katına yakın Gelir Vergisi baskısı altındadır. Böylesine bir vergi baskısı sadece ülkedeki başka gelir kategorilerine bakarak değil, dünya ölçeğinde ücretler dahil tüm gelir kategorileri bakımından erişilemez bir rekora işaret etmektedir! “Adalet bunun neresinde” diye sormak yerine, Türkiye’de dolaysız vergi yükünün sadece kâr, faiz, rant gibi sermaye gelirleri için yetersiz (hem de çok çok yetersiz) olduğu gerçeğini neden vurgulamıyorsunuz veya daha doğrusu itiraf etmiyorsunuz ey bakan? diye sormamız gerekmez mi hiç olmazsa?

Ücretlileri bu çok ağır Gelir Vergisi baskısından kurtarmak için çift yönlü çaba gerekir: Milli gelirden ücret payının artmasını sağlamak (birçok AB ülkesinde bu pay yüzde 50 hatta yüzde 60’ın üzerindedir) ve Gelir Vergisi’nde ücretliler lehine tarife değişiklikleri yapmak. Bu sonuncusu yönetimin “kaçınamayacağı” bir alan olduğu için oradan başlanabilir. Şu “ılımlı” başlangıç için var mısınız mesela: Vergi dilimlerini genişletmek (örneğin ilk dilimi brüt yıllık asgari ücretin altına düşürmemek) ve ücret gelirleri için standart tarifeye göre daha aşağıdan başlayan marjinal vergi oranları oluşturmak. Ayrıca dilim sayısını 5’ten 10’a çıkarmak ve sermaye kazançları için standart tarifedeki en üst marjinal oranı yüzde 70’e kadar götürmek. Buna koşut olarak hem vergi ayrıcalıklarını hem de sistemin ağırlıklı unsuru dolaylı vergilerin payını da düşürmek şart elbette. Bunları azgın bir sermaye iktidarı profili çizen AKP’den beklemek mümkün mü peki?

Bunları göze alamıyorsanız, “hedefimiz vergi adaletini güçlendirmek ve dolaysız vergilerin payını arttırmak” gibi büyük lafları ağzınıza almayacaksınız. (Gerçi bunlar standart söylemin değişmez parçalarıdır. Her plan ve programda da yer verilir!). Şunu da tekrar hatırlatmadan geçemiyorum: Dolaysız vergiler konusunda 1998’de Temizel’in “nereden buldun yasası” olarak da bilinen vergi reformunun (4369 sayılı yasanın) yürürlüğe girmesinin 2002 sonuna kadar ertelenmesiyle son tren kaçmış, bu treni tamamen seferden kaldıran da iktidara geldikten iki ay sonra 7 Ocak 2003’te bu yasayı yürürlükten kaldıran AKP hükümeti olmuştu. Herşey olağan seyrindeydi: Sermayenin iktidarı sermayeye çalışmıştı. Şimdi uluslararası finans çevrelerinin adamı ve siyasi tabanı bulunmayan AKP teknokrat bakanı Şimşek mi bu düzeni değiştirebilecek

Türkiye’de vergi ayrıcalıkları

İlgili Bakanın boyundan büyük lafları “vergi harcamaları/ayrıcalıkları” konusunda da devam ediyor. Önce bazı açıklamalar yapalım.

Türkiye’de vergi harcamaları (yani tahsil edilmemesine karar verilen vergiler) yıllara göre vergi gelirlerine oranla yüzde 29-32 gibi yüksek payları temsil ediyor; bu, maliye politikalarının ciddi açmazlarından biridir. Sermaye gelirleri sahiplerinden ciddi bir dolaysız vergi tahsilatı yapılamazken bu kesimlere bol kepçe sunulan vergi ayrıcalıkları, vergi dağılımının sınıfsal karakterini göstermektedir. Bu sınıfsal karakter, vergi uyuşmazlıklarının sermaye lehine çözülmesi ve iki yılda bir çıkarılan vergi aflarıyla da sürdürülmektedir.

Vergi harcamaları genelde bütçenin faiz giderleri toplamından fazladır. Daha önemlisi, birçok yıl itibariyle bütçe açıklarının da üzerindedir. Demek ki, genelde sermayeyi kayıran bu kadar yüksek vergi ayrıcalığı olmasa bütçe açığı diye bir şey olmayacaktır. Örneğin 2025 Merkezi Yönetim Bütçesi açık öngörüsü 1 trilyon 931 milyar iken, aynı yılın vergi harcaması 3 trilyon 5 milyar TL’dir.  Başka açıdan bakılırsa, bugün kısıntı yapılan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal yardım harcamaları dahi karşılanabilecektir. Hatta kamu altyapı yatırımlarının KÖİ ve YİD modelleri üzerinden iç ve dış sermayeye peşkeşler çekilerek yapılmasının gerekçesi kalmayacaktır. Ama bu, bugünkü yağmacı iktidarın varlık nedenine aykırı olacaktır.

Bu arada önemli bir not da vergi harcamaları öngörülerinin gerçekleşmelerin genelde çok altında kalıyor olmasıdır. Örneğin 2023 yılı için 994 milyar TL’lik bir vergi harcaması hedeflenmişken, gerçekleşme 1 trilyon 477 milyarı bulabilmiştir. Yani gerçekleşme başlangıç tahminini yüzde 49 aşabilmiştir! Ayrıca her OVP’de gelecek 3 yılın vergi harcama verileri yer almakta ama bir sonraki OVP’de bunlar da yukarı yönlü revize edilmektedir. Örneğin OVP 2024-2026’da 2025 ve 2026 için sırasıyla toplam 2,8 trilyon ve 3,2 trilyon sayıları yer alırken, yeni OVP 2025-2027’de (Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu s.171’den alınan ilişikteki tabloda görüldüğü gibi) bunlar 3 trilyon ve 3,3 trilyon olarak yukarı çekilmiştir. 2027 yılı için de 3,7 trilyon TL’lik bir tahmin eklenmiştir. Tabii bunların daha yukarıda gerçekleşmesi kuvvetle muhtemeldir. Gerçekleşmelerin ayrıntısı ve tahminlerden sapmaların ayrıntılı bir analizine ulaşmak da mümkün olmamaktadır. En son rapor, “Gelir İdaresi Başkanlığı, 2023 Yılı Vergi Harcamaları Raporu” dur ama o da ihtiyaç duyulan ayrıntıları vermemektedir.

GSYH’nin yıllara göre yüzde 5-6’sı boyutuna ulaşan toplam vergi harcamalarının toplam vergi gelirlerine oranından daha çarpıcı olanı, her bir vergi için geçerli olan vergi istisna ve muafiyetlerinin o verginin toplam hasılatına oranıdır. Bu oranlar Gelir Vergisi için genelde yüzde 80’i aşmakta, Kurumlar Vergisi için de yüzde 50 civarında oluşmaktadır. Gelir vergisindeki istisnaların bir bölümü asgari ücretin vergi dışı bırakılması yönünden ücretlileri de ilgilendirir. Ancak sermaye her durumda ağırlıktadır. Toplamda da durum böyledir: Örneğin 2024 yılı vergi harcaması tahmini toplam 2,2 trilyon TL iken bunun sermayeye dönük bölümü 1,6 trilyon TL’dir. 2024 gerçekleşmesi ise henüz bilinmemektedir. 2025 için de Bakan Şimşek’in açıklamalarına bakılabilir: Eğer dediği gibi asgari ücretin vergi dışı bırakılması 853 milyar TL’lik bir vergi harcamasına denk geliyorsa, geriye kalan 2 trilyon 152 milyar TL’lik harcama da 2025’te esas olarak sermayeye verilecek teşviklere gidecek demektir.

Maliye bakanının ve temsil ettiği sermaye sınıfının keyfini kaçırmak pahasına, sermayenin lehine çalışan ve yatırım/AR-GE gibi sözde “kutsal” amaçlardan da önemli ölçüde saparak sermayeye gelir transferi mekanizmasına dönüşen vergi ayrıcalıklarından kurtulmak, yüzü emeğe dönük bir iktidarın ilk el atacağı alan olacaktır.

                                                                  /././

'Vergide adalet' olur mu?-Nevzat Evrim Önal-

“Vergide adalet” de (tabii özel mülkiyet düzeninde olabileceği kadarıyla) ancak işçi sınıfı eylem sopasını eline aldığında sağlanır.

Sene sonu yaklaşırken sadece asgari ücret değil, gelecek senenin hükümet bütçesi de tartışılıyor. Bu tartışmalarda, AKP’nin nasıl patronların partisi ve devletin de nasıl patronların devleti olduğuna dair çok açık, itiraf niteliğinde cümleler sarf ediliyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde önümüzdeki yılın “vergiden harcamaları” yani devletin çeşitli gerekçelerle vaz geçtiği vergi gelirleri tartışılırken, sermayeye verilen teşvikler eleştirildiğinde, emperyalist finans sermayesinin Türkiye temsilcisi, aynı zamanda da Hazine ve Maliye Bakanı olan Mehmet Şimşek, “patrona teşvik için vergilerden vazgeçmeyeceksek, o zaman asgari ücretliden almadığımız vergiyi de alacağız” deyiverdi.1

Şimşek’e verilebilecek çok yanıt var. Mesela konuya ahlaki bir yerden yaklaşıp, “teşvik alan patron ile açlık sınırında yaşayan asgari ücretli bir mi, ayrıca sen insan mısın?” diye sorabilirsiniz. Ya da daha teknik bir açıdan bakıp, “vergi her durumda ücretlinin cebine hiç girmediğine göre ve asgari ücret de yaşanabilecek en düşük net gelir düzeyi olarak belirlendiğine göre; asgari ücrete vergi yüklemek bu vergiyi fiilen patronlara yüklemektir, dolayısıyla asgari ücretten vergi almayarak da zaten patronları teşvik ediyorsunuz, lafı niye çarpıtıyorsun?” diyebilirsiniz.

Ama ben bugün başka bir meseleyi, sosyal demokrat muhalefet tarafından çok yaygın biçimde dile getirilen “vergide adalet” talebinin gerçekçiliğini tartışmaya açmak istiyorum. Zira emekçilerden yana bir tartışma yürütmeye ama bunu sosyal demokrasinin sınırlarını zorlamadan yapmaya çalışan pek çok iktisatçı ya da maliyeci, bu başlıkta liberalizmin sermaye yanlısı ön kabullerini sorgusuz sualsiz benimsiyor ve bu kabullerin daralttığı çerçevede aslında emekten yana bir öneri yapamaz hale geliyorlar.

İnceleyelim…

                                                         ***

En temel hatalardan biri şu: Sermaye, devletin dev bir şirket gibi yönetilmesini öngörür; dolayısıyla bir şirketin gelir ve giderleri arasında nasıl ilişki varsa, devletin de gelir ve giderleri arasında benzer bir ilişki kurulması gerektiğini savunur. Sermayenin bu ön kabulü, emekçiden yana olduğunu iddia eden iktisatçı ve maliyecilerin büyük çoğunluğu tarafından tekrarlanmakta, bütçe açıkları “israf” olarak nitelenmekte, çözüm olarak da “kamuda tasarruf” önerilmektedir.

Aynı şeyi üç aşağı beş yukarı IMF de söylüyor.   

Oysa devlet herhangi bir şirket değildir. Devlet, harcamalarını gelirleriyle (yani vergilerle) karşılamak zorunda değildir. Devlet para politikası araçları yoluyla kendi borçlanma maliyetini belirleyebileceği gibi, gerekli gördüğü durumda yoktan para yaratabilir ya da kamu bankacılık sistemini kullanarak fiilen bu kapıya çıkacak işlemler yapabilir.

Dolayısıyla kamu maliyesine şöyle yaklaşılmalı: Devlet, içine giren paranın yok olduğu, dışına çıkan paranın da varlık kazandığı bir kara kutu gibidir; vergi toplarken bir miktar geliri yok eder (buna V diyelim); harcama yaparken de bir miktar gelir yaratır (buna da G diyelim). Devlet, eğer (G-V) sıfırdan büyükse net gelir yaratıyor yani genişletici bir maliye politikası yürütüyor, küçükse net gelir yok ediyor yani daraltıcı bir maliye politikası yürütüyor demektir.

Eğer derdiniz emekçiden yana bir maliye politikası önermekse; genişletici ya da daraltıcı politikaların enflasyon etkilerinden önce tartışmanız gereken iki soru var:

1- Devlet kimden vergi alıyor ve kimden almıyor; yani kimin gelirini yok ediyor ve kiminkine dokunmuyor?

2- Devlet kime doğru harcama yapıyor ve kime doğru yapmıyor, yani kime gelir yaratırken kime zırnık koklatmıyor?

Bu soruları sormadan bütçe dengesi, kamuda tasarruf gibi kavramlarla tartışmaya başladığınızda, enflasyonun objektif olarak kötü bir şey olduğunu peşinen kabul etmiş olursunuz. Bu kabul evrensel bir doğru falan değildir, finans sermayesinin çıkarıdır. Enflasyon bütün diğer ekonomik olgular gibi taraflıdır ve teorik olarak devlet, görece yüksek enflasyonun bulunduğu bir ekonomik ortamı da işçi sınıfının çıkarına yönetebilir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından sorun enflasyon değildir; sorun devletin sermaye devleti olması ve her koşulda işçi sınıfının zararına ve sermayenin yararına politikalar uygulamasıdır.

                                                           ***

Ama biz önce yukarıdaki iki sorunun Türkiye için cevaplarına bakalım: 

Birincisi, Türkiye’de vergi sistemi benzerine az rastlanır derecede sınıfsaldır; sermaye sınıfı kayırılmakta ve vergi işçi sınıfı ile orta sınıflardan alınmaktadır. Şöyle ki;

* Yüksek gelirliden daha fazla vergi almanın temel yolu olan artan oranlı gelir vergisi prensibi Türkiye’de sermaye sınıfına hiç dokunmuyor: 2024 yılı uygulamasına göre en yüksek gelir vergisi diliminde vergilendirme oranı yüzde 40 ve bu oran yılda brüt 3 milyon TL (yani ayda 250 bin TL) kazancın üzerine uygulanıyor.2 Yani muayenehanesi olan bir doktor ile Koç ya da Sabancı ailesinin herhangi bir üyesinin geliri aynı vergi oranlarına tabi. Üstelik sermaye sınıfı gelirini saklama ve kaçırma konusunda toplumun geri kalanının sahip olmadığı araçlara sahip ve bunları ziyadesiyle kullanıyor.

* Sermayeye yönelik temel dolaysız vergilendirme kalemi olan ve şirket kârlarından alınan kurumlar vergisi söz konusu olduğunda, Türkiye dünya çapında bu kalemin toplam vergi gelirleri içerisinde en düşük paya sahip olduğu ülkelerden biri.3 Burada da muafiyetler ve ödenmeyen vergilerin affedilmesi gibi uygulamaların yanı sıra, şirketlerin kârı düşük gösterebileceği pek çok yöntem mevcut. 

* Vergilerin genel yapısına bakıldığında ise, Türkiye’de vergi gelirlerinin ortalama üçte ikisinin dolaylı, yani gelirden değil harcamalar başta olmak üzere gelirin kullanımından alınan ve zengin fakir ayırt etmeyen (Ali Koç da siz de bakkaldan bir şişe kola aldığınızda aynı KDV’yi, cep telefonu aldığınızda aynı ÖTV’yi ödersiniz) vergilerden karşılandığını görüyoruz.4

Kısacası Türkiye, sermaye sınıfı için adeta bir vergi cenneti ve liberallerin papağan gibi tekrarladığı “devlet kocaman” yalanlarının aksine, sermaye sınıfı pek vergilendirilmediği için, Türkiye’de devletin vergi gelirlerinin ekonomideki payı yüzde 20,8 ile “gelişmiş” ülkelerin tamamının gerisinde. Örneğin bu oran liberalizmin kalesi olan ABD’de yüzde 27,7, sosyal devlet prensibinin en güçlü uygulandığı ülkelerden Fransa’da ise yüzde 46,1.5

Devlet harcamaları söz konusu olduğunda ise Türkiye’de çok temel bir eğilim sürekli olarak işliyor: Devlet, yerine getirmesi gereken herhangi bir fonksiyonu, mümkün olan her durumda özel sektöre devrediyor. Yani vergiler eski deyimle “yol, su, elektrik” olarak yurttaşlara geri dönmüyor, yurttaşlar devletin asli görevleri arasında olan hizmetlerin neredeyse tamamını özel sektörden satın almak zorunda kalıyor ve devlet, bunların bir kısmının fiyatlarını sübvanse ederek özel sektöre kaynak aktarıyor. Paralı otoyollar, geçiş garantili köprüler, bakım masraflarından kaçınıp vatandaşların canına mal olan elektrik dağıtım şirketleri, kamusal eğitimin niteliksizleşmesi, yurttaşları özel hastanelere yönlendiren sağlık sistemi gibi olguların tümü buraya bağlanıyor; devlet kendisi daha ucuza yapabileceği sayısız işi daha pahalıya şirketlere yaptırıyor.

Liberallerin bir diğer yalanı da Türkiye’de enflasyonun sebebinin bütçe açıkları olduğu iddiası. Oysa Türkiye bütçesi özel olarak dünya ortalamasının üzerinde bir açık vermiyor.6 Dolayısıyla, ekonomideki payı görece küçük ve dünya ortalamasına benzer bir ortalama açık veren Türkiye bütçesinin, dünya ortalamasının çok üzerinde olan enflasyonun sebebi olduğu iddiası saçma. Ayrıca, Türkiye bütçesinin verdiği açık sermaye sınıfından almadığı vergiler ve bu sınıfa doğru yaptığı harcamalardan kaynaklanıyor. 

                                                           ***

Öte yandan, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda bir kamu maliyesinin talep edilmesi için sadece “bütçe disiplini” takıntılı neoliberal devlet modeline karşı çıkılması yeterli değil. Çünkü devletin mevcut sınıf karakteri çerçevesinde genişletici maliye politikaları da halkın hayrına olmuyor; genişletici ve daraltıcı maliye politikaları, sermaye sınıfının iki ayrı öbeğine yarıyor ve hangisi kazanırsa kazansın emekçi halk kaybediyor.

Bu durumu şöyle özetleyebiliriz: Devletin genişletici maliye politikaları uyguladığı dönemlerde, neredeyse hiçbir mal ya da hizmet doğrudan devlet tarafından üretilmediği için sermaye sınıfının meta üreten kesimlerinin karşı karşıya olduğu talep büyüyor. Bu kesimler de artan talebe kısmen üretimi, kısmen de fiyatları artırarak yanıt veriyor. Genişletici maliye politikaları bu yüzden, yani devletin piyasa fiyatları üzerinde bir kontrol sahibi olmamasından dolayı enflasyon artışıyla sonuçlanıyor. Bu olduğunda, bu sefer devlet enflasyonu düşürmek için daraltıcı maliye politikalarına yöneliyor, vergi gelirlerini artırmak için halka daha fazla yükleniyor (örneğin KDV ve ÖTV oranlarını artırıyor ya da yeni vergiler uyduruyor) ve yine halka yönelik kamu harcamalarını kısarak refah azalmasına sebep oluyor.

                                                              ***

Dolayısıyla Mehmet Şimşek’in söylediklerini tekrarlayıp “kamuda tasarruftan” bahsederek işçi sınıfının çıkarı savunulamaz. Bugün devlet zaten konu halka hizmet olduğunda ziyadesiyle tasarruf yapıyor; okul tuvaletlerindeki sabuna varana kadar pek çok harcama kaleminin üzeri çizilmiş durumda. Talep edilmesi gereken, devletin gelir ve harcamalarının yurttaşların çıkarlarını gözetecek bir biçimde yeniden yapılandırılması, örneğin sermayenin daha fazla vergilendirilmesi veya halka hiçbir faydası olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının kapatılmasıdır.

Türkiye’de böyle bir yeniden yapılanma, ancak çok kapsamlı bir devletleştirme hamlesi ile birlikte mümkün olur: Kamusal hizmet niteliğindeki tüm sektörler (altyapı, ulaştırma, haberleşme, enerji, eğitim ve sağlık) tamamen devletleştirilmeli; gıda, giyim ve barınma gibi halkın temel ihtiyaçlarına yönelik mallar üreten sektörlerde de kapsamlı devletleştirmeler ve yeni kamu yatırımlarıyla piyasa fiyatlarını kontrol edip enflasyonu frenleyecek devlet tekelleri oluşturulmalıdır. Böylelikle genişletici politikalar sermayenin kâr hırsı yüzünden sadece fiyat artışlarıyla sonuçlanmaz ve bu politikalarla gerçek üretim artışları yaratılabilir hale gelir.

Sıradan yurttaşların yararına işleyecek bir kamu maliyesi de ancak devletin bu kapsamda bir yeniden yapılandırılmasıyla mümkün hale gelir. Ama bu köşede geçen hafta sorduğumuz soru, bu konuda da geçerli: Bu kapsamda bir dönüşüm yapılacaksa, neden sosyalizme ilerlemek yerine yarı yolda durulsun ve devlet kapitalizmi kabullenilsin ki? Özel sermaye var olduğu müddetçe daima halkçı devlet politikalarını baltalayacak, hiçbir şey yapamazsa en azından ülkeyi terk ederek yoksullaşmaya sebep olacaktır. Bu yüzden tüm özel sermayenin devletleştirileceği, tüm mal ve hizmetlerin devlet işletmelerinde üretileceği bir merkezi planlama modeli çok daha halkın çıkarına olur.

Kuşkusuz emekçi halkın çıkarından yana olan herkes böyle bir devrimci dönüşümü savunmak zorunda değil. Öte yandan, eğer tutarlı olunacaksa, “kamuda tasarruf” ya da “halkın kendi çıkarına bir maliye politikası uygulamayan iktidarı sandıkta cezalandırması” gibi köşesiz önerilerden fazlası yapılmalı. Ülkede sosyal demokrasinin ve sarı sendika bürokrasisinin çizdiği sınırlara tabi olmadan, emekten yana radikal ve gerçekçi politika önerileri formüle eden, sayıları hiç de az olmayan ama her biri çok değerli Marksist ve post-Keynesçi iktisatçı da var zaten.

Söz konusu politika önerileri ancak arkasına sınıfsal bir güç yığıldığında gerçekten anlam kazanabilir; ama bunun toplumsal zemini de giderek oluşuyor. Daha geçtiğimiz günlerde, vergi teşviklerine yönelik karar alma yetkisi bakanlar kurulundan alınıp Erdoğan’a verildi ve bu teşviklerin Resmî Gazete’de yayınlanma kuralı kaldırıldı. Çünkü sermaye sınıfının neredeyse vergiden muaf ekonomik yaşantısı giderek daha fazla öfke çekiyor ve minareye kılıf takmak gerekiyor.

Mevcut düzende iktidara gelen herhangi bir sermaye partisinin halkın çıkarlarını önceleyen bir maliye politikasını kendiliğinden uygulaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Öte yandan, bu karakterde politikalar oy baskısıyla değil ancak eylem baskısıyla hükümetlere dayatılabilir. “Vergide adalet” de (tabii özel mülkiyet düzeninde olabileceği kadarıyla) ancak işçi sınıfı eylem sopasını eline aldığında sağlanır.

                                                                       /././
İrlanda genel seçimlere gidiyor -Çağdaş Gökbel-
Göçmenler ve mülteciler üzerinden estirilen tüm bu fırtınanın bedelini Sinn Fein ağır ödedi. İktidara çok yakın olduğu düşünülen parti, artık seçimlerde bir başarı gösteremeyecekmiş gibi görünüyor.

İrlanda’daki koalisyon hükümeti kurulduğu günden (2020) bu yana pek çok önemli krizi göğüslemek zorunda kaldı. 8 Şubat 2020 yılında yapılan erken genel seçimlerin kazananı Sinn Fein olmuş gibiydi. Parti, tarihinde hiç erişmediği düzeyde oy oranlarına erişmiş ve sistemi büyük bir krizle karşı karşıya bırakmıştı. Yüzyıldır değişmeyen Fianna Fáil ve Fine Gael iktidarı, ilk defa önemli bir ikilemde kalmıştı. Muhalefetteki pek çok parti tarafından diktatörlük olarak tanımlanan bu yapıyla hangi partinin uzlaşacağı ve hükümetin kurulmasında kilit rol oynayacağı muammaydı. Hatta bir ara Fianna Fáil lideri Micheál Martin, genel seçimlerin tekrarlanabileceğini dahi ima etti. Bu kördüğümü yeşiller hareketi (Green Party) çözdü. Parti lideri Eamon Ryan, geçmişteki radikal söylemlerine ve hükümet karşıtı tavırlarına bir sünger çekti ve küçük ortak olarak daha fazla bakanlık alabilmek için önemli pazarlıklar yürüttü. Ortak küçüktü, ancak işlevi oldukça büyüktü. Yeşiller hareketi, İrlanda’daki ikili iktidar yapısından bıkan kitleleri seçeneksiz bıraktı ve FF-FG iktidarına yeşil ışık yaktı. Ülke tekrar bir genel seçim olasılığından ve bu tekrar seçimlerin yaratacağı Sinn Fein fırtınasından kurtulmuş oldu.

Covid-19 pandemisi, Ukrayna-Rusya savaşı, konut ve yaşam maliyeti krizi Dublin siyasetini derinden sarsmıştı. Bu kriz fırtınası içinde Fine Gael’de önemli bir değişim oldu. Başbakan (Taoiseach) Leo Varadkar, parti liderliğinden ve tüm görevlerinden aniden istifa etti. LGBTİ kimliğiyle ve toplumsal özgürlükler konusunda öne çıkan liberal ve sembolik bir ismin liderlikten çekilmesi oldukça dikkat çekiciydi. İrlanda siyaseti giderek muhafazakarlaşan ve ırkçı bir yöne doğru ilerleyen küresel siyaseti takip ediyordu. Herkes tüm bu krizler silsilesinin ana muhalefetteki Sinn Fein’e yarayacağını düşünüyordu. Nitekim genel seçimlerden sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında, SF tek başına iktidar olacak kadar büyük bir potansiyel ortaya koyuyordu. 

Tam bu aşamada ABD ve İngiltere merkezli nefret dalgası Avrupa’yı kasıp kavurmaya başladı. Bu nefret dalgasının propaganda olarak yoğunlaştığı mecra X platformuydu. Elon Musk, nefretin ve ırkçılığın güzel para getirdiğini keşfetmiş gibiydi. İrlanda’ya yönelik olarak yapılan nefret propagandasının kaynağı ABD olarak tespit edilmişti.1 Sosyal medyada hızla yükselen ırkçı dalga, sokakta karşılığını buldu ve Dublin’de epik yıkım görüntüleri ortaya çıktı. Lümpen kitleler, mültecilerin konakladıklarını düşündükleri otelleri ateşe verdi ve bu vandalizm uzun bir süre devam etti.

Mültecilerin konakladıkları düşünülen yerler, açık hedef haline geldi ve ırkçılar tarafından kışkırtılan yoksul kitleler bu merkezlere doğru harekete geçirildi. Garip bir biçimde koalisyon hükümeti bu saldırılara yasa uygulayıcı olarak sert reaksiyon vermekten geri durdu. Dublin’in planı tıkır tıkır işliyordu. Irkçı gruplar kitlesel göçün sorumluluğunu hükümetten saptırarak, ana muhalefet partisini (SF) hedef tahtasına oturttu. Partinin lideri Mary Louise McDonald, evinin önünde defalarca protesto edildi. FF ve FG muhalefet partisinin tabanının yoksul işçiler olduğunu çok iyi biliyordu ve ırkçılar tarafından Sinn Fein’in açık sınır politikasını savunduğu masalı sürekli olarak propaganda edildi. Sinn Fein’in göç ve uluslararası koruma programı ile ilgili önemli önerileri var. Bunlardan en dikkat çekeni AB politikalarına boyun eğmemeyi vadediyor.2 Ayrıca partinin ilgili programında şirketlere korkunç paralar kazandıran mültecilerin konaklama merkezlerinin (doğrudan hükümlerin) kapatılması ve bunun yerine devlet kontrolündeki merkezlerin açılması önerisi var. Irkçılar, şirketlerin çuvalla para götürmelerini savunan sözde vatanseverler oldukları için bu programları okumayı değil, çarpıtmayı tercih ediyorlar. Onlar, İrlanda’dan milyarlarca Avro vergi kaçıran Apple gibi şirketlerin camına tek taş gelmesini istemezken, savaştan ya da politik baskılardan ülkeye sığınan yoksulları diri diri yakmayı isteyecek kadar insanlıktan çıkabiliyorlar.

Göçmenler ve mülteciler üzerinden estirilen tüm bu fırtınanın bedelini Sinn Fein ağır ödedi. İktidara çok yakın olduğu düşünülen parti, artık seçimlerde bir başarı gösteremeyecekmiş gibi görünüyor. Ayrıca FF ve FG temsilcilerinin mecliste yaptıkları konuşmalar dikkatli dinlenirse eğer, Sinn Fein’in "terör"le olan ilişkisi yeniden ve yeniden keşfedilmiş gibi görünüyor. Irkçıların bu denklemdeki büyük başarısı, yüzyıllık FF ve FG iktidarına ‘hayat öpücüğü’ vermek oldu. Böylece Başbakan (Taoiseach) Simon Harris liderliğindeki 34. İrlanda hükümetinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Gelecekte ise yine aynı yüzlerin 35. Hükümeti kuracağı tahmin ediliyor.

İrlanda’da ufukta beliren genel seçim, yüzyıldır beklenen değişimin gerçekleşmeyeceğine işaret ediyor. Sinn Fein’in ‘değişim zamanı (time for change)’ sloganı boşa çıkmış gibi görünüyor. Dünyadaki tüm sandıklı demokrasiler artık yoksullar için bir yenilik ya da umut vadetmiyor. Yüzyıldır bir şeyler deneniyor ve elde edilemiyorsa burada ‘demokrasi’ denen şeyin ne olduğu artık tartışmaya açık bir konudur. Krize giren emperyalist düzende, sandıklı demokrasilerin, hızla sandıklı birer diktatörlük olduğunu kavrayacağımız günler geliyor gibi görünüyor.

Tüm bu seçim tufanının gölgesinde İrlanda muhalefetinde bazı figürlerin geçmişi dikkat çekiyor. Sosyal Demokratların (Social Democrats) adayı Eoin Hayes’in CIA ve Mossad için teknoloji geliştiren, Palantir Teknoloji adlı şirkette çalıştığı ortaya çıktı. Parti yönetiminin, İsrail’in eylemlerini kıyasıya yerden yere vururken, böylesi bir geçmişe sahip birini aday yapması oldukça dikkat çekici. Plantir Teknolojinin, uzun süredir İsrail’in, Filistin’i işgal projesinde destekleyici çalışmalar yürüttüğü biliniyor. Eoin Hayes’in bu çalışmalardan haberdar olmaması pek mümkün görünmüyor. Şirketin karanlık geçmişi, TRT World’ün kapsamlı bir biçimde hazırladığı haberde açıkça ortaya konuyor.3 İlgili teknoloji şirketinin hali hazırda İsrail’in gerçekleşen soykırımına destek verdiği de biliniyor. Şirketteki işlerine ara veren Hayes ise Sosyal Demokratlardan vekil adayı olarak hedef büyütmüş gibi görünüyor. Aynı zamanda büyük bir girişimci ruha sahip olan Eoin Hayes, İrlanda’daki kapitalist gelişime ve rekabet ortamına büyük katkılar yapmak istiyor.4 İşte İrlanda genel seçimlere giderken, sandıklı demokraside sözde birbirlerine düşman adaylar, soldan ve sağdan birbirlerine karşı sert bir mücadeleye giriyorlar. Oysa Eoin Hayes’in hikayesi ortada sandığımız gibi bir çekişmenin olmadığını gösteriyor.5 Sol ve sağ tanımlamalarının tıpkı katı olan her şeyin buharlaşması gibi, buharlaştığına tanıklık ediyoruz. Demokrasi denen bu mucizevi ve sihirli sistemde herkes ve her şey zenginler için çalışmaya hazır görünüyor. 

                                                                            /././
Sıfır noktasında var edilen bir umut: Hatay Defne'de dayanışmanın merkezi yola çıkıyor -Özkan Öztaş-
6 Şubat depreminden bu yana yaralarını kendi saran Hataylı depremzedeler atacakları yeni bir adımla dayanışmayı büyütüyor. THTM öncülüğünde açılacak sosyal merkez yola çıkıyor.

Hatay Defne'yi ayağa kaldırmak için yola çıkan emekçiler dayanışmayı büyüterek yeni bir sayfa açıyor. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) yerelde kurduğu Defne Halk Temsilcileri Meclisi öncülüğünde faaliyete geçecek olan sosyal merkez, depremzedelerin omuz omuza vererek kentteki yaraları sarması için yola çıkıyor. 

6 Şubat 2023'teki depremlerde büyük bir yıkım yaşayan kent aynı zamanda emekçilerin dayanışmasıyla yaralarını sarabileceğini gösterdi Türkiye'ye. "Yaralarımızı dayanışmayla saracağız" diyen Hatay Defne halkı açacağı sosyal merkez ile depremzedelerle birçok başlıkta dayanışma gösterecek ve bir dizi etkinlik hayata geçirecek. 

'Defne'yi ayağa kaldıracağız'

Defne Halk Temsilcileri Meclisi'nden Gültekin Sahillioğlu, "Her şeyden önce yaralarımızı saracağız. Defne'yi ayağa kaldırmak için söz verdik. Bunu mutlaka başaracağız" dedi. 

Açılacak sosyal merkezin Defne'ye umut olacağını söyleyen Sahillioğlu süreci şöyle anlattı:

"Burada büyük bir yıkım yaşadık. Depremin ardından insanlarımız sadece evlerini değil, kültürel ve eğitsel bağlarını da kaybetti. Çocuklarımız eğitime ulaşamıyor, gençlerimizin gidebileceği bir kültür alanı yok. Ekonomik sıkıntılar zaten ortada. Seçim döneminde, 'Bir şeyler yapabiliriz' dedik. Bir nebze de olsa insanlara yardımcı olma fikri şekillendi. Herkes için bir şeyler düşündük. Üniversite sınavlarına hazırlık kurslarından İngilizce ve Arapça derslerine, bağlama ve dans atölyelerinden kadınlar için özel programlara kadar çok yönlü bir merkez kuruyoruz. Mesela, halkımızın çoğu Arapça konuşuyor ama Arapça okuma yazma bilmeyen çok insan var. Bu yüzden önce konuşma, sonra okuma-yazma kursları düzenleyeceğiz. Bu bizim kültürümüzü yaşatmamız için çok önemli."

'Deprem süreci bizi başka bir insan yaptı'

Deprem süreci tüm ülkeyi yeniden şekillendirdi. Gösterilen dayanışma ve hayata geçirilen pratikler bunun bir göstergesiydi. Gültekin Hanım bunu "Deprem süreci bizi başka bir insan yaptı" diyerek tarif ediyor. 

"Evde fazla ne varsa paylaşmayı öğrendik. İnsanların ihtiyaçlarına cevap vermek, onlara destek olmak bizde bambaşka bir duygu yarattı. Bir insanın ihtiyacını karşılayınca hissettiğimiz mutluluğu tarif etmek zor. Adeta yoktan var etmeye çalışıyoruz. Hataylıyız, Defneliyiz, birbirimizi seviyoruz. El ele verip ayağa kalkıyoruz. 6 Şubat'ta benzer pratikler hayata geçirdik. Hepimiz aynı amaç için çalışıyoruz: insanlara destek olmak, kültürümüzü ve dayanışmamızı yaşatmak. Bu toprakların gücünü hissediyoruz" diyen Gültekin Sahillioğlu dayanışma merkezi için heyecanlarının yüksek olduğunu belirtiyor ve birçok insanın emek vereceğinden söz ediyor. 

                             https://twitter.com/i/status/1858428690171937242

'Sadece taşları değil, hayalleri de yerine koyacağız'

Eren Nergüz Hatay depremine Dursunlu'daki evinde yakalanmış. "Günlerce dışarda bekledik. Gidecek hiçbir yerimiz yoktu. Dayanışmayla hayatta kaldık ve yaralarımızı sardık. Bir ekmek bulamadığımız günlerden sonra şimdi dört katlı bir sosyal merkez faaliyetini düşününce garip geliyor. O günler hayal etsek bile tuhaf kalırdı" diye başlıyor söze. 

Eren basın yayın öğrencisi. Henüz 22 yaşında. "Gazetecilik yapmak ister misin?" diye sorunca gülümseyerek "Biraz çalışmam lazım abi hazır hissetmiyorum kendimi" diyor. Gülüyor ama altına girdiği koca bir sorumluluğun da farkında. Sosyal merkezin faaliyetlerini anlatıyor heyecanla:

"Şu an Defne’de gençlerin ya da çocukların gidebileceği bir sosyal alan yok. Kahveler, kıraathaneler çeteleşmenin, uyuşturucu ve alkolün merkezi haline gelmiş durumda. Kültür merkezi bu karanlık tabloyu değiştirmek için bir umut. Çocuklar ve gençler buraya gelecek, kendilerini ifade edebilecekleri bir alan bulacaklar. Hayatlarında ilk kez piyano çalacaklar belki. Belki burada geleceklerinin mesleğini seçecekler."

Ve ekliyor: "Dayanışma bu süreçte bizim kurtuluşumuz oldu. Birlikte hareket etmenin gücünü hissettik. Şimdi bu kültür merkeziyle bunu büyüteceğiz. El ele verip Defne’yi yeniden inşa edeceğiz. Sadece taşları değil, hayalleri de yerine koyacağız."

'Konteyner kentteki çocuklara bu projeden bahsettim, gözlerindeki mutluluğu gördüm'

Depremden sonra gençlerin gidebileceği bir yer kalmadığının altını çizen Eren Nergüz, bu projenin tüm depremzedeler tarafından heyecanla karşılandığından bahsediyor. 

"Burası sadece bir bina değil, bir dayanışma adresi olacak. Kültürümüzü yaşatabileceğimiz bir alan olacak. Çocuklarımıza ve gençlerimize sahip çıkabileceğimiz bir yer. Dün konteyner kentteydim ve oradaki çocuklara bu projeden bahsettim. Gözlerindeki mutluluğu gördüm. İşte o an, bunun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu bir kez daha anladım" diye anlatıyor bunlardan bahsederken. Aynı zamanda hâlâ dayanışmaya ihtiyaç olduğunun altını çiziyor:

"Burada dayanışmanın ne kadar güçlü bir şey olduğunu gördük. Hiçbir şeyimiz yokken paylaşmayı öğrendik. Şimdi bu kültür merkeziyle umudu büyüteceğiz. Çocuklarımız, gençlerimiz için daha güzel bir gelecek kuracağız. Çünkü Defne bizim, hep birlikte ayağa kaldıracağız." 

                                                             /././

(soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder