Gazetecileri yargıdan kim koruyacak?-Ceren Sözeri-
Medyayı dördüncü kuvvet belleyen, yasama, yürütme ve yargıyı denetleyen bir unsur olarak tarif eden liberal düşüncenin yine tıkandığı bir yere geldik çattık. Yasama ve yürütmeyi denetleyen yani hakkında haber yapan, kamu adına soru soran gazeteci bağımsız olmayan bir yargı sisteminde nasıl korunacak? Yargının bağımsız olması mümkün mü? Eşi bir gecede SPK’ya atanan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ile ilgili soruya Adalet Bakanı “mevzuata uygun” demekle yetinirse hangisi bağımsız oluyor adalet bakanı mı, savcı mı?
Bunu kime sormak lazım diye düşünürken aklıma Selçuk Kozağaçlı geldi. Onun 10 Kasım 2021’de Gazete Duvar’da yayınlanan, Hapishane Defterleri’nden de ulaşabileceğiniz “Hakim olsaydım” başlıklı yazısına başvurdum. Kendi davası için diyor ki Kozağaçlı, “Ben hâkim olsaydım kültürel, siyasal, ideolojik açıdan bana hiç benzemeyen; polisin, savcının, iktidarın hoşlanmadığı hatta bırak iktidarı, beni -bile- hâkim yapmış güzelim rejime muhalif bir adamı bu dosyayla karşıma dikseler adil yargılar mıydım?” Cevabını bekletmiyor: “Hayır.”
Kavala, Kozağaçlı, öncesinde tutuklu gazetecilerden biliyoruz, hâkimin tahliye kararlarının yok sayıldığını. Anayasa Mahkemesi kararları yok sayılıyor diyeceksiniz, haklısınız. Peki hakimlerin hiç mi özgür alanları yok? Aşağıda sıraladığım kararlar mesela, tepeden talimatla mı verildi?
Mezopotamya Haber Ajansı (MA) editörü ve Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eş Başkanı Dicle Müftüoğlu, gazetecilik faaliyetlerinin "örgüt kurmak ve yönetmek" ve "örgüt üyesi olmak"la ilişkilendirilmesi nedeniyle yargılandığı ve yaklaşık 10 ay tutuklu kaldığı davadan beraat etti.
Belgeselci Sibel Tekin, 15 Aralık 2022’de belgesel çalışması için Ankara Tuzluçayır’da yaptığı çekimlerin ardından ihbar gerekçesiyle 16 Aralık’ta ev baskınıyla gözaltına alındı. Bir gün sonra tutuklandı, bir buçuk ay cezaevinde kaldı. Sonunda elde yeterli kanıt olmadığı gerekçesiyle beraat etti. Başından beri herkes elde kanıt olmadığını biliyordu.
Artı Gerçek Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz, Diyarbakır'da 18 gazeteciye yönelik soruşturmayı yürüten savcı ve gazetecilerin tutuklanmasına karar veren Sulh Ceza Hâkiminin tayin haberini yayımladığı gerekçesiyle “terörle mücadelede görevli kişileri hedef gösterme” suçlamasıyla açılan davanın dördüncü duruşmasında beraat etti. Topuz tutuklanmamıştı ancak Fırat Can Arslan o kadar şanslı değildi, aynı dosyaya bakan savcı ve hâkimin tayin haberini yaptığı için 100 gün tutuklu, hatta tecrit altında kaldı. Ardından beraat etti.
Furkan Karabay, Gerçek Gündem internet sitesinde yayımlanan "Mafya davasında rüşvet kavgası tutanaklarda" başlıklı haberde aleni yapılan duruşmanın tutanağa geçen ifadelerini yazdığı için 28 Aralık 2023'te gözaltına alındı, bir gün sonra tutuklandı 11 gün cezaevinde kaldı. Karabay, "terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek" ve "kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret"le suçlanıyordu, üçüncü duruşmada beraat etti. Şimdi yine aynı "suç"tan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasının ardından İstanbul Başsavcısı ve vekilinin geçmiş soruşturmalarını haberinde konu edindiği ve sosyal medyadan paylaştığı için yine sabahın bir saatinde gözaltına alındı, tek bir soru sorularak tutuklandı. Bu sefer "terörle mücadele eden kişiyi hedef gösterme" ve "hakaret"in yanına bir de "dezenformasyon" suçu eklenmiş. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kaçmasını gerektirecek ya da delilleri gizleyecek bir durum yoktu. Çağrılsa ifadeye de gelirdi. Çağırmayıp gözaltına alanlarsa ne terörle mücadele eden kişiyi hedef gösterdiğine (bilgiler herkese Google mesafesindeydi) ne hakaret ettiğine ne de haberindeki bilgilerin gerçek olmadığına dair bir kanıt sundular. Tutuklama yoluyla ceza vermeyi tercih ettiler çünkü Furkan yine beraat edecek.
“Yargılamaya soyunan iktidara da talip kabul edilir. Elde edemez veya elde tutamazsa hesabını öder. İkinci hisse doğrudan hâkimi ilgilendirir. İnsanlara adil davranmayarak zulmettiysen, işin sonunda Kral baban (devlet diye de okuyabilirsiniz) bağışladığında bile mazlum unutmaz, hesap sorar” diyor Kozağaçlı. Zekeriya Öz bağımsız, hatta başına buyruk bir savcı değil miydi?
Adalet derken yargı bağımsızlığı gibi teknik bir detaydan söz etmiyoruz. ABD’de eylül ayında Gallup tarafından yapılan bir anket Cumhuriyetçilerin, hemen hiçbir kuruma güvenmezken, yargıya güvendiğini ortaya koyuyordu. Çünkü Trump’ın atadığı hakimler iş başındaydı.
Furkan mektup yazmış, kitapsız, insansız Silivri’de, ama yaptığının suç değil gazetecilik olduğundan herkesten daha fazla emin. Yine çıkacak, yine yazacak. Gazetecilerin, avukatların, siyasetçilerin, hak savunucularının, belgeselcilerin cezaevinde olması yargısal bir sorun değil siyasi bir sorun. Kavgayı buradan kurarken sadece iktidara değil topluma seslenmek, eşitliği, özgürlüğü ve tabi adaleti sahiplenmek gerekiyor.
/././
COP29 toplantıları ya da "Bir şey yapılıyor tiyatrosu": Tam bir zaman kaybı -Özer Akdemir-
Kısaca COP29 olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 29’uncu taraflar toplantısı Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de devam ediyor. İlk haftası sona eren toplantılar 22 Kasım tarihine kadar devam edecek.40 bine yakın kişinin kayıt yaptırdığı toplantı katılımı itibarıyla geçen sene Birleşik Arap Emirlikleri Dubai’de yapılan toplantıya katılımın neredeyse yarısı kadarla sınırlı kaldı. Dubai’deki toplantılara 80 binin üzerinde kişi katılmıştı. Bakü’deki toplantılara katılım ülke devlet başkanları düzeyinde de epey eksikliklerle dolu. Küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtlar konusunda sicilleri hayli kabarık olan ABD, Rusya, Almanya, İngiltere ve gelecek sene toplantıya ev sahipliği yapması beklenen Brezilya’nın devlet başkanları Bakü’deki toplantılarda çeşitli gerekçelerle yer almayacaklar. Fransa ve Hollanda devlet başkanlarının da konferansa katılmayacağı ileri sürülüyor. ABD’de yeniden başkan seçilen Trump ilk başkanlığı döneminde iklim değişikliği olgusunu inkar etmişti. Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan ABD’yi çekeceği söylentileri bile zirveyi karıştırmış durumda. Arjantin Devlet Bakanı Javier Milei bu söylentileri gerekçe göstererek ülkesinin delegasyonuna zirveden ayrılın çağrısı yaptı. Milei’nin de iflah olmaz bir iklim inkarcısı olduğunu ve iklim değişikliğini savunan bilim insanlarına hakarete varan sözler ettiğini de belirtelim.
Bakü’deki toplantılarda iklim değişikliğini durdurmak için belki de tüm toplantılar boyunca konuşulan temel konu “para” oluyor. İklim değişikliğine en çok neden olan ülkelerin (gelişmiş ülkeler) gelişmekte olan ülkelere ve yoksul ülkelere iklim finansmanı ile ilgili BM hesaplamalarına göre yıllık yaklaşık 1 trilyon dolar para aktarması gerekiyor. Bu paranın kredi mi, hibe mi olacağı, hangi araçlarla aktarılacağı, nasıl toplanacağı vs. temel tartışmalar arasında. Hal böyle olunca Bakü’de de geçen yıl Dubai’de de yapılan konuşmaların yörüngesi para üzerine dönüp duruyor.
Türkiyeli politikacılar ülkemizde ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin gelişmiş ekonomisi olan ülkelerden birisi olduğunu söylerler değil mi? Oysa COP toplantılarında bu söylem tam tersine döner ve Türkiye’de yoksul ülkelere aktarılması planlanan bu 1 trilyon dolarlık paradan pay ister. Nitekim bu yıl da Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında Türkiye’nin bu yöndeki beklentilerine yer verdi.
"PETROL ALLAH’IN LÜTFU!"
COP29 zirvesinin Bakü’de yapılıyor olmasına daha geçen seneki toplantı sürecinde de itiraz vardı. Tıpkı Birleşik Arap Emirlikleri gibi Azerbaycan da en çok petrol üreten ülkeler arasında ve iklim değişikliği ile fosil yakıtlar arasında doğrudan bir ilişki var. Hal böyle olunca iklim değişikliğine neden olan petrol üreticilerinin ülkesinde iklim değişikliği konuşmanın da çok absürt olduğuna yönelik söylemler az değil.Nitekim, iklim değişikliğini durdurmak için fosil yakıtların azaltılması ve nihayetinde tamamen durdurulmasının konuşulması gereken toplantıların daha açılış konuşmasında Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ürettikleri petrolü “Allah’ın lütfu” olarak nitelendirdi! Yani bırakın petrol üretimini kısmayı ya da tüketimi azaltmayı “Allah’ın lütfu” dediği petrole “Allah’ın ipine sarılır gibi” sarılacaklarını birinci ağızdan söylemiş oldu. COP29 Zirvesinin Başkanı, aynı zamanda Azerbaycan’ın Ekoloji ve Doğal Kaynaklar Bakanı Mukhtar Babayev’in Azeri petrol devi, ülkemizde de faaliyet gösteren SOCAR’ın eski bir yöneticisi olduğunu söylemek bu ülkelerin COP toplantılarına ne kadar değer verdiğini anlamak açısından önemli olabilir. Nitekim geçen seneki COP28 Dubai Toplantılarının Başkanı Sultan Ahmed Al Jaber'in de fosil yakıt lobiciliği yaptığı iddia edilmişti.
ZİRVE BAŞKANI SOCAR PETROL ŞİRKETİNİN ESKİ YÖNETİCİSİ
Yine de Muktar Babayev’in konuşmasında önemli gerçeklere işaret etmesi, iklim finansmanı için gerekli yıllık 1 trilyon dolarlık kaynağa ayak direyen gelişmiş ülkelere harekete geçmemenin yol açacağı maliyetin çok daha büyük olacağını dillendirmesi önemli bulundu. Gezegenin 3 derecelik bir ısınmaya doğru gittiği, buna karşı tüm ülkelerin emisyon oranları ile ilgili ulusal katkı beyanlarını güçlendirerek, fosil yakıtlardan “Adil ve koşullar dikkate alınarak” vazgeçilmesi gerektiği sözleri de önemli bulundu ancak kendi devlet başkanının fosil yakıtları Allah’ın lütfu olarak nitelediği bir yerde bu sözlerin inandırıcılığının da epey zayıfladığı bir gerçek.
1.5 DERECE NOSTALJİSİ
Zirvenin açılışında konuşan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Genel Sekreteri Simon Stiell’in Beryl Kasırgası’ndan etkilenen 85 yaşındaki Florance’ın fotoğraflarını göstererek bu şekilde devam edilmesi durumunda benzer fotoğrafların da devam edeceğine vurgu yapması bunun için iddialı bir iklim finansman sisteminin aslında tüm ülkelerin yararına olacağını söylemesi de önemli bir uyarı olarak değerlendirildi. Stiell’in, “1.5 derece hedefinin elimizden kayıp gitmesine izin veremeyiz” sözleri ise çoktan aşıldığı belirtilen 1.5 derece ısınma eşiğine yönelik nostaljik bir ifade olarak yorumlandı. Bilim insanları aylardır 1.5 derece eşiğinin aşıldığını ve Paris Anlaşması’nın bu ilk hedefinin artık tarih olduğunu dile getiriyorlar.
DÜNYA METEOROLOJİ ÖRGÜTÜ RAPORU
Nitekim tam COP29 toplantılarının başladığı gün Dünya Meteoroloji Örgütünün açıkladığı dünya iklim durumu 2024 raporu da bu gerçeğe işaret ediyordu. Rapor ayrıca durumun vahametinin görülmesi açısından önemliydi. Rapora göre * 2024 yılı ocak-eylül ayları arasında ortalama yüzey sıcaklığındaki artış sanayi devrimi öncesine göre 1.54 derece üzerinde seyretti. * Son 10 yıl dünyanın gördüğü en sıcak 10 yıl oldu ve sıcak yıllar arka arkaya geldi. Bu dünyanın ısınmasını gösteren önemli bir gösterge olarak kabul ediliyor. * 2023'te atmosferdeki sera gazı emisyonları en yüksek seviyesine ulaştı, yükseliş 2024'te de devam ediyor.* Güney ve Kuzey Kutbu'nda deniz buzullarının genişliği ortalamaların altında kaldı.* Deniz seviyesinde yükselme, 2014-2023 arasında yılda 4.77 mm olmak üzere devam ediyor.
TÜRKİYE'NİN ÇÖZÜMÜ NÜKLEER SANTRAL!
Gelelim zirvenin Türkiye tarafındaki gelişmelerine. Zirvede söz alan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin iklim krizinin en olumsuz etkilerinin görüldüğü ülkelerden birisi olduğunu belirterek, 2053 yeşil finans stratejisinin oluşturulmaya çalışıldığını, emisyon ticaret sistemini de içeren iklim kanununun çok yakında Meclise sunulacağını, net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için önceliklerin yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve nükleer enerji olduğunu söyledi. Türkiye’nin 2053 yılında nükleer enerji kurulu gücünü 20 bin MW’a çıkarmayı hedeflediğini söyleyen Erdoğan, Sıfır atık kampanyası ve Togg’u da iklim eylemleri için örnek göstererek Türkiye’nin 2031 COP toplantılarına ev sahipliği yapması için destek istedi. İklim finansmanı konusunda Türkiye’nin de beklentileri olduğunu ima eden Erdoğan konuşmasının sonunda İsrail’in Filistin ve Lübnan’a düzenlediği saldırıların uluslararası yasalara aykırı olduğunu dile getirdi.
Erdoğan her ne kadar İsrail’in Filistin’e yaptıklarını kınayan bir konuşma yapsa da COP29’da İsrail’e olan akaryakıt sevkiyatı nedeniyle protesto edilen ülkelerden birisi de Türkiye idi. Filistin’den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden zirveye katılan eylemciler Azerbaycan, Güney Afrika, Brezilya ve Türkiye’den İsrail’e petrol ve enerji sevkiyatının durdurulmasını istediler. Zirvede Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum da Türkiye’nin “2053 uzun dönemli iklim değişikliği stratejisi”ni açıklayan bir toplantı düzenledi. Belgeye göre 2053 yılına gelindiğinde Türkiye’nin birincil enerji arzının yüzde 50’si yenilenebilir enerji kaynaklarınca sağlanacak. Türkiye’nin strateji belgesinin en büyük eksiğinin ise fosil yakıtlardan vazgeçileceğine dair hiçbir somut verinin olmaması, kömürlü termik santrallerden bahsedilmemesi, diğer emisyon kaynakları ile ilgili (kara yolu-hava yolu) somut veriler sunulmaması olarak gösteriliyor. Bu bilgiler zaten Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefine ulaşabilme olasılığının neredeyse net sıfır olduğunu ortaya koyuyor.
DAĞIN FARE DOĞURMASI BEKLENİYOR
Zirvenin ilk haftası neredeyse iklim finansmanı, paranın nasıl dağıtılacağı, nasıl toplanacağı gibi hep para üzerine konularla geçti. Önümüzdeki günlerde de benzer tartışmaların yaşanması bekleniyor. İklim değişikliğini önlemeyi sadece yoksul ülkelere parasal destek sağlamak olarak okuyan, emisyon azaltımı konusunda net veriler, hatta niyetler ortaya koyamayan, iklim değişikliğine en çok neden olan ülkelerin görmezden gelmeyi yeğlediği bir zirveden tüm dünya halklarının beklediği, küresel ısınmanın önlenmesine yönelik ciddi bir sonuç çıkması beklenmiyor. Önceki zirveler gibi bu zirvenin de “Beklenildiği üzere dağ fare doğurdu” cümlesiyle özetlenmesi çok büyük bir olasılık olarak görünüyor.
Şu ana kadarki zirve, Papua Yeni Gine delegasyonunun dediği gibi “Tam bir zaman kaybı.” Görünen o ki kapitalist ülkeler iklim değişikliği konusunda somut bir adım atmaya çok uzaklar ve COP toplantılarını da dünya kamuoyuna “Bir şey yapılıyor tiyatrosu” izlettirmek için kullanmaya devam edecekler.
/././
Papatya falı ve havuçla sopa..-Mustafa Yalçıner-
Bahçeli DEM sıralarına giderek tokalaşmasının ardından “Öcalan gelsin DEM Grubunda silah bırakma çağrısı yapsın, umut hakkından yararlansın” çağrısını yaptı yapalı tartışılıyor: “Erdoğan’ın bilgisi var mıydı yok muydu?”
Erdoğan’a soruyu sormayan “uçaktakiler nasıl gazeteci”, bu sorgulanıyor.
Şamil Tayyar, M. Metiner ve M. Uçum peşrevler çekip ortalığı kızıştırıyorlar: Haberliydiler… Yok, habersizdiler…
Muhalif ekran yüzleri ortakların birbirlerinden habersiz olduklarına kanaat getiriyor.
Ö.Özel katılıyor tartışmaya ve ortağından habersiz çağrılar yapması görüşünden hareketle, “Devlet Bey bir erken seçimin önünü açacaksa, o konuda son derece açığım” diyor! Papatya falı açma içeriğiyle başlayan “tartışma” sonucuna bağlanarak, üzerine taktik inşa ediliyor! *
Gerçek ne? Son görüşmelerinde tatlıya bağlansa bile iktidar ortakları arasında tartışma/anlaşmazlık mı var?
Bu bir beklentidir. Öteden beri ortaklar arasındaki anlaşmazlıklara bel bağlanmıştır. Kendi gücüne ve mücadelesine güvenmek yerine karşısındakinin zaafa düşmesinden medet umma kolaycılığıdır. *
Ortaklar zaafa düşmüşlerdir, ama kendi aralarında anlaşmazlık içinde değiller. Tersine, olabildiğince planlı-programlı adımlar atıyorlar.
Bahçeli’nin “Elini taşın altına sokması”nın nedeni planlıdır. Hem Erdoğan bir kez “çözüm süreci” lafı etmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Hem Kürt düşmanlığı dendiğinde kimsenin aklına tersi gelmeyecek kişi Bahçeli, örgütse partisi MHP’dir. Öcalan ve Kürt lafı ettiğinde “Mutlaka bir bildiği vardır” denecek, ama “n’oluyoruz” yorumları yapılmayacak ilk ve belki de tek kişi odur! Dolayısıyla “Kestaneyi ateşten almak” ona düşmüştür.
Zaafa düşüp bu tür adımlar atmak zorunda kalmaları, Erdoğan, Bahçeli ve ilişkileriyle değil, ama tamamen kendi dışlarındaki nesnel koşullarla ilgilidir. Hem dış (uluslararası ve özellikle bölgesel), hem de ülke içi koşullar iktidar ortaklarını dururlarsa düşecekleri ama mutlaka “ileri” adımlar atmak zorunda oldukları bir duruma sıkıştırmıştır.
Ortadoğu ateş çemberidir. Erdoğan’ın muhalefeti arkasına dizmek amacıyla dillendirdiği İsrail’in Türkiye’nin üzerine yürüyecek olması nedeniyle değildir! Bu mugalatadır. Ancak bölgenin yeniden dizaynının gündemde oluşu gerçektir. Sorun sadece İsrail’in saldırganlığından ibaret değildir ve asıl onu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirip rakiplerini ve kendisine boyun eğmeyenleri zayıflatıp eleme peşinde olan Amerikan emperyalizmidir. İran bir “yol temizliği”nin hedefiyken, durumu fırsata dönüştürüp öne çıkmak isteyen Erdoğan Türkiye’si atağa kalkma peşindedir.
Ama iki önemli sorunu bulunmaktadır. Biri, bölgede ve özellikle Suriye’de Kürt sorunu dolayısıyla ABD ile arasındaki makas açıklığıdır. Bahçeli’nin öne atılışı, ortakların verecek şeyleri olmadığından taviz vermeyip teslimiyet talep ederek bu sorunu çözmeyi amaçlamasındandır.
İkinci sorun, ülke içinde de ortakların verecek şeyleri kalmamasının yanında güç kaybetmiş oluşlarıdır. Mecbur oldukları, güç kullanıp saldırmak ve sadece saldırmaktır. “Yumuşama”, “normalleşme” falan lafügüzaftır. Verebilecekleri milim taviz yok görünmektedir. Tekelci burjuvazi ve özel olarak “yandaş” sermaye kliğinin ve dolayısıyla egemenliklerinin halkın, emeğiyle geçinenlerin boğazından keserek; ücretleri enflasyona ezdirip vergi koyup zam yaparak yürümekten başka yolu bulunmuyor. Bu ise, sermaye ve iktidarın en çok korktuğu şey olan halkı galeyana getiricidir.
“Havuç ve sopa”ya baş vuruşları bundan. Bir yandan Öcalan derken kayyım zorunu gündeme alışlarının nedeni bu. Üstelik, durabilecekleri noktada değiller ve “sopa”nın ucunu şimdilik Kürtler üzerinden örneğin Esenyurt’ta CHP’ye gösterdiler. Sıraya İmamoğlu ve Yavaş’ı koyuyorlar.
CHP, sokağa çıkmayı yasaklayan Kılıçdaroğlu CHP’si olmasa bile, henüz göstermelik çıkıyor sokağa ve onun da geleneksel olarak hazzetmediği sokağın önünü kesmede iktidarın CHP’ye ihtiyacı var. Oldu oldu, olmadı, o da daha ağır bir zorun hedefi olmakla tehdit ediliyor.
“Haberli-habersiz” derbederliği değil, güç gösterisi var ve şimdilik bu çerçevede. Bir adım atılıp gözlenerek ikincisi üzerine hesap yapılıyor. Hesap önemli, çünkü bir de zorun altında kalması var!
/././
İkinci Trump dönemi ve Latin Amerika -Ertan Erol-
Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından ikinci Trump döneminin küresel ve bölgesel muhtemel sonuçları da önemli bir gündem konusu haline geldi. İkinci Trump döneminin Marco Rubio gibi özellikle Venezuela ve Küba konusunda en şahin kanadı temsil eden isimlere yer vermesi, ABD’nin Latin Amerika’da izleyeceği dış politikanın hangi yönde ilerleyeceğini göstermesi açısından önemliydi. Marco Rubio’nun, Venezuela’da iktidarın gerekirse zorla ve dış müdahale ile değiştirilmesi gerektiği yönünde argümanları, en önemli önceliklerinden biri ülkeye göçmen akışını durdurmak olan bir hükümet için çok da anlamsız seçenekler olarak gelmeyecektir. Aynı şekilde zaten ekonomik olarak darboğazda bulunan Küba’nın üzerindeki blokajın gevşetilmesi umudu bir başka bahara kalacaktır.
Bununla birlikte Arjantin’in Patetik Başkanı Javier Milei ile Brezilya’nın Eski Başkanı Jair Bolsonaro dışında Trump’ın ikinci döneminin bölgede ne sağ ne de sol çizgideki siyasetçiler açısından olumlu karşılanacağı düşünülmeli. Javier Milei ve kız kardeşinin Trump ve Musk ile birlikte çektirdiği fotoğrafları sosyal medyadan paylaşmaları, Milei’in Trump ile konuşmasında Trump’ın Milei için ‘Benim en favori liderim sensin’ dediği iddiası, bir sosyal medya siyasetçisi olan Milei için bulunmaz bir fırsat olarak kullanıldı. Milei her zamanki bayağılığı ve ergenliği ile küresel solun ‘komünist’ Kamala Harris’in seçimleri kaybetmesi ile ağladığını iddia etti. Hiç şüphesiz Milei ve ekibi kişisel ilişkilerin önemli rol oynayacağı Trump’ın ikinci döneminde mevcut ilişkilerini kullanarak ABD’den ekonomik yardım sağlanması ümidini taşıyor.
Ancak bununla birlikte bölgeyi asıl etkileyecek konulardan biri bölge ülkelerinin Çin ile olan ekonomik ilişkileri olacak. İkinci Trump döneminde ABD ile olan ilişkilerin derinliğini ideolojik yakınlıklar değil Çin’e karşı alınan tutumlar belirleyecek. Milei’in nefret ettiği ‘komünizm tehlikesi’ne rağmen ülkesinin tarımsal ürünlerinin en önemli ithalatçısı olan Çin ile olan ilişkilerini nasıl geliştirmeye çalıştığını biliyoruz. Önümüzdeki dönemde ise ABD’nin Çin ile olan ekonomik savaşın bölgede Çin ile büyük dış ticaret hacmine sahip ülkeler açısından büyük bir sorun teşkil edecek.
Çin Lideri Xi Jinping, daha geçen hafta Peru’da bölgenin en büyük limanının açılışını gerçekleştirdi. Yapımı neredeyse on yıldır süren ve Çin sermayesinin en önemli küresel yatırımlarından biri olan Chancay Mega-Limanı Pasifik ticaretinde önemli bir role sahip olacak ve Çin’in bölge ülkeleri ile olan dış ticaretinin maliyetini ve nakliyat süresini önemli ölçüde düşürecek. Şimdiden Latin Amerika’nın Singapur’u olmak rüyaları gören Peru’nun Trump yönetimi ile ilişkilerinin nasıl etkileneceğini zaman gösterecek.
Belki de ABD ile ilişkilerinde en zorlu döneme giren iki ülke ise Meksika ve Kolombiya.
Göçmen meselesinde ABD Meksika’yı sınırlarını daha sert bir biçimde koruması için zorlayacak. Bu zorlamada ise hem ticaret silahı kullanılacak hem de Meksika’daki uyuşturucu kartellerine daha sert bir politika izlenmesi talebi gündeme gelecek. Bunun ilk işaretini ABD’nin mevcut Meksika Büyükelçisi Ken Salazar’ın geçen haftaki açıklamaları vermiş bulunuyor. Diplomatik nezaketin sınırlarını aşan bir biçimde Eski Başkan Andres Manuel Lopez Obrador’un pasifist politikalarının işe yaramadığı yönünde eleştirilerde bulunan büyükelçi, ABD’nin Meksika ile olan ilişkilerinde ne yöne bir değişimin gerçekleşeceğinin de habercisi gibi.
/././
Onların çocukları -Kamil Tekin Sürek-
Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümü üzerine Orhan Gökdemir’in yıllar önce yazdığı bir yazı sosyal medyada yeniden gündeme geldi. Sevgili Orhan o yazısında 12 Eylül döneminde Muazzez İ. Çığ ve kardeşi Turan İtil’in kurucusu ve yöneticisi olduğu HZİ Vakfının CIA, Pentagon ve 12 Eylül cuntası desteğiyle cezaevlerindeki siyasi mahpusları denek olarak kullanarak çeşitli ilaçları denedikleri, onları ehlileştirme ve sorguda konuşma yöntemleri konularında çalıştıklarını anlatıyordu.
(https://haber.sol.org.tr/.../bizim-sevgili-hastaligimiz)
‘İşgalci ülke’ açıklaması ve Erdoğan iktidarının Suriye’de alarm veren politikası -Yusuf Karadaş-
Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev’in Türkiye’yi Suriye’de “işgalci ülke” olarak nitelemesi, Erdoğan iktidarının Suriye’deki varlığı ve Ortadoğu’daki pozisyonu konusunda daha fazla zorlanacağı bir döneme girilmekte olduğunu haber veriyor. Bugün devamının nasıl geleceği/getirileceği belirsiz olsa da Devlet Bahçeli’nin Öcalan ve Kürt sorunu konusunda yaptığı açıklamaların arkasında da yeni döneme dair kaygıların ve bu dönemi fırsata dönüştürme arayışlarının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Trump’ın başkanlık görevini devralmasından sonra ABD’nin özellikle Ukrayna savaşı ve İran konusunda hangi adımları atacağı, yeni dönemin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynayacak.
Ağustos 2022’de Soçi’de yapılan görüşmede Rusya Lideri Putin, Suriye Kürtlerine karşı operasyon için kapısını çalan Erdoğan’a muhatap olarak Suriye Lideri Esad’ı göstermişti. Putin’in işaretinden sonra Erdoğan ve iktidar cephesinden Esad ile görüşme ve Suriye ile “normalleşme” yönünden açıklamalar gündeme gelmiş ve bu kapsamda Rusya’nın ara buluculuğunda bakanlıklar düzeyinde bazı temaslar da gerçekleşmişti. Ancak Esad yönetiminin Türkiye ile siyasi ilişkilerin yeniden kurulmasını Suriye’deki işgalin sona erdirilmesi ve cihatçı gruplara verilen desteğin kesilmesi koşullarına bağlaması, “normalleşme” derken bile aklında Kürtlere karşı yeni operasyon yapmak olan Erdoğan iktidarının hesaplarını bozmuştu.
Erdoğan’ın umudu kendisiyle görüşme konusunda Putin’in Esad’a baskı yapmasıydı. Erdoğan bu beklentisini geçtiğimiz ay Rusya’da yapılan BRICS zirvesinin dönüşünde yaptığı “Sayın Putin’e, Beşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu” açıklamasıyla bir kez daha ortaya koymuştu.
Bu noktada Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev’in “Her şeyin adını doğru koyalım: Prensipte işgalci bir ülke gibi hareket ediyorlar. Bu yüzden, Şam’ın, Türkiye’den birliklerini çekme konusunda belirli garantiler almadan diyaloğa girmesi çok zor” açıklamasını Erdoğan’ın çağrı ve beklentisine verilmiş bir yanıt olarak okumak gerekiyor. TASS haber ajansına verdiği röportajda Türkiye’nin cihatçı gruplarla ilişkilerine de değinen Lavrentiyev’in açıklamalarında dikkat çeken bir diğer nokta da İdlib’deki HTŞ ve Ukrayna istihbaratı arasında bir ilişki ve iş birliği olduğu iddiasını gündeme getirmesiydi. Suriye yönetimi ve Rusya’ya yakın haber ajansları da geçtiğimiz aylarda Ukrayna Savunma Bakanlığı Askeri İstihbarat Dairesi (GRU) Başkanı Kirill Budanov’un İdlib’de Rusya’yı çatışmaların içine çekmek için HTŞ Lideri Ebu Muhammed Colani ile ilişki halinde olduğu iddiasında bulunmuştu. Türk askerinin el Kaide’nin devamcısı HTŞ’ye kalkan yapıldığı İdlib’le ilgili Lavrentiyev tarafından gündeme getirilen iddia, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin buradaki askeri varlığının da kaçınılmaz bir biçimde tartışma konusu haline geleceğini gösteriyor.
Lavrentiyev’in açıklamaları, Rusya’nın önümüzdeki dönemde Ukrayna savaşı ve Suriye dosyasını birlikte ele alacağına işaret etmesi bakımından da önem taşıyor. Bilindiği gibi Erdoğan iktidarı, Ukrayna savaşının bitirilmesi konusunda Ukrayna ve Rusya arasında ara buluculuk yaparak hem Rusya ve hem de Ukrayna’yı destekleyen ABD-AB karşısında hareket alanını genişletmek istiyor. Özellikle Trump’ın savaşı bitirme konusundaki açıklamaları, Erdoğan iktidarını ara buluculuk rolünü üstlenme konusunda daha da hevesli hale getiriyor. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ukrayna’ya silah satışını sürdüren Türkiye’nin ara buluculuk rolüne soyunmasını “şaşkınlık verici” bulması, bu manevrayı boşa çıkarmanın ötesinde Rusya’nın Suriye sahasında da Türkiye’ye karşı tutumunun değişebileceğinin sinyallerini veriyor.
Trump ve yeni kabinesinin İsrail siyonizmine açıktan destek verdiğine/vereceğine şüphe yok. Ancak Çin’i öncelikli tehdit olarak gören Trump’ın Ukrayna’da Rusya ile olası uzlaşısının, İsrail saldırganlığının gerilim ve belirsizlikleri arttırdığı bölgeye de (Ortadoğu) kaçınılmaz biçimde yansımaları olacaktır.
Trump’ın Ortadoğu’daki önceliğini ister İsrail saldırganlığı ve ister Rusya ile sınırlı bir uzlaşı üzerinden İran’ın bölgesel gücünü sınırlamak oluşturuyor.
Bu politikayla bağlantılı olarak, Türkiye’nin bölgesel pozisyonu konusunda şunları söylemek gerekiyor:
Trump, önceki başkanlık döneminde Ortadoğu’yu “Yüzyılın Anlaşması” adını verdiği Filistin’indeki İsrail işgalini meşrulaştırma planı ve bu planın devamı olarak İsrail ve iş birlikçi Arap rejimleri arasındaki İbrahim/Abraham anlaşmaları üzerinden şekillendirmeye yönelik bir politika izlemişti. Biden döneminde de devam ettirilen bu politika, bölgenin yeniden şekillendirilmesinde Türkiye’yi ikincil önemdeki bir aktör pozisyonuna düşürüyor.
ABD emperyalizminin İsrail saldırganlığını bölgeyi dizayn etmenin aracına dönüştürmesi karşısında Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu ülkedeki burjuva gericiliğin son dönemde bu kadar telaşa kapılmasının arkasında da bu gerçek bulunuyor. Başka bir deyişle Erdoğan iktidarının son dönemlerde İsrail tehdidini yüksek sesle dillendirmesinin nedeni İsrail’in Türkiye’ye saldırması ihtimalinden değil, bu saldırganlık üzerinden kurulması amaçlanan bölgesel düzenin Türkiye’yi ikincil önemde bir aktör pozisyonuna düşürmesinden kaynaklanıyor.
İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Saar’ın Kürtlerin İsrail’in “doğal müttefiki” olduğunu söylemesi ve “Kürtlere ulaşmalı ve onlarla bağlarımızı güçlendirmeliyiz” açıklamasını yapmasını da İsrail’in bölgenin yeniden dizaynında üstlenmeye çalıştığı rolden bağımsız düşünmemek gerekiyor. Çünkü ABD ve İsrail, Kürtlerle kurulan ilişki ve iş birliğini hem Irak’ta İran etkisini sınırlamak ve hem de Suriye’de Erdoğan iktidarını kendi planlarına eklemlenmeye zorlamak bakımından oldukça kullanışlı bir araç olarak görüyor.
Bu gelişmeler karşısında Türkiye’deki iktidar yanlışlarından dönmeyi değil, bu gelişmelerin Türk burjuvazisi için yaratması muhtemel olumsuz sonuçların önünü almayı amaçlıyor. Bahçeli’nin açıklamaları da bu ‘ön alma’ politikası içinde Öcalan’ı devreye sokarak Kürt sorununun Türkiye’nin hareket alanını sınırlamasını engellemek ve yeni fırsatlara kapı aralamak arayışı biçiminde anlam kazanıyor.
Oysa bugün Türkiye halkları için en büyük tehdit, ülkedeki iktidarın tekelci burjuva gericiliğin çıkarlarını korumak adına ısrarla sürdürdüğü politikadır. Bu tehdidin ortadan kaldırılması için öncelikle Suriye topraklarındaki işgalin son bulması, cihatçı çetelere verilen desteğin kesilmesi ve Kürt sorununun eşit haklara dayalı demokratik barışçıl çözümü için mücadele etmek gerekiyor.
/././
5 kardeş yangında öleli bir hafta oldu | Erdoğan, G20 Zirvesinde sosyal güvenlik sistemiyle övündü
İzmir'de 5 kardeş yoksulluk yüzünden öleli bir hafta oldu, Erdoğan, G20 Zirvesinde Türkiye'nin "dünyanın en kuşatıcı ve kapsayıcı sosyal güvenlik sistemlerinden birine" sahip olmasıyla övündü.(https://www.evrensel.net/haber/534397)
‘En büyük grev kırıcı, devlet’-Hilal Tok-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder