Okuldan kopuş alarm veriyor -Feray Aytekin Aydoğan-
Meclis’te MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) bütçesi görüşüldü. Aralık başında ise 2025 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’nun TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanması bekleniyor.
2025 yılı için Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılan pay 1 trilyon 452 milyar lira olarak açıklandı. MEB bütçesi 2024’te 1 trilyon 92 milyar lira iken, yıllık enflasyon oranının oldukça altında, yüzde 33’lük bir artış amaçlanmaktadır.
MEB bütçesinin yüzde 80’ini, personel giderleri oluşturmaktadır. Muhtemelen yine dillendirilecek, her bütçe döneminde tekrar edilen “en çok payı eğitme ayırdık” cümleleri bir safsatadan ibarettir.
AKP’nin iktidara geldiği yıl 2002’de eğitime ayrılan bütçe yüzde 17,18 iken, 2025’te 9,73’e düşürülmüş durumdadır. AKP’den önceki yıllarda MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay açık ara daha yüksek iken, örneğin 1998’de yüzde 30,03 iken AKP’li yıllarda desteklenen kamusal eğitim değil özel okullar olmuştur. Ayrıca geçmiş dönemlerden farklı olarak bizim ülkemizde çocuklarımız salgını, depremi yaşamıştır ve her geçen gün artan yoksulluğu yaşamaktadır.
Salgın, deprem ve ekonomik krizle birlikte okul terkinin artacağı bilimsel bir gerçekti. Başta okul yemeği, ihtiyacı olan tüm öğrencilere maddi eğitim desteği, kamusal eğitime yeterli bütçe, yeterli öğretmen ataması atılması gereken adımlardı. Hiçbiri yapılmadı. Aksine kamuda tasarruf tedbirleri denilerek çocukların en temel hakları ellerinden alındı.
Genel seçimden sonra ülke genelinde okul öncesi okul yemeği uygulaması sonlandırıldı. 2024-2025 eğitim-öğretim yılı ile beraber yalnızca deprem bölgesinde okul öncesi ile sınırlı okul yemeği; uzun yıllardır sürdürülen taşımalı ikili eğitimde yemek uygulaması kaldırıldı. Köy okulları kapatılan çocukların taşımalı eğitimle okula ulaşım hakkı sınırlandırıldı. Okullarda temizlik görevlisi istihdamı için ücretler asgari ücretin altına düşürüldü, haftada üç günle sınırlı hale getirildi. Özel eğitim gereksinimli çocukların hem taşımalı eğitimle okula ulaşım hakkı hem de halk eğitim merkezlerindeki kursları ellerinden alındı. Her adımda gerekçe tasarruftu.
4 yeni okul modeli, 4+4+4’ü değiştireceğiz açıklamaları ile 12 yıllık zorunlu eğitimin kaldırılması amaçlanıyor. Çocuk işçiliği, diğer adımlara ek olarak mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile yaygınlaştırılıyor. Ortaokul sıralarına indiriliyor. Çocukların okulla, öğretmenle bağı koparılıyor. Kampüs okullarla tüm eğitim hizmetlerinin parayla satılacağı okullar açılıyor.
Okul terkini hızlandırmak MEB’in temel politikası haline getirildi. Tüm çocukların okula erişim hakkından sorumlu olan MEB, çocukları okul terkine mecbur bırakacak bir aygıt haline getirildi.
Eğitim dışındaki öğrenci sayısı (6-17 yaş) bir önceki yıla göre %38,4 arttı. Zorunlu eğitim çağında bulunan 612 bin 814 çocuğun eğitim dışında olduğu görülüyor. Ancak gerçek tablo bu sayının çok ötesi.
Okul dışına çıkan en büyük grubun %73,9’la 14-17 yaş aralığı olduğu görülüyor. Veriler 15 yaştan itibaren en az her 20 çocuktan birinin eğitim dışında olduğunu gösteriyor. Türkiye’de 16 yaşındaki her 10 çocuktan biri, 17 yaşında olan her yedi çocuktan biri eğitim dışında görünüyor. 8 yaştan itibaren ise her yaş grubunda okul dışına çıkış artmış veya sabit kalmış durumda. Bazı bölgeler veya iller açısından incelendiğinde ise yaşanılan durumun vahameti daha da açıkça görülüyor. Örneğin Muş, Ağrı ve Gümüşhane’de yaklaşık olarak üç çocuktan biri okul dışına çıkmış durumda.
Her dört çocuktan birinin eğitim dışında olduğu dört, her beş çocuktan birinin eğitim dışında olduğu yedi il var.
Eğitim dışındaki çocuklara, açıköğretim liselerine kayıtlı çocuklar (319 bin 11), göçmen çocuklar (242 bin 360) ile 14-22 yaş grubundaki MESEM öğrencileri (404 bin 756) eklendiğinde örgün eğitim dışındaki öğrenci sayısı 1 milyon 578 bin 941’e yükseliyor.
Verilere göre 2018’de Türkiye’deki 25-49 yaşındaki her beş kadından biri 18 yaşından önce çocuk yaşta evlendirilmiş. Bu vahim orana rağmen 2018 sonrası veriler, resmi evlilikler dışındaki durumun izlendiği veriler açıklanmıyor.
Gerçek verilerin gizlenme durumu özel eğitim gereksinimi olan çocuklar için de geçerli. Aslında e-devlet verileri üzerinden asıl sayıya ulaşmak mümkünken özel eğitim gereksinimi olan tüm çocukların sayısı, özel eğitimde okullaşma oranlarına ilişkin veriler kamuoyuyla paylaşılmıyor.
Ayrıca okula kayıt durumu çocukların okulda olduğu, okula devam ettiği anlamına gelmiyor. Örneğin, 2023 yılında mesleki ve teknik ortaöğretimde devamsızlık oranı %46,6’ya yükselmişken özel ortaöğretim kurumlarında %8,5’ti. İlkokul ve ortaokulda ise sırasıyla %11,6 ve %14,8’di.
Çocuklar yoksulluktan, eşitsizlikten kaynaklı akın akın okul terkine mecbur bırakılıyor. Çocuk yaşta işçilik, çocuk yaşta evlilik hızla yaygınlaşıyor.
Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu 12 Kasım’da bakanlık önünde okul yemeğine bütçe yeterli bütçe ayrılması ile ilgili eylem düzenledi. Eğitime yeterli bütçe, kamuoyunun en başat gündemi olmak zorunda. Aksi durumda eğitim bir hak olmaktan tamamen çıkarılacak. Başta yoksul, özel eğitim gereksinimli çocuklar, kız çocukları, kırsal kesimlerde, deprem bölgesinde yaşayan çocuklar olmak üzere okul terkleri daha da hızlanacak. Eğitim ancak eğitimi parayla satın alabileceklerin ulaşabileceği bir meta haline getirilecek.
/././
Kâr tekellerin, yük çiftçinin -Özge Güneş-
Türkiye’de tütün hem ithalat hem de ihracat açısından önemli bir kalem. Ancak tütün üreticileri yoksullukla boğuşuyor, yaşam mücadelesi veriyor. Ürettikleri tütünle geçimlerini sağlamayı bırakın, emeğiyle BAĞ-KUR primini dahi ödeyemez hale gelmiş durumda üretimi bırakmayı tercih ediyorlar. Kuşkusuz bu durum dünya tütün piyasasının oligopol yapısının Türkiye’deki üretim koşullarını belirlemesinin doğrudan bir sonucu. Sermayedarlar için hacim, ciro ve karlarda artışlarına yol açan yapısal koşullar tütün üreticilerine yoksulluk dayatıyor.
Bu koşullar kendini üretim miktarları ve üretici sayılarında da gösteriyor. Tütün Eksperleri Derneği 2023 Yılı Tütün ve Tütün Mamulleri Sektörü Raporu’na göre, 2002 ürün yılında 400.000 olan üretici sayısı bugün 40.000 üreticiye kadar gerilemiş durumda. Aynı şekilde, 2002 yılında 160 milyon kilogram olan üretim miktarı bugün yaklaşık 45 milyon kilogramlara kadar inmiş durumda. İthalat ise hızla artıyor. Öyle ki Türkiye 2011 yılından itibaren net tütün ithalatçısı durumunda. Bu tablo, dışa bağımlılık artarken üreticilerin piyasa karşısında güçsüzleştiğini gösteriyor. Dahası rapor TÜİK’in 2021 yılına ait “Yabancı Kontrollü Girişim İstatistikleri” verilerine dayanarak, Türkiye’de tütün mamulleri sanayinin yaklaşık %91,8’inin yabancı şirketlerin kontrolünde olduğunun; yani, Türkiye’de yabancı kontrolünün en yüksek olduğu imalat sektörü tütün mamulleri sanayi olduğunun da altını çiziyor..
∗∗∗
Şüphesiz ki bu noktaya birden bire gelinmedi. Yıllar içinde TEKEL’in özelleştirilmesi ve 2017’de TAPDK’nın kapatılması, 4733 Sayılı Tütün Kanunu ile destekleme alımları sonlandırılması gibi adımlarla üretim tamamen piyasa koşullarına terk edildi. Sözleşmeli üretim modeli ise üreticiler için yeni bir çıkmaz yarattı. Devlet koruyucu bir rol üstlenmekten uzaklaşırken üreticiler de alıcı firmalara bağımlı hale getirildi. Rapor ülkemizde tütün üretiminde tarımsal girdi maliyetlerinde yaşanan artışa ve sözleşmeli üretim koşullarında üreticilerin söz haklarının olmadığına şu sözlerle dikkat çekiliyor:
“Yaprak tütün firmaları ile üreticiler arasında düzenlenen “Tütün Alım-Satım Sözleşmesi”nde yer alan özel şartların ve fiyatların belirlenmesinde firmaların ağırlığı söz konusudur. Örgütsüz tütün üreticilerinin sözleşmelerin özellikle fiyat kısmına müdahil olamaması kendileri için olumsuz bir durum oluşturmaktadır.”
Bu çerçevede üreticilerin örgütlenmesi en acil ihtiyaçlardan biri olarak karşımızda duruyor. Zira geçtiğimiz yıl Tarım Kanununda yapılan değişikliklere bağlı olarak ard arda çıkan yönetmelikler de üretim sürecinin mutlak şekilde şirketler tarafından ele geçirilmesine hizmet ediyor. Bunlardan kamuoyunda en çok dikkat çekenlerinin başında iki yıl üst üste ekilmeyen tarım arazilerinin kiralanması için çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” geliyor. Yönetmelik önceki sene Tarım Kanunu’nda yapılan değişikliklerin bir uzantısı olarak, “planlı üretim” çerçevesinde çıkarıldıysa da esasen şirketlerin tarım arazilerini ve tarımsal üretimi ele geçişrmesini sağlayacağı konusunda bir toplumsal itirazı ortaya çıkarmıştı.
∗∗∗
Benzer şekilde, Kanun değişikliğinin bir uzantısı olarak çıkarılan “Sözleşmeli Üretimin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” de üreticilere, üretim koşulları üzerinde herhangi bir hak tanımadan, piyasa odaklı bir modeli dayatıyor. Tüm bunlar örgütlü mücadele imkanlarını da baltalıyor. Üretimin desteklenmediği, tarımsal alanların şirketlere teslim edildiği bu modelin devamı, yalnızca piyasalara bağımlılığı artırmakla kalmayacak, aynı zamanda üreticilerin tamamen köleleşmesine neden olacaktır.
Tütün üreticilerinin karşı karşıya olduğu sorunlar bireysel olmadıkları gibi tarımsal üretimin geleceği için de bir uyarı niteliği taşıyor. 2022 yılının bu günlerinde, tütün üreticilerinin kantara gitmeyerek sözleşmeli üretim modeline ve piyasa koşullarının adaletsizliğine karşı seslerini yükseltmişlerdi. O gün dile getirilen söz ve karar hakkı talebi, bugün de geçerliliğini koruyor. Üreticiler Uşak’ta bir araya gelmeye hazırlanıyor. Bize düşen de bu haklı arayışa omuz vererek, üreticilerin yalnız olmadığını göstermektir.
/././
“Buğday Meydanı”-Şükrü Aslan-
Osmanlı ve erken Cumhuriyet yıllarının şehirlerinde, geleneksel mekânsal dokunun unsurlarından biri ‘Buğday Meydanları’ydı. ‘Meydan’ ya da ‘pazar’ olarak da geçen bu mekanlar, şehirlerin en önemli ticari-toplumsal alanları olarak işlev görmüştü. Aynı zamanda şehirlerin bir tür sivil merkezleri olan bu meydanlar, hemen tüm şehirli kuşaklarda en iyi bilinen yerlerin başında geliyorlardı.
Bu meydanlar bir tarım ülkesi olarak Osmanlı ve Türkiye’de elbette ana ticarete konu olan buğdayla ilgiliydiler ancak şehrin ticari, toplumsal ve siyasal hayatında çok daha fazla işlevleri vardı. Her şeyden önce günlük toplanma alanlarıydı. Zira nüfusun temel ihtiyaçları en fazla oralarda karşılanabilirdi ve kamusal duyurular da muhataplarına oralarda daha doğrudan ulaşırdı. Ayrıca kamu kurumları da genellikle bu meydanlar ya da pazarlarla aynı lokasyonda konumlanmıştı. Resmi ve sivil bu mekanlar, şehrin bir tür merkezini oluşturuyorlardı.
Elazığ Buğday Pazarı da bu mekansal-toplumsal dokunun bir örneği ve Harput’un bir bakıma alternatifi olarak bu yeni şehirde, 1812’de kurulmuştu. Harput, yüksek bir lokasyonda olması nedeniyle ulaşım ve iklim yönünden çeşitli zorluklara yol açtığı için ovada, yeni şehir arayışı ve girişimi gelişmişti. Yeni şehirde gelişme dinamikleri çok daha fazlaydı. Sultan Abdülaziz’e atfen yeni şehrin adı “Ma’muratü’l-Aziz” olmuştu. 1867’ye kadar bir eyalet, 1871’e kadar Diyarbakır’a bağlı bir Sancak ve 1878’de de vilayete dönüşmüştü. Şehrin adının Elazığ olması ise 1937’de Atatürk’ün son ‘Doğu Gezisi’nin Elazığ durağında kararlaştırılmıştı.
‘Elazığ Buğday Pazarı’ işte bu yeni şehirde; merkez Çarşı Mahallesinde inşa edilmişti. Pazar, ilk günden beri iktisadi hayatın en hareketli olduğu yerlerden biriydi. Aslında hem bir ticaret, hem de şehri izleme alanıydı. Bu yüzden şehrin tarihinde vuku bulmuş hemen bütün toplumsal hadiselere tanıklık etmişti. Seyit Rıza ve altı Dersimli kanaat önderinin idam edilmeleri de bu tanıklıklar içindeydi. O kadar ki, Buğday Pazarı aynı zamanda idam cezalarının infazı için seçilmiş bir alandı.
15 Kasım 1937 gününün ilk saatlerinde, Dersimli kanaat önderleri idam edildiğinde şehir uyuyordu ve Buğday Meydanında kimse yoktu. Çağlayangil’in detaylı olarak hatıratında yer verdiğine göre Atatürk’ün Elazığ’a geldiği o gün, hukuk süreçleri yok sayılarak hızlıca idam edilmişlerdi. Ama gün içindeki kalabalık zamanlarında idam edilenlerin cesetleri Buğday Meydanında idam sehpalarında asılı bırakılmış ve şehrin en kalabalık meydanında ‘ibret-i alem’ olması arzu edilmişti. Bu manzara dönemin tanıklarının sözlü anlatılarına da girmişti. Sonra cesetler buradan alınmış ama akıbetleri hakkında ne ailelerine ne de kamuoyuna bir bilgi verilmişti. Bugün dahi hala o cesetlere dair resmi bir bilgi bulunmamaktadır.
Buğday Pazarının yeri; Tren Garı, Elazığ Valiliği ve Halkevinin tam ortasındaydı. Bu nedenle Atatürk de son yurt gezisinde tren garından kalacağı yere gidince bu pazarın yanından geçmişti. Tunceli Valisi olmasına rağmen, o yıllarda vilayetin yönetimini Elazığ’dan sürdüren Korgeneral Abdullah Alpdoğan’ın valilik binası da, Buğday Pazarına iki üç dakika yürüme mesafesindeydi. Herhalde idamları izledikten sonra, ofisine geçmiş olmalıydı.
2018’de Elazığ Belediyesi tarafından Kapalı Çarşı Sokak İyileştirme Çalışması içinde onarılan Buğday Pazarı bugün aynı yerde geleneksel işlevini kısmen sürdürmektedir. Pazarın doğu yönündeki Buğday Han da aynı projeye entegre edilmiştir. Buğday Pazarında genellikle tek katlı, kapısı düzgün kesme taş malzemeden yapılmış elli dolayında dükkan bulunmaktadır.
Elazığ buğday Pazarı bugün tıpkı valilik binası ve Halkevi gibi yeniden onarılmış ve şehrin mekansal dokusunda yeni biçimiyle yerini almış görünüyor. Evet, bu mekanlar yerindedir ama herbirinin hafızası silinmiş gibidir. Sanki Cumhuriyet tarihinin en çok konuşulan idam deneyimleri orada olmamıştır. Sanki bu mekanların tanıklık ettikleri hiç bir siyasal-toplumsal hadise yoktur. Pazarın da o zamanki sesi, sözü, dili tümüyle susmuş gibidir. Pek çok başka mekanda olduğu gibi.
/././
Savaşı desteklemekten başka bir işe yaramıyor -Özgür Gürbüz-
COP29’da dün İklime Atom Bombası Atma Koalisyonu, nükleer enerji karşıtı eylem yaptı. Koalisyon, “Nükleer enerji, nükleer savaşın dehşetini artıracak” dedi.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 29’uncu Taraflar Toplantısı Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de devam ediyor. İklim görüşmelerinin sürdüğü konferans alanı dün gün içinde protestolara da sahne oluyor. İklime Atom Bombası Atma Koalisyonu da (Don’t nuke the climate) bugün ülke pavyonlarına giden koridorun başında nükleer enerji karşıtı bir eylem yaptı. Sessiz eylem sonunda koalisyon temsilcileri yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Koalisyon, dünya çapında 600’den fazla STK’nin konferansa katılan tarafları nükleer enerjinin finansmanına karşı çıktığını hatırlatarak, nükleer enerjinin küresel ölçekte yaygınlaştırılması taahhüdünü sahte bir çözüm olarak niteledi. Açıklamada şu sözlere yer verildi: “Nükleer enerji çok yavaş, çok pahalı ve birçok kez başarısızlığa uğradı. Uranyum yakıt zinciri çevresel adaletsizlikle dolu, yerli halkların haklarını ve egemenliğini ihlal ediyor. Radyoaktif kirlilik sularımızı zehirliyor ve sağlığımıza zarar veriyor. Nükleer atıklar için bir çözüm yok ve gelecek nesillere zarar veren bir miras bırakıyor. Nükleer enerji nükleer silahlarla el ele gitmektedir ve nükleer enerjinin yaygınlaşması nükleer savaşın dehşetini arttırmaktan başka bir işe yaramayacak”.
Koalisyon, bazı ülkelerce önerilen ve Türkiye’nin de bu yıl imzacı olarak katıldığı nükleer enerjiyi 2050 yılına kadar üç katına çıkarma taahhüdünün, iklim finansmanı ve gerçek çözümler için gereken tüm zamana ve trilyonlarca dolara el koyacağını söylüyor. İklim konferansında bir araya gelen nükleer karşıtları, “Nükleersiz, fosilsiz, yenilenebilir enerjiye adil ve eşitlikçi bir geçiş ve iklim adaleti için bizimle birlikte olun” çağrısını yapıyor.
/././
Google bu yazıyı sevmeyecek -Berkant Gültekin-
Hem medya ortamının demokratikleşmesi hem de bağımsız gazeteciliğin daha güçlü nefes alması için gerek Google’ın gerekse de X, Facebook türü aracıların rolünün minimuma indirilmesi ya da bu enstrümanların daha bilinçli/kontrollü bir şekilde kullanılması şart.
Dijital çağ hayatımıza pek çok yeniliğin yanı sıra kolaylık da kattı. Bunlardan biri de hiç şüphesiz ki bilgiye erişim kolaylığı. Bugünün dünyasında bilgi, parmaklarımızın ucunda ve araştırdığımız konulara ilişkin sayısız içeriği tek tıkla görüntüleyebiliyoruz. Ancak sahip olduğumuz bu imkân, ondan mutlak suretle yarar sağlayacağımız anlamına gelmiyor. Zira internet aracılığıyla bilgiye erişim meselesi, beraberinde etraflıca tartışılmayı gerektiren birçok sorunu getirdi.
Geçen haftadan bu yana Türkiye’de, aralarında birgun.net’in de dahil olduğu bağımsız haber sitelerinin Google kaynaklı trafik kaybı gündemde. Google’ın yaptığı güncelleme sonrası, “Google Haberler” ve “Keşfet” zeminlerindeki görünürlüğümüz, neredeyse sıfıra indi. Bu sorunla ilgili Google Türkiye’den herhangi bir muhatap bulunamadığı gibi, şirket yapılan güncellemeye ilişkin şeffaf bir bilgilendirme de paylaşmıyor.
Esasında burada, sorunun semptomlarından ziyade kaynağına yoğunlaşmak gerekiyor. Başta da belirttiğimiz gibi, dijitalleşme bilgiye ve dolayısıyla habere erişimi oldukça zahmetsiz hale getirdi. Eskiden insanlar, bir ya da birkaç gazeteyi bayiden alır, sayfa sayfa merak ettikleri haberleri okuyarak bilgiye olan açlıklarını giderirlerdi. Fakat şimdi böyle olmuyor. Okurlar çok sayıda kaynağa internet üzerinden ulaşıyorlar. Ya kendilerini Google’ın tam olarak nasıl işlediği anlaşılmayan algoritmasına emanet ediyorlar ya da sosyal medya platformlarına yöneliyorlar. Bilhassa şimdilerde iki yöntemin de hayli problemli hale geldiğinin altını çizmekte yarar var.
GÜVEN VERMEYEN ALGORİTMA
Öncelikle şunu sormalıyız; ister aramalarda isterse de “Haberler” ya da “Keşfet” aracılığıyla olsun, Google’ın önümüze çıkardığı sonuçlara tereddütsüz güvenebilir miyiz? Üstelik elimizde Google’nın algoritmasının çok sağlıklı işlemediğini gösteren somut örnekler varken… Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) 2020’de kamuoyuyla paylaşılan Türkiye Dijital Medya Raporu, Google’ın internette haber araması yapan kullanıcıların yüzde 90’ından fazlasını iktidarın güdümündeki 3 medya organına yönlendirdiğini verilerle ortaya koymuştu. Geçen sene yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet aleyhine hazırlanan montaj videoya yer veren içeriklerin, Google aramalarında üst sıralarda çıktığını da ülke gündemiyle ilgilenen herkes hatırlayacaktır.
Öte yandan Google odaklı habercilik nedeniyle, medyanın genelinde talebe yönelik arz mantığı egemen hale gelmeye başladı. İlk duyulduğunda kulağa hoş gelse de bu durum, aslında gazetecilik sorumluluğunu unutturan, mesleğin yaratıcı dinamiğini baskılayan ve özgünlüğünü geri plana iten bir unsura dönüştü. Google’ın esas alınması nedeniyle gazetecilik, gündem olması gerekeni (olmayabilir de) haberleştirme zahmetine girmek yerine, halihazırda kolay yoldan “tık” alabileceği başlıklara dikkat kesilen bir noktaya geldi. Yayına alınan içerikler de birbirinin kopyası olmaktan öteye gidemedi. Toplumun zihni, medyanın sunduklarıyla şekillenirken, şekillenen zihnin talebi yine o vasat üretimlerin gerekçesi sayıldı ve medyayı mevcuttaki kısır döngüye hapsetti.
Google’ın haber arayan kullanıcıların önüne çıkardığı sonuçların tamamen izahtan yoksun olduğunu da ekleyelim. Örneğin arama çubuğuna “haber” ya da “haberler” yazdığınızda bile karşınıza ağırlıkla iktidarın kontrolündeki yayın organları çıkıyor. Yandex’te de durum farklı sayılmaz. Gazetecilik penceresinden bakıldığında, neden o yayın organlarının öne çıkarıldığına dair bir kanaate varmak imkânsız. Ayrıca mantık da problemli ve okurları “sıcak”, “son dakika” ve “ani gelişme” koridoruna hapsediyor. Örneğin Yenidoğan çetesiyle ilgili haber arıyorsunuz ama gelen arama sonuçları anlık haberlerden, davadaki sanık ya da mağdur ifadelerinden ibaret. Her haber birbirinin aynısı. Özelleştirme politikalarına işaret eden, olayı yapısal yönden sorgulayan haberler yok sayılıyor ve ilk sonuç sayfasında gösterilmiyor. İkinci sayfa ve sonrasında çıkması ise bir anlam ifade etmiyor. Bu alemde şöyle meşhur bir klişe var: “Bir cesedi saklamak için en iyi yer Google arama sonuçlarının ikinci sayfasıdır!”
Tüm bunlarla birlikte Google, alanında tekel pozisyonuna gelmiş çok uluslu bir ABD şirketi. Sadece arama motoruna odaklanmıyor, yapay zekâ çalışmaları da yapıyor ve bu çalışmalar için gereken enerjiyi sağlamak amacıyla geçen ay Kairos Power tarafından geliştirilecek çok sayıda küçük reaktörden nükleer enerji satın almak için anlaşma yaptığını açıkladı. Google’ın çatı şirketi Alphabet de birçok alanda faaliyet yürütüyor. Alphabet’in tarımdan otonom sürüşe, ilaç keşfinden yaşlanmanın getirdiği hastalıkları önleme çalışmalarına kadar pek çok alanda yatırımı var. Yani hem haberleri listeleyip önümüze koyan hem de medya dışında birçok farklı sektörde oyuncu olan bir şirketten bahsediyoruz. Medya sahipliğinin de içinde olduğu bu tip sermaye yapılarında, yatırımlar arasındaki olası çıkar çatışmalarının istisnasız şekilde haberciliğin katliyle sonuçlandığını kendi yakın tarihimizden biliyoruz.
TEK SORUN GOOGLE DEĞİL
Elbette gazeteciliğin tek problemi Google değil. Yoğun haber paylaşımlarının yapıldığı X (eski adıyla Twitter) ve Facebook gibi sosyal medya platformları da benzer defolar barındırıyor. Algoritmanın ne tür politik ve ekonomik saiklerle hangi paylaşımları karşınıza çıkaracağının bir garantisi yok. Belirli hesapları takip etmeniz, düzenli olarak onların paylaşımlarını göreceğiniz anlamına gelmiyor. Bunların yarısını görebilmek bile mucize. Buna karşın hiç takip etmediğiniz, hatta özellikle takip etmemeyi seçtiğiniz hesapların paylaşımları ansızın ekranınızda belirebiliyor.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyayı ilgilendiren dikkat çekici bir gelişme yaşandı. İngiltere merkezli The Guardian, 13 Kasım’da 10.8 milyon takipçisinin olduğu X’te (Twitter) paylaşım yapmayı durdurdu. Gazetenin X hesabına girdiğinizde sizi “Guardian neden artık X’te paylaşım yapmıyor?” başlıklı bir makale karşılıyor. Bu makalede özetle, aşırı sağcı komplo teorilerinin, ırkçı paylaşımların öne çıkarılması nedeniyle X’ten ayrılma kararının zaten uzun süredir değerlendirildiği ve ABD başkanlık seçiminin de bunu doğruladığı belirtilerek çok net bir tespit yapılıyor: “X toksik bir medya platformu ve Elon Musk’ın siyasi söylemi için kullanılıyor.” Bu arada sadece Guardian değil, çok sayıda kurum ve kişi de X’ten çekilmeye başladı. Trump’ın ABD Başkanlığı görevini devralacağı 20 Ocak’ta, platformu toplu şekilde terk etmeye dönük çağrılar yüksek sesle dillendiriliyor. Merkeziyetsiz sosyal ağ Bluesky, burada Musk’ın X’ine bir alternatif olarak öne çıkartılıyor.
GERÇEK ÇÖZÜM NEREDE?
The Guardian’dan söz etmişken, tüm bunların sonunda neyin çözüm olabileceği konusunda yine buradan bir örnek verelim. Guardian’ın web sitesinde hiç reklam yok ve siteye girdiğinizde herhangi bir ödeme duvarıyla da karşılaşmıyorsunuz. Fakat Guardian, haberleri okuduğunuz sırada size gazeteciliğin bir maliyeti olduğunu hatırlatmayı ihmal etmiyor. Sitede beliren uyarıda, “Milyarder sahibimiz yok, okur tarafından finanse ediliyoruz. Eğer haber için para ödeyebilecek imkanınız varsa, lütfen yapın” mesajı veriliyor. Gayet makul ve örnek alınabilecek bir uygulama olduğu söylenebilir. 1,5 milyondan fazla insan da Guardian’a destek sunarak bağımsız gazetecilik iradesini ayakta tutuyor.
Meselenin bir tarafında okur diğer tarafında medya kuruluşları var. Her iki taraf da birbirine karşı sorumlu. Sürekli bilâbedel haber talep etmenin gazeteciliği iyi bir yere götürmediği ortada. Sonuçta Google’ın, medyanın bu kadar merkezinde olmasının nedeni ekonomik kaygılar. BirGün gibi bağımsız yayın organları, ayakta kalabilmek için Google’dan gelen reklam gelirine ihtiyaç duyuyor. Bugün yaşadığımız sorun belki de kısa vadede çözülecek. Fakat hem medya ortamının demokratikleşmesi hem de bağımsız gazeteciliğin daha güçlü nefes alması için gerek Google’ın gerekse de X, Facebook türü aracıların rolünün minimuma indirilmesi ya da bu enstrümanların daha bilinçli/kontrollü bir şekilde kullanılması şart.
Elbette bu ideal işleyişi bugünden yarına mümkün kılmak zor. Yine de bir patika açmak gerekli. BirGün, bu patikayı açmak ve okur desteğine dayalı bağımsız gazetecilik faaliyetini istikrarlı kılmak amacıyla yaklaşık 5 yıl önce dijital abonelik kampanyası başlatmıştı. Şimdi bu patika, maddi desteğin yanında okurun BirGün’e ve diğer bağımsız haber mecralarına, aracısız olarak, doğrudan eriştiği bir medya okuryazarlığı pratiğiyle daha da büyütülebilir. Tarayıcı anasayfanız Google değil de birgun.net olsun mesela… Ya da en azından haber aramalarınızı kaynağınızı belirterek yapın. Patikanın işlek ve güvenli bir güzergaha dönüşmesi, gerçek gazeteciliğin ayaklarını daha sağlam bir şekilde yere basmasını sağlayacak ve Türkiye’nin can çekişen demokrasisini geliştirecektir.
/././
Zalim müdür neden hâlâ müdür?-Selçuk Candansayar-
Daha önce iki kere seçilmiş ikisinde de kayyum atanmış, neden üçüncü kez aday gösteriyorsun ki Ahmet Türk’ü?
Madem Esenyurt’ta yerel ittifak yapacaksın, neden Ahmet Özer gibi “netameli” bir adayı kabul ediyorsun?
Belediye harcamalarını denetleyeceğiz diye bas bas bağırırlarken Ebru Gündeş “gibilerine” neden bu kadar yüksek ücret veriyorsun, konser yapmanın sırası mı?
Zaten adamların Atatürk alerjisi ve korkusu var, TSK’dan Atatürkçüleri temizlemeye çalışıyorlar. Ne güzel birinci olmuşsun, neden diploma alırken “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atıp, kendini ordudan attırıyorsun?
Zalimin zulmüyle mücadele etmek kolay değildir. Zulüm altında ezilenlerin mücadelesinin iç içe geçmiş boyutları olur. Dayanma, direnme ve zalimi alaşağı etme gibi sınıflanabilir mücadele. Aslolan alaşağı etmektir de, dayanma ve direnme olmadan zalimi yenmek pek de mümkün değildir. Dayanma ve direnme stratejileri bazı durumlarda zulmü pekiştirme ve zalimin gücüne güç katma riski taşırlar.
Dayanmayı, içinde karşı çıkma eylemi olmayan bir tür yük taşıma olarak anlayabiliriz. Örneğin gizli ortağı olduğu kantinde fiyatları fahiş düzeye çıkaran eli sopalı müdür yüzünden öğle arasını kuru ekmekle geçiren yoksul öğrenci eğitim alabilmek için açlığa dayanıyordur. Kendi annesinin evde hazırladığı öğle yemeğini yoksul sıra arkadaşıyla paylaşmaktır dayanışma. Dayanışmanın, dayanma sürecinde yükü paylaşarak hayatta kalmayı, gücünü yitirmemek için bir arada hareket etmeyi, yardımlaşmayı imlemesi bu yüzdendir.
Direnme ise en yalın haliyle zalimin buyruklarına boyun eğmemeyi, onun emirlerine uymamayı, karşı çıkmayı tanımlar. Okul kapısında bekleyip, kravatsız geleni okula sokmam diye höyküren müdürün yanından yaka düğmesi açık kravat takarak geçmeyle başlar. Surda bir gedik açmaya benzer. Onu gören bir başka öğrenci de kravatını yarım bağlayarak geçer, cesaretlenen bir diğeri kravatı polo tişörtüne takar. Sonra zorunlu olmamasına rağmen birkaç kız öğrenci de kravat takmaya başlarlar… Derken yayılır direniş.
Sıra müdürü alaşağı etmeye geldiğinde ise iki yol belirir. Okulun bağlı olduğu milli eğitim müdürlüğüne şikayet dilekçesi vererek müdürün görevden alınacağını ummak bir alaşağı etme stratejisidir. Günümüzün CİMER’inin bir işlevi de bu yolun işe yarar olduğu yanılgısını beslemektir. Alaşağı etmenin asıl yolu ise direnen ve dayanışma ile örgütlenen öğrencilerin yanlarına kızları da alarak bir sabah okul kapısına hiçbiri kravat takmadan gelip aynı anda içeri girmeleridir. Hele veliler de orada olurlarsa “Müdür” ağzı açık korku içinde bakakalır “okulunda” yapılan devrime. İşte bu eylem müdürü alaşağı ederken kravat zorunluluğu kuralını da yıkmayı sağlar.
Zalimin zulmüne karşı dayanmaya çalışmanın bir başka yolu ise zulmü pekiştirmekten başka hiçbir işe yaramayan zulüm azaltma stratejileridir. Okul bitene kadar aman kravatı çok düzgün takayım da müdürü sinirlendirmeyeyim, dayaktan da paçayı kurtarayım stratejisidir bu. Nasılsa müdürün de emekliliği gelmek üzeredir, belki de kantin ortağıyla anlaşmazlığa düşerler ve yolsuzlukları açığa çıkar ve görevden alınır umuduna tutunarak dayanma hali. Bir gün, kravatını kendince çok düzgün takan bir öğrenci, kendisinden önce kapıdan giren ve kravatı düzgün olmayan öğrenciye sinirlenen müdürün gazabına uğrayıverir. Basar küfrü arkadaşına; sen müdürü sinirlendirdiğin için kravatım düzgün olmasına rağmen ben de dayak yedim!
ZALİM OLMAK ÇOK MU KOLAY?
İşte zalim “Müdürün” en sevdiği öğrenci karakteri budur. Dayak yememeye çalışan ve dayak yiyenleri de suçlayan öğrenci. Çünkü o öğrenci müdürün her zaman müdür kalacağına inanılmasını sağlayan karakterdir. Müdür öğrenciler arasında dayak yememeye çalışanların arttığını gördükçe dayak atma gerekçelerini artırmaya başlar. Yok kravat tek renk olacak, yok kravat kemer tokasını geçmeyecek, olmadı kravat kare değil üçgen bağlanacak diye uzar gider liste. Dayaktan korunmaya çalışan öğrenciler de hem müdüre göre hizalanır, hem de sıra arkadaşlarının müdürü sinirlendirmelerini engellemeye çalışırlar. Arkadaşları arasından kravat düzenini delmeye çalışanlarla yeri geldiğinde yumruk yumruğa kavga bile edebilirler!
Haliyle, “Müdür”e de gün doğar, kavga edenlerin hepsini bir temiz sıra dayağından geçirir. Dayak yememeye çalışanlarsa müdürün emekliliği geciktikçe, kantin yolsuzluklarından da bir şey çıkmadıkça, isimsiz şikâyet dilekçelerinin yetkililere gitmesi için yeni yollar, hatırlı tanıdıklar arar, hatta müdürün arkadaşlarının çocuklarının okula kaydolmasını sağlamaya çalışırlar. Okul dışındayken “müdürün alaşağı edilmesi için en çok ben uğraşıyorum” diye heyheylenenler de onlardır zaten, yani tam da yazının başındaki sözlerin sahipleri.
Ne dersiniz, Türkiye’de zalim olmak çok mu kolay, ne?
/././
Eski AKUT Başkanı Nasuh Mahruki tutuklandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder