17 Kasım 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -17 Kasım 2024-

 

Patronlar yoksulluğu nasıl silaha dönüştürür?-Kansu Yıldırım-

IMF Türkiye Masası Şefi James Walsh, IMF-Dünya Bankası yıllık toplantısında Reuters’a yaptığı açıklamada, Türkiye’de asgari ücrete “Bu yıl yüksek artışın yapılmamasını umduklarını” ve asgari ücrete yapılacak zammın “Enflasyon beklentileri için büyük bir çıpa oluşturduğunu” söyledi. Walsh, IMF’nin ağustos ayında yayımladığı Türkiye için “4. madde gözden geçirme raporu” çerçevesinde görüşlerini dile getirirken, hükümetin de yoksul kesimleri desteklemesinin ve ilgili sübvansiyon reformlarının gerekli olduğunu belirtti.

IMF’nin asgari ücret artışına itiraz ederken yoksullara destek çağrısı yapması çelişkili gibi görünse de sermayenin üretim sürecini, işçi demografisini ve toplumsal yapıyı kontrol altına alma stratejisinin bir parçasıdır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDEN YOKSULLUĞU AZALTMAYA

Ücretleri düşüren ve gelir dağılımı adaletsizliğini artıran politikalar işçi sınıfının yoksullaşmasına neden olurken yoksul halk kitlelerini büyütür. Yoksulluk ne kadar sürdürülebilir kılınırsa, yoksullaşan kitleler de bağımlı hale gelir. Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri, yoksulluğu yeniden üretecek dinamikleri güçlendirmektir. Bugün IMF Türkiye Masası Şefinin, dün salgın döneminde Dünya Ekonomik Forumu (WEF) veya Dünya Bankası (DB) gibi sermaye örgütlerinin reçetelendirdiği “yoksullara destek” amaçlı reform paketlerinin altındaki saik, işçi sınıfını yoksullaştırmaktır.

Bu doğrultuda “yoksullukla mücadele” politikaları yerini “yoksulluğun hafifletilmesi” veya “yoksulluğun azaltılması” (poverty alleviation) olarak bilinen neoliberal politika setlerine bırakmıştır. Yoksulluğun azaltılması politikalarında hükümet dışı kurum ve aktörlere hareket alanları tanınmıştır. Neoliberalizmin kamunun siyasal birliğini ve mülkiyet yapısını parçalama stratejisiyle uyumlu bu politikalar, sermayeye “hayırseverlik” kisvesi altında alan açmayı da kolaylaştırır. IMF, DB ve WEF’in önerdiği yoksul hanelere destek paketleri, sömürüye ve mülksüzleştirmeye dayalı bu tiyatroyu daha uzun süre devam ettirmekten, yoksul nüfusu büyütmekten başka bir amaca hizmet etmez.

ÜCRETLİ EMEK VE YOKSULLUK

Kapitalizmde yoksul nüfusu büyütmenin öncelikli araçlarından biri ücretlerin genel seviyesini düşürmektir. İşçi sınıfı daha çok çalışıp daha düşük ücret aldıkça, patronların kâr oranları o ölçüde artar. Ancak bununla sınırlı kalmayan bir boyut daha vardır. Sınıfın siyasal ve iktisadi bağımlılığı perçinlenerek, sınıf-içi katmanlarda düşük ücretlerle güvencesiz çalışan sayısı hızla artar. Ücretlilik sisteminin kendisi, Karl Marx’ın “Ücretli Emek ve Sermaye”de bahsettiği “işçinin köleliği, kapitalistin egemenliği” dediği türden eşitsiz ilişkinin kaynağıdır.

Reel ücretler küresel ölçekte düşüş eğilimindedir. Gelişmiş kapitalist devletler olan G20 ülkelerinde ve Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ülkelerde ücretler aşağı yönlü seyretmektedir. ILO’nun 2022-23 küresel ücret raporuna göre, dünyadaki ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan G20 ülkelerinde reel ücretler 2008 krizinde eksi yüzde 1.1’e, salgın sonrası dönemde 2022’nin ilk yarısında eksi yüzde 2.2’ye gerilemiştir. Ücret artışının diğer ülkelerin bir çoğundan daha yüksek olduğu Çin hesaplamalardan hariç tutulduğunda, reel ücretlerdeki azalmanın yüzde 1.5 olduğu görülmektedir.

Reel ücretlerdeki gerileme bölgesel bazda şu şekildedir: Kuzey Amerika’da (Kanada ve ABD), ortalama reel ücretlerde artış 2021’de sıfırlanmış, 2022’nin ilk yarısında eksi yüzde 3.2’ye düşmüştür. 2022’nin ilk yarısında Latin Amerika ve Karayipler’de eksi yüzde 1.7; Avrupa Birliğinde eksi yüzde 2.4; Doğu Avrupa’da eksi yüzde 3.3’e düşmüştür. Asya-Pasifik’te reel ücret artışı 2020’de yüzde 1’e gerilemiş, 2021’de yüzde 3.5’e yükselmiş ve 2022’nin ilk yarısında tekrar düşerek yüzde 1.3’e gelmiştir.

Marx, 1844-1848 yazılarında “Modern işçi, sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde hep aşağı, hatta kendi öz sınıfının koşullarından daha aşağı iner. İşçi bir yoksula dönüşür” diye belirtir. Ücretler genel seviyesinin gerilediği bir dönemde milyonlarca işçi yoksullaşmakta, mevcut yaşam standardının altına düşmekte, asgari geçim düzeyinden uzaklaşmaktadır. İşçi sınıfı emek piyasasına daha güvencesiz, korumasız ve örgütsüz şekilde dahil olduğu ölçüde hak ve ücret pazarlığı kapasitesi azalır. Bu eğilim, kapitalist birikimin genel yasasıyla uyumlu şekilde sermaye tarafından hemen tüketilebilir emek-gücünü büyütür.

DURGUN ARTIK NÜFUS ORDUSU BÜYÜYOR

Kapital’in birinci cildinden yola çıkarsak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarındaki gerileme faal işçi ordusu içerisindeki göreli durgun artık nüfusun genişlemesine yol açar. Sınıfın bu katmanı, “Düzensiz şekilde çalıştırılan”, “Sermayeye bitmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı sağlayan”, buna karşılık “Yaşam koşulları ortalama işçi sınıfının normal düzeyinin altına düşen” sömürü kaynağı olarak şekillenir. Maksimum çalışıp minimum ücret alan durgun artık nüfus, ucuz emeğe dayalı emek yoğun sektörlerin ayakta kalmasını, öte yandan ücretlerin baskılanmasını kolaylaştırır.

Marx’ın belirttiği üzere, kullanıma hazır emek-gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır: “Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır.” Göreli artık nüfus üretimi sefalet ve yoksulluk üretimini içerir; sefalet, göreli artık nüfusla birlikte kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Kısacası, işçi sınıfının ve artık nüfusun sefaleti ile kapitalistlerin zenginliği arasında doğrudan ilişki söz konusudur.

ÜCRET MÜCADELESİNİN ÖNEMİ

Sermaye; yoksulluğu metalaştırarak, işçi sınıfını yoksullaştırarak, sınıf-içi katmanları karşı karşıya getirerek toplumsal egemenliğini inşa eder. IMF Türkiye Masası Şefi, ücretlerin genel seviyesinin düşük tutulmasının daha çok yoksullaşma anlamına geldiğinin farkındadır. Bu nedenle yoksul hanelere destek önerisini kapitalizmin yüzyıllara yayılan birikimi ışığında dile getirir. Yakın zamanda Asya-Pasifik ve Afrika ülkelerinde yaşandığı üzere yoksul halk isyanlarının iktidarlar ve şirketler açısından oluşturduğu potansiyel tehditleri bertaraf etmek, kontrol edilebilir bir yoksulluk yaratmak bu stratejinin bileşenleridir.

Maurizio Lazzarato'nun işaret ettiği üzere neoliberal politikaların toplumsal alana müdahalesinin sonuçlarından biri yoksulluktaki artıştır ve eşitsizliğin güvencesizliğin artışı sermaye açısından sorun teşkil etmez. İşçi sınıfı daha çok bağımlı hale geldikçe kontrol edilebilir nüfusun artacağı beklentisi oluşur. Ücret mücadelesi, sadece parasal anlamda değil, sermayenin yoksullaştırma aracılığıyla hegemonya kurma düzeneğine karşı bir sınıf meselesidir. Türkiye’de ortalama ücretlerin asgari ücret ve civarına endekslendiği OVP döneminde ücret mücadelesi, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin basamaklarındandır.

                                                        /././

Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi sömürücülerin bütçesi -Deniz İpek-

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının (ÇSGB) 2025 yılı bütçe görüşmeleri geçtiğimiz günlerde yapıldı ve tabii ki AKP ve MHP’li oylarla kabul edildi. Sendikal örgütlülüğün artırılmasına önem verdiklerini iddia eden Bakan Vedat Işıkhan Komisyonda 2013 yılında yüzde 9.21 seviyelerinde olan işçi sendikalaşma oranının, 2024 yılı itibarıyla yüzde 14.80 seviyelerine yükselmesini övünerek anlatıyor. Oysa bu artışta 4 Aralık 2017 tarihinde çıkan kamudaki taşeron işçilerin yine kamuya ait şirketlere geçirilmesinin etkisi var. Ocak 2024 istatistiklerinde kendi bakanlığı döneminde yani 10 ay önceki istatistiklerde sendikalı işçi oranı yüzde 15.22 iken, 2024 temmuz ayındaki oran yüzde 14.80’e gerilemesine değinmeyen bakan 2001 yılındaki sendikalı işçi oranının yüzde 57.2 de olduğunu ise aklına bile getirmiyor. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı Türkiye’de yüzde 7 ve 15 milyondan fazla işçi toplu sözleşme yapamadan çalışıyor.

İŞ CİNAYETİ SAYISI YÜZDE 30 ARTTI

İş kazası ölüm oranının ciddi oranda azaldığını söyleyen Işıkhan, “Tüm bunlarla beraber, geleceğimiz olan çocuklarımız ve gençlerimiz için okul öncesinden başlamak üzere iş sağlığı ve güvenliği kültürünün yerleşmesi amacıyla kapsamlı bir süreç başlatacağız” diyor. İş cinayetleri azılıyor yalanını 2024 mayısta da dile getiren Işıkhan’a rağmen kendi bakanlığına bağlı kurumu SGK’nin 2023 istatistiklerine göre; 4a kapsamında 1966, 4b kapsamında 6 sigortalı olmak üzere 1972 sigortalı iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. İş cinayeti sayısı da bir önceki yıla göre yüzde 30 artmış.

YENİ İŞ KANUNUNDA HEDEF GÜVENCESİZLİK

Erdoğan hükümetinin OVP ve bütçe planlarına paralel olarak işçilerin kazanılmış haklarını budamak üzerine giriştiği yeni “iş kanunu” hazırlıklarına bütçe görüşmesinde Işıkhan, “İş gücü piyasasındaki yeni dinamiklere uygun, iş barışını ve sosyal güvenliği güçlendirecek ‘yeni iş kanunu’ hazırlıkları için çalışmalarımızı titizlikle yürütüyoruz” diyerek değindi. Başta kıdem tazminatı ve güdük de olsa iş güvencesi gibi mevcut hakların temelinde yer alan belirsiz süreli iş sözleşmeyi ortadan kaldırmayı hedefleyen hükümet planın asıl sözleşme türünü belirli süreli sözleşmeye çevirmeye çalıştığı biliniyor.

İŞSİZLİK FONU PATRONLARA AKIYOR

Işıkhan, bakanlığın 2025 yılı bütçesi için komisyona yaptığı sunumda yürütülen faaliyetlerden patronlara sağlanan sigorta primi işveren hissesi desteğinin 2024 yılı için aylık 700 liraya yükselttiklerini söyledi. Bu yılın ilk 8 ayında 1.5 milyon iş yerine yaklaşık 34 milyar lira asgari ücret desteği verdiklerini söyledi. Çalışan başına ayda 700 TL olarak sağlanan bu teşvik patronların ödemesi gereken işsizlik sigortası işveren payı ve SGK primi tutarlarından düşülüyor. Işıkhan’ın bu teşviklere kaynak olarak gösterdiği İşsizlik Sigortası Fonunda bir asgari ücretli için patronların ödemesi gereken pay 400.05 TL. Yani patronlar çalışan başına 400 TL katkı yapmaları gereken fondan 700 TL teşvik alıyor.

6 YILDIR TOPLANMAYAN İSİG KONSEYİ

Ülkemizin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki vizyonunu ortaya koyacak ulusal iş sağlığı ve güvenliği strateji belgesini oluşturmak için çalışmalara başladıklarını söyleyen Işıkhan Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyinin 2025 yılında toplanması için gerekli çalışmaları yapıyoruz diyor. Ülke genelinde iş sağlığı, güvenliğiyle ilgili politika ve stratejilerin belirlenmesi için tavsiyelerde bulunmak üzere kurulan Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi, yönetmelikte "Yılda 2 defa olağan toplanır" denmesine rağmen 2018 yılından beri hiç toplanmamış. Bakanlığın bütçe teklifinde “istihdam” başlığı altında yer alan “iş sağlığı ve güvenliği” programında da kaza önleme ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik faaliyet sayısındaki hedef daraltılmış. 2023 yılında 1398 faaliyet gerçekleşmesi kaydedilirken, 2025’te hedef faaliyet 872’ye indi. İş güvenliği konusunda hedef daraltılırken Bakanlık 2025’te bünyesine 4 araç daha alacağını bildirmiş. Göçmen işçiler, deprem bölgesindeki çalışma yaşamına dair programlar, sendikalaşmanın artırılması, meslek hastalıklarının önlenmesi gibi başlıklara ilişkin giderlerden bahsedilmiyor. 2023’te iş sağlığı ve güvenliğine yönelik iş yeri teftişleri, genel seçimler sonrasına, haziran ayına bırakılmıştı. Ve 2023 boyunca, 2 milyon 179 bin 123 iş yerinden sadece 8 bin 591’i, yani her 1000 iş yerinden sadece 4’ü denetlendi.

                                                          /././

Almanya'da en zengin yüzde 10, toplam servetin yüzde 56’sına sahip 

                          -"YEMEK İÇİN"- Fotoğraf: Yücel Özdemir/Evrensel

Almanya’da sosyal eşitsizlik her geçen derinleşiyor. Toplamda servet ve ücretler yükselirken, yoksulluk riski aynı seviyede kalıyor, yaşlılık yoksulluğu riski daha da artıyor. Federal İstatistik Dairesinin de aralarında bulunduğu birçok kurum tarafından hazırlanan 2024 Sosyal Raporu’nda ülkedeki eşitsizlik ayrıntılı olarak ortaya konuldu. Rapor, 1995 yılından beri Almanya’daki yaşam koşulları hakkında bilgi veriyor.

Rapora göre, Almanya’daki en zengin yüzde 10’luk kesim, ülkedeki toplam servetin yüzde 56’sına sahip. Bu, Almanya’yı, Avrupa’da eşitsizlik konusunda en önde gelen ülkelerden biri yapıyor. Özellikle miras ve bağışlar, servet farklılıklarının nesiller boyu devam etmesinde önemli bir rol oynuyor. Berlin Sosyal Araştırmalar Merkezinden (WZB) Philip Wotschak, raporda, özellikle orta yaşlıların bu nesiller arası servet transferlerinden faydalandığını belirtti.

DOĞU VE BATI ALMANYA FARKI

Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklar ise hâlâ büyük. Doğu Almanya’daki hane halklarının ortalama net serveti 150 bin 900 avro iken, Batı Almanya’da bu rakam 359 bin 800 avro. Son on yılda bu fark aynı şekilde devam etti.

Özellikle tek başına çocuk yetiştiren ebeveynli aileler, ilkokul mezunu veya mesleki eğitimi olmayan kişiler, Doğu Almanya’da yaşayanlar ve göçmen kökenli kişiler yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Almanya’da halklarının yüzde 16’sı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 20-29 yaş arasındaki gençlerde bu oran yaklaşık yüzde 22. Doğu Almanya’da 60-79 yaş arasındaki her dört kişiden biri yoksulluk riski altında.

SOSYAL KUTUPLAŞMA ARTIYOR

Sosyal Rapor, 1995 yılından beri Almanya’daki yaşam koşullarını inceliyor. Rapor, resmi istatistikleri ampirik sosyal araştırmaların bulgularıyla birleştiriyor. Federal İstatistik Dairesi, raporu WZB, Federal Nüfus Araştırma Enstitüsü ve Sosyo-Ekonomik Panel ile birlikte yayımlıyor.

Bu yapısal eşitsizlikler karşısında, raporu yayımlayan Siyasi Eğitim Federal Merkezinden Thomas Krüger, toplumda artan bir sosyal kutuplaşma uyarısı yapıyor. Almanya’da demokrasinin işleyişine yönelik memnuniyetin azalması da bu durumun bir stres altında olduğunu gösteriyor. Krüger, "Rakamlar endişe verici, son yıllarda belirgin bir olumsuz eğilim görülüyor" diyor.

Sosyal bilimciler, eşitsizlik ve gelir dağılımının yanı sıra iş gücü potansiyelleri, çocuk bakımı, göçmenlerin yaşam koşulları ve Alman halkının endişeleri gibi konularla da ilgileniyor. (Köln/EVRENSEL)

                                                                             ***

MESEM hortumcusu bakanla yan yana

İktidar tarafından çocuk sömürüsü merkezleri haline getirilen mesleki eğitim merkezi (MESEM) üzerinden adı yolsuzluğa karışan Tuğba Sarıcan Yıldız’ın Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin ile birlikte olduğu fotoğraf gündeme oturdu. MESEM üzerinden 1 milyon 958 bin TL yolsuzluk yaptığı iddia edilen Güçlü Kadın Derneği Başkanı Tuğba Sarıcan Yıldız'ın Bakan Tekin ile yan yana fotoğrafını gösteren CHP Kocaeli Milletvekili Harun Özgür Yıldızlı, Tekin’e “Yıldız’ı tanıyor musunuz?​” diye sordu.(https://www.evrensel.net/haber/534210)

                                                               ***

Geceleri kayıt dışı çalışmak zorunda kalan kadınlar -Hilal Tok-

İstanbul İkitelli'de ütü paketleme işi yapan Gamze'nin iki çocuğu var. Kendisi gececi, eşi ise gündüz vardiyasında çalışıyor. Çocuklarına bakabilmek için bu yola başvurmuşlar.

İstanbul İkitelli’de yaşayan Gamze’nin, biri 5, diğeri 10 yaşında iki çocuğu var. Günlük, sigortasız çalışan Gamze ütü paketleme işleri yapıyor. Günlük 800 lira ücret alıyor. Akşam 9’da işbaşı yapıyor, sabah 6.30’da eve geliyor. Eşi ise kendisi eve vardıktan 10 dakika sonra işe gidiyor. Çocuklarını bırakacak güvenli bir yer bulamadıkları için böyle bir yola başvurmuşlar. Çocuklara, gündüz Gamze, akşam ise eşi bakıyor. Gamze sabah işten eve geldikten sonra çocukları okula hazırlıyor, onları okula bıraktıktan sonra uyuyor, sonrasında çocukları okuldan alıyor. Parça parça günde 4-5 saat ancak uyuyabiliyor. “Bakıcı aldığım paranın iki katını istiyor. Belediyenin kreşlerine başvurdum ama sigortasız çalıştığım için kura çıkmadı. Sigortalı bir işe girsem kreş onaylanana kadar çocukları bırakacak yer bulamam. Bu yüzden kayıt dışı çalışmak zorunda kalıyorum. Çocuğu özel kreşe verme imkanım da yok. Çünkü aldığım ücretle karşılayamıyorum” diyor.

Sobalı, 1 artı 1 evlerinin kirası 8 bin lira. Borçlar, faturalar, çocukların ihtiyaçları derken çocukları kreşe verebilecek bir ücret kalmıyor ellerinde. Bu sebeple koştur koştur, gecesi gündüzüne karışmış bir yaşamın pençesinde çabaladığını aktarıyor: “Bazen bakkala, markete gittiğimde çocukları tek bırakmak zorunda kalıyorum. O zaman bile çok endişeleniyorum. Bir şey olur diye üst katlı bir evde oturmuyorum. Bir şey olursa hemen çıkabilsinler diye. Güvenemediğim için komşularıma ya da başkalarına da emanet edemiyorum çocukları. Ben kadınların hepsinin güçlü olduğunu, imkanımız olsa dünyayı değiştirebileceğimize inanıyorum. Ama önümüzde hep bir engel var. Ben isterdim ki, ben gündüz işteyken çocuğumu güvenle bırakacağım ücretsiz bir kreş olsun, işten yarım saat erken çıkabileyim de koştur koştur gidip okuldan almayayım. Çünkü şimdi işten çıkınca koştur koştur çocuklara gidiyorum, okula yetiştirmeye çalışıyorum. Hayatımız hep bir koşuşturma içinde. Ben çok güzel bir evde oturmuyorum. Doğal gazım yok. İmkanımız el vermiyor. Ev sahibi buraya 10 bin lira istiyor. Mülk Allah’ındır diyorlar, iki ay kirayı verme seni kapı dışarı ediyorlar” diye tepki gösteriyor.

İş yerinde çoğu kadının aynı sorunu yaşadığını dile getiriyor. İzmir Selçuk’ta yaşanan yangın sonrası 5 çocuğunu kaybeden anneyi molalarda konuştuklarını söyleyerek, “O anneyi düşündük. O anne, o baba nefes alamaz artık… Ben bakkala gidince bile bırakmak istemiyorum artık düşününce” diyerek endişesini paylaşıyor. İş yerindeki, yeni doğan bebeğini bırakıp fabrikaya gelen bir kadının hayatını şöyle özetliyor: “Bizim arkadaşlarımızın hepsi aynı sorunu yaşıyor. Bir arkadaşımızın bebeği 6 aylık. Göğüsleri taş gibi oluyor, emziremediği için. ‘Çalışmak zorundayım’ diyor. O çocuğun anne sütüne ihtiyacı var, sağıp bırakıyor ama el kadar bebeğe ne kadar yetebilir... Onca saat.”
                                                           /././
Kadın işçilerin çocuklarına kim bakıyor?-Emine Uyar-

Kreşe gönderemeyen işçiler çocuklarını akrabalarına bırakıyorlar. Ya da vardiyalı çalışan eşler nöbet günlerini, çalışma saatlerini bir kişinin evde çocukla kalacağı şekilde ayarlıyor.

Ülkemizde kadınlar çalışabilmek için öncelikle çocuk bakımı sorununu çözmekle yüz yüze kalıyor. Çocuklarını bırakacak yeri olmadığı için çalışamayan ya da çalışırken işten ayrılan pek çok kadın mevcut.

Bu sorundan dolayı çocukları evde birbirine emanet edip üzerlerine kapıyı kilitleyip çalışmaya gitmek zorunda kalan kadın ve en son Selçuk’ta acı biçimde yaşadığımız gibi çıkan yangınlarda ölen çocuk sayısı az değil.

Özel kreş ücretleri asgari ücret düzeyinde iken devlet ve belediye kreşleri ise yetersiz.

HASTANEDE BÜYÜYEN ÇOCUKLAR

Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesinden bir sağlık işçisi kadın anlatıyor: “Hastanede bir kadın arkadaşımız oğlunun hapse girmesi, gelininin de bırakıp gitmesi ile 2-3 yaşlarındaki kız torununu bir süre servise götürüp getiriyordu. Şimdi hastane içindeki Okul Öncesi Eğitim Merkezine kabul edilmiş. Uyku merkezinde çalışan bir arkadaşım da çocuk doğduğundan beri yanında getiriyor, çocuk şimdi 2 yaşında.”

Pandemide kreşin kapalı olduğu dönemde aynı hastanede çalışan başka bir arkadaşının gelip çocuğuna baktığını anlatan kadın işçi, “Ara tatillerde, 15 tatilde hastane çocuk kaynıyor. Ben de getirmek zorunda kaldım. Çocuğun yanında, ‘İş yerine çocuk getirmek yasak’ denilerek mobbinge de uğradım” diye anlatıyor. 

2 bin 500 dolayında kişinin çalıştığı DEÜ Hastanesi içinde 150 öğrencilik, yarı özel yarı kamuya ait şekilde hizmet veren MEB’e bağlı bir okul öncesi eğitim merkezi bulunuyor. Buraya 3-4 ve 5 yaşlarındaki çocuklar kabul ediliyor. Fiyatı ise 8 bin 500 lira, yani asgari ücretin yarısı. İşçi kadınların buradan faydalanabilmesi için de çocuklarını 3 yaşına kadar büyütmeleri gerekiyor.

HASTANE KREŞİNİ ÖZELLEŞTİRDİLER

Ege Üniversitesi Hastanesinde ise geçtiğimiz yaz zarar ettiği gerekçesi ile kapatılacağı açıklanan ve hastanede örgütlü sendikaların kapanmaması için mücadele ettiği kreş özelleşti. Kurum çalışanlarına indirimli ücreti ise 15 bin lira dolayında. Bu ücreti karşılayamayacak olan işçiler çocuklarını almak zorunda kaldı.

Bu kreşle ilgili başka bir sorun da kliniklere uzak olması, kendi aracı olmayanların çocukla birlikte gidip gelmesinin zor olduğunu ifade ediyor işçiler.

Kreşe gönderemeyen işçiler çocuklarını akrabalarına bırakıyorlar. Ya da vardiyalı çalışan eşler nöbet günlerini, çalışma saatlerini bir kişinin evde çocukla kalacağı şekilde ayarlıyor. Bu durumda evde olan kişi hiç dinlenemeden tekrar işe geliyor.

Dört beş yıldır çocuğun 36 aylık yani 3 yaşında olması şartının getirildiğini anlatan kadın işçi doğum izni ve ücretsiz iznin çok az olduğunu dile getirerek, “Ekonomik durumdan dolayı işe dönmek zorundayız. 36 ay bakıcı ile idare ettik. Güven problemi de had safhada. Sağlık çalışanı kadınlar olarak talebimiz 24 saat açık kreş” diyor.

ÇOCUK BAKIM YÜKÜ KADINLARIN ÜZERİNDE

Bayraklı Belediyesinde çalışan kadınlar “Anneanne-babaanneye bırakıyoruz. Kreşler 12 bin lira” derken, metal fabrikasında çalışan bir kadın işçi de “Çocuklara nineleri bakıyor. Anneanne ve babaanne olmadığı durumda mecbur bakıcı tutuluyor. Hatta çocuk için yıllarca ters vardiyalarda çalışıp eşiyle bir hafta boyunca görüşemeyen insanlar var” diyor.

Her iş yerinde bir kreş olması gerektiğini, bu konuda 150 ve daha fazla sayıda kadının çalıştığı iş yerinde kreş zorunluluğuna ilişkin yasa maddesi olduğunu ama yetersiz olduğunu ifade eden işçi, “10 yıl öncesine kadar bizim iş yeri kreş yardımı yapmıştı kadın çalışanlar için. Tüm ücreti karşılamıştı ama sonra maliyet gerekçesi ile bıraktı” diyor.

Kadınların çalışırken çocuklarını bırakabilecekleri nitelikli kreş ihtiyacı yakıcı olarak ortada duruyor.

                                                      /././

Trump "İklim krizi yok" diyen petrol CEO'su Chris Wright'ı Enerji Bakanı seçti

Donald Trump, aksi yöndeki bilimsel verilere rağmen iklim krizi diye bir şey olmadığını savunan fosil yakıt destekçisi Liberty Energy CEO'su Chris Wright'ı Enerji Bakanlığına aday gösterdi.(https://www.evrensel.net/haber/534243)

                                                                  ***
Emek yanlısı referandumlar ve Trump’ın soytarıları-Aras Coşkuntuncel-

Demokratlar Trump’ın karşısına emek yanlısı, ilerici, soykırım karşıtı bir aday ve kampanya ile çıksalardı kazanabilirler miydi? Genel seçimler aynı zamanda her eyalette bir dizi yasal düzenlemenin ve tasarının oya sunulduğu dönemler. Bakalım neler olmuş. Alaska ve Missouri’de seçmenler asgari ücretin saatte 15 dolara çıkarılmasını onayladı. Alaska, Missouri ve Nebraska’da işçilerin ücretli hastalık izin hakları genişletildi. Oregon’da seçmenler marihuana işçilerinin sendikalaşma hakkını koruyan tedbirleri onayladı. Arizona seçmenleri, bahşiş temelli çalışan hizmet sektörü işçileri için asgari ücreti düşüren öneriyi reddetti. Massachusetts, Uber ve Lyft gibi şirketlerde çalışan işçilerin toplu pazarlık ve iş sözleşmesi için örgütlenme hakkını onayladı. New Orleans seçmenleri İşçi Hakları Bildirgesini onayladı. Alaska seçmenleri çalışma saatlerinde işverenin katılımı zorunlu tuttuğu sendika karşıtı toplantıları yasakladı. Colorado’da belediye işçileri toplu iş sözleşmesi hakkı kazandı. Seçmenler Colorado, Kentucky ve Nebraska’da devlet okullarından özel okullara fon aktarımı uygulamasını kaldırdı. Arizona, Colorado, Maryland, Missouri, Montana, Nevada ve New York’taki seçmenler anayasal kürtaj hakkı tanıyan tedbirleri onayladı. Demek ki emek yanlısı, ilerici politikalar eyalet, şehir fark etmeksizin kazanabiliyor.

Ancak iki parti arasında kim daha Trumpçı yarışı olunca tabii sonuçta Trump kazandı. Toplam oy sayılarını 2020 ile karşılaştırınca da ortaya çıkan tablo Trump’ın oy sayısını arttırmadığı ama 9 milyon Demokrat Partilinin bu kez sandığa gitmediği. Özellikle de daha önce Biden’a oy vermiş genç seçmenler bu kez Harris’e oy vermedi. Ana akım medya söylemekten çekinse de Biden ve Harris’in soykırım politikalarının bunda payı büyük. Diğer sebep de son dört yılda daha da zorlaşan geçim sıkıntısı ve eriyen ücretler. Ayrıca her ne kadar örneğin Yeşiller beklenenden az oy aldıysa da, üçüncü parti ve adaylara ilgi önceki seçimlere göre katlanarak arttı. Savaş karşıtı Yeşil Parti oylarını neredeyse iki kat arttırdı ve Müslüman seçmenden büyük destek gördü. Diğer aday ve partilerin toplam oy sayısı da katlandı. Oy derdi olmayan ve seçimleri kitlelerle buluşmanın bir aracı olarak gören Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi de 64 şehirde başarılı bir kampanya geçirdiğini açıkladı.

DEMOKRASİ DEĞİL PLÜTOKRASİ

Ancak Demokrat Parti tabii ki buradan ders çıkarmayacak, çünkü tıpkı Cumhuriyetçiler gibi onlar da milyarderler tarafından, milyarderler için, milyarderlerin iktidarının partisi. Milyarderler demişken Trump’ın kabinesindeki bazı isimlere kısaca değinmek lazım; kabine zengin, siyonist, ırkçı, emek düşmanı ve palyaço dolu.

Trump Devlet Verimlilik Bakanlığı diye bir şey icat etti. Başına da binlerce kamu emekçisini kovsunlar diye iki milyarder getirdi. Biri şu anda dünyanın en zengin insanı, Aparthayd Güney Afrika’sı kökenli, Marx’ı “Kapital” isminde kitap yazdı diye kapitalist sanan, aileden zengin ve ırkçı Elon Musk. Diğeri de işçi düşmanı, “Alzaymıra çare buldum” diye salladığı yalanlarla ünlü, ilaç sektörü milyarderi, ırkçı ve siyonist Vivek Ramaswamy. Bu ikisi dışında Trump’ın iktidar değişikliği geçiş sürecini yürütecek isimler de milyarder.

Dışişleri Bakanlığına daha birkaç yıl önce Trump’ın “zenginlerin oyuncağı küçük Rubio” diye alay ettiği, Küba, Venezuela, İran, Rusya düşmanı, siyonist ve zimmete para geçirmek davalarıyla ünlü Florida Senatörü Marco Rubio getirildi. Rubio Ukrayna’da savaşın bitmesini savunuyor ama bu atama aynı zamanda İsrail’e açık çeklerin devamı, Küba, Venezuela hatta Meksika’da rejim ve hükümet değişikliği çabaları demek.

Trump Savunma Bakanlığına daha eski bir asker olan FOX TV sunucusu Pete Hegseth’i atadı. Bir televizyon sunucusu olmasının yanında Hegseth, hakkındaki tecavüz soruşturması ve vücudundaki kocaman Kudüs haçı dövmesiyle biliniyor. Haçlı seferlerinin sembolü bu işaret bugünlerde ırkçılar ve İslam karşıtları arasında yaygın. Üyesi olduğu kilise Hristiyan yeniden yapılanmacılığı olarak adlandırılan bağnaz; kadın ve LGBTQ düşmanı bir harekete mensup.

Adalet Bakanlığına da 2021 yılından beri hakkında cinsel istismar, yasa dışı uyuşturucu kullanımı, rüşvet ve yargıyı engelleme iddialarıyla soruşturmalar bulunan Eski Temsilciler Meclisi Üyesi Matt Gaetz atandı. Bu suçlama ve soruşturmalar yüzünden Temsilciler Meclisi üyeliğinden istifa eden Gaetz şimdi kendisine karşı bu soruşturmaların bir kısmını yürüten kurumun başına geçiyor.

CENTRAL PARK’A YAVRU AYI ÖLÜSÜ ATAN BAKAN

Trump Sağlık Bakanlığına da bu seçimlere bağımsız başkan adayı olarak giren ancak daha sonra Trump lehine yarıştan çekilen Eski ABD başkanı John F. Kennedy’nin yeğeni Robert Francis Kennedy’i atadı. Kennedy aşı karşıtlığı ve toplum sağlığı ile ilgili bir dizi komplo teorisini dillendirmesiyle biliniyor. Önce Biden’a karşı Demokrat Parti ön seçimlerinde aday olarak seçim sahnesine çıkan Kennedy, ardından bağımsız başkan adayı olarak kampanya yürüttü ve ağustos ayında da bakanlık sözü aldığı Trump lehine yarıştan çekildi.

Şahin yetiştiriciliği ve şahin ile avlanma tutkusu ile de bilinen Kennedy aynı zamanda garip skandallarıyla da ünlü. Örneğin geçtiğimiz aylarda öğrendik ki 10 yıl önce New York’un ortasındaki Central Park’ta bulunan ölü bir ayı yavrusunu oraya Kennedy bırakmış. Şahinle avlanmaya gittiği bir gün önündeki aracın çarpıp öldürdüğü ayı yavrusunu Kennedy derisini yüzüp etini de yemek için aracına almış ancak daha sonra New York’ta bir davete gecikmemek için bu plandan vazgeçip ölü ayı yavrusunu Central Park’ın içinde bir yere atmış.[1]

Seçimlerin en emek karşıtı ve gerici referandumu ise her seçim Demokratların büyük farkla kazandığı California eyaletinde seçmenlerin mahkum köleliği sistemini kaldırmayı öngören tasarıyı reddetmesi oldu. ABD’de kölelik yasal olarak tamamen ortadan kaldırılmadı. Köleciliği kaldıran 1865 tarihli Anayasa’nın 13. ek maddesi mahkumlar için kölelik ya da zorla çalıştırma cezası verilebilir istisnası getiriyor. California’da köleliği ortadan kaldıracak olan tasarının reddedilmesi ve ABD’nin köleciliğini, eğer Trump’ın kabinesi skandallarına erkenden başlamazsa, gelecek hafta devam edeceğim.

[1] https://www.npr.org/2024/08/05/nx-s1-5063939/rfk-jr-central-park-bear-bicycle

                                                            /././

Profesör Saibaba ardından -Serdar M.Değirmencioğlu-

Hindistan uzun süredir Başbakan Modi ve partisi BJP yönetiminde. Modi ve BJP tarafından yürütülen kin ve nefret siyasetini kavramak Türkiye’den bakıldığında hiç zor değil. Bu göz boyama siyasetinin üniversiteleri ve özellikle de akademik özgürlüğü hedef alması da hiç şaşırtıcı değil. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Hı̇ndı̇stan’da da gerçekleri gözler önüne serenler hedef alınıyor.

Hedef alınan akademisyenlerden biri olan Gokarakonda Naga Saibaba geçtiğimiz ay basit bir ameliyat sonrasında ortaya çıkan komplikasyonlar nedeniyle öldü. Profesör Saibaba henüz 57 yaşındaydı. Sözünü hiç sakınmayan bir komünist olduğu için hedef alınan Saibaba yıllarca cezaevlerinde tutulmuş ve salıverildiğinde sağlığı çoktan bozulmuştu. Ölümünün hemen ardından birçok kişi ve kuruluş Saibaba’nın ölümünün bir devlet cinayeti olarak görülmesi gerektiğini açıkladılar.

Saibaba’nın ölümü ardından açıklama yapan kuruluşların başında, akademisyenlerin, gazetecilerin, sanatçıların ve aktivistlerin tutuklanmalarına tepki olarak kurulan Hı̇ndı̇stan’da Akademı̇k Özgürlük için Uluslararası Dayanışma (InSAF India) geliyordu. Bu açıklamayı siz Evrensel okurları için biraz kısaltarak Türkçeye çevirdim.

***

İngilizce Profesörü, Şair ve yoldaş G.N. Saibaba artık aramızda değil. Profesör Saibaba on yıl süren haksız ve acımasız bir tutukluluğun ardından beraat etti. Ancak serbest bırakılmasının üzerinden yedi ay geçmeden öldü. Profesör Saibaba 2017’de alelacele yapılan bir duruşmada mahkum edilmişti. Duruşmada dinlenen yirmi üç tanıktan yirmi ikisi polisti. Polis olmayan tek tanık, bu dava hakkında hiçbir şey bilmeyen ancak polis tarafından ifade vermeye zorlanan bir kişiydi. Devletin Saibaba’ya kestiği “müebbet hapis cezası” fiilen ölüm cezası olacaktı.

Profesör Saibaba’nın sağlığı cezaevinde kötüleşti. İki kez kovide yakalandı. Her iki kolu da işlevini yitirmeye başladı. Ardından kalp damar sorunları ortaya çıktı ve dayanılmaz acılar çekti. Cezaevi yetkilileri tuvaletine bir kapalı devre kamerası yerleştirdiğinde ve istediği plastik su şişesini vermeyi reddettiğinde açlık grevine başladı ve bu mücadeleyi kazandı.

Profesör Saibaba çocuk felci geçirmiş, ancak bunun dışında capcanlı ve sağlıklı bir insandı. Onu hapse attılar ve yıllar sonra bakıma gereksinimi olan ve kavuşacağı “özgürlüğün” bir yılını bile yaşayamayacak biri olarak “serbest bıraktılar”.

Profesör Saibaba, “Neden benim mücadelemden bu kadar korkuyorlar?” diye sorardı. Devletin, insanları susturmak istediğini ve korku salmak için kendisini örnek olarak gösterdiğini biliyordu. Başbakan Manmohan Singh Hükümeti tarafından Orta Hindistan’daki yerli halkın mineral zengini topraklarını çalıp şirketlerin eline vermek için başlatılan maden çıkarma kampanyasına ve bu kampanyanın “Yeşil Av Operasyonu” olarak adlandırılan askeri ayağına karşı çıktığı için 2014 yılında tutuklandı. Karşı çıktığı devletin kendi halkına açtığı savaştı. Adivasi köylerinin havadan bombalanmasını da içeren bu savaş, Saibaba’nın hapiste olduğu on yıl boyunca devam etti.

Profesör Saibaba, kendisinin ve fikirlerinin parmaklıklar ardında ölmesini umut eden bir devlet tarafından hapse atıldı. 2022 yılında Saibaba’nın ilk beraat kararını durduran yüksek mahkeme heyetinin iki yargıcından biri olan M.R. Shah şöyle demişti: “Fikirleri üreten beyin en tehlikeli şeydir. Teröristler ya da Maocular için fikirleri üreten beyin her şeydir. Bu beynin cezalandırılması için olaylara doğrudan karışmış olması gerekmez.” Bunu unutmamalıyız.

Bugün Saibaba ve yitirdiğimiz diğer insanlar için yas tutuyoruz. Onların yaşamlarını onurlandırmak için adalete olan bağlılıklarına sahip çıkmalıyız. Devletin gerçekleri dile getirenleri susturmak için kullandığı korku stratejisini yenmeliyiz. Akademik özgürlük, adil ve eşitlikçi bir toplum için gereklidir. Akademik özgürlük ancak mücadele verilerek tohumlanır, beslenir ve sürdürülebilir.

Bugün bir halk şairini ve bir halk aydınını kaybettik, ancak onun sözlerini, öğretilerini ve eylemlerini geleceğe -çocukların ninnilerinde söylenmeye değer bir geleceğe- taşıyacağız.

Seni selamlıyoruz, yoldaş!                 /././

(Evrensel)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder