18 Kasım 2024 Pazartesi

soL (KÖŞEBAŞI) + (GÜNDEM) -18 Kasım 2024-

Doğan Avcıoğlu Ödülünü kazanan Sümer: 'Ülkenin kendi dinamikleriyle değişebileceğine inanmış bir aydındı'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

3. Doğan Avcıoğlu Ödülleri sahiplerini buldu. "Düzenini Arayan Osmanlı" eseriyle birincilik ödülünü alan Çağdaş Sümer, kitabı ve Avcıoğlu'yla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Eskişehir Odunpazarı Belediyesi ve Tekin Yayınevi, kurucusu ve yazarı olduğu Yön ve Devrim dergileriyle aydın hareketinin öncüsü olan Doğan Avcıoğlu için sosyal bilimler alanında "Doğan Avcıoğlu Ödülleri" düzenliyor.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen ödül töreninde Çağdaş Sümer'in "Düzenini Arayan Osmanlı" eseri birinciliğe layık görüldü.

İkinciliğe Tolga Şirin’in "Meclis Hükümeti – Rousseau’dan Marx’a Lenin’den Atatürk’e Bir Ortak Kesen", üçüncülüğe Hatice Duygu Bankoğlu’nun "Rusya’da ve Türkiye’de Planlamanın Değişimi" eserleri seçildi. Onur ödülüyse tarihçi Feroz Ahmad'a verildi.

Ödüller dün Eskişehir'de düzenlenen törende sahiplerine verildi.

'Onun kadar cesur aydın Türkiye tarihinde çok azdır'

Törende ilk sözü Tekin Yayınevi adına Genel Yayın Yönetmeni Elif Akkaya aldı ve Doğan Avcıoğlu'nun eserlerini yeni basımlarıyla okuyucuya ulaştıracaklarını duyurdu.

Akkaya’nın ardından konuşan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Gökhan Atılgan, Avcıoğlu’nun sol Kemalist, devrimci, sosyalist ve Marksizmden beslenen bir aydın olduğunu söyledi.

Doğan Avcıoğlu’nun cesur bir aydın olduğuna dikkat çeken Atılgan, "Yön dergisini çıkardığında sosyalizm kelimesi bir tabuydu. Sosyalistler kendilerini toplumcu olarak adlandırmak zorunda kalıyorlardı. Birinci sayısının baş yazısında Türkiye için tek çıkar yolun sosyalizm olduğunu söyleyen cesur aydınımız kendisidir. Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuduğu için 1950’li yıllarda öğretmenlikten atılmıştı. Nâzım hikmet bir tabuydu. Kitapları basılmıyordu. Şiirleri el yazmaları ile elden ele ulaşıyordu. Onun şiirlerini ilk yayımlayan kişi Doğan Avcıoğlu’dur" dedi.

Ödüllerin seçici kurulunda yer alan Eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen, aynı dönem gazetecilik yaptığı Avcıoğlu'ndan şu sözlerle bahsetti: "Atatürk’ün devrimlerine inanıyordu. O devrimlere inanmasıyla birlikte sosyalist niteliği de taşıyordu. Bir nevi Kemalizm ve sosyalizmden yararlanarak yeni bir yol hartası çizmeye çalışıyordu. Gazetecilik ilk yaptığı işlerden biridir."

Öymen’in ardından son sözü alan Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, ödül alan yazarları tebrik etti, Avcıoğlu’nun Türkiye’ye "yön" vermiş insanlardan biri olduğunu ve yaşatılmasının önemli olduğunu söyledi.

Konuşmalar bittikten sonra Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Eskişehir Temsilciği ve Türkiye Komünist Partisi Eskişehir İl Örgütü’nün selamları salona iletildi.

                     Çağdaş Sümer birincilik ödülünü Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt'tan aldı.

'Düzeni değiştirmek istiyorsak nasıl kurulduğunu bilmeliyiz'

3. Doğan Avcıoğlu Ödüllerinin birincisi Çağdaş Sümer, kendisine bu ödülü getiren "Düzenini Arayan Osmanlı" adlı çalışmasını, ödül törenine ismini veren Doğan Avcıoğlu üzerine sorularımızı yanıtladı.

“Düzenini Arayan Osmanlı”da eski rejimden II. Meşrutiyet’e uzanan uzun bir dönem boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nu sınıf mücadelesi ekseninde anlattınız. Kitabınızda, resmi tarih tezlerinin de etkisiyle, ülkedeki Osmanlı anlatısında eksik olan “sınıf” başlığını işlemeye iten neden veya nedenler neler? 

Birinci neden dünyayı ve tarihi okuma şeklim, ben bir Marksistim. Bir Marksistin, Marksist bir tarihçinin esas görevinin, esas sorumluluğunun dünyayı ve kendi bulunduğu coğrafyayı, onun yapısını, orada yaşanan değişimleri sınıf mücadeleleri merkezli bir analizle okumaya çalışmak olduğunu düşünüyorum. 

Eğer biz içinde yaşadığımız düzeni değiştirmek istiyorsak o düzenin nasıl kurulduğunu bilmek durumundayız. Bunu bilmek için de biraz gerilere dönüp, böyle uzun süreli sınıf mücadelelerinin tarihine bakmamız gerekiyor. Çünkü buradan alınacak çok fazla ders var. Buradan öğrenilecek çok fazla şey var ve bunlar aslında sınıf merkezli olmayan çeşitli Osmanlı özelinde tarih okumaları tarafından sürekli karartılmış durumda. 

Sınıfın yerine sürekli başka yapılar konuluyor. Bu yapılar üzerinden Osmanlı ve Türkiye tarihi anlaşılmaya çalışılıyor ve bu sadece Osmanlı tarihinin belli alanlarının karanlıkta kalmasına neden olmakla kalmıyor, şu an içinde yaşadığımız bu düzenin nasıl değiştirebileceğimize dair kafa yormamız da engelliyor. Dolayısıyla benim sınıf mücadelesi üzerinden uzun bir Osmanlı analizi yapmaya iten şey aslında anlamak ve değiştirmek çabası. 

'Tez' olarak kalmayan bir 'tez' 

Kitabınız Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalında savunularak kabul edilen “Eski Rejimden II. Meşrutiyet'e Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet Oluşumu ve Siyasal Çatışma Dinamikleri” başlıklı doktora tezinin gözden geçirilmesiyle ortaya çıktı. Türkiye’de genellikle tezler kitaplaştırılırken tez olarak kalıyor. Genel okura hitap etmekten uzak kalıyor ve bu durum akademi ve okur arasındaki iletişimin zayıf kalmasına neden oluyor. Türkiye’de akademinin içinde bulunduğu durumu da göz önüne alarak bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? 

Türkiye’de üniversite ve genel olarak bilimsel faaliyet büyük bir çıkmazın içinde. İster üniversitede ister dışarıda çalışsın, araştırmacıların cesaretlendirilmek yerine kösteklendiği bir ülkeden yaşıyoruz. Tabii bunun en önemli nedeni piyasalaşma. Yani piyasa akademiyi bugün öyle bir teslim almış durumda ki akademide üretilen bilginin piyasa dolayına girmeden okuyucuyla, yani esas hitap etmesi gereken kitleye ulaşması, onunla buluşması çok güç. 

Burada piyasa derken sadece bilimsel üretimin bir tür metaya dönüşmesini kastetmiyorum. Piyasalaşmadan kastım üniversitenin bir bilimsel bilgi üretim merkezi olmaktan çıkıp bir kişisel kariyer inşası mecrasına dönüşmüş olması, yani yazılan her şeyin, yapılan her araştırmanın piyasa ve kariyer odaklı hale gelmesi. Bu, üretilen bilginin esas ulaşması gereken kişilere, yani halka ulaşması önünde önemli sıkıntılar doğuruyor. 

Ben bu konuda şanslıyım çünkü kitabımı basan Yordam, bu konuda çok özenli ve emek harcayan bir yayınevi. Ben de kitabı daha tez aşamasında yazarken hep aklımda o kolektif dünyayı anlama ve değiştirme çabamızın bir parçası olarak kurguladım. Bu ister istemez kitabın diline, kurgulanış biçimine, yapısına da yansıdı. Tezi yazdığımda yapılan yorumlardan biri bir tezden çok genel okur kitlesini hedef alacak bir kitap şeklinde kaleme alınmış olduğuydu. Bunu ne kadar başardım bilemiyorum ama sonuçta ortaya üniversitede sıkışıp kalmayan, belli bir uzmanlık alanının dehlizlerinde kaybolmayan, bilakis gerçekten hitap etmek, ulaşmak istediği insanlara ulaşabilecek bir kitap çıktı. Bu nedenle o yüzden şanslı görüyorum kendimi ve kitabı.

Yordam Kitap'ın yayımladığı "Düzenini Arayan Osmanlı", "Eski Rejimden Meşrutiyet’e Osmanlı’da Siyasal Çatışma ve Rejimler" alt başlığını taşıyor.

'Doğan Avcıoğlu değişim için ülkenin içine bakıyor'

Bu ödül törenine de adını veren, Türkiye’nin en büyük ve birikimli aydınlarından Doğan Avcıoğlu, son zamanlarda çokça tartışılıyor. Kitapları tekrar basılıyor. Avcıoğlu sizin için ne ifade ediyor ve Avcıoğlu’na olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Çok şey ifade ediyor. Ödül töreninde yaptığım konuşmada da değinme şansı buldum. Bir kere Doğan Avcıoğlu, bütün bu entelektüel faaliyetini Türkiye’yi ve düzeni nasıl değiştirebileceği sorusu etrafında örgütlemiş bir insan. Ve bu çok değerli çünkü Türkiye’nin düzenini değiştirmek için Türkiye’nin düzenini anlamak gerekiyor ve Türkiye’de aydınlar çok uzun bir süredir Türkiye’yi değiştirme çabasını terk ettiler. Bu çabadan uzaklaşmış aydınların Türkiye’yi anlamak için gerekli araçları da üretemeyeceklerini düşünüyorum. Dolayısıyla Doğan Avcıoğlu, bu açıdan her zaman dönüp bakılması gereken bir isim.

İkincisi, yine konuşmamda belirttim, Doğan Avcıoğlu, bu değişimin ülkenin kendi dinamikleriyle olabileceğine inanmış bir aydın. Burada esas önemli olan şey şu, Doğan Avcıoğlu, değişim için ülkenin içine bakıyor, ülkenin kendi dinamiklerine bakıyor ve buranın değişebilir olduğuna inanıyor. Bu da Türkiye’de aydının çok uzun süredir kaybetmiş olduğu bir özellik. Yani düzenin, kendi ülkesinin iç dinamikleriyle değiştirilebileceğine olan inanç Türkiye’de çok zayıflamış durumda. Belki bu anlamda biraz Osmanlı aydınına dönmüş durumda Türkiye aydını. Bizim aydınımız da değişimin kaynağı olarak dışarıya bakar. Bu açıdan da Doğan Avcıoğlu çok önemli bir figür. 

Son olarak da tabii ki sınıf meselesi. Doğan Avcıoğlu her ne kadar Marksist bir devrimci olmasa da Marksizmden çok etkilenmiş ve Marksizmin düşünce sistematiğini iyi bilen, onun içine girmekten çekinmeyen bir isim, bunu çalışmalarına yansıtıyor. Doğan Avcıoğlu, bu açıdan da çok değerli bir aydın. 

Avcıoğlu, bunların dışında çok çalışkan bir insan. Bizim en önemli eksiklerimizden biri çalışkanlık. Bu nedenle çalışkanlığı Doğan Avcıoğlu’na baktığımızda görmemiz gereken en önemli yanlarından biri. Onun bu çalışkanlığını, bütün enerjisini, bütün birikimini, bütün vaktini kendi davasına, yani Türkiye’yi bir devrim yoluyla değiştirme davasına adamış olması; buraya bakması lazım gençlerin. 

Fakat burada bir uyarıda da bulunmak lazım. Doğan Avcıoğlu’na yönelik ilgi aslında Türkiye’de genel olarak ideolojiler alanında bir altüst oluşun yaşandığı, artık Kemalizmin var olduğu haliyle ihtiyaçlara yanıt veremediği, İslamcılığın giderek toplum nezdinde etkisini kaybettiği bir konjonktürde gündeme geldi. 

Türkiye’de memlekete dair duyarlılıkları olan gençler bir arayış içindeler. Eğer bu arayış sadece Türklerin tarihini yazmış bir aydının peşinden gitmeye dönecekse bu problemli. O yüzden Doğan Avcıoğlu’nu sadece Doğan Avcıoğlu olarak değil kendi içinden yetiştiği ve sonra da dönüşümüne çok büyük katkıda bulunduğu bir aydın kuşağının parçası olarak görmek, okumak gerekiyor.

O yüzden Doğan Avcıoğlu'nu gençler umarım okuyorlardır, daha çok okusunlar ama onunla birlikte örneğin Yalçın Küçük de okusunlar, Behice Boran da okusunlar. Aralarındaki tartışmaları bilsinler. O tartışmalar bugün ne ifade ediyor, onun üzerine kafa yorsunlar.

Dolayısıyla Doğan Avcıoğlu’nu romantik bir milliyetçi kahraman olarak değil, kendi tanımladığı şekliyle Türkiye’yi bir devrim aracılığıyla, bir devrim üzerinden sosyalist, kalkınmış, müreffeh bir ülke haline getirme davası için her şeyini ortaya koymuş bir devrimci olarak tanımaları bence çok daha yerinde olacaktır.

                                                           /././

NATO ve Türkiye üniversiteleri (I): İstanbul Üniversitesi’nde NATO projeleri -Evin Nagehan-

Nasıl ki holding gibi işleyen tarikatlar ve cemaatler üniversite öğrencilerini ücretsiz yurtlarla, evlerle, burslarla ve diğer yöntemlerle çekiyorlarsa, NATO’cuların da benzer müşevvikleri var.

NATO sadece askeri üsleriyle, değil, aynı zamanda ideolojisiyle, propagandasıyla, ‘kamu diplomasisi’ adını verdiği halkla ilişkiler faaliyetleriyle ve bilim politikalarındaki yönlendiriciliğiyle de ülkemizi işgal ediyor. İki bölümden oluşan bu yazı dizisinde Türkiye’nin "prestijli" üniversitelerinde bilim adına NATO için yapılan halkla ilişkiler faaliyetleri kapsamındaki sosyal projelerden mühendislik alanındaki teknik çalışmalara kadar bir dizi konuyu ele alacağız. 

Sunacağımız tablonun akademideki NATO’culuğun genel hatlarını önemli ölçüde çizeceğini düşünüyoruz, yine de birçok konu ele alınıp incelenmeyi ve teşhir edilmeyi bekliyor. Bu ilk yazımızın konusu NATO’nun son yıllarda İstanbul Üniversitesi’ne verdiği halkla ilişkiler odaklı ve üniversite gençliğine hitap etmeye çalışan projeleri olacak.

Başlarken...

Başlarken yazımızın esas konusu olmayan fakat önem arz eden bazı hatırlatmalar yapalım:

* NATO, başta ABD olmak üzere emperyalist bloğun sermaye sınıfının ve onların ortaklarının ekonomik çıkarlarını kollamak için kurulmuş, temel ideolojilerinden biri antikomünizm olan, askeri ve siyasi bir örgüttür. IMF ve Dünya Bankası’ndan farkı silahlı olmasıdır. 

* NATO ve ABD Türkiye’nin değil, Türkiye NATO’nun ve ABD’nin güvenliğini sağlamaktadır. NATO üslerindeki silahlar, bir gün yabancı ve yerli sermaye sınıfının kendisine taktığı zincirleri koparıp atmasından korkulan emekçi halkımıza doğrultulmuş durumdadır.

* NATO üyeliği kader değildir, Amerikancı AKP’lilerin ve İslamcıların iddialarının aksine ‘Allah’ın kelamı’ değildir, gaipten gelen sesler Türkiye burjuvazisine aittir. NATO üyeliği Amerikancı CHP’lilerin iddialarının aksine ne bir ‘medeniyet’ projesidir, ne de ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyen Mustafa Kemal’in dış politikasıdır.  

* NATO’ya üyelik geriye döndürülebilir bir süreçtir. Türkiye’nin üyeliği nasıl bir tarihsel vaka ise Türkiye’nin üyelikten çıkışı da ilerde yine tarihsel bir vaka olarak anılacaktır. 

NATO’yla ilgili Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) Eylül 2024’te hazırladığı broşür ‘NATO nedir?’, ‘Türkiye neden NATO’dan çıkmalıdır?’ sorularının cevaplarını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Broşüre bu bağlantıdan ulaşmak mümkün.

THTM'nin öncülüğünde hazırlanan ve geçtiğimiz günlerde aydın ve sanatçıların imzasına açılan dilekçede de TBMM Başkanlığı'na hitaben "Ülkemizin NATO üyeliğine derhal son verilmesini, alt anlaşmaların, diğer üye devletlerle yapılan ikili anlaşmaların ve ilgili protokollerin yürürlükten kaldırılmasını TBMM’den talep ediyoruzdenilmişti.

İdeolojik hegemonya ve propagandanın en az askeri güç kadar önemli olduğunun farkında olan NATO’nun 1949’da kuruluşundan bir sene sonra NATO Bilgi Servisi Ağustos 1950’de devreye girer. Sovyetler Birliği’nin ilk yapay uydu Sputnik 1’i Kasım 1957’de Dünya’nın yörüngesine göndermesi, NATO’nun bilim alanına da kurumsal olarak müdahale etmesinde etkili olur ve bu senenin sonunda NATO Bilim Programı1, ertesi yıl da NATO Bilim Komitesi kurulur. Soğuk savaşın bitmesinden yıllar sonra NATO’nun varoluş sebebiyle ilgili tartışmalar sürerken ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında NATO’nun Bilgi ve Basın Bürosu ve ‘Barış için Bilim’ Programı birleştirilerek NATO Kamu Diplomasisi Bölümü kurulur. 2006 yılında NATO’nun ‘Barış ve Güvenlik için Bilim’ adıyla başka bir programı devreye girer.

NATO’nun 2022 sonrası İstanbul Üniversitesi projeleri

Rusya-Ukrayna savaşında 2022 Şubat’ında yeni bir aşamaya geçilmesinden yaklaşık bir sene sonra İstanbul Üniversitesi Mart 2023’te uluslararası proje ofisinin sitesinden şöyle bir duyuru yapıyor: ‘Üniversitemizin 2 Ayrı Proje Teklifi NATO Kamu Diplomasisi Biriminden Fonlanmaya Hak Kazandı!’. 

Bilimsel çalışma ve büyük bir başarıymış gibi sunulan bu projelerden ilkini üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Özgün Erler Bayır’ın yürüteceği ve projenin adının ‘NATO'nun Karşılaştığı Zorluklara Karşı Birlik: Simülasyon Destekli Öğrenme’ olacağı belirtiliyor. Proje kapsamında ‘Türkiye’deki gençlerin simülasyon yoluyla NATO'yu ve karar alma süreçlerini daha iyi anlamaları, bu sayede Türkiye-NATO ilişkilerine ve diyaloğuna katkıda bulunulması’ hedefleniyormuş. Bayır, 2022 yılı içerisinde ise ‘NATO’yu gençleştir’ (YouthenNATO) başlıklı bir başka projeyi yönetmiş, bu projede Apak Kerem Altıntop ve Şeyma Altunkaya adlı iki akademisyen daha yer almış.

Yürütücülüğünü aynı fakültede öğretim üyesi olan Adviye Damla Ünlü Bektaş’ın yaptığı ‘NATO Barış ve Güvenlik: Gençlerle Etkileşim, Kadınları Destekleme, Barış ve Güvenlik Gündemi’ (NATOfPaS) başlıklı ikinci projede ise ‘NATO’nun temel değerleriyle birlikte Gençlik, Barış ve Güvenlik ve Kadın, Barış ve Güvenlik gündemlerinin teşvik edilmesi yönündeki NATO hedef ve politikalarının incelenmesinin’ amaçlandığı ve bu amaç doğrultusunda ‘Türkiye’nin farklı bölgelerinden 34 öğrencinin katılımıyla’ projeler gerçekleştirileceği belirtiliyor. Bu projede aynı fakülteden Nurcan Özgür Baklacıoğlu adlı bir başka akademisyen daha yer alıyor ve bu kapsamda Eylül 2023’te Edirne’de üniversite öğrencilerinin katılımıyla bir ‘NATO Yaz Okulu’ düzenlenmiş. 

Bu projelere daha yakından ve tarihsel bir perspektifle bakalım.

‘Atlantik Paktı’na en ucuz askeri’ sağlayan Türkiye hâlâ NATO’yu gençleştiriyor!

Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinden bir sene sonra 1953’te ABD Dışişleri eski Bakanı Dulles, senatör Ellender’la olan tartışması sırasında Türk askerlerinin ‘maliyetinden’ bahseder ve senatöre şu soruyu sorar: ‘Askerler, Türkiye'de bazı müttefik tümenlerinin olması gerektiğini söylüyor…Bunu, silah altındaki askerlerin ilk yıl ayda 23 sent ve ikinci yıl 32 sent aldığı Türkiye'nin iş birliğiyle mi elde etmek istiyorsunuz, yoksa bir Amerikan tümeni alıp onu donatmak ve size 10 katına mal olacak şekilde Türkiye'ye göndermek mi istiyorsunuz?

Anlaşılacağı üzere Dulles’ın tercihi on kat daha ‘pahalı’ olan ABD askerleri yerine Türk askerlerini ABD için operasyonlarında kullanmaktır, yani günümüzün plaza diliyle askerleri ‘outsource’ etmektir. Sürgündeki Nâzım Hikmet, gazetelerde okuduğu bu haber üzerine Temmuz 1953’te 23 Sentlik Askere Dair şiirini yazar. O zamandan bu yana ülkemizin gençleri ne yazık ki emperyalizm için genç ve ucuz işgücü, kolluk gücü olmaya devam etmektedir. 

Tabii ki geleceğin ucuz işgücü olacak gençliği ideolojik olarak da donatmak gerekir ki aralarından sömürüye ve emperyalizme boyun eğmeyeni, yurtseveri, komünisti çıkmasın. Bunun araçları arasında devletin 1960’lardan beri antikomünist mücadele için mobilize ettiği ülkücülük ve siyasal İslam tek başına yetmez, liberalizm olmadan eksik kalır. İlk ikisinin görece daha az eğitimli ve/veya düşük gelirli olan kesimler üzerindeki etkisi şüphesiz kayda değerdir, fakat daha eğitimli (üniversiteli) ve/veya daha yüksek gelirli kesimler üzerinde liberalizmin daha ince ayarlar yapması mümkündür.

Öğretim üyesi Erler’in yürütücülüğünü yaptığı ‘NATO’yu gençleştir’ başlıklı projede Türkiye ve Avrupa’dan 30 üniversite öğrencisiyle Altınoluk’ta ‘NATO’nun ve Türkiye -NATO ilişkilerinin geleceği üzerine çalışmalar’ yapılmış. Projenin duyurusundaki havuzlu ‘resort hotel’ konsepti fazla söze gerek bırakmıyor, nasıl ki holding gibi işleyen tarikatlar ve cemaatler üniversite öğrencilerini ücretsiz yurtlarla, evlerle, burslarla ve diğer yöntemlerle çekiyorlarsa, NATO’cuların da benzer müşevvikleri var. 2023 yılında gerçekleştirilen yaz okulunun AB Proje Yönetimi adlı AB bağlantılı bir sitedeki duyurusunda da tüm masrafların karşılanacağının altı çiziliyor.

Öğretim üyesi Erler sosyal medya hesabında ‘YouthenNATO’ adını verdikleri aktivitede ‘NATO'ya sunulmak üzere katılımcılar tarafından Türkiye-NATO ilişkilerinin geleceğine ve NATO'da gençlik katılımına ilişkin çeşitli alt başlıklarda proje raporu’ yazıldığını belirtiyor. ‘Bu raporun ve proje sonuçlarının yanı sıra Türkiye-NATO ilişkilerinin tartışılacağı bir konferansı çok yakın bir tarihte İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleştireceklerini’ söyleyen Erler’in bahsettiği konferans emekli büyükelçi ve Türkiye’nin eski NATO daimî temsilcisi olan Mehmet Fatih Ceylan’ın ve Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Mustafa Aydın’ın katılımıyla Aralık 2022’de gerçekleştirilmiş.

‘İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar’ Enstitüsü öğretim üyesi NATO Projesi’nde!

Tutarsızlıkların ve utanmazlıkların belli sınırları vardır diye düşünsek de AKP Türkiyesi’nde bu sınırların her geçen gün yeniden aşıldığına, yeni rekorlara şahit oluyoruz. NATO ve NATO destekli grupların Yugoslavya’da, Afganistan’dan, Libya’da, Suriye’de ve dünyanın diğer bölgelerinde insanlığa karşı işledikleri suçlar ortadayken, İstanbul Üniversitesi’nde 2021’de kurulan ‘Uluslararası Soykırım ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar Enstitüsü’ adıyla kurulan bir akademik birimde öğretim üyesi olan Apak Kerem Altıntop adlı bir akademisyen yukarda bahsi geçen ‘NATO’yu gençleştir’ projesinin bir parçası olabiliyor. NATO ve ABD’nin sicili düşünüldüğünde çelişkinin bu kadarı sınırları zorluyor. Enstitünün kurulması ve işlevi ise ayrı bir inceleme konusu.

NATO’culuk bütün imkanlara rağmen tutunamıyor

Soğuk Savaş Dönemi’nden günümüze kadar siyasi iktidarların yapmış olduğu bütün Amerikancı ve anti-komünist propagandalara rağmen 2024 Türkiye’sinde NATO’culuğun meşruiyetinin hâlâ sorgulanabilir olduğunu aslında bu projelerin başlıklarından ve içeriklerinden de anlayabiliyoruz. ‘NATO’yu gençleştirme’ ihtiyacını, AKP döneminde zirveye ulaşan Amerikancılığın ve NATO’culuğun her şeye rağmen gençler ve kadınlar arasında yeterince tutunamadığına dair bir veri olarak okuyoruz. Yurtsever ve antiemperyalist mücadeleyi örmek için zeminin uygun olduğunu biliyoruz. 

Çünkü tarihin bizim olduğumuz tarafında, kapitalizmin en güçlü ülkesinde doktora derecesi almış olmasına rağmen bir yurtsever, bir komünist olarak emperyalizme karşı Türk Barışseverler Cemiyeti’ni kuran, tarihsel Türkiye İşçi Partisi’nin önderlerinden Behice Boran ve daha nice isimler var. Diğer tarafta da eli kanlı NATO’nun halkla ilişkiler faaliyetlerinin Türkiye ayağı olarak fonlanan kariyerist akademik zevat… Onlar unutulacaklar, ama şimdi teşhir zamanı. 

Devam edecek.                                     /././

Kıbrıs’ta puslu ufuklar -Engin Solakoğlu-

Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Herkes ABD’de Trump yönetiminin dünyanın başına ne gibi çoraplar öreceğine dair karanlık öngörülerle meşgulken Kıbrıs sorununda göreli bir hareketlilik yaşandığına dair işaretler artıyor.

Neden şimdi, neden Kıbrıs? Bunlar meşru sorular. Ortadoğu kan ve ateşle sınanır, her gün yüzlerce insan yaşamını yitirirken, her sene Ada’nın üzerinden geçme hatasını işleyen cikla1 sürülerinin maruz kaldığı dışında katliama sahne olmayan Kıbrıs’ta çözümün gündeme gelmesi, bunun için çok yönlü diplomatik girişimlerin başlatılmasının akla yakın bir sebebi olması gerekir. 

Tümüyle mantıksal bir bağ kurmaya çabalarsak Kıbrıs’ta bulunacak bir “çözüm”ün ya da çözüm girişiminin dünyanın ve bölgenin içinden geçtiği dönemde sadece Kıbrıs’la ilgili olma olasılığının ne kadar düşük olduğunu görürüz.

Sorunun çok uzun ve hiç kimsenin tam olarak öğrenmeye ve kavramaya zahmet etmediği bir geçmişi var. Burayı geçelim. Bildiğimiz son birkaç yıldır çözüm bağlamında dişe dokunur bir gelişme yaşanmadığı ve meselenin tipik bir donmuş çatışmaya (frozen conflict) dönüştüğü. 

Öyle anlaşılıyor ki şimdi birileri bu buzları çözmeye niyetlenmişler. Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan “bahar havasının” bu girişimlerde bir payı olduğu kesin. Dünyada şiddetlenerek devam eden saflaşmanın tarafları keskinleştikçe aynıların aynı yere toplaşmaları da doğal karşılanabilir.

Son birkaç ayda neler olduğunu kısaca anımsattıktan sonra bu toplaşma üzerine fikir yürütmeye girişebiliriz. İzleyenlerin bildiği gibi Akepe ve onun Kuzey’deki temsilcileri bir süredir Ada’da varılacak çözümün ancak iki devletli bir temele oturabileceğini savunuyorlar. Bu fikrin Kıbrıs sorunun müktesebatı bağlamında taşıdığı ya da daha doğrusu taşımadığı anlam bir yana sadece Akepe’nin Kıbrıs Türk halkının iradesine göstermemekte direndiği saygı anlamında bile inandırıcılıktan uzak olduğuna kuşku yok. Gerçekten iki devletli bir çözümü savunuyorsanız o iki devletten birini tanıdığınızı somut olarak kanıtlamış olmanız gerekiyor. Bunun yöntemi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve parti kongrelerine açıkça müdahale etmek olmasa gerektir. Yalnızca bu sebep bile savunduğunuz tezde samimi olmadığınızı ortaya koyar. Bu yüzden “iki devletli çözüm” argümanı söyleyenin dahi inanmadığı bir sözcük israfından ibarettir ve diğer taraf da bunu bildiği için etki ve inandırıcılığı yoktur.

Türkiye’yi yönetenler bu sloganla harcadıkları zamanı yeterli görmüş olacaklar ki, yeniden masaya dönmeye karar vermiş gibi görünüyorlar. Bu süreçte bazı eşgüdüm sıkıntıları da yaşanıyor doğal olarak. Ada’daki temsilci –Kıbrıs’taki “saygın” sektör elemanlarıyla ticari ilişkilere sahip olan görevliden söz etmiyorum elbette– yakın zamana dek asarım keserim derken şimdi Ankara’nın tayin ettiği yönü izlemeye zorlanacak anlaşılan. Sorun değil, bunlar işin doğasında var. Güdüm ile eşgüdüm eş anlamlı sözcükler değiller sonuçta. 

Sürece dönelim. Taraflar Eylül ayında BM Genel Sekreteri Guterres’in ev sahipliğinde New York’ta bir araya geldiler. Tatar ve Hristodules’in yedikleri yemek sonrasında Guterres “ortak zemin yok" açıklaması yaptı. Kıbrıs sorununu yakından izleyenler bilir. Bu “ortak zemin” pek önemlidir esasında. 70 yılı aşan müzakere sürecinde en çok sarf edilen kavramlardan biridir. Genellikle bir taraf ipe un sermeye niyetlendiğinde bu kavramı ortaya atar. Hele bu sözcükleri telaffuz eden BM Genel Sekreteri ise durum daha da vahim demektir.

Gelin görün ki bu kez öyle olmadı. Liderler yemeğinin ardından bir “dörtlü toplantı” düzenleneceği haberi duyuruldu. Açık söylersek, Kıbrıs’taki iki taraf ile Türkiye ve Yunanistan bir araya geleceklerdi. O süreçte “dörtlü mü, beşli mi” tartışması da yaşandı. Gelen bilgilere bakılırsa Türk tarafı “dengeyi bozacağı gerekçesiyle" İngiltere’nin de o masaya oturtulmasına itiraz etmişti.

Bu noktada bir parantez açmak gerekir. Kıbrıs sorununun çözümü bir düğünse, İngiltere “kamber”dir. Kıbrıs’ta sanılanın aksine arazide iki değil, üç taraf vardır. “Anavatan” tabir edilen Türkiye ve Yunanistan’ı eklediğinizde beş sayısına ulaşılır. Kıbrıs adasında egemen üs bölgelerine sahip olan İngiltere’nin katılmadığı bir sürecin mesafe alması pek de olası değildir. Kambersiz düğün olmaz. Olsa olsa düğüm olur. Yoksa süreç “kamber”e ihtiyaç duymayacak ölçüde belirgin, daha açık bir ifadeyle önceden belirlenmiş bir sonuca mı bağlanacaktır?

Her ne ise, o sayısal tartışma şimdilik kapanmış görünüyor. Türkiye’nin başındaki Akepe’nin masaya oturma niyeti ciddi olmalı ki, bu ayın yedisinde Akepe Genel Başkanı Erdoğan’ın Kıbrıs Rum lideri Hristodules’le Budapeşte’de bir “kahve sohbeti” gerçekleştirdiğini, “sarsılmaz irade” bakanı Fidan’ın da o sohbette hazır bulunduğunu öğrendik. Aynı Fidan önceki gün “iki halkın neden ayrı ayrı yaşaması gerektiğini” yandaş bir kanalda uzun uzun anlattı. Burada çelişki aramayalım zira bu “tavşana kaç tazıya tut” deyimiyle açıklanabilecek bir yönetim şekli haline geldi çok uzun zamandır. TRT’de her hafta Kudüs’ü fethederken, limanlardan İsrail’e her türlü can suyu sevkiyatına devam etmek gibi.

Kıbrıs’a dönersek, bu kadar dumanın ateş olmayan yerden gelmesi akla yakın bulunamayacağına göre, yeni bir müzakere sürecinin yaklaştığı sonucunu çıkartabiliriz. Çıkartabileceğimiz bir başka sonuç ise muhtemelen Akepe’nin Kıbrıs çerçevesini ziyadesiyle aşan beklentilerle hareket ettiği.

AB ile ilişkileri “düzeltmek”, bu kapsamda uzun zamandır hedeflenen “Gümrük Birliği”nin derinleştirilmesi/genişletilmesi önündeki “Kıbrıs” engelini kaldırmak bu beklentilerden biri olabilir. Düzenin paraya ihtiyacı var, paranın Batı’ya. Tamam da, bu çerçeve de biraz eksik kalıyor sanki. Bir üst seviyeye çıkmakta yarar var.

Akepe’nin ve temsil ettiği sermayenin Ortadoğu’da oyun yeniden kurulurken eteğindeki kimi taşlardan kurtulup maçın “as” oyuncularından biri olma niyeti taşıdığı bir gerçek. Kürt sorunu bu taşlardan irice bir tanesi ise, birleşik Kıbrıs ve oradan sıçrayarak Avrupa Güvenlik Mimarisi’yle her türlü yakınlaşmak da bir diğeri olamaz mı?

Diplomaside hesap yapılması kadar olağan bir şey yoktur. Dolayısıyla Akepe’nin hesabı bu olabilir de o hesabı tutturmak salt hesabı yapanın olanak ve yeteneklerine bağlı değildir.

Kıbrıs’ta yeniden kurulacak masaya oturup ne tartışılacak? BM Kıbrıs müktesebatına bakarsak Federasyon. Federasyon fil gibi bir şey. Neresinden tuttuğunuza bağlı olarak tanımları farklılık gösterebilir. İki ayrı devlet bir federasyon içinde de var olabilir. En azından var oldukları ileri sürülebilir. Mesele federasyonu oluşturacak birimlerin yetkilerinin tanımlanmasında düğümlenir. Kıbrıs’taki alışılmış denklemde Türk tarafı bakımından yetki ve toprak ters orantılıdır. Ne kadar yetki isterseniz, o kadar topraktan vazgeçersiniz.

Müzakerenin içeriği kadar yöntemi de belirleyicidir. Üçlü, dörtlü, beşli derken Kıbrıs Türk tarafını yok sayıp, Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan temas edilebileceği işaretleri vermenin getireceği kazanım ne olabilir? Yolda birtakım beklenmedik engeller çıkmaz, Akepe iktidarının da ömrü yeterse görürüz.

Bu sürecin yukarıda özetlenen çerçeve içerisinde kalacak bir dizi müzakere sonucunda  “çözümle” sonuçlandığını varsayalım. İki bölgeli, iki toplumlu federatif bir çözüm. Ambargolar kalkmış, Kıbrıslı Türkler AB vatandaşı olmuşlar.  Emperyalizmin bölge çıkarlarının mutemedi Türkiye sermayesine de ekonomik ayrıcalıklar sağlanmış, kimi güvenlik garantileri verilmiş. Refah artmakta ve özellikle de gayrimenkul sektörü koşar adım büyümekte. Her şey şahane. 

Şahane mi? ABD tarafından etkin bir şekilde kullanılan İngiliz egemen üsleri orada duruyor. Ortadoğu’da sömürgeciliğin koçbaşı İsrail’in saldırganlığı bu üsler vasıtasıyla alabildiğine destekleniyor. Tümüyle İsrail’in ‘hınk deyiciliğini” yapan AB’nin ve muhtemelen kısa süre içerisinde NATO’nun mülkü haline gelmiş Kıbrıs adası bütünüyle ve birleşik halde emperyalist saldırganlığın dev bir uçak gemisi olarak kullanılıyor. Bütün bunlar Türkiye ve Yunanistan’daki yurtseverler kendi ülkelerini NATO boyunduruğundan kurtarmak için on yıllardır savaşırken yaşanıyor.

Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Sahi Kavazoğlu ve Mişaulis bu “çözüm”  için mi mücadele etmiş ve bunun için mi canlarını vermişlerdi? 

1.Ardıç kuşuna Kıbrıs’ta verilen ad. Göç mevsiminde üzerinden geçtikleri Kıbrıs’ın her iki yakasında da acımasızca avlanır ve tüketilirler. Ada halkı bu küçücük kuşların turşusunu dahi kurar                                                              /././

ABD seçimlerini yine İsrail kazandı: Yeni haçlı seferi yolda mı?-Anıl Çınar-

İsrail, başta ABD sermayesinin, ama arkasına sermayeyi alan bütün güçlerin ortak zaafı, ortak sevinci ve ortak gücü. Buna Türkiye de dahil.

Kudüs Haçı dövmesi göğsünün yarısını kaplıyor. Sağ kolundaysa “Deus Vult” (Tanrı Öyle İstiyor) yazıyor.

Pete Hegseth, Trump’ın kabinesinde Savunma Bakanlığı için düşünülen isim. 2020’de yayımlanan “Amerikan Haçlı Seferi” kitabının son bölümü “Yeniden Büyük Haçlı Seferi” başlığını taşıyor. Kitap “Deus Vult” cümlesiyle bitiyor.

Pentagon’da, Pete Hegseth’in Savunma Bakanlığı için düşünülmesini afallayarak karşılayanların olduğu söyleniyor. Halbuki itirazları Hegseth’in ideolojisine değil, gerekli kabiliyetlerden yoksun olmasına.

Hegseth Irak ve Afganistan’dan sonra Guantanamo’daki göreviyle ideolojik eğitimini tamamlamış eski bir asker. Siyasi kariyerinde yol alabilmesinin arka planında ise büyük sermayenin ünlü isimlerinden Koch ailesi tarafından fonlanması yatıyor.

Hegseth İsrail halkının Tanrı’nın seçilmiş halkı olduğunu düşünüyor.

Başka bir isim, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı için seçtiği Michael Waltz da eski bir asker, yeşil bereli. Waltz, Donald H. Rumsfeld’in de danışmanlığını yapmıştı. İkisi de ABD’nin 2003 Irak işgal planındaki önemli isimlerdendi.

Bunlar, başta Dışişleri Bakanlığı için düşünülen Marco Rubio olmak üzere yeni kabinenin diğer üyeleriyle bir bütün oluşturuyor. Hepsi sıkı siyonist, dinci ve savaşçı isimler. Küba düşmanlıkları da bu özellikleriyle muhteşem bir uyum yaratıyor.

Trump’ın yeni kabineyi oluştururken kendisine sadık isimler bulmaya çalıştığı da söylenenler arasında. Nitekim daha önceki kabine sert siyasi gerilimlerin ortasında sıkça değiştirilmişti. Bunun yanında, yeni kabineyi fazla öngörülemez bulanlar da var ve bunlar arasında İsrailliler de bulunuyor. Bir kısmı “fazla sevinmeyin” bile diyor. 

Yeni kabineyi ne bekliyor göreceğiz ama ortadaki görüntünün ABD’yi yeni bir “Haçlı Seferi”ne taşıyacak izlenimi verdiği herkes için açık. Bu kadar “sıkı siyonistin” bir araya gelmesinin başka ne anlamı olabilir ki değil mi…

Öyle ya da böyle, ABD seçimlerini yine siyonistler kazanıyor, İsrail yine ABD’de iktidara gelmeyi başarıyor. ABD’nin tepesindeki isimler ABD’nin de İsrail gibi olması gerektiğini söylüyor. Kutsal kitaplardan alıntılarla konuşuyorlar ve Amerikan istisnacılığının başka türlü ayakta kalamayacağını söylüyorlar. 

Bütün bunlar İsrail’de sevinçle karşılanıyor. Nadav Shtrauchler, Netanyahu’nun yakınından bir isim, İsrail’in kendi “bağımsızlık gününe” yol aldığını ve bunun büyük bir nimet olduğunu dile getiriyor. Soykırımda yol almak için ellerini ovuşturuyorlar.

Yeni bir “din savaşı” kapıda gibi görünüyor…

Aslında böyle formüle edilmesi en çok da onların işine yarıyor!

Bu isimlerin çoğunun AIPAC başta olmak üzere İsrail lobisi tarafından fonlandığı biliniyor. Ama zaten bu işler böyle yürüyor. Para, parti ve isim fark etmeksizin büyük sermayeden siyasete doğru akıyor. Elon Musk bir sürpriz olmuyor.

Siyonist kabinenin etki yaratmak ve hatta “İsrail’i kontrol altına almak” için mi seçildiği veya İsrail vasıtasıyla İran’ın hizaya mı getirileceği bir yerden sonra önemini kaybediyor. Önemli olan, dincilik ve milliyetçiliğin emperyalizmin bir enstrümanı olması.

Tarihte olduğu gibi…

Hitlercilerin yükselmesini, giderek Avrupa’da bir savaş partisi inşa edebilmelerini sağlayan şey katıksız ırkçılıkları mıydı? 

Oysa ki Naziler her şeyden önce antikomünist idiler. Komünizm büyük tekellerin ve emperyalizmin sınıf düşmanıydı. Nazilere bu alanı açan şey İngiliz ve Fransız emperyalizminin kirli hesapları olmuştu. Çünkü Sovyetler Birliği dize getirilecekse aşırılıkçılığın her türlüsü göz ardı edilebilirdi. İngiliz ve Fransızların gördüğünü Hitler de görüyordu. Alman sermayesi Hitler'in görebildiğini görüyordu. Ve Alman emperyalizmi kendi yolunu bu boşluklardan üretiyordu.

Bugün her şey çok farklı. Dünya halklarının, emekçilerin ve ezilenlerin arkasında durabilecek bir güç yok artık. Sovyetler Birliği yok. Bütün büyük güçler “hesap” yapmakla meşgul. 

Ve belki de bütün bu hesapların orta yerinde Amerikan istisnacılığı ve İsrailcilik yıllardır aradığı o boşluğu en sonunda elde ettiğini hissediyor. Bu koşullarda İsrail demek Amerikan emperyalizmi demek.

Demek ki Haçlı Seferi de din savaşı da bir hikaye. 

Hiçbir gerçekliği olmadığı için değil, işin aslı bu olmadığı için. Ve emperyal mantık her zaman birtakım hikayelere ihtiyaç duyacağı için. Hatta belki, Avrupa’yı karıştıran İsrailli taraftar provokasyonunun ve başka provokasyonların, sonu savaşla bitecek olan bu hikayenin bir parçası olduğunu da göreceğiz. 

Dünya ve bölge yeni bir savaşa doğru ilerlemek için benzine ihtiyaç duyarken biz “İsrail’i kim durduracak” diye soruyoruz. Ama acı gerçekle yüzleşme vakti geldi. İsrail’in arsızlığı ve Amerikan emperyalizminin burnu büyüklüğü aynı paranın iki yüzü gibi. Para bunu söylüyor, büyük şirketler bunu söylüyor. Amerikan emperyalizmi İsrail’e ihtiyaç duyuyor.

Ayrıca tarih ve paranın yönü başka bir şey daha söylüyor. Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla, “Yeniden Büyük Türkiye”nin aynı yöne baktığını, birbirlerini beslediğini, hikayenin asıl aktörlerinin büyük şirketler olduğunu.

İsrail, başta ABD sermayesinin, ama arkasına sermayeyi alan bütün güçlerin ortak zaafı, ortak sevinci ve ortak gücü. Buna Türkiye de dahil. 

İsrail tarihte çok az devlete düşen bir misyonla hareket ediyor ve emperyalizmin tıkanıklıklarını bir bir açmaya aday olduğunu gösteriyor, tıpkı Naziler gibi, aradığı dönemeci yakaladığını düşünüyor.

Bu bir Haçlı Seferi falan değil. Bu düpedüz sermayenin seferi. Daha önce Irak’ta, Suriye’de yaptıklarının mislini yapacaklar, ülkelerin zenginliklerine konacaklar, halklarını köleleştirecekler, kimin daha güçlü olduğunu ispat edecekler.

Ancak, hayal kurulmamalı. İsrail’in yatıştırılabileceğini düşünenlere, Nazilere aynı gözle bakan Chamberlain için Hitler'in ne düşündüğü anımsatılmalı. “Şemsiye adam”ın, “küçük solucan” Chamberlain’in zayıflıklarının Alman emperyalizmini nasıl güçlendirdiği hatırlanmalı.

İnsanlık bu saldırıdan daha önce nasıl kurtulduysa şimdi de aynı şekilde kurtulacak. O gün geldiğinde, İsrail’in arkasında duranlar da ondan nemalananlar da hesap verecek.

                                                               /././

Sağlık Bakanı'na göre bebekleri 'çürük elmalar' öldürmüş: Dernek teftiş raporlarını bakana sormadı -Burcu Günüşen-

Sağlık Bakanı Memişoğlu Dünya Prematüre Günü’ne katıldı. “Yenidoğan çetesi” için “çürük elmalar” dedi. 2017’deki denetimlere katılan Türk Neonatoloji Derneği ise bakana o raporların akıbetini sormadı.

Özel hastaneler daha fazla para kazansın diye yenidoğan bebeklerin özel hastanelere sevk edildiği, yanlış tedavi ve ihmal sonucu birçok bebeğin öldüğü “yenidoğan çetesi” soruşturmasıyla ortaya çıkmıştı. 

Bu korkunç olayın sağlıkta özelleştirmeyle açık bağını gizleme çabasıysa devam ediyor. 

Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu “yenidoğan çetesi” ifadesini kullanmadıklarını belirterek “insanlıktan nasibini almamış çeteler” dediklerini söyledi.

Çete mensuplarını sağlık alanındaki “çürük elmalar”, “yanlış insanlar” diye niteledi. 

Ankara’da CerModern’de düzenlenen Dünya Prematüre Günü etkinliğinde konuşan Memişoğlu Türkiye’nin sağlık hizmetlerinde dünyada en iyi ülkelerden biri olduğunu, yenidoğan gibi özellikli branşlarda dünya standartlarının üzerinde hizmet verildiğini söyledi.

Son zamanlarda yenidoğanla ilgili “üzüntü verici olaylar” yaşandığını belirten Memişoğlu “Her meslek grubunda maalesef insani duygularından nasip almamış insanlar çıkabilir. Sağlık çalışanları arasında da bu çok az da olsa çıkabiliyor. Bizlerin görevi bu çürük elmaları, yanlış insanları ayıklamak” dedi.

Memişoğlu “Sağlık Bakanlığı ve sağlık çalışanları olarak buna, 'yenidoğan çetesi' demiyoruz. Buna, 'insanlıktan nasibini almamış çeteler' diyoruz. Bunlara 'çürük elma operasyonları' diyoruz. Çünkü bu insanların bırakın sağlıkçı olmayı insani değerlerinden bir şey almadıklarını biliyoruz. Bu tür çetelerle, bu tür yanlış davranışlar içinde olan insanlarla mücadelemizi yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Bu yolda bu kadar iyi, geniş sağlık hizmeti sunan, bu kadar iyi sağlık çalışanı olan toplumunu sağlıklı kılmak için gecesini gündüzüne katan sağlık çalışanlarımızın yüzde yüzüne yakın insanını, bu tür çürük elmalarla birleştirmeyi veya eşleştirmeyi kabul etmiyoruz” diye konuştu.

Türkiye’nin "sağlık hizmetlerini dünyada en iyi yapan ülkelerden biri” olduğunu savunan Memişoğlu “Bunu engelleyecek veya karalayacak hiçbir olaya tahammül gösteremeyiz" dedi.

Türk Neonatoloji Derneği, 2017'deki o denetimlerin sonuçlarını yeni bakana sormadı

Etkinliğin bir başka konuşmacısı ise Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç’tu. Dernek en son 2017 yılında Sağlık Bakanlığı’nın ülke genelinde 40’a yakın hastanenin yenidoğan yoğun bakımlarına yönelik denetimlerine katılmıştı. Prof. Dr. Esin Koç bu denetimlerde devlet ve üniversite hastaneleri iyi not alırken bazı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin iyi not alamadığını 25 Ekim 2024’te soL’a yaptığı açıklamada belirtmiş ve “Kısa süre sonra bakan değişti. Ne oldu o raporlar o kısmını tabii biz bilmiyoruz” demişti. Prof. Dr. Koç o tarihten sonra bakanlık ile derneklerinin yaptıkları ortak bir denetimin de söz konusu olmadığını söylemişti.

Bugünkü etkinlikte konuşan Koç prematüre bebeklerin doktor, hemşire ve ailelerin desteğiyle hayata tutunduklarını belirtti.

Amaçlarının bu bebekleri kaliteli yaşatmak olduğunu kaydeden Koç, "Türkiye'de 2023 yılında 958 bin 408 doğum oldu. Prematüre doğum oranımız yüzde 12,8 ile 13,2 arasında gidip geliyor. Prematüre doğum sayımız 123 bin 115. Bu bebeklerin yüzde 10,8'i de çok küçük prematüre yani 32 haftanın altında doğan bebekler. Dünyada yenidoğan ölüm hızı binde 17, bizim ülkemizde 5,7'dir. Dünya ortalamasının üçte biri kadar. Biz bunu daha da düşürürüz. Hep beraber el birliğiyle çok daha küçük bebeklerin hayata tutunmaları için çalışacağız" diye konuştu.

Prof. Dr. Koç’a telefonla ulaşarak bugünkü etkinlikte Sağlık Bakanı Memişoğlu’ndan 2017’deki denetimlerle ilgili raporların akıbetiyle ilgili bilgi isteyip istemediklerini sorduk.

Koç sorumuza “Takdir edersiniz ki o zaman bakan bey görevde değildi. Başka bakanlar vardı. Bakan beye 2017’de olan bir şeyi sormak daha yeni göreve gelmiş biri için haksızlık olur” diye yanıt verdi.

Yenidoğan Bilim Kurulu 'çürük elmaları yakalamaya' hazırlanıyor

Türk Neonatoloji Derneği’nin bundan sonra yenidoğan ünitelerinde bakanlıkla bir denetim çalışması yapıp yapmayacağını sorduğumuz Koç, Sağlık Bakanlığı’nın kurduğu Yenidoğan Bilim Kurulu’nu hatırlatarak denetimlere başlamak için hazırlıkların sürdüğünü söyledi.

Kurulda yer alan 13 uzman hekim arasında yer alan Koç, bu kurulun “hem yenidoğan alanında gelişmeleri hızlandırmak hem de bakan beyin çürük elma diye tabir ettiklerini yakalamak ve denetlemek üzere çalışmalara başladığını” söyledi.

Bu denetlemelerin sonuçları ortaya çıktığında bunların kamuoyuyla paylaşılacağına inandığını ifade eden Koç, şu aşamada denetimler için formların düzenlendiğini, en kısa zamanda yenidoğan profesörlerinin de içinde yer alacağı denetlemelerin başlayacağını kaydetti. 

Özel hastanelere dokunmadan denetimler sonuç verir mi?

Tüm Türkiye’de toplam 456 yenidoğan seviye 3 yoğun bakım ünitesi bulunduğu, bunların 300'den fazlasının yani yüzde 70'inin özel hastanelerin elinde olduğu biliniyor. İstanbul'daysa yenidoğan yoğun bakımlarda özel hastanelerin oranı yüzde 82'ye kadar yükseliyor.

Sağlıkta paranın egemenliğine son verecek bir tedbir alınmazsa, yapılacak bu denetimlerin de 2017'deki denetim sonuçları gibi hasır altı edilmesinin önüne neyin geçeceği sorusu ise yanıtsız durumda.                             /././ 

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder