18 Kasım 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Kasım 2024-

 Sıkı maliye politikası: Tehlikeli sular -Oğuz Oyan-

Asgari ücret görüşmelerini 2-1, hatta Türk-İş’in uzlaşmacı karakteri bakımından 3-0 yenik başlanan bir danışıklı döğüş olmaktan çıkarabilmek, ancak işçi sınıfının meydanlar üzerinden masaya ağırlık koymasıyla mümkündür!

“Maliye politikaları gevşek, dolayısıyla sıkı para politikalarını yeterince desteklemiyor” yaklaşımı çok sorunlu. Bir kere maliye politikaları geniş halk kitleleri açısından çok sıkı. Üstelik 2025’te tarihi olarak çok daha sıkılaştırılmış olacak. Bunu görmezden gelemeyiz. Öbür taraftan faturası giderek kabaran Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri ödemeleri, saltanat harcamaları/kamunun aşırı savurganlığı ve yolsuzluk ekonomisi sıkılamaz çünkü rejimin yakıtı buralardan sağlanıyor. Demek ki asimetrik bir durum var. Hangisi daha ağırlıklıdır bakmak gerek. Öte yandan sıkı para politikaları o kadar da sıkı mı veya herkes açısından öyle mi? Bu yazının ana fikri bu ama biraz daha açmamız gerekecek.

NEOLİBERALİZMİN ÇEKİM ALANINDAN ÇIKAMAMAK

Enflasyona karşı biricik reçete olarak “sıkı para ve sıkı maliye politikaları” önerisine bağlı kalmak bir defa neoliberalizmin çekim alanından çıkamamak anlamına geliyor. Çünkü uygulanan programın ana yaklaşımını çizen 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2024-2028) ve Orta Vadeli Program’ın (2025-2027) çerçevesi esasen bu yaklaşım üzerine oturtuluyor. Diğer belgeler de bu eksene bağlı kalıyor. Merkez Bankası’nın son açıklanan Enflasyon Raporu da bu çizgiyi sürdürüyor.

Resmî belgelerin –aralarındaki bazı tuhaf çelişkilere rağmen– ortak bir programa bağlı kalmaları anlaşılır bir şey. Liberal iktisatçıların da bu çizgiden çıkamamaları da sınıfsal konumlarına çok uygun. Ama neoliberal politikalara mesafeli veya eleştirel olmaya çalışan kimi iktisatçıların da “maliye politikaları yeterince sıkı değil, o yüzden enflasyonla mücadele başarılı olamaz” gerekçesini fazla irdelemeden veya rezervler koymadan ileri sürmelerini anlamak daha zor. Üstelik, damardan liberal iktisatçıların bir bölümüyle bu konuda ağız birliği etmelerindeki çelişki de cabası…

MERKEZ BANKASI ENFLASYON RAPORU

Ağız birliği edilen resmî belgeler de var. Örneğin “Merkez Bankası Enflasyon Raporu 2024-IV” de bunu söylüyor. Raporun 62-63. sayfalarında yer alan “Enflasyon Tahminleri Üzerindeki Temel Riskler ve Olası Etki Kanalları” tablosunda “baz senaryoya kıyasla riskler” şöyle değerlendiriliyor: “Para ve maliye politikalarının eşgüdüm içinde olmaması enflasyon ve iç talepteki dengelenme süreci üzerinde risk oluşturabilecektir”. “Takip edilen göstergeler” sütununa bakılınca burada iki şeyin kastedildiği anlaşılıyor: “Yönetilen fiyatlar ve vergi ayarlamaları”. Kamunun yönettiği fiyatlarda beklenen enflasyonun değil gerçekleşen enflasyonun dikkate alınmasının risklerine değinilmiş olunuyor öncelikle. Tabii bunu gerçekleşen ÜFE’ye göre belirlenen Yeniden Değerleme Oranı yani yüzde 43,93 oranında zamlanacak çeşitli dolaylı vergiler, harçlar, resimler vs hizmetler bakımından da düşünmek gerekiyor. Nitekim bu da söyleniyor: “2025 yılı başında yeniden değerleme oranı ve maktu ÖTV artışında belirlenecek oran enflasyon tahminleri üzerinde aşağı ve yukarı yönlü risk oluşturmaktadır.”

Burada enflasyona karşı istikrar programının önemli bir çelişkisi de sergilenmiş oluyor: Bir taraftan sıkı maliye politikası gereği olarak kamu açıklarını daraltmak ve talebi kısmak için yönetilen fiyatlara ve dolaylı vergilere yüklenmek “mecburiyeti”, diğer taraftan bunu yaparken fiyatları artırıcı etkilere yol açmak kaçınılmazlığı! Sıkı maliye politikaları sermaye sınıfına teğet bile geçmedikçe “iki ucu keskin kılıç” ikileminden kurtuluş yoktur!

Nitekim TCMB raporunun vergileme önerileri şöyle: “Doğrudan vergilere ve/veya vergi toplama etkinliğine yönelik reformlar yapılması dolaylı vergilere olan ihtiyacı azaltarak fiyatlar üzerinde düşürücü etkiler yaratabilecektir.” Buna bir “geçmiş ola” değerlendirmesi uygun düşer. Böyle bir reformun son denemesine Maliye Bakanı Zekeriya Temizel tarafından 1998’de girişilmişti. Ama yasanın yürürlüğe girişi sermayenin baskısıyla hep ertelenmişti. Sonunda AKP iktidarı sermayeyle elbirliği yaparak bu reformun ruhuna Fatiha okudu. Şimdi Enflasyon Raporu’nu hazırlayan bürokratlar, arkalarında bir siyasi destek dahi olmaksızın (ve uzun geçiş dönemi gerektiren) temennilerini metne geçiriyorlar! Sermaye sınıfı bunu bir tehdit hatta bir risk olarak dahi algılamaz.

Sıkı para politikaları için de benzer durum geçerlidir. Rapor da bunu ima etmektedir: “Finansal koşullardaki sıkılığın yüksek gelir grubu talebi üzerinde etkisinin sınırlı olması, enflasyon üzerinde talep kaynaklı yukarı yönlü bir risk oluşturmaktadır.” Yani uygulamadaki programın finansal sıkılaştırmasının yüksek gelirli grubu etkilemediği itiraf edilmektedir. Buna karşılık, kredi kartlarına, kredili mevduat hesaplarına (KMH), ihtiyaç kredilerine, otomotiv ve konut kredilerine yüksek faizler ve miktar sınırlamaları üzerinden yapılan müdahaleler, düşük ve orta gelirli kesimleri derinden etkilemektedir. Neoliberal programın sınırlarını, Türkiye’nin katı sınıfsal güç dengeleri çizmektedir. Ama salt emekçi sınıflara yüklenmenin de sınırları vardır.

SIKI MALİYE POLİTİKALARININ SINIFSALLIĞINA DAİR

O halde “maliye politikaları gevşektir ve sıkı para politikalarıyla uyumsuzdur” hükmünü vermeden önce iki kere düşünmek gerekmektedir. Düşünme sürecini kısaltmak için şunları da akla getirmek yararlı olabilir:

■ Asgari ücreti, kamu çalışanlarının ücretlerini, emekli aylıklarını ve çiftçiye dönük tarım desteklerini baskılayan politikalar 2025 için çok daha sıkı olmaya adaydır. Resmî belgeler de bunu söylemektedir.

■ Bütçeden sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik sistemine yapılan transferler önemli ölçüde kısılmaktadır.

■ Bütçeden sermaye giderleri (yatırımlar) 2024’e göre yalnızca yüzde 0,8 “artmaktadır”! Sermaye transferleri ise cari olarak bile yüzde 53,3 gerilemektedir! Bunun ve ekonomide genel talep daralmasının doğrudan karşılığı işsizlik artışıdır. Nitekim 2024 sonunda yüzde 9,3 olması beklenen işsizlik oranının 2025’te yüzde 9,6’ya çıkması öngörülmektedir.

■ Personel ödeneklerinin 2025 Bütçesinde 2024’e göre yalnızca yüzde 29,8 artması öngörülmektedir. Oysa 2025 için 12 aylık ortalama enflasyon tahmini (deflatör) yüzde 33,9’dur. Bu, reel bir kısılma anlamındadır. Nitekim bu ödeneklerin GSYH’ye oranının 2024’te yüzde 6,1’den 2025’te yüzde 5,7’ye gerilemesi planlanmaktadır.

■ Daha genel düzlemde, Merkezî Yönetim Bütçesinin GSYH’ye oranı 2024’ten 2025’e yüzde 1,5 daralırken bu daralma Genel Devlet açısından yüzde 2,5 oranına çıkmaktadır. Bu sert daralmanın sıkı maliye politikaları sonucunda elde edileceği ve bedelinin (daha çok vergi daha az hizmet olarak) geniş halk kitlelerine ödetileceği açıktır.

ASGARİ ÜCRET, İTİRAZ HAKKI OLMAYAN EN KAPSAMLI TOPLU SÖZLEŞMEDİR

Bu arada baş edilemeyen veya yeterli hızda düşürülemeyeceği anlaşılan enflasyonun kendisi de bir sıkılaştırma aracı olarak devrededir. Özellikle de gelirler yönetimi ve enflasyon hedeflemesi politikaları bakımından.

Hedef TÜFE aldatmacası ile asgari ücretin kendisi, bölüşüm ilişkilerini emek aleyhine bükmenin belirleyici unsurları haline getirilmiştir. İşçi sınıfını 2024’ün dahi gerisine düşen bir artışa razı etme manevraları şimdiden başlamıştır. Oysa asgari ücrette asgari sendikal talep, öncelikle 2024 enflasyon farkının verilmesi, bunun üzerine 2025 zammının ve refah payının eklenmesi olmalıdır. (Bkz. 27 Ekim tarihli yazımız, Sol Haber). Değerli meslektaşımız Aziz Çelik’in “büyümeye endeksleme” önerisi de (BirGün, 11.11.2024) 2025 için bizim önerdiğimiz 36 bin TL civarını göstermektedir.

Asgari ücret görüşmelerini 2-1 (hatta Türk-İş’in uzlaşmacı karakteri bakımından 3-0) yenik başlanan bir danışıklı döğüş olmaktan çıkarabilmek, ancak işçi sınıfının meydanlar üzerinden masaya ağırlık koymasıyla mümkündür!

                                                         /././

Asgari ücret açmazına karşı teşmil şart!-Aziz Çelik-

Ortalama ücretler asgari ücrete yakınsıyor. Bu durum gelir bölüşümünü daha da kötüleştiriyor. Bu açmazdan çıkmanın ve genel ücret düzeyini yükseltmenin en önemli yolu, toplu iş sözleşmelerinin teşmil yoluyla yaygınlaştırılmasıdır.

2025 yılı asgari ücreti konusunda büyük bir kamuoyu beklentisi var. Öte yandan aralık ayında Komisyon toplanacak ve asgari ücreti belirleyecek şeklinde yanlış bir kanı var. Oysa artık Asgari Ücret Tespit Komisyonunun hiçbir işlevi kalmadı. Son yıllarda iyice işlevsiz hale gelen Komisyon artık sadece asgari ücret kararını imzalayan usuli bir mekanizma. Gerçekte asgari ücret hükümet tarafından belirleniyor.

Bu yıl asgari ücretin esas belirleyeni ekonomi yönetimi olacak. Seçim dönemlerinde Cumhurbaşkanının müdahale ettiği ve son sözü söylediği asgari ücretin bu yıl esas olarak ekonomi yönetiminin sözde dezenflasyon programına göre belirleneceği sır değil. Komisyon bir süredir kağıt üzerinde kalmış bir heyet. Bu yüzden Komisyon çalışmalarına odaklanmanın manası yok. Komisyon göstermelik bir süreç olacak.

Türkiye’de asgari ücretin en önemli özelliği ve açmazı asgari ücret kapsamında çalışanların çok yüksek olması ve diğer ücretlerin asgari ücrete yakınsaması sonucu adeta ortama ücret haline gelmesidir. Önceki yıllarda DİSK-AR’ın asgari ücret araştırmalarında dile getirilen bu husus artık genel kabul görmüş durumda. Ücretlerin asgari ücrete yakınsaması ve asgari ücret kapsamında çalışanların oranının tüm ücretle çalışanların yaklaşık yarısına ulaşması asgari ücreti çok daha önemli ve tartışmalı hale getiriyor.

Türkiye’de asgari ücret kamusal bir müdahale ile ücretlerin alt sınırının korunması dışında genel ücret düzeyinin bir çeşit korporatist mekanizmayla belirlenmesi anlamına geliyor.  Asgari ücret saptandığında büyük ölçüde ülkedeki genel ücret düzeyi saptanmış oluyor. Sendikalaşmanın ve toplu pazarlık kapsamındaki çalışanların sınırlı olması nedeniyle asgari ücret bir alt sınır belirlemenin ötesinde yaygın bir etki yapıyor.

BÖLÜŞÜM KÖTÜLEŞİYOR

Asgari ücreti adeta tek başına belirleyen hükümet bu yolla sınıflar arasındaki gelir bölüşümüne müdahale etmeden sınıf için dağılımını yeniden düzenlemiş oldu. Bu durum Türkiye’de asgari ücretin yaygınlaşmasının en önemli sonucudur. Genel ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsaması sonucunda ücretlerin bölüşümdeki payı düşüyor. Öyle ki asgari ücret AKP döneminde resmi enflasyonun çok üzerinde artmasına rağmen gayri safi katma değer içinde ücret ve maaş ödemeleri payı düştü.

SBB verilerine göre Aralık 2002 ile Temmuz 2024 arasında net asgari ücret nominal olarak (enflasyondan arındırılmadan) 92 kat artarken reel olarak yüzde 267 artmış. Enflasyonun hatalı ölçümünden kaynaklı sorunları bir yana bırakacak olursak asgari ücrette önemli bir reel artış yaşandığı görülüyor. Ancak asgari ücretin yaygın ücret haline gelmesi ve miktarın düşüklüğü nedeniyle asgari ücret geçim ücretinin çok uzağında kalıyor.

Ancak asgari ücretin 92 kat arttığı AKP’li yıllarda işgücünün gayri safi yurtiçi hasılandan aldığı pay artan ücretli sayısına rağmen 2002’de yüzde 28,2’den 2022’de yüzde 26,1’e düştü. 2016 yılında yüzde 36’ya çıkan pay son yıllarda hızlı biçimde geriledi ve 2022’de yüzde 26 düzeyine geriledi. Oysa hem reel asgari ücret artışı hem de ücretli çalışan sayısının artışı nedeniyle işgücü payının çok daha yüksek olması gerekirdi.

Kaynak: İSO 500 Büyük Şirket verileri

Bu çarpık tabloyu özel sektörde 500 büyük şirketteki bölüşüm ilişkilerinde de görüyoruz. 2003 yılında 500 büyük şirketin net katma değeri içinde ücret ve maaş ödemelerinin payı yüzde 61’den fazlaydı. Faiz ve kâr gelirlerinin payı ise yüzde 39’a yakındı. 20 yıl sonra 2023’te tam tersi bir tablo ortaya çıktı. 500 büyük şirketin katma değeri içinde ücret ve maaşların payı yüzde 38,8’e düşerken faiz ve kârın payı yüzde 61,3’e çıktı.

Bu tablo görece daha yüksek ücretlerin ve toplu iş sözleşmelerinin söz konusu olduğu 500 büyük şirkette gelir bölüşümünün ciddi biçimde bozulduğunu ortaya koyuyor.  500 büyük şirkette ciddi biçimde bozulan bölüşüm tablosu genel ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsamasının bir diğer sonucu olarak okunabilir. Özellikle 2016 ve 2017 sonrasında bölüşüm şokunun derinleştiği görülüyor. Bu tablonun 500 büyük şirket dışında genel olarak özel sektörde de benzer ve hatta daha kötü bir eğilim içinde olduğunu söylemek mümkün. Özellikle 2016 sonrasında 500 büyük şirkette bir timsal formasyonu oluştuğu görülüyor. Sermaye ve emek gelirleri makası emek aleyhine açılıyor.

ASGARİ ÜCRET YANILGISI

Bu tablo aynı zamanda verimlilik artışının bölüşüm ilişkilerini iyileştirmediğinin de bir göstergesi. Ülke çapında 2002’den bu yana asgari ücrette yaklaşık yüzde 260 oranında reel bir artış yaşanırken büyük şirketlerde bölüşüm ilişkilerinin ciddi biçimde kötüleşmesi izaha muhtaç bir paradokstur.

Kısaca asgari ücretteki ciddi reel artışlar ne genel gelir bölüşüm ne de özel sektördeki bölüşüm üzerinde olumlu bir etki yaratmıyor. Tersine sınıfsal bölüşüm ilişkileri daha da kötüleşiyor. Ücretlerin asgari ücrete yakınsaması olarak tanımlan bu süreç özündeki sınıflar arası değil sınıf içi bölüşüme müdahale anlamına geliyor. Bölüşüm adaletsizliği artıyor.

Asgari ücret bir girdap gibi diğer emek gelirlerini kendine doğru çekiyor. Ücretler dibe doğru yakınsıyor. Bu durum gelir bölüşünü kötüleştiriyor. Miktarın da yöntemin de bu gerçek dikkate alınarak konuşulmasında yarar var. Asgari ücretin kapsamının AB ülkelerinde yüzde 4 ve altında olduğu düşünülecek olursa meselenin vahameti daha net anlaşılmış olur. Türkiye hem Avrupa’da hem asgari ücretin kapsamının en geniş olduğu ülke hem de asgari ücretin en düşük olduğu ülkelerden biri.

Türkiye ve Avrupa arasındaki bu büyük farkın temel nedeni sendikalaşma, toplu iş sözleşmesi kapsamı ve teşmil (genişletme) uygulamalarıdır. Sendikalaşmanın ve toplu iş sözleşmesi kapsamının yüksek olduğu ülkelerde asgari ücretle çalışanların oranı daha sınırlıdır. Avrupa’da düşen sendikalaşma oranlarına rağmen toplu iş sözleşmesi kapsamı nasıl yüksek kalabiliyor? Burada anahtar kavram teşmil mekanizmasıdır.

Sendikalaşma oranlarının Avrupa ülkelerinde gerilediği doğrudur. Ancak toplu iş sözleşme kapsamı gücünü korumaktadır. Çalışanlar sendikalı olmasa da toplu iş sözleşmelerinden yararlanmaktadır. Bunun yolu teşmildir. Teşmil (genişletme) toplu iş hukukunda bir toplu iş sözleşmesinin sendikasız çalışanlara ve işyerlerine uygulanmasıdır. Teşmil uygulaması Avrupa’da çok yaygındır. Öyle ki sendikalaşma oranının yüzde 10’un altında olduğu Fransa’da toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 90’lardadır.

Teşmil yoluyla çalışanların büyük çoğunluğu sendikaların imzaladığı toplu iş sözleşmelerinden yararlanmakta ve asgari ücret düzeyinden uzaklaşmaktadır. Teşmil AB ülkelerinde yaygın bir biçimde uygulanıyor.

KISA VADEDE TEŞMİL UZUN VADEDE SENDİKALAŞMA

Türkiye’de asgari ücret açmazından çıkmanın iki yolu sendikalaşma ve teşmil mekanizmasıdır. Asıl çözüm sendikalaşma ve bu yolla toplu pazarlığın yaygınlaşmasıdır. Bu durum ücretlerin vasıf, meslek veya bölge açısından farklı düzeylerde belirlenmesinin ve genel ücret düzeyinin yükselmesinin yolunu açacaktır. Ancak sendikalaşmanın artışı zaman alacak uzun ve zorlu bir yoldur. Oysa halen mevzuatımızda yer alan teşmil kurumu işletilerek asgari ücretteki açmaz büyük ölçüde aşılabilir. Teşmil halen kamu görevlileri toplu sözleşmelerinde uygulanmaktadır. Kamu görevlileri toplu sözleşmesi sendikaya üye olsun olmasın bütün kamu görevlileri için uygulanmaktadır.

Öte yandan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 40. maddesi işletilerek özel sektörde teşmil uygulaması yapılabilir. Tuhaf biçimde bu madde yılardır adeta unutuldu. On yıllardır neredeyse uygulaması yok. Hükümet istemiyor sendikalar da talep etmiyor!

Yasaya göre, Cumhurbaşkanı bir sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesini, o işkolunda işçi veya işveren sendikaları veya ilgili işverenlerden birinin veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının talebi üzerine, Yüksek Hakem Kurulunun (YHK) görüşünü aldıktan sonra o işkolunun toplu iş sözleşmesi bulunmayan diğer işyerlerine teşmil edebilir. Teşmil ile sendikanın sağlamış olduğu haklar işkolunda diğer çalışanlara da uygulanıyor ve örgütsüz çalışanların da çalışma koşulları ve ücretleri iyileşebiliyor. Ancak AKP hükümetleri yasada var olan teşmil mekanizmasını uygulamıyor. Bu yöndeki başvuruları görmezden geliyor.

2005 yılında Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) basın işkolu için teşmil başvurunda bulundu. Başvuru konusunda YHK olumlu görüş bildirdi ve dosyayı hükümete yolladı. Ancak TGS’nin istemi ile ilgili hükümetten bir sonuç çıkmadı. Bir diğer teşmil girişimi Basisen sendikası tarafından yapılan başvuru üzerine 29 Nisan 2009 tarihinde Resmi Gazete yayımlanan bir kararnameyle Basisen tarafından imzalanan toplu iş sözleşmesinin Finansbank, Fortis ve Denizbank’a teşmil edilmesi oldu. Böylece bu banka çalışanlarının ücret ve sosyal haklarında önemli iyileştirmeler sağlanacaktı.

Ancak bu üç banka hükümetin teşmil kararnamesine karşı adeta meydan okudu ve uygulamadı. Hükümet kararnameyi uygulamayan bankalara karşı hukuksal işlem başlatmak yerine, banka çalışanlarına inanılmaz bir kazık attı. 3 Temmuz 2009 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan yeni bir kararname ile bankacılıktaki teşmil kararnamesi geri çekildi. Böylece finans kapitalin fendi AKP hükümetini yenmiş oldu. AKP döneminde bu iki başarısız girişim dışında teşmil uygulaması olmadı. AKP mevzuatta olmasına ve kamuda uygulanmasına rağmen özel sektörde teşmil uygulamasından kaçınıyor. Bunu görmezden geliyor. Sendikalar da maalesef ısrarcı olmuyor.

Oysa teşmil tıpkı kamuda olduğu gibi özel sektörde de yaygınlaştırılabilir. Ücret düzeyi toplu iş sözleşmelerinin teşmili yoluyla belirlenebilir. Böylece asgari ücret girdabı ve ücretlerin asgari ücrete yakınsaması tehlikesi bertaraf edilebilir. Sendikalar asgari ücret girdabından çıkmak için, ücret düzeyini yükseltmek için teşmil uygulamasında ısrarcı olmalı ve Cumhurbaşkanlığına başvurmalıdır. Asgari ücrette küçük bir iyileştirme için özel görüşmeler yapmak yerine daha kapsamlı bir yol olan teşmil gündeme alınmalıdır.

                                                               /././

El, gövdede kaşınan yeri bilir -Yaşar Aydın-

                            Arhavi halkı, Cengiz Holding’in maden arama faaliyetlerine karşı yürüyüş düzenlemişti.

Gazeteciler, akademisyenler, kamuoyu araştırmacıları olarak televizyon kanallarında Bahçeli ile Erdoğan arasında geçen görüşmenin fotoğrafları üzerinde “vücut dili” analizi yaparken ya da Saray danışmanı Mehmet Uçum’la AKP’li Şamil Tayyar tartışmasını yorumlarken yazının başlığındaki söz Artvin’in Ardanuç ilçesinde söyleniyordu.

SOL Parti Artvin İl Başkanı mimar Mahmut Zeytinci tüm şehri kuşatan maden yağmasına karşı “Ne yapabiliriz?” diye toplananlara söyleşirken Ruhi Su’dan bir cümle diyerek aktarmış başlıktaki cümleyi ve onun hikâyesini. Konuşma sadece bu kadar değil tabii, şöyle devam etmiş Zeytinci: “Ancak örgütlenerek, bu topraklar bizim diyerek yaşam alanlarımızı koruyabiliriz. Başka bir kurtuluş yok!”.

Bir annenin acıyla ağzından dökülen bir sözü, gücünün farkına varan bir işçinin her bir yanı kararlılık kokan haykırışı, ya da bir kadının öfkeyle söylediği marş, bilge bir Anadolu insanın nasihati saatlerce yaptığımız konuşmalardan yazdığımız yazılardan daha etkili gelmez mi hepimize? Ve Bedri Rahmi’nin “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” diye yazdığı dizeler gelmez mi aklımıza?

Haftayı yine AKP-MHP arasında yaşanan sanal gerilimle geçirirken ülkede ne çok şeyi ıskaladık kim bilir? Ardanuç’ta bir araya gelenler gibi daha kaç yerde insanlar elini gövdesindeki kaşınan yere götürüp işe koyulmuştur?

Geçen bir ay da bize gösterdi ki yol ayrımındayız. Ya sunulan yapay gündemlerin peşinden sabah akşam koşarak geçirecek ya da hayatın çağrısına kulak vereceğiz. Bu durum hiç kuşku yok ki sadece biz gazeteciler için geçerli değil. Üniversitede kendi kabuğuna çekilip sosyal medyayı tercih eden akademisyenler, işçiyi bırakıp siyasi partilerle toplu sözleşme anlaşmaları yapan sendikacılar, ikballerini her şeyin önüne koyan siyasetçiler diyerek listeyi çok daha uzatabiliriz.

KARTACA YIKILMALI VEYA REJİM GİTMELİ

Geçen hafta muhalefet partilerinin sözcülerini, belediye başkanlarını ya da danışmanlarını izleme, dinleme ve okuma fırsatımız oldu. Ortaklaştıkları başlık “iktidar oyununun farkındayız” oldu. Muhalefet cenahındaki “farkındalık” bir hafta mı sürecek yoksa kalıcı mı olacak göreceğiz.

Bizim uzun süredir bu gazetenin her sayfasında farklı şekilde anlatmaya çalıştığımız gerçeğin bugünlerde tüm muhalif kesimler tarafından anlaşıldığını düşünüyoruz. Ya da öyle düşünmek istiyoruz. O gerçek şudur ki; “Saray rejimi var olduğu sürece ülkeye huzur gelmeyecek.”

Bu cümle her konuşmanın başına ve sonuna eklenmediği sürece arada yapılan hiçbir değerlendirmenin kıymeti olmayacak. Oyunun farkında olup olmanın tek sağlaması* da ancak buradan yapılabilir.

Bu bahsi kapatıp asıl konuya gelelim.  Ülkenin onlarca noktasında adaletsizliğe, eşitsizliğe, yolsuzluğa karşı sesler yükseliyor. Tam bir hafta sonra 25 Kasım. Ülkenin tüm sokakları kadın sesleriyle inleyecek. Artvin’den Uzungöl’e oradan Kazdağları’na uzanan direniş köprüleri var. Tıpkı Esenyurt’tan Batman’a uzandığı gibi. Ellerimiz gövdemizdeki kaşınan yerleri bulmaya onlarca yıllık deneyimle alışık. Şimdi bu elleri birleştirme zamanı geldi. Her şeyi kendi koltuklarını sağlama almak için yapan bir avuç elitin yapay gündemleriyle uğraşmayı bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Kötüler kendi istekleriyle gitmeyecek. İyilikte örgütlenenlerin mücadelesi ile gidecekler.

Yine sözümüzü başladığımız gibi Ruhi Su ile bitirelim

… Suçlular gibi yüzümüz yerde

Özümüz darda durup dururuz

Kaldırın başlarınızı yukarı

Bize göz verildi, gözleyin diye

Dil verildi, söyleyin diye

Kulak verildi, dinleyin diye

El, gövdede kaşınan yeri bilir

Dert bizde, derman ellerimizdedir

∗∗

YILIN HABERİNE ULAŞAMIYORUZ!

Timur Soykan, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Sedat Simavi Ödülünü aldı. Yılın haberini biliyorsunuz, büyük ses getiren “Haberin çarkı rüşvetle döndü” manşetimiz. Adliyede yaşanan büyük rüşvet çarkı yine aynı adliyede görev yapan üst düzey bir hukukçunun şikayetinin haberiydi. Peki haber şimdi nerede? Ortada yok. Neden, çünkü o çark döndü ve erişim engeli getirildi. İşte rejimin memleketi getirdiği bir başka örnek daha. Çürümüş düzenin memlekete yaptığı hiçbir kötülük yazılıp çizilmesin isteniyor. Burada da sözün kısası bu rejim gitmeden gazeteciler huzur yok.

Hazır bu konuya girmişken BirGün için de bir iki laf etmeden geçmemiz gerekiyor. Serbay Mansuroğlu’nun Ensar Vakfı haberinden bu yana son yılların tüm sarsıcı haberine imza attık, atmaya devam ediyoruz. Habere bugün erişilemiyor olması gazetecilik açısından hiçbir anlam taşımaz. O haberler var ve bir gün bu kötülükleri yapanlar yargılanmaya başlayınca hepsi birer kanıt durumunda olacaklar. Biz anlatmaya ve not etmeye devam edeceğiz.

*Çarpma ve bölme işlemlerinin doğruluğunu ispatlayan yöntem

                                                               /././
Yenidoğan çetesi davası başladı: Mağdur aileler mahkeme salonuna alınmadı!-Tuğçe Çelik-

İstanbul'da, bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk edip ölümlerine neden oldukları ve haksız kazanç sağladıkları iddia edilen 47 sanık bugün hakim karşısına çıkıyor. Mağdur aileler ve avukatlar, mahkeme salonuna alınmamalarına tepki gösterdi. Aileler salona alınmadan 5 gün sürecek davanın ilk celsesi başladı. Tepkilerin ardından 2 mağdur anne duruşma salonuna alındı.(https://www.birgun.net/haber/yenidogan-cetesi-davasi-basladi-magdur-aileler-mahkeme-salonuna-alinmadi-576757)

                                                                   ***
Google Türkiye’nin haber algoritması TBMM gündeminde: Yurttaşların haber alma hakkı tehdit altında

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk, Google Türkiye'nin haber listelemelerine ilişkin algoritmasını değiştirmesinin ardından bağımsız medya kuruluşlarının görünürlüklerini kısıtlamasını TBMM gündemine taşıdı. Abdulkadir Uraloğlu ve Cevdet Yılmaz’ın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı'na soru önergesi veren Çelenk, yurttaşların haber alma hakkının tehdit altında olduğunu vurguladı.(https://www.birgun.net/haber/google-turkiyenin-haber-algoritmasi-tbmm-gundeminde-yurttaslarin-haber-alma-hakki-tehdit-altinda-576820)                                             

                                                        ***
Kanun tanımayan AKP’liye ağır ceza -İsmail Arı-
                             Kolan Hastanesi’nin sahibi Mehmet Nedim Kolan, AKP’li Metiner ile görülüyor.

Silivri’deki hastanesi ‘yenidoğan çetesi’nin merkezlerinden olan AKP’li Kolan’ın Şişli’deki hastanesini de kaçak olarak büyüttüğü ortaya çıktı. CHP’li Şişli Belediyesi, Kolan’a 31,4 milyon TL ceza kesip kaçak alanları mühürledi   (https://www.birgun.net/haber/kanun-tanimayan-akpliye-agir-ceza-576713)

                                                                 ***
Gericiliğin miladını yazdılar

Milli Eğitim Bakanı Tekin, laikliği hedef alan açıklamalarını Rize AKP ilçe kongresinde de sürdürdü. Kongre kongre gezen Tekin, AKP’nin ‘milat’ olduğunu söyledi. Tekin’in ‘milat’ dediği yıllarda ise laik, bilimsel, demokratik eğitim tasfiye edildi. AKP’li yıllarda okullar tarikat ve cemaat ağlarına peşkeş çekilirken özelleştirmelerde de rekor kırıldı. ÇEDES projelerinden atamalardaki usulsüzlüklere, temizlik sorunundan bütçe kesintilerine eğitimin her alanında büyük çöküş gerçekleşti.


AKP’nin il ilçe kongrelerinden eksik kalmayan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, önceki gün laikliği hedef alan açıklamalarına bir yenisini daha ekledi.

AKP’nin Batman’daki kongresinde laiklik üzerinden muhalefeti hedef alan Tekin, Rize AKP İlçe Kongresi’nde de eğitimin miladının AKP döneminde atıldığını söyledi. Kendisine gelen tepkilere de yanıt veren Tekin, “Ben diyorum ki eğitim teknolojileri ve eğitim maddi altyapısı anlamında AK Parti öncesi ve AK Parti sonrası, milattan önce ve milattan sonra gibi duruyor. Eleştiriyorlar beni’’ diye konuştu.

Tekin, ‘‘Sizin anladığınız laik şu; 1940’lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kuranı Kerim öğrenmesini yasaklamak. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye’ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun" ifadelerini kullandı.

Daha önce sermaye yanlısı sözleriyle, tarikat cemaat ağlarına yönelik destekleriyle bilinen Tekin, AKP’nin milat olduğunu söylese de 22 yıllık iktidarın eğitim karnesi gerçekleri gözler önüne serdi.

Eğitimde büyük bir yoksulluğu perçinleyen AKP iktidarı, tıpkı Bakan Tekin’in savunduğu gibi tarikat ve cemaatlerle imzaladığı protokollerle, müfredat değişiklikleriyle eğitim alanını gerici politikalara bıraktı. Eğitimde kamucu anlayışı da tasfiye eden iktidar, özelleştirmelerin önünü açtı.

Bakan Tekin’in milat olarak bahsettiği AKP’nin 20 yıllık karnesi şöyle:

EĞİTİME BÜTÇE YOK

AKP yıllar içerisinde eğitime ayırdığı payı da adım adım azalttı. 2017 yılında 13,1 olan MEB bütçesinin toplam bütçe içindeki oranı, yıllar itibarıyla giderek eriyerek 2024 yılında yüzde 9,9’a kadar geriledi. Okullardaki harcamalar konusunda da ‘bütçe kısıtı’ mazereti sunan iktidar, okulların giderleri için de velilerin cebine göz dikti. Kayıt, temizlik, güvenlik, kağıt gibi okulların ihtiyaçları için velilerden para istenirken temizlenmeyen okullar sorunu da sürüyor.  Bütçe kısıtlamasının yanı sıra Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ise adeta özerk hale getirildi. 2021 yılında 11 milyarlık bütçesi olan müdürlüğe 2022 yılında 20 milyar lira 2023 yılında ise 41 milyar lira ödenek ayırdı.  Verilere göre Din Öğretimi Genel Müdürlüğü 2023 yılında MEB bünyesindeki 23 birimin 19’undan daha fazla para harcadı.

                                           Bugünün BirGün'ü

GERİCİLİK HAT SAFHADA

İktidarın her döneminde tarikat ve cemaat ağları da okullarda hâkim kılındı. Gerici Ensar, Tügva, Türgev gibi vakıflar imzalanan protokollerle okullarda söz sahibi kılınırken ‘Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum (ÇEDES)’ projeleriyle okullara ‘manevi danışman’ atanmasının yolu açıldı. Okullarda ders saatlerinin cuma namazına göre ayarlanması, 4-6 yaş grubundaki çocuklara din dersi dayatması gelirken Diyanetin okul öncesi Kur’an kurslarına sadece 1 yılda 200 bin öğrenci kaydedildi. 2010 yılında 493 olan imam hatip lisesi sayısı 2024’te bin 205 adet artırılarak bin 698’e çıkarken aynı dönemde fen lisesi sayısı yalnızca 250 artırılarak 365’e çıkarılabildi

PARAN KADAR EĞİTİM

Bilimsel, laik, parasız eğitim hakkı fiilen yok edilirken AKP’nin iktidara geldiği 2002’de örgün eğitimdeki payı yüzde 1.9 olan özel okulların oranı 2023’te yüzde 9.3’e yükseldi. Özel okulların devlet okullarına oranı ise yüzde 23,5’e ulaştı. 75 bin okuldan 14 bin 281’i özel okullara ait.

MEB PATRONLARA AMADE

Tekin, patronlara seslenerek meslek liseleri için ‘Nasıl bir ders programı istiyorsanız siz söyleyin biz yapalım. Ara eleman ihtiyacınızı karşılayalım’ çağrılarıyla teşvik ettiği Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) ucuz işgücünün kapısı oldu. MEB verilerine göre 1 milyon 324 bin 840 öğrenci, ucuz iş gücü olarak örgün eğitimden koparılarak patronların hizmetine sunuldu. MESEM’de 11 yılda ise en az 695 çocuk işçinin hayatını kaybetti.

BİR ÖĞÜN YEMEK KALDIRILDI

OECD ülkeleri arasında çocuk yoksulluğunda ilk sırada olan Türkiye’de her 4 çocuktan 1’i okula aç gidiyor. Okul öncesinde yarı dönem verilen ücretsiz yemeğe de son verildi. ‘Aslan payı’ndan çocukların payına bir kap sıcak yemek düşmedi.

ÖĞRETMENE ATAMA YOK

Eğitimde öğretmen maaşları da yoksulluk sınırının altında kaldı. Tamamı asgari ücretin altında çalıştırılan ücretli öğretmenlerin sayısı ise 90 bine yaklaştı. Seçim döneminde verilen ‘mülakatı kaldıracağız’ sözü halının altına süpürülürken KPSS’yi kazanan öğretmenlerin ise yüzde 85’inin ataması yapılmadı.

                                                         Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin

                                                             ∗∗∗

HEPİNİZ GİDECEKSİNİZ

Bakan Tekin’in sözlerine siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinden tepkiler geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gül Çiftçi, Tekin’in sözleri hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

Laiklik Meclisi’nden yapılan açıklamada “Laikliğin din düşmanlığı olduğunu iddia edenler, devlet kurumlarında güçlenmeyi hedefleyen cemaat tarikatlar ve onlarla iş tutanlardır. Bir kez daha Anayasa suçu işleyen Yusuf Tekin işgal ettiği makamı derhal terk etmelidir!” denildi.

Tekin’in laikliği hedef aldığı sözlerine Eğitim Sen’den de tepki geldi. Sendikanın Tekin’i istifaya çağırdığı açıklamada, “Siyasal İslamcı ideolojinin eğitim sistemi üzerindeki bu tür çarpıtıcı müdahaleleri kabul edilemez. Birlikte mücadele ederek, bu gerici anlayışa karşı duracağız” denildi.

SOL Parti’den yapılan açıklamada ise “Eski ortaklarıyla birlikte, sınavlarda şifrelerle milyonlarca gencin hayatıyla oynadılar. FETÖ şifresi bugün de mülakat hilesi ile sürüyor. Bakanlık koltuğunda oturan Tekin ise, ‘laiklik Kuran öğrenmenin yasaklanmasıdır’ diye yalanlarla, laikliği yok ederek okulları karanlık tarikatlara teslim etmenin propagandasını yapıyor. Hilelerinizle çok oldunuz hepiniz gideceksiniz!” ifadeleri yer aldı.

DEM Parti, de Tekin’e tepki göstererek  "85 milyonluk bir ülkenin Eğitim Bakanı’nın gerçekleri bu denli çarpıtması utanç vericidir." açıklaması yaptı.

                                                            ***

(Birgün)







         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder