17 Kasım 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXXII) -17 Kasım 2024-

 Doğan Görsev aramızdan ayrılışının 9. yılında anılacak

Dokuz yıl önce kaybettiğimiz komünist yayıncı ve çevirmen Doğan Görsev, yarın gençler için düzenlenen bir okur etkinliğiyle anılacak.

18 Kasım 2015’de yaşamını yitiren TKP’li aydın, yayıncı ve çevirmen Gün Doğan Görsev, ölümünün dokuzuncu yılında İstanbul'da anılacak.

Doğan Görsev başta Komünist Manifesto olmak üzere Türkçe'ye kazandırdığı birçok Marksist eser, kuruluşuna imza attığı Konuk Yayınları gibi çok sayıda yayınevi ve Türkiye okuruna ulaştırdığı sayısız kitapla ülkemizin düşün tarihine iz bırakmış bir aydındı.

1951’den beri TKP’li bir komünist olan Görsev, Onur Kurulu üyesi olduğu Barış Derneği’ne açılan davada, aynı zamanda TKP davasında da sanık olduğu için idam istemiyle yargılanan tek kişiydi. Sürgünde de ülkesine dönünce de partili mücadeleyi bırakmadı.

TKP İstanbul İl Örgütü yaşamının en büyük amacı gençleri doğrularla buluşturmak olan Doğan Görsev’i bu yıl da eğitsel bir etkinlikle anıyor.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın katılımıyla, Yazılama Yayınevi’nden çıkan “Devrimin Gölgesinde” kitabıyla ilgili bir genç okur buluşması düzenlenecek. Etkinlik 17 Kasım Pazar günü saat 15:00’de Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde düzenlenecek.

Doğan Görsev kimdir?

18 Kasım 2015 tarihinde yitirdiğimiz Doğan Görsev 1931 doğumluydu. Askeri lise öğrencisiyken tanıştığı Türkiye Komünist Partisi’ne 1951 tevkifatının çok kısa bir süre öncesinde katıldı. Tutuklanmadı ama TKP’yle ilişkisi uzun dönem için kesildi.

1953 yılından itibaren sivil hayata geçti ve bir yandan üniversite okurken bir yandan çalışmaya ve hep asıl işi olarak gördüğü çevirilere başladı.

İlk çevirisi, 1965 yılında yayınlanan Henri Lefevbre’in “Sosyalist Dünya Görüşü” oldu.

1967 Yılında Pencere Yayınları ile yayıncılığa başladı. 12 Mart sonrasında Konuk Yayınları ile devam etti.

Türkiye İşçi Partisi’ni destekleyen aydınların arasında bulundu. TKP ile tekrar ilişkiye geçmesi 70’lerin başında oldu ve yayıncılık faaliyetlerinde rol aldı. Bir yandan da İBB’de Basın Yayın Müdürü olarak çalıştı. Barış Derneği’nin Onur Kurulu üyesiydi.

12 Eylül’de tutuklandığında hem TKP hem de Barış Derneği davasında dahil olduğundan idam istemiyle yargılandı. Dört yıla yakın bir süre çeşitli cezaevlerinde yattı. Her gittiği cezaevine anmalar, eğitimler ve çeviri çalışmaları taşıdı. Birlikte yattığı insanlara hem bilgi aktardı hem de gerektiğinde cesaret verdi.

Cezaevi sonrasında parti kararıyla ve görevle yurtdışına çıktı. Yaklaşık yirmi yıl ağırlıklı olarak Almanya’da yaşadı. Yurtdışında da parti faaliyetlerinde rol aldı. Başta Komünist Manifesto olmak üzere Marksist klasiklerin Türkçeye kazanılmasıyla uğraştı. Bu arada TBKP’nin kuruluş sürecine katıldı. Barış hareketi ve Nâzım Hikmet ile ilgili çeşitli etkinlikleri düzenledi ve katılımcısı oldu.

Yurda döndüğünde, yeniden kurulan partisiyle buluştu ve bir yandan eski çevirilerinin tekrar yayınlanmasıyla bir yandan da yeni çevirilerin Türkçeye katılmasına emek verdi.

                                         https://youtu.be/sHZBbznPxyQ

Doğan Görsev’in yazdığı veya çevirdiği kitapların bazıları şunlardır:

- Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni Üzerine, Barış Derneği Kitaplığı

- 12 Eylül Anıları, Yazılama Yayınevi

- Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, Yazılama Yayınevi

- Marksist Leninist Felsefe, Aleksandr Şeptulin, Yazılama Yayınevi

- Marksizm, Sosyalist Dünya Görüşü, Henri Lefebvre, Yordam Kitap 

                                                        ***

Eskişehir siyanürlü madene karşı yürüdü: 'Doğanın talanına boyun eğme!'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Koza ve Cengiz'in halk sağlığını tehdit eden maden projelerine tepki büyüyor. Projeleri ve olası sonuçlarını Eskişehir-Bilecik Tabip Odası’ndan Dr. Akif Aladağ ile konuştuk.

Koza Altın İşletmeleri’nin Eskişehir’in Sarıcakaya ilçesine yapmayı planladığı altın ve gümüş madeni projesine, bölgede yaşayan yurttaşların ve çevre örgütlerinin itirazı sürüyor. 

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü projeye alelacele “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verdi. Projenin hayata geçmesi durumunda bölgenin zengin doğası kâr hırsına kurban gidecek.

Eskişehirli yurttaşlar dün, Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu öncülüğünde hem Koza Altın’ın Sarıcakaya’daki hem de Cengiz Holding’in Alpagut-Atalan’daki maden projesine karşı Köprübaşı’nda bir araya gelerek Yediler Parkı’na yürüdü. 

Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu adına Mert Yedek tarafından okunan basın açıklamasında “Sadece şehrimizin değil ülkemizin gözbebeği olan bu bölge, büyük bir maden havzasına dönüştürülmek isteniyor” denildi.

Eskişehir Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün projeye hızla “ÇED gerekli değildir” kararı verdiğinin söylendiği açıklamada, yıllardır Sivrihisar Kaymaz yakınında siyanürlü altın madeni işleten Koza Madencilik Şirketi’nin söz konusu bölgede kapasite artırımı talebine mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verdiği ancak Koza Madencilik Şirketi’nin daha fazla kâr elde etmek için hukukun arkasından dolanarak maden çıkarma faaliyetini Kaymaz’dan Sarıcakaya’ya kaydırdığı ve Bilal Habeşi mahallesinde yeni maden sahası açmak için girişimde bulunduğunun ortaya çıktığı kaydedildi.

Reklamla gerçek birbirini tutmuyor: Bölgede tarım ve hayvancılık yapılıyor

Maden projesini ve projenin olası sonuçlarını, basın açıklamasının hemen ardından Eskişehir-Bilecik Tabip Odası’ndan Dr. Akif Aladağ ile konuştuk. 

Alanın 1600 hektar olarak göründüğünü ancak “ÇED gerekli değildir” denilen kısmın 22 hektar olduğunu söyleyen Aladağ, mevzuata göre 25 hektarın altındaki alanlar için ÇED gerekli değildir kararı alınabildiğini söyledi. 

Koza Altın’ın 424 sayfalık proje tanıtım dosyasında bölgede tarım alanı olmadığını, hayvancılık yapılmadığını iddia ettiğini belirten Aladağ bunun gerçekleri yansıtmadığını söyledi. Alanın tam anlamıyla tarım havzası olduğunu söyleyen Aladağ, bölgenin mikroklima iklimi nedeniyle yılın 12 ayı üretim yapılabildiğini ifade etti. Bölgede hayvancılık, arıcılık, ipekböcekçiliği ve zeytincilik yapıldığını belirten Aladağ olası bir maden projesinde bu etkenlerin de göz önünde bulundurulması gerektiğini söyledi. 

                                                         Dr. Akif Aladağ

Sözlerine altın madenciliğinin evrelerini anlatarak devam eden Aladağ, şunları söyledi: 

“Biliyorsunuz altın madenciliği birkaç evre içeriyor. Önce ağaçları kesiyorlar, sonra üstteki toprağı sıyırıyorlar, sonra patlatmalarla madenin olduğu kata giriyorlar, sonra bir çukur açıyorlar ve pasa çıkartıyorlar.” 

Bu projede günlük 300 tona yakın bir tüvenan cevherin, yani maden ocaklarından çıkarılan ve işlenmemiş yeni çıkarılan cevherlerin Kaymaz’a götürüleceği, yani yaklaşık 130 kilometre uzağa taşınacağını ifade eden Aladağ bu durumda çok ciddi bir tozuma olacağını, bu tozumanın çevre köyleri etkileyeceğini söyledi. 

Maden projesi halk sağlığını tehdit ediyor

Projedeki en büyük sorunlardan birinin çıkan pasanın ve cevherin yeraltında sessiz duran ağır metallerin yeryüzüne çıkarak doğaya karışacak olması olduğunu kaydeden Aladağ, bunun çevreye ve insanlara zarar vereceğini ve bu problemin raporda olmadığını ifade etti. 

Açığa çıkan ağır metallerin ölü ve sakat doğumlardan solunum yolu hastalıklarına kadar pek çok sağlık sorununa neden olabileceğini ifade eden Aladağ, bunun yanı sıra tarımsal ürünlere bulaşan ağır metaller sonucu çiftçinin elindeki malı da bir süre sonra satamayacağını belirtti. 

“Biliyorsunuz birçok ürünümüz yurtdışından; Avrupa’dan, Rusya’dan geri dönüyor. Neden? Aflatoksin, ağır metal, insektisit, zehirli ilaçlar içeriyor. Bir süre sonra bu bölgede yaşayan insanlar da ürünlerini satamaz olacak.”

Basın açıklamasında, TEMA’nın Eskişehir’in toplam yüzölçümünün yüzde 71’inin 4. grup madencilik için ruhsatlandırıldığı bilgisi paylaşıldı. 

‘Maden tahrip olmuş insanlar bırakacak’

Devletin, kâr-zarar hesabı yapması durumunda da bu işin zarara yol açtığını söyleyen Aladağ, bu sözlerini şöyle temellendirdi: 

“Kâr-zarar hesabı yapıyorsa eğer devlet bu işte, şunu düşünmeli: Ben bu doğaya dokunmazsam, sosyal ve ekonomik olarak acaba bu insanlar ülkenin ekonomisine daha mı çok katkı sağlar? Oradaki tarım ürünleri, hayvancılıkla belki daha fazla kazanç sağlıyorlar. Hem istihdam sağlıyorlar hem insanların sağlıklı yaşaması için daha güzel bir ortam yaratıyorlar. Proje gerçekleşirse hem bedenen hem psikolojik olarak tahrip olmuş insanlar bırakacaklar. Orada yaşayan insanlar bir müddet sonra orayı terk edecek, bu ciddi bir sosyal probleme yol açıyor. İnsanlar kendi topraklarından ayrılarak başka bir yerde yaşam kurmaya çalışıyor. Bu ciddi bir travmaya yol açıyor.” 

Şirketin iddiasının bölgeyi “rehabilite” etmek olduğunu ifade eden Aladağ, bunun gerçeklemeyeceğini diğer maden projelerinden bildiklerini söyledi: 

“Madeni çıkardıktan sonra niçin kârlarını azaltsınlar? Orası ormanı yok edilmiş, sürekli asit drenajı yaratan bir pasa yığını olarak kalacak.” 

‘Maden çıkarılsın ama çevreye saygılı yapılmadıktan sonra zarar getirecektir’ 

Devletin bütün etkenleri hesaba katması gerektiğini ancak bu işin tamamen rant için yapıldığını, diğer hiçbir etkenin ranttan daha önemli görülmediğini söyleyen Aladağ, “vahşi madenciliğin” altında yatan sebebin rant hırsı olduğunu belirtti. 
Aladağ, madenciliğin kamu eliyle yürütülmesi gerektiğini, kamu kurumlarının gerekli hesapları yaparak bu işe girmesi gerektiğini söyledi. 

Aladağ, sözlerine şöyle devam etti: 

“Elbette maden çıkarılsın, çıkarılmasın değil ama sen bunu doğaya, çevreye saygılı yapmadıktan sonra bu ülke ekonomisine kâr değil zarar olarak dönecektir.” 

Koza Altın kimin, AKP’yle ilişkisi ne? 

Türkiye’nin en büyük altın işleme firmalarından Koza Altın İşletmeleri, firari Fethullahçı Akın İpek’in sahibi olduğu İpek Holding’e bağlı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kayyım atanan yirmi iki şirketinden biri.

Koza Holding’e bağlı on iki şirket Hazine’den AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildi.

TVF ve ona bağlı şirketler, pek çok kanundan bağımsız çalışabiliyor. Devlet Memurları Kanunu, Sayıştay Kanunu da dahil olmak üzere çok sayıdaki kanundaki hükümler, TVF ve Varlık Şirketleri ile Varlık Şirketleri tarafından kurulacak diğer şirketler üzerinde uygulanamıyor. Ayrıca fonun mal varlığı rehin edilemiyor, başka bir amaçla tasarruf edilemiyor, ihtiyati tedbir konulamıyor, iflas masasına dahil edilmiyor, gelir ve kurumlar vergisinden de muaf tutuluyor.

Gümüşhane’de Mastra, İzmir’de Ovacık ve Çukuralan gibi işletmelerde siyanürle altını araması yapan şirket, 31 Aralık 2023 tarihi itibariyle Türkiye genelinde 256 maden ruhsatını elinde bulunduruyor.

                                                         /././

Ulusların kaderi -Berkay Kemal Önoğlu-

"Aklımızı yitirmediysek ya da dönek değilsek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını emperyalizm olgusunu görmezden gelerek yorumlayamayız."

Ne dediklerini bilmiyorlar ya da söylediklerinin nereye varacağını. Lenin herhangi bir bağlamda emperyalist güçlerle aynı cephede yer alamaz. Kazara oldu ya, kader ağlarını ördü ve siyasi denklem bu ikisini aynı safta yan yana getirdi. 

Aklınızı mı yitirdiniz? Getiremez! O mızrak o çuvala sığmaz.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihin gördüğü en büyük siyasi birlik projesinin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin doğuşuna giden süreçte ortaya konmuş, dönemin nesnelliğini işçi sınıfı lehine okuyan ve müdahale eden olağanüstü önemde bir taktik adım. Ve bu ne güzel bir çeviridir öyle, kendi kaderini tayin etmek… Ama tarihsel bağlamından koparılarak, emperyalizm olgusu görmezden gelinerek ve bu anlamda Lenin’le Wilson eşitlenerek değerlendirilseydi ve kerameti kendinden menkul bir değişmez ilke sayılsaydı herhalde kaderden çok "kadersizlik" daha doğru bir kelime seçimi olurdu.

Neyse ki Lenin’in mirasına ihanet anlamı taşıyan bu tür bağlam-dışı okumaların sahipleri kendi siyasi pozisyonlarına Lenin’den meşruiyet devşirebilmenin hala çok gerisindeler. Örtmeye çabaladıkları gerçekler görmezden gelinemez, geçiştirilemez nitelikte oldukları için.

Sovyetler Birliği sonrası türeyen yenilgici/yeni solun geçmişe dair pişmanlıkları, “Nerede hata yaptım?”, sorusuna bulduğu yanıtlar onu iktidar mücadelesinden, sosyalizme inanmaktan geri bıraktı. İktidarı istemeyen, sınıf kavgası vermeyen ve siyasetin sınıfsal arka planına yabancılaşan bu sol kendisini tasfiyeye taşıyan bu sürecin sonunda beklendiği üzere, bir tür hak ve özgürlükler mücadelesine sıkıştı kaldı. Tarihsel mücadele içinde iktidar arayışına yontacağı ne varsa da bu ayakları havada “hak ve özgürlükler” mücadelesinin manivelası haline getirmekten çekinmedi. E çekinmez çünkü bu işlev aslında onun ana aktör olmayı bıraktığı yeni dünyasında bir biçimde varoluşunu sürdürebiliyor olmasının tek koşulu. Solun haklılığı ve meşruiyetinden başkalarının da faydalanabilmelerini, ellerini yıkayabilmelerini sağlamak, yani ibrikçilik. Fakat bu işlevi yerine getirebilmek de artık pek kolay değil. Buna çomak sokan ve hoşlarına gitmeyen her türlü çıkışın karşısına hiçbir özgünlük barındırmayan aynı ezbere cümlelerle, adeta histeri nöbetleri geçirircesine çıkmaya kalkmaları bundan. Varlıkları tehlikede...

Ekim Devriminin sosyalist iktidara taşınmasında siyasal dengeleri Bolşevikler lehine değiştiren en önemli iki başlıktan biri emperyalist savaşın sonlandırılması çağrısı ise diğeri “halklar hapishanesi” olarak nitelenen Çarlık Rusyasında yaşayan tüm uluslara ayrılma hakkının tanınması olmuştur. Bu iki başlıkta da Bolşevikler muazzam ölçüde siyasal güç devşirebilmişler ve bunları devrimin önünü açacak yönde değerlendirebilmişlerdir. Ayrılma hakkı mutlakiyetçi Rus İmparatorluğu'nun çatısı altında ezilen tüm ulusların sosyalist devrime kazanılmaları ve ortak bir kurtuluş fikri etrafında örgütlenmeleri yolunda çok büyük bir adımdır. Lenin’in ayrılma hakkını her ulustan proletaryanın aristokrasi ve burjuvaziye karşı ortak mücadelesini kuvvetlendirecek bir dinamik olarak görmesi de meselenin esasını oluşturmaktadır.

“Proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını, işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir” bundan daha açık olunabilir mi? 

Bolşevikler ulusal soruna dönük attıkları adımlarla özellikle Rusya’nın batısında yer alan ve kapitalist gelişmede kat ettikleri yolu uluslaşma sürecinde kat edememiş topluluklara önemli bir çağrıda bulunmuş oldular. Çağrı, buralardaki ulusal mücadelelerle işçi sınıfının iktidar mücadelesinde yolları birleştirmektir. Ulusların kendi kaderlerine, geleceklerine hükmedebilmelerinin koşullarını yerleştirmek de böyle mümkün olur. Lenin'in tam bu noktada, ayrılma hakkının dışında kalan ulusal kültürel özerklik gibi talepleri küçük burjuva milliyetçiliği olarak eleştirmesi de bu bağlam içinde anlamlı hale gelmektedir. Bolşevikler bir yandan yolları birleştirirken diğer yandan devrim stratejisinde bir yere oturmayacak ulusal mücadele biçimleriyle, eş zamanlı olarak, yolları ayırmıştır.

Burada bir parantez açalım. Bildiğiniz gibi Türkiye’de hiçbir konuda pozisyonlarını açıkça ifade etmedikleri için ancak TKP’nin geliştirdiği tutuma itiraz ettiklerinde haklarında fikir sahibi olduğumuz kesimler mevcut. Bunlar da görünen o ki Türkiye’deki ulusal soruna ilişkin ayrılma hakkı dışında bir takım demokratik talepler ileri sürüyorlar. Yani aksini hiçbir yerde duymadım da okumadım da. Bu durumda onlar da küçük burjuva milliyetçiliği mi yapmış oluyorlar? Lenin’i bağlam-dışı okuyup yorumlamak bu değerlendirmeyi de zorunlu kılmıyor mu? Geçelim…

Demek ki neymiş? Ayrılma hakkı ancak son derece geniş bir bağlam içinde yerli yerine oturuyormuş. Emperyalist savaşa karşı mücadelede, burjuvaziye karşı mücadelede, feodal yapıya karşı çağdaş, ileri olanı destekleme mücadelesinde… Ve değişmez bir ilke değil, sosyalizm hedefine sıkı sıkıya bağlı, güçlü, iddialı bir siyasal çıkış anlamı taşıyormuş.

Zaten Lenin’in, "self-determinasyon"un emperyalizm tarafından işlevlendirilebilecek bir olgu olduğunu, düşünmemiş olması muhtemel mi?

Öyle olsaydı, “bağımsız devletlerin doğuşunun bazen de emperyalizmin güçlenmesi anlamına geldiğini" yine O'nun kaleminden nasıl okuyabilirdik?

Olmaz. Tekrar söyleyelim, aklımızı yitirmediysek ya da dönek değilsek UKKTH’nı emperyalizm olgusunu görmezden gelerek yorumlayamayız. Devrim teorisi içinde anlamını bulan bir siyasal çıkışa mütemmim cüz muamelesi yapamayız. Emperyalizmin bir taraftan ulusal hakları gasp ettiğini, baskıladığını ama diğer taraftan kendi çıkarları doğrultusunda rahat yönlendirebileceği, zayıf yerel otoriteler yaratmayı da bir fırsat olarak gördüğünü ve bu sayede alanını genişlettiğini hesaba katmak zorundayız. Uluslararası tekellerin siyasal ajandalarında araç haline gelmemek için emperyalizmin güncel eğilimlerini, geniş açılı stratejilerini mutlaka doğru değerlendirmek gerekiyor.

Doğru değerlendirelim ki Lenin’i asla emperyalizmle aynı cephede anmayalım.

Tabii eğer bir kadersizlikten değil de ulusların kendi özgür geleceklerine hükmettikleri umutlu bir dünyadan söz edeceksek…

                                                          /././

Ölümünün ardından Frank Auerbach -Fide Lale Durak-

"Resimlerinin çamur biçimleri ve deforme yüzleri de kendi çağıyla sınırlı kalmadı, bugünü betimleyen imgeler olarak günümüze taşındı."

 *Kapak Fotoğrafı: Frank Auerbach, 2001 yılında Camden’daki stüdyosunda. (Fotoğraf: Eamonn McCabe)

Birçok sanatçı yetiştirmiş ve kendisi de önemli bir ressam olan ama buna rağmen adı çok bilinmeyen Frank Auerbach geçtiğimiz hafta öldü. 20. yüzyılın sanatsal dinamikleriyle üreten sanatçıların günümüzdeki belki de son temsilciydi ve ölümüyle, giderek kaybolan modernizmin izlerini anımsattı. Auerbach’ın uzun soluklu yaşamı resme adanmıştı ama o yaşam izole bir fanusta değil çocukluğu itibariyle hayatın çeşitli zorluklarıyla doluydu. Yine geçtiğimiz hafta, ülkemizde de acı ölümler oldu. Yaşları 1 ile 5 arasında değişen beş çocuğun yaşamı, mecliste iddia edildiği gibi yaşam tarzı seçimiyle değil yoksulluk nedeniyle sona erdi. Auerbach’ın ölümünün ardından sosyal medyada daha fazla dolanmaya başlayan resimleri, özellikle füzen karasıyla yaptığı portreleri, bu haftanın karanlığını da anlatan imgelere dönüştü.

Auerbach, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1931’de Berlin’de doğar. Nazi döneminde oluşan tehdit nedeniyle ailesi Auerbach’ı 8 yaşındayken İngiltere’ye yatılı okula gönderir. Auerbach durumun farkındadır, bu yüzden terk edilmiş hissetmez ama hiç tanımadığı insanlar arasında, bilmediği bir ülkede yabancıdır ve bir daha evine dönemeyecektir. Anne ve babası 1942 yılında Auschwitz toplama kampında öldürülür.

Auerbach’ın İngiltere’de gittiği Bunce Court adıyla bilinen New Herrlingen okulu aslında önce Almanya’da kurulmuş, 1933 yılında Nazilerin güç kazanmaya başlamasıyla İngiltere’ye taşınmış ve savaş mağduru olan, genellikle Yahudi çocukları kabul eden bir okula dönüşmüştür. Auerbach’a göre, çocuklar bu okulda sanatsal yöntemlerle kendilerini ifade etmeye teşvik edilmiyorlar ama bir topluluğun parçası olmaya ve topluluk ruhuna sahip olmayı öğreniyorlardı.1

Auerbach küçüklüğünden beri sanatla ama özellikle oyunlarla ilgilenmiş, hatta erken yaşlarında Faust’u çevirmiştir. Bunce Court’dan ayrılma zamanı geldiğinde Londra’da gideceği Borough Politeknik’e (şimdi Londra South Bank Üniversitesi) de uzak olmayan Camden kasabasına taşınır. Auerbach 50 yıl boyunca aynı kasabada yaşar. Bu sabitlik bir yaşam tercihi değildir, başka gidecek yeri yoktur. Sanat okulunda birlikte okuduğu yaşıtlarının çoğuna Londra’da bir daire alacak yakınları ya da ailelerinin çocukları için biriktirdiği paraları vardır. Çocukken hiç aklına gelmeyen bu ayrımı büyüdüğünde fark eder ve kirasını karşılayabileceği bir stüdyo tutar. Kiraladığı stüdyo rutubetlidir, tuvaleti de dışarıdadır ama ev sahibi hoşgörülüdür. Bu stüdyoya, belediyenin bina için yeniden inşa kararı alıncaya kadar, sürekli atılma korkusuyla, boğulan bir adamın sala tutunması gibi yapışır. Sonuç olarak Auerbach 30 yılını ekonomik zorluklar nedeniyle aynı yerde geçirir ve kalan yıllarda ise sadece alışkanlığını sürdürür.

Auerbach sanatsal ifadesini gittiği Borough Politeknik’te geliştirir. Özellikle hocası David Bomberg’den çok etkilenir. 

Bu noktada David Bomberg için bir paragraf açmakta yarar var; Bomberg Polonya Yahudisi ve deri işçisi bir ailenin 11 çocuğundan biri olarak dünyaya gelir ve beş yaşındayken ailesiyle birlikte İngiltere’ye göçerler. 1911 yılında Slade Güzel Sanatlar Okulu’nda sanat eğitimine başlar. Burada hocası Henry Tonks’a göre okul, tarihinde ikinci defa “parlaklık krizi” yaşanmaktadır.2 Kastettiği ise, parlak öğrencilerin aynı döneme toplandığı 1890 yılına referansla, şimdi Bomberg’in de içinde bulunduğu bir toplam öğrencinin üstün yeteneğidir. Ancak çok değil iki yıl sonra, 1913’de, Bomberg radikal yaklaşımları nedeniyle okuldan atılır. Bomberg’in sanatsal avangardlığı onu radikal yapmaktadır. Sovyetler Birliği’nden yayılan konstrüktivizmin ve makineleşme çağının taraftarıdır ve muhtemelen o yıllarda halen (1933’de istifa edeceği) İngiltere Komünist Partisi’nin üyesidir. 1923-27 yılları arasında Filistin’e gider ve burada Turner, Constable gibi geleneksel İngiliz manzara teknikleriyle topografyanın ön planda olduğu işler üretir ama onun imzasını daha fazla öne çıkartan, Toledo’da yaptığı ve kübik biçimin enerjisini de yansıttığı manzaralardır. 1933 yılında ise Hitler’in Almanya’da güçlenmesiyle Sovyetler Birliği’ne gider ve altı ay Odesa’da kalır. İkinci Dünya Savaşı’nda sonra İngiltere’ye dönerek, Frank Auerbach’ın da dahil olduğu Lucien Freud, Leon Kossof ve Francis Bacon gibi önemli sanatçılara hocalık edeceği Borough Politeknik’te çalışmaya başlar.

                                                   David Bomberg, 1929, Alcazar Toledo

Auerbach’a göre Bomberg’den öğrendikleri sınavlarda işine yarayacak türden şeyler değildir. Bir röportajında şöyle anlatır: “…öğrettiği şey, diğer derslerde yapılan çizimlerin, çeşitli parçaların birbirlerine, bazen oldukça hassas biçimde eklenmesi olduğuydu. Buraya bir parça, şuraya bir parça diyerek bunları tutarlı bir bütün hale getirmemizi söylüyordu ve haklıydı. Ressamın daha başlangıçta öze doğru uzanmasını sağlayan bir yöntemi vardı. Bu yöntem, bir figürün on dakika içerisinde taslağını çıkartıp, ardından, ortaya çıkan şey bir figür fotoğrafı ya da posterinden ne denli farklı olsa da, zihnin eldeki konuyu kavrayışını içeriyor gibi görünen anlamlı bir nitelik kazanana kadar onu tekrar tekrar yeninden yapmaya dayanıyordu ve bu çok... Yani, öncelikle, jestler çok büyük olabiliyordu. İkincisi, figür ancak soyut olarak kavranabilecek olsa da asla kendisi soyut olmuyordu; özü, denge ve ritmin vb. unsurların tam olmasında yatıyordu ve bu sanat okullarında öğretilmeyen, deneysel bir yolculuktu.”3

Auerbach, Bomberg’den ders alma konusunda o kadar takıntılıdır ki okulda olduğu süre boyunca dönem arkadaşı Kossof’la birlikte her atölyesine girmiş ve sonunda okul yönetimi tarafından okuldan atılmakla tehdit edilmişlerdir. Durumu koşup hocaları Bomberg’a yetiştirdiklerinde aldıkları “cevabı” genel bir hayat dersi olarak da kulaklarına küpe yaparlar: “o kasıntı yavşaklarla uğraşmayın, derslere gelmeye devam edin ve sadece onlara söylemeyin.”4

Auerbach’ın sanatın özüne ulaşma yolculuğu hem portrelerinde hem de şehir resimlerinde benzer şekilde hissedilir. Plan yapmadan fırçayı eline alır ve baş başa kaldığı tuvalde çatışmalar, denge arayışları ve genel anlamda etki bir yere varana kadar çalışır. Şehir resimleri daha çok yaşadığı kasaba olan Camden’a odaklanır ama daha çok figür ressamdır. Bazı kaynaklar onu ekspresyonist olarak tanımlar ama aslında resimleri sadece duyguların dışavurumunu anlatan bir tanımla sınırlandırılamaz. Dünyada olup bitenlerin bir çeşit çözümlemesini yapmaktadır. Bir başka röportajında şöyle der: “Eğer her gün bir şeyin yanından geçiyorsanız ve onun biraz karakteri varsa, o şey sizi meraklandırmaya başlar.”5

Bu sözü sanatçının çevresinde olup bitenlere ve sanatına olan yaklaşımına dair ip ucu verir. Bildiği en doğru şey her gün çalışmak, boyamak ve çizmektir. Yaptığı sayısız denemenin ardından birinin mutlaka farklı görüneceğini bilir. Füzen çalışmalarında bazı çizgileri silerek, tablolarda kalınlaşan boyayı kazıyarak ilerler ama bir kuralı da yoktur. Son dönem yağlı boyaları erken dönemdekilere göre daha kalın boya katmanlarından oluşur. Bildiği doğrulara saplanıp kalmamış hayatı boyunca denemeye, devinmeye devam etmiştir.

20. yüzyılın sanatını bize bağlayan, modern sanatın belki de son temsilcisiydi Auerbach. Yaşamındaki tüm zorluklara, savaşlara, kayıplara rağmen,  inanılmaz çalışkanlığıyla dünyaya anlamlı izler bıraktı. Onun portrelerinde hem çağının derin duygusal birikimi hem de modern sanatın biçiminin ve renginin tartışması vardı. Ama devrimler çağının bitmediği gerçeği gibi resimlerinin çamur biçimleri ve deforme yüzleri de kendi çağıyla sınırlı kalmadı, bugünü betimleyen imgeler olarak günümüze taşındı.

Yoksa sevgili Asaf’ın dediği gibi nasıl hala “aynı düzen altında aynı insanlar kalırdı”.

Yoksa sevgili Asaf’ın dediği gibi nasıl hala “aynı düzen altında aynı insanlar kalırdı”.

                               Frank Auerbach, 1958, Otoportre

                                      Frank Auerbach, 1960, EOW’nin başı

                                           Frank Auerbach, 1960, Julia’nın başı

                                   Frank Auerbach, 1961, Gerda Boehm’in başı

                                Frank Auerbach, 1984-85, J.Y.M.’nin başı II

                                                                     /././
'Olay Yeri' okuyucularla buluştu: 'Bizi kurtarmaya kimsenin gelmeyeceğine uyandırmak istiyorum'-Ceren Kargı-
Sekiz yıllık bir aranın ardından yeni öykü kitabı “Olay Yeri” ile okuyucularla buluşan Reyhan Yıldırım, soL'un sorularını yanıtladı.
Yazar Reyhan Yıldırım'ın yeni öykü kitabı "Olay Yeri" okuyucularla buluştu.

"Öykülerimle yapmak istediğim şey, okurları bizi kurtarmaya kimsenin gelmeyeceğine uyandırmak" diyen Yıldırım, soL'un sorularını yanıtldı.

'Mücadelenin yazmakla kalmaması gerekiyor'

Sekiz yıllık bir aranın ardından yeni öykü kitabınız “Olay Yeri” ile okuyucuyla buluştunuz. Hem kitabınızın ismi hem içerisinde yer alan öyküler, okuyucuya yaşadığımız toprakların bir suç mahalline dönüştüğünü çağrıştırıyor. Üstelik kitabınız toplumsal çürümenin, şiddetin ve eşitsizliklerin doruğa ulaştığı bir dönemde yayımlandı. Bu zamanlama yaşadıklarımızın sizde yarattığı birikmeyle mi ilgili?

Evet. Marx’ın içinde debelendiğimiz dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamakla kalmayıp, onu değiştirmeye girişmemize dair tezini bilirsiniz. Benim bu teze katılımım yazmak şeklinde oluyor. Fakat eklemeliyim ki, son sekiz yıl içinde, içimde birikenler kitaptaki kurgularımın anımsattığı ya da tanıklık ettiğinden çok daha fazla. Gündemin aynı gün içinde defalarca değiştiği, üstelik bu halin yıllardan beri sürdüğü korkunç bir dönemin tanıklarıyız. Çeteler, mafya, uyuşturucu baronları, rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, kadınlara, çocuklara, doğaya yönelik şiddet, her biçimiyle zor…Üstelik yurttaşları koruyup kollayacak tüm kurumlar çürümüş durumdayken... Bu nedenle mücadelenin yazmakla kalmaması gerekiyor, ben de eylem alanımı genişletmeye çabalıyorum, bu bir. İkincisi de bir yerde dur deyip yapıtı paylaşıma sokmak gerekiyor. İtiraf etmeliyim ki sekiz sene fazla dolu geçti. Olanı paylaştım, devamını da getirmeyi umuyorum.

Kitabınızda ilk soruda bahsettiğimiz şiddetin ve eşitsizliklerin mağduru olan farklı toplumsal kesimlerden pek çok karakteri öykülerinizin merkezine koyuyorsunuz. Bu karakterleri nasıl belirlediniz?

Çoğu beni etkileyen durumları iyi aktarabileceğime inandığım, kurguladığım karakterler. Bir kaçıysa uzun yıllar boyunca yüreğimde sakladığım, beni isyan ettirmiş, unutamadığım, hâlâ içimi acıtan olayların gerçek kahramanları. Gerçekçi olmalarını ve gerçekleri hatırlatmalarını dilediğim ayrıntılarla bezenmiş durumdalar. Hepsi de bizim insanlarımız.

'Yapmak istediğim, bizi kurtarmaya kimsenin gelmeyeceğine uyandırmak'

Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bu çağda, içinde bulunduğumuz çürümüşlüğün karşısında hissedilen zayıflığın nedeni bilmemek değil; karşı koyma konusundaki cesaret eksikliği gibi gözüküyor. Kitabınızda da hemen her öyküde mağduriyete uğrayan karakterlerin cesaretine tanık oluyoruz. Öykülerinizle yapmak istediğiniz şey insanları haberdar etmekten öte topluma cesaret aşılamak mı?

Öykülerimle yapmak istediğim şey, okurları bizi kurtarmaya kimsenin gelmeyeceğine uyandırmak. İçinde debelendiğimiz bataklıktan çıkacaksak biz çıkacağız, dayanışarak, öfkelenerek çıkacağız. Sünepelik kadar, görüp de görmezden gelmek kadar nefret ettiğim bir şey yok. Yakınıp duran, ama düzenle oynaşan insanlardan hiç hoşlanmıyorum. Hatta hakir görüyorum. Bizzat kendim cesaret göstererek örnek olurken, öte yandan da o tip insanları dürtüp utandırmak istiyorum.

Kitabınızın son öyküsünde neden yazdığınıza dair kimi cümleler geçiyor ve ekliyorsunuz: “Taşmadan duramayacağım kadar çok birikiyor hayat içime”. Öykülerinizi yaşadıklarınızın hemen ardından bir çırpıda mı yazarsınız, yoksa uzun süre biriktirdikten sonra mı? Yazma rutininizden biraz bahsedebilir misiniz?

Hemen yazdıklarım oluyor, ama genelde yazmakta zorlanıyorum.  Metinlerimin edebi bir değeri olmasını, kurduğum dilin bir önceki verimimi aşacak şekilde güçlenmesini önemsiyorum. Yani bir önceki sorunuzda yer verdiğim amaçların ötesi var. Tanıklığın, kalıcılığı eserin her dönemde okunulabilir olmasına bağlı. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Nazım Hikmet gibi her dönemde okurunu bulan yazarlara özeniyorum.

Şu da var: Dilini ve kurgusunu tatmin edici bir şekilde çözümleyemediğim için verime dönüştürmediğim taslaklarım ve öykü fikirlerim de oluyor. Yazdım bitti diyenlerden değilim; kendimle kapışmayı, klişeyi aşmayı, kolaycılıktan kaçınmayı, herkese yönelen anlamlı bir söz üretmeyi gerekli buluyorum. Bu yolla öykülerimin etki alanının da genişlediğini ve okurlarımda bıraktığı izin güçlendiğini hissediyorum. Bir öykü üzerine çalışmaya başladığımda konumun etrafında çok dolaşıyorum. Sonradan, öyküyü kurarken kullanabileceğim birçok kısa metin yazıyorum. Ne söylemek istediğinizi netleştirmek ve bunu nasıl yapacağınıza karar vermek o kadar da kolay değil. Yeterince derinleştiğinizde metniniz birden özgün bir bütünlüğe kavuşuveriyor. Bunun en iyi örneklerinden biri "Aynaya Tanıklığı Sorulmadı" adlı öyküm. Çok yıllar önce yaşanmış bir olaydı bu. Sadece genç kızın minderleri kendi eliyle ayağının altına koyarak ilmiğe ulaşmış olduğunu anımsıyordum. Gün ışığına çıkmadan önce uzun bir süre baş başa kaldık onunla. Yazı temrinleri sırasında birdenbire o oğlan çocuğu sızdı metnime ve gerçekten çok daha etkili bir kurguya kavuştum. Ne var ki bu çaba zaman alıyor.

'Yoldaşlık ve dayanışmayı deneyimlememiş herkes için üzülüyorum'

Öykülerinizde çoğunlukla kadın karakterler görüyoruz. Bu kadınlar belli bir sınıfın  mensupları: emekçi, pandemide çalışmak zorunda kalan, evliliklerinde şiddete uğrayan kadınlar. Ayrıca siz bu kadınları yazıp bırakmıyor, yanlarına mutlaka onlara destek olacak, umutlarını yeşertecek başka karakterler de koyuyorsunuz. Bu yaptığınız bilinçli bir tercih mi,  kitaplarınızda gördüğümüz yoldaşlık ve dayanışmayı gündelik hayatta da öncelemek  gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Aslında kadın erkek ayrımı yapmıyorum. Bu kitapta "Ölü Asker", "İsa", "Sevgili Oğluma" gibi kahramanları erkek olan öyküler de var. Fakat haklısınız ister kadın ister erkek olsun, yoldaşlık ve dayanışmayı deneyimlememiş herkes için üzülüyorum. Ben bunu her gün yaşıyorum, yalnız ve çaresiz olmamanın, açmazları birlikte düşünüp ortak akılla aşmanın nasıl güven ve güç verdiğini yoldaşlarımın elini tutarak deneyimliyorum. Öykülere de yansıyor tabii.

Kitabınızın ilk öyküsü "Halepçe", kısa öykü formunun en güzel örneklerinden biri olarak dikkat çekiyor. "Elma dersem çıkma!" ifadesiyle 36 yıl önce Halepçe’de elma kokan zehirli gazlarla yapılan katliamı hatırlatıyorsunuz. Kitabınızın ilk öyküsünün bu olması okuyucu için sarsıcı bir başlangıç. Bu öykünüzün oluşum sürecinden bahsetmek ister misiniz?

Aslında acının içimde mayalanmasından başka bir süreç yok. Bir gün aniden o güzelim elmanın, o canım çocukların, o sevimli çocuk oyununun bir katliamla çarpıştığı toz dumana daldım ve "elma dersem çıkma" tümcesi titreşen bir yazı olarak belirdi usumda. Sonrasında çok ağladım.

Günümüzde öykü türüne rağbet çok fazla diyebiliriz. Öyküye ilginin ve öykücülerin her geçen gün artmasını neye bağlıyorsunuz? Bir öykü yazarı olarak öykücülüğün geldiği durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öykü türüne rağbet yazanlar arasında var, ama okurlar arasında… 500 tane basıldı kitabım, oysa ikinci baskısı bile yapılamadı. Halbuki çok değerli edebiyatçılarımızın bazıları beğeni içeren güçlü yazılarıyla desteklediler de "Olay Yeri"ni. Benim aklım pek almıyor bu çelişkiyi. Anlaşılan meta değeri düşük kitaplarımın.

Öykücülerin çoğalması meselesine gelince… Söyleyecek sözü olanların artması iyi. Dileyelim ki aynı zamanda çok da okuyor olsunlar. O zaman vasatlar kendilerini ve daha iyi öyküleyenleri aşarlar. Öz de sağlamsa ne mutlu bize.

'Sayamayacağım kadar çok yazardan etkilendim'

Her yazara sorulan o soruyu soralım… Sizi etkileyen yazarlar var mı? Çok yönlü bir yazar olarak hangi alanlardan, hangi yazarlardan beslendiniz?

Sayamayacağım kadar çok yazardan etkilendim. O nedenle isim vermek güç. Yalnız bende etkinin iki boyutu var, zekâ ve dil. Örnekse zekâ bakımından Calvino’dan, büyük sorular soran Saramago’dan, Canım Leyla Erbil veya müthiş bir insan olan Hulki Aktunç’tan, Çehov’dan, Iris Murdoch’dan, Virginia Woolf’dan… çok etkilendim. Buna karşın lezzetli, çarpıcı, doğa ve insan sevgisi ile dolu dil bakımından Halikarnas Balıkçısı, Yaşar Kemal, Ayla Kutlu, Murathan Mungan, Selim İleri, Sait Faik Abasıyanık, Nursel Duruel, Victor Hugo, Fyodor Dostoyevski, Nikos Kazancakis, Knut Hamsun, Hermann Hesse gibi çok sayıda yazar tarafından efsunlandım. Dipten Gelen Dalga’ları, Toprak Ana’yı, İki Şehrin Hikayesi’ni, Durgun Akan Don’ları, Vadideki Zambak’ı… on iki, on üç yaşımda okuduğumu, şimdi 60'ıma girdiğimi düşünecek olursak ne çok yazara haksızlık ettiğimi anlayacaksınız. Elbette Felsefe, elbette şiir, elbette tarih, politika ve sanat okumaları da var… Bitmez ki. Ne şanslıyız.

Bundan sonraki üretiminizi nasıl sürdüreceksiniz, planlarınız neler? Yazmaya devam ediyor musunuz?

Yazmaya devam ediyorum. Bir öykü kitabı yazıyorum yine. Bir de sanat edebiyat üzerine yazılarımın bir kısmına yer verdiğim, ama henüz yayınevimle hakkında görüşmediğim bir dosyam var hazırda.

Etrafımızı gittikçe daha fazla saran bu karanlık ve umutsuzluğa, sizin ifadelerinizle “toplu mezara” karşı edebiyat nasıl bir rol üstlenebilir?

Aktif, yapıcı bir umudu besleyebilir. Öğrenilmiş çaresizliklerin üzerine gidebilir. Farklı bakış açılarını, farkında olmadığımız yaşantıları serimleyebilir. Mücadele için yüreklendirebilir. Dilimiz geliştikçe düşünme yeteneğimizin de gelişeceği bilgisini somutlaştırabilir… Edebiyat iyidir!

                                                    /././
Sahaflar Çarşısı(XXXII) / Bireysel kurtuluş efsanesi ve Jack London'ın Martin Eden romanı-Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Jack London'ın Martin Eden romanını konuşuyoruz: Bireyin kurtuluşu, toplumsal arayışlar ve işçi sınıfının yazarı Jack London.

Bu hafta Sahaflar Çarşısı’nda, hem dünya edebiyatına hem de sosyalist kültüre damgasını vurmuş Jack London’ı ve onun unutulmaz romanı Martin Eden'i konuşacağız.

Yusuf Şaylan, Jack London'ın romanlarını yanına alıp geliyor buluşmamıza. Ankara'da güzel bir sonbahar zamanı. Ağaçların büyük bir çoğunluğu heybesini boşalttı. Sarı sıcak dallarıyla şehir kayısı gibi parlıyor yağan yağmurda. Biz söyleşimize başlamadan önce çaylarımızı söylüyoruz. Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bahçesindeki sararan yapraklar da sohbetimize dahil oluyor. Şaylan "Bu sefer büyük bardakta olsun çayımız" diyor. Normalde ince belli bardakta içmeye meftundur kendisi ama hava serin. Büyük bardaklar sohbetimizin de derin olacağını söylüyor sanırım. 

Eline Jack London'ın Bana Göre Hayatın Anlamı kitabını alıyor önce. Bu kitap London'ın kendi kişisel hayatını anlattığı bir eseri. "Daha önce okumamıştım bunu" diyorum. "Çok bilinen bir eseri değil" diye yanıtlıyor. Martin Eden romanına geçmeden önce biraz Jack London'ı konuşacağız. 

Bir yandan yağmur başlıyor. Diğer yandan notlarını seriyor masaya Yusuf Şaylan. Gözlüklerini çıkarıp "Evet" diyor. Son e harfini birazcık uzatıp ekliyor: "Başlayalım." 

                                                              Jack London

'Ucuz kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur'

Jack London edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden. Özellikle sosyalistler açısından edebiyat dünyasına yaptığı katkılar düşünüldüğünde kıymeti daha da çok artıyor yazarın. 

"İlk ne zaman tanıştım London'la diye düşünüyorum" diyor Şaylan ve söze giriyor. Sol gözünü hafif kısıyor düşünürken. Söz konusu tarih olunca namludan hedefe bakar gibi bir hal alıyor yüzü. Sonra hedefi tutturmuş bir avcı gibi şen bir edayla devam ediyor sözüne. 

"1975 yılıydı. İnce eleyip sık dokumazsak 50 yıl eder. 50 sene önce tanıştım bu yazarla. Beni benden alan romanı Demir Ökçe'dir. Yeni yeni devrimci olduğum zamanlar. Daha küçüğüm. O zamanlar Kayaş'ta bir gecekonduda kalıyorum. Evden hiç çıkmadan bitirdiğimi hatırlıyorum romanı. Bir yaz günüydü. Pencerede kuş sesleri. Hala hafızamda imgeleri. Hala taze ve güçlüdür. Bana sorarsan Jack London'ı güçlü yapan şeylerden biri budur. Şimdilerde oligarşi falan diyorlar ya. İşte Demir Ökçe romanında tröst diye geçer. Bilir misin? Bu romanda sermayenin uyguladığı vahşet ve baskılar kimi eleştirmenler tarafından 'erken bir faşizm imgesi' olarak tarif ediliyor. Demir Ökçe yazarın en önemli eserlerinden biri. Belki de başa yazmak gerek" diyor Şaylan. 

"Ama ben yazarı okuyanlar için mutlaka Bana Göre Hayatın Anlamı otobiyografik eserini önereceğim" diye ekliyor Şaylan. 

Jack London, bir yazar olmaktan çok daha fazlası. Yazar bir devrimci, bir kâşif ve insanlık hâllerinin derin bir gözlemcisi. Hayatı, ezilenlerin tarafında yer almanın ne demek olduğunu anlamak isteyen herkes için bir rehber. London, işçi sınıfının sefaletini, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını büyük bir cesaretle kaleme alan bir yazar. Özellikle, Bana Göre Hayatın Anlamı kitabı, onun sosyalist dünya görüşünü kristalize eden bir manifesto niteliği taşıyor. Eserinde insanın sadece yaşam mücadelesine değil, bu mücadelenin anlamına da vurgu yapıyor. Yazar hayatın değerini üretimle, emekle ve toplumla bağını kurarak ölçüyor.

Yusuf Şaylan kitaptan bir bölüm açıyor:

"Mesela bak, 111. sayfada şöyle diyor yazar. 'Bir not defteriniz olsun. Onunla gezin, onunla ye­mek yiyin, onunla uyuyun. Beyninizde uçuşan her dü­şünceyi ona yazın. Ucuz kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur ve kurşunkalem izleri, hafızadan daha kalıcıdır'. Ve illa ki okumakla yazmak arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ediyor. Girdi olmadan çıktı olmaz diyor. Anadolu'da testi dolmadan taşmaz derler ya. O minvalde bir yorum. Sonra eserlerini okurken sosyalizmle kurduğu ilişki tekrar ön plana çıkıyor sanırım. 

Mesela mektuplarına sevgili yoldaş diye başlıyor Jack London. Bir de ekliyor, 'Bugünlerde Amerika'da bir milyon insan mektuplarına sevgili yoldaş diye başlıyor' diyor. Amerika'da bir milyon, Almanya'da üç milyon, Fransa'da bir milyon Avusturya'da 800 bin, Belçika ve İsviçre'de 100 bin, Danimarka'da 55 bin kişi diye sıralıyor ve 'İşte dünyanın en güçlü ordusu bu' diyor. Napolyon'un ordularından bile güçlü bir ordu. Sosyalistlerden, komünistlerden bahsediyor elbette. Bu sayılar o dönemlerde komünisterin aldıkları oyları, alanlara taşıdığı kalabalıkları, komünist partilerin üyelerini ve sosyalist dergilerin tirajlarını işaret ediyor. 

Kızıl bayrağın altındaki birleşen emekçilerin kardeşliniğe bakmış her zaman. Bunun için yazmış bunun için düşünmüş"

Jack London'ın kaleme aldığı eserlerden birkaçı. Martin Eden romanının en iyi baskılarından birinin burada gösterdiği baskı olduğunu ifade ediyor Şaylan. Aynı zamanda bu baskısında kitabın sonunda yer alan indeks ve dönemin ayrıntılarını anlatan bölümün çok önemli olduğunu belirtiyor. 

Bireysel kurtuluşun reçetesi veyahut aynadaki yansımayı kandırmak

Yusuf Şaylan, Jack London'ı anlatırken romanlarından perdeye uyarlanan filmlerini de hatırlatıyor okurlara. Her bir örneğin de izlemeye değer olduğunu ifade ediyor. 

Söz bu haftanın buluşma bahanesi olan Martin Eden romanına gelince elimizdeki en önemli imge bireysel kurtuluş efsanesine dönüşüyor. Jack London, birçokları için kendi hayatını yansıttığı ifade edilen Martin Eden romanıyla aslında bireysel bir kurtuluşun nasıl mümkün olduğuna veyahut olmadığına dikkatleri çekiyor. 

Roman, bireysel yükseliş öyküsü gibi görünse de sınıfsal bir eleştiri taşıyor. 

Şaylan, bunu şöyle anlatıyor:

"Martin Eden, tek kelimeyle insanın kendi kimliğiyle mücadelesini anlatır. Ancak bu mücadele, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsaldır. Martin’in şairlere dair değerlendirmesiyle başlayalım mesela. Şiiri ve sanatı, burjuvaziye öykünen bir sınıfın malı olarak görmüyor yazar. Ona göre şiir, yürek işidir. Burada sanatın, yalnızca estetik bir mesele değil, insanın hayata olan duygusal bağını derinleştiren bir araç olduğunu savunur. Romanda anlatılan sevgi, Martin için başlangıçta bir kurtuluş gibi görünür. Ruth’a duyduğu aşk, onu burjuva dünyasına adım atmaya zorlar. Zordur tabi Martin karakteri için bu. Çünkü başka bir dünyanın, daha doğrusu bizim dünyamızın insanıdır Martin Eden. Ancak zamanla, sevginin bu burjuva değerleriyle nasıl iç içe geçtiğini ve yozlaştığını fark eder. Sevgi, London’ın dünyasında bireyi büyütebilir, ama sınıfsal bariyerleri aşmakta yetersiz kalır. Bu, Ruth ile Martin arasındaki ilişkinin trajik boyutunu oluşturur romanda." 

"Bireysel kurtuluş hayali kuran herkesin hayatında kimi dönüşümler ve kazanımlar elde ettiği bir gerçek ama bunun bir kurtuluş olduğu koca bir yanılsama" diyor Yusuf Şaylan. "İnsan aynada gördüğünü ne kadar aldatabilirse işte o kadar kurtulabilir tek başına. Hayat az biraz böyle. Nasıl bir dünyaya doğduysan yine öyle bir dünyada veda edersin yaşama. Son çektirdiğin fotoğrafının takım elbiseli mi yoksa mavi bir işçi tulumuyla mı olacağı esasında fotoğrafın biçimini değiştirir. Sınıfsal gerçekliği değil" sözleriyle tarif ediyor bu durumu.

                                                             Yusuf Şaylan.

Zarif hakikatlerin ağırlığı

Jack London, Martin Eden eserinde bir yandan bireysel kurtuluşun toplumsal eleştirisini betimlerken diğer yandan da işçi sınıfına ve emekçilere dair bir çok ayrıntıyı dile getiriyor. Emekçilerin ellerinden yola çıkarak anlattığı sınıfsal farklılıklar bir yana döneminde gazeteci, sanatçı, yazar gibi aydın kimliği olan üretim faaliyetlerinin düzenle kurduğu ilişkilere de ayna tutuyor. 

Romanda sık sık yemek ve estetik konuları da karşımıza çıkıyor. Martin Eden’in yemek yemenin estetiği üzerine yaptığı yorumlar yine dikkat çeken ayrıntılar arasında yer alıyor. Söz buraya geldiğinde Yusuf Şaylan, "Yemek yeme, burada sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda bir estetik deneyimdir. Martin, işçi sınıfının yemek yeme alışkanlıklarını sorgular; burada bir yoksunluğun değil, bir yaşam biçiminin izi vardır. London, yemek üzerinden sınıfsal eşitsizliğin estetik dünyamızı nasıl şekillendirdiğini gösterir. Sonra yine benzer bir sorgulama ile Martin’in aynada kendine ilk defa bakması da oldukça çarpıcı bir sahneydi. Bu sahne, Martin’in kendi kimliğiyle yüzleşmesini simgeler. Daha önce kendine yabancı olan Martin, burada bir bilince ulaşır. Aynada gördüğü kişi, toplumun ona dayattığı kimlikten bağımsız bir bireydir. Bu, onun burjuvaziye meydan okuduğu anlardan biridir. Yine aynı kıyaslamayı eller konusunda da etkileyici bir dille anlatılır. Çalışan insanların ellerini diğerlerininkinden ayırır yazar. Martin için eller, bir insanın sınıfını ve emeğini ele veren işaretlerdir. Çalışan insanların elleri güçlüdür, yaralıdır, yaşamın ağırlığını taşır. Oysa burjuvaların elleri zayıf ve anlamdan yoksundur. London burada emeği yücelterek, işçi sınıfını kutsar" diyor.

Peki bugün ne anlatıyor bu roman sorusunu sorunca Yusuf Şaylan önce bir duraksıyor. Gözlüğünü burnunun kemerine oturtup kitaptan bir bölüm açıyor. 

"Bak burada şöyle bir cümle kuruyor yazar. 'Gerçek büyük şairlerin her dizesi zarif hakikatlerle yüklüdür, insanı yüce ve asil yanlarına seslenir. Onların tek bir dizesini bile, dünyayı o oranda yoksullaştırmadan şiirden çıkaramazsınız." 

Okuduğu bu pasajın üzerinde bekliyor biraz Şaylan. "Burası kıymetli" diyor. Gözlüklerini çıkarıyor, parmaklarıyla çerçevesinden tutup bir ucunu alnına yaslıyor düşünürken ve ekliyor: "Martin Eden karakterinin tüm sorgulamaları çok kıymetli. Diğer yandan da Jack London karakteri üzerinden bu anlatımların ve eserlerin tamamını edebiyat dünyamızdan çıkarsak o denli yoksullaşırız. Bu kitap belki de insanlığın üzerindeki karanlık bu denli uzun sürmüşken daha çok şey ifade ediyor. Hani Nâzım diyor ya 'Sen yanmasan ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa' diye. Biraz da öyle. London, emeği yüceltirken, bireysel başarı mitini de yerle bir ediyor. Romandaki karakter Martin Eden, insanın sisteme yabancılaşmasının hikâyesidir çünkü bir yanıyla. Bugün hâlâ kapitalizmin bireyi yalnızlaştıran, sömüren ve değersizleştiren yapısını anlamak için büyük bir rehberdir."

Yusuf Şaylan, klasikler arasında kıymetli yer tutan Jack London'ın önemini şöyle anlatıyor söyleşimiz biterken. 

"Biliyor musun? Yıllar önce sırtımızda kitaplar köy köy gezip kitapçılık yaparken Dünya Klasikleri Seti diye bir liste olurdu yanımızda. Onları satardık köy okullarındaki öğretmenlere ve şehirdeki işçilere. O listede yer alan kitapların arasında Jack London olmazdı. Bugün bakınca anlıyorum nedenini. Bu düzen kimi yazarların kuvvetli mesajından endişe etmiş hep. Ne o mesajı yok sayabilmiş ne de görmezden gelip boş verebilmiş. Hep kaygıyla bakmış bu düzenin düzenbazları böylesi yazarlara. İşte London bu düzene çomak sokan yazarlardan biri" diyor.

Kitapları toplarken dışardaki havayı yokluyor Şaylan. Yağmur dinmiş. Kitaplar ıslanmayacak diye düşünerek rahatlıyor biraz. "Haydi Allahaısmarladık" diyor gülerek.

Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz..

                                                          /././

Bakan Tekin laikliği hedef aldı: 'Camiler ahıra çevrildi, Kuran öğrenimi yasaklandı...'

Milli Eğitim Bakanı Tekin, Cumhuriyet değerleri ve laikliği hedef aldı. 1940'lı yıllarda camilerin ahıra çevrildiğini, Kuran öğreniminin yasaklandığını iddia etti.

Cumhuriyet ve cumhuriyet değerlerine yönelik saldırılar her geçen gün şiddetlenirken, en çok hedef alınan değerlerden biri de laiklik olmaya devam ediyor. Laiklik ayaklar altına alınıyor, laikliğe karşı suçlar işleniyor. 

Şimdi de, sivil toplum kuruluşu olarak nitelendirdiği tarikat ve cemaatlerle protokoller imzalayan, din odaklı "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" isimli müfredatı hayata geçiren Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, laikliği hedef aldı.

Laikliğe karşı uygulamalarının eleştirildiğini söyleyen Tekin, "Size ters olabilir ama Batman'da, Erzurum'da vatandaşların değerlerine ters değil" diyerek savunma yaptı ve ekledi: "Siz beni ne kadar eleştirirseniz eleştirin yine bunları yapmaya devam edeceğim."

Tekin, "Sizin anladığınız laik şu; 1940'lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşı Kur'an'ı Kerim öğrenmesini yasaklamak" iddiasında da bulundu.

'Camileri ahıra çevirmek, Kuran öğrenmesini yasaklamak...'

AKP Batman Merkez İlçe 8. Olağan Kongresi'ne katılan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, çeşitli konulara ilişkin açıklamalarda bulundu.

Çocukların "milli, dini ve manevi değerlere" sahip olmasını istediklerini vurgulayan Tekin, muhalefeti işaret ettiği konuşmasında Cumhuriyet değerlerini ve laikliği hedef aldı.

Laikliğe karşı uygulamalarının eleştirildiğini söyleyen Tekin, bahse konu uygulamaları hakkında "Size ters olabilir ama Batman'da, Erzurum'da vatandaşların değerlerine ters değil. Bir terslik varsa sizin laiklikten anladığınız şey de vatandaşın anladığı şey arasında terslik var" dedi.

"Sizin anladığınız laik şu; 1940'lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşı Kur'an'ı Kerim öğrenmesini yasaklamak" iddiasında bulunan Tekin, sözlerine şöyle devam etti:

"Siz bunları laikliğin gereği olarak yaptınız. Ben laiklikten bütün vatandaşların hangi dine inanırlarsa inansınlar dini inanç ve ibadet hürriyetinin devlet garantisi altına alınmasını anlıyorum. Sen neyi anlıyorsun? Sen Müslümanların inanç özgürlüğünün prangalar altına alınmasını, yasaklanmasını anlıyorsun. O zaman ikimizin laiklik anlayışı arasında kuşkusuz fark var. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye'ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun.

Üniversiteye başörtüsüyle gitmek isteyen çocuğu ikna odalarına alıp ikna etmeye çalışmak, bunu laiklik gereğiyle yaptınız. Bunu yaparken de kendinizi laiklikle savundunuz. Peki senin savunduğun laiklikle, benim anladığım laiklik bir mi? Bir değil. AK Parti iktidarının ilk yıllarında baş örtüsüne özgürlük diye 411 milletvekilimiz Anayasa değişikliğinin altına imza attılar. Cumhuriyet Halk Partisi, Anayasa Mahkemesi'ne taşıdı. Niye taşıdı? Laikliğe aykırı diye taşıdı. İçeriğinde ne var? İçeriğinde şu var. Üniversiteye giden öğrenci başını örterek gitsin istiyorsa. Çünkü laiklik dediğimiz şey, insanların dini inanç ve ibadet hürriyetlerinin güvence altına alınması. 2014'te bir yönetmelik değişikliği yaptık. Okullarda doğal aydınlatmalı ibadet alanı şartı getirdik. Lise öğrencileri de başını örtebilsin, öğretmenler de başını örtebilsin diye düzenleme yaptık. Laiklik diye Danıştay'a başvurdular."

'Ne kadar eleştirirseniz eleştirin yapmaya devam edeceğim'

Türkiye'deki laikliğin evsel tanımlarla örtüşmediğini öne süren Tekin, son olarak "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdikleri müfredat programıyla eğitime yönelik gerici hamlelerini de savundu.

Tekin, eleştirilere karşı söz konusu adımlarını atmaya devam edeceğini vurguladı. 

Tekin şöyle konuştu:

"Müfredatta yaptığımız şeyleri eleştiriyorlar. Diyorlar ki, sizin yaptığınız şeyler çağ dışı. Sizin yaptığınız şeyler laikliğe aykırı. Ben de diyorum ki, Erzurum'un bir köyünden çıkan bir insan olarak içinden çıktığım toplumun değerleriyle çocuklarımın yetişmesini istiyorum. Bu değerlerden gurur duymasını istiyorum. Bunun mücadelesini yapıyorum. O yüzden de bunları yapıyorum. Siz beni ne kadar eleştirirseniz eleştirin yine bunları yapmaya devam edeceğim."

CHP suç duyurusunda bulunacak

CHP Seçim ve Parti Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gül Çiftçi, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

Çiftci'nin sosyal medya üzerinden yaptığı açıklama şöyle:

"Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin hakkında kullandığı cumhuriyet ve laiklik düşmanı ifadelerinden dolayı suç duyurusunda bulunacağız.

Tekin derhal görevden alınmalıdır. Bu zihniyetteki kişinin çocuklarımıza sunacağı herhangi bir katkı yoktur."

Tarikat ve cemaatlerle protokoller, din merkezli müfredat...

Tekin, Milli Eğitim Bakanlığı'nın tarikat ve cemaat bağlantılı kurumlarla protokol imzaladığının ortaya çıkması sonrasında "Sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor" demişti.

Söz konusu konuşmasının ardından gelen tepkiler sonrasında açıklamada bulunan Tekin, geri adım atmış ve "Herhangi bir cemaatle protokol imzalamamız söz konusu değil" iddiasında bulunmuştu.

"Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adı verilen eğitim müfredatı da Tekin'in bakanlığında hayata geçmişti. Program, "kalp ruhun merkezidir" tespiti yaparak eğitimin bir parçasının "değerler" olduğunu savunuyor. "Değerler eğitimi" altında islam dini ve Türk milliyetçiliği anlatılıyor. "Değerler" anlatısı, edebiyattan tarihe tüm branşlarda ders içeriklerini baştan şekillendiriyor. 

Farklı branşlarda faaliyet yürüten bilim insanları tarafından hazırlanan raporlar da dahil olmak üzere tepkiyle karşılanan müfredatın ardından, Tekin, Bakanlık görevinin devamı için bir çağrıda bulunmuş "Milli Eğitim'de muhalefetin çok yüklendiği bir kardeşinizim ama yapmak istediğim şeylerden dolayı yükleniyorlar" demişti. "Değerler eğitimi"nin temel amaçları olduğunu öne süren Bakan, "Sizin değerlerinizi, bu toplumun değerlerini, bu toplumu bir arada tutacak değerleri gelecek kuşaklara aksettirmek için çaba sarf ediyorum ve sizin dualarınıza ihtiyacım var" ifadeleriyle AKP'lilere seslenmişti.

Piyasacı anlayışın izlerini taşıyan müfredat TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu ve soL’un işbirliğiyle hazırlanan dosyalarda derinlemesine ele alınmıştı.

                                                                ***

'Patronlar vergi ödesin' talebine tehdit gibi yanıt: O zaman asgari ücretli de vergi ödeyecek!

Mehmet Şimşek, patronlardan alınmayan vergileri hatırlatanlara asgari ücretliden alınmayan vergileri hatırlatarak yanıt verdi.

"Enflasyonu düşürecek" iddiasıyla dayatılan Şimşek Programı, bu yöndeki hedeflerini tutturamadığı gibi aradan geçen 1,5 yılda ücretleri baskılayıp, alım gücünü daha da düşürdü. 

Aynı zamanda emekçilerin sırtındaki vergi yükü artırıldı. Tüketimden alınan vergilerin payı büyüdü. Bu pay patronlara değil emekçilere ödetildi.

Şimşek yönetimiyse inatla patronların vergi ödediğini savunuyor. Oysa patronlardan alınması gereken yüz milyarlarca lira değerindeki vergiler "teşvik" adı altında siliniyor. Göstermelik vergi paketleriyle eşitsizlik maskeleniyor.

Vergi politikasına yönelik eleştiriler bu kez Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in yüzüne söylendi. Meclis'te Bakanlığının bütçesiyle ilgili milletvekillerinin sorularını yanıtlayan Şimşek, gerçekler karşısında çarpıtmaya başvurdu, tehdide sarıldı.

Asgari ücretten alınmayan vergiyi lütuf gibi sundu

Enflasyondan tasarrufa birçok konuda yürütülen tartışmaların düğümlendiği nokta "vergi harcamaları" oldu. 

"Vergi harcamaları" devletin daha yılın başında bütçe oluşturulurken, "istisna, muafiyet ve indirim" kapsamında almaktan vazgeçtiği vergi anlamına geliyor.

Bunların bir kısmı asgari ücrete tanınan muafiyet veya otomobil alımında engellilere sağlanan indirim gibi emekçileri ilgilendiren vergiler. Ancak büyük bir çoğunluğunuysa "yatırım teşviki" kapsamında patronlardan alınmayan vergiler oluşturuyor.  

2025 bütçesinde bu kalem için öngörülen toplam tutar 3 trilyon lira. Yani henüz tamamlamadığımız 2024'te oluşan bütçe açığının yüzde 50 daha fazlası.

CHP milletvekili Rahmi Aşkın Türeli, Şimşek'e hükümetin Orta Vadeli Program'da "etkin olmayan vergi harcamaları kaldırılacak" hedefini koyduğunu hatırlattı, bu hedefe dair adım atılıp atılmadığını sordu. 

Bakan Şimşek, yanıtında patronların payından bahsetmedi, emekçilerden alınmayan sınırlı vergiyi hedef gösterdi. "Patronlar vergi ödesin" talebinin karşısına "o zaman asgari ücretli de vergi ödeyecek" tehdidini koydu:

"Vergi adaleti tartışıldı, tartışılacak tabii ki, doğru tartışmalar, saygı da duyuyorum. Şimdi, bu eleştirileri yapacağız. Bakın, vergi harcamalarının 853 milyar lirası asgari ücretin vergi dışı bırakılmasından kaynaklanıyor. Vergi mi getirelim asgari ücrete, siz onu mu istiyorsunuz? Çok basit bir soru sorayım arkadaşlar."

Yatırım, ihracat, istihdam... 'Neresi sermaye bunun ya?'

Açlık sınırının altındaki asgari ücretten vergi alınmamasını lütuf olarak sunan Mehmet Şimşek, patronlardan alınmayan verginin kamu yararına olduğunu savundu.

"Şimdi, değerli arkadaşlar, yatırımları teşvik etmeyelim mi? Bakın, yatırım teşvikleri için 536 milyar lira, etmeyelim mi yatırımları?

AR-GE, yenilik, tasarım faaliyetlerinin teşvik edilmesi için 147,3 milyar lira. Yani bunları etmeyelim mi arkadaşlar?

'Siz sermaye için 3 trilyondan vazgeçtiniz' diyorlar, ya neresi sermaye bunun ya?

Gerçekten biz büyümek için, istihdam artışı için, ihracat için, evet, birtakım vergilerden imtina ediyoruz."

Erdoğan'a bağlanan 'teşvikler' halkan gizlendi

Bakanın "teşvik" olarak gördüğü ve gurur duyduğu vergi muafiyetleri daha 5 gün önce Cumhurbaşkanı kararıyla büyütüldü ve karartıldı.

Resmi Gazete'de yayınlanan değişiklikle bir şirketin teşvik kapsamında değerlendirmeye tabi tutulabilmesi için gerekli asgari sabit yatırım tutarı 100 milyon dolardan, 2,9 milyon dolara denk gelen 100 milyon liraya indirildi.

Ayrıca teşvik belgesi için onayı da artık Erdoğan verecek. “Bakanlar Kurulu tarafından desteklenmesine karar verilen projeler” maddesi, “Cumhurbaşkanı tarafından desteklenmesi uygun görülen projeler” olarak değiştirildi.

Teşvik belgelerinin Resmi Gazete’de yayınlanma zorunluluğunun kaldırılmasıyla da hangi şirkete ne kadar teşvik verildiği halktan gizlenecek.

                                                            ***

Kılıçlı yemini okutan Teğmen Ebru Eroğlu'nun ihracı istendi

Yeni mezun teğmenlere artık törenlerde yer verilmeyen geleneksel yemini okutturan dönem birincisi Ebru Eroğlu'nun da ihracı talep edildi.

Kara Harp Okulu’nun 30 Ağustos’ta düzenlenen mezuniyet töreninde teğmenlerin "Mustafa Kemal’in askerleriyiz" sloganı atması ve resmi yemini okuduktan sonra protokol tören alanından ayrılınca kılıçlarını çatarak geleneksel yemini okumaları gündem olmuştu.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, konuya ilişkin, "Geçenlerde mezuniyet töreninde bazı istismarcılar ortaya çıkmak suretiyle kılıçlar çektiler. Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Bunlarla ilgili olarak gerekli bütün araştırmaların hepsi yapılıyor ve oradaki birkaç tane kendini bilmez, bunlar da temizlenecek" açıklamalarını yapmıştı.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, yeni mezun teğmenlerin, 25 Kasım'da Yüksek Disiplin Kurulu'na verileceklerini açıklamıştı.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu, kılıçlı yemin töreni soruşturmasında iki teğmenin ihracının istendiğini duyurdu.

Bağcıoğlu'nun aktardığına göre, Teğmen Ebru Eroğlu ve Teğmen İzzet Talip Akarsu'ya "TSK'dan ayırma cezası verilmesi maksadıyla" Yüksek Disiplin Kurulu'na sevkine ilişkin tebligat yapıldı.

Teğmenlere TSK Disiplin Kanunu’nda yer alan "Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar verecek nitelikte tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmak" suçlaması yöneltildi.

'Tarikatçı-cemaatçi değiliz' demişti

Kara Harp Okulu dönem birincisi Ebru Eroğlu, törende diplomasını Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın elinden almış, daha sonra kılıçlı temin törenine öncülük etmişti.

Emekli Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok, Teğmen Ebru Eroğlu’nu okul komutanına “Herkes bizi tarikatçı-cemaatçi diye konuşuyor. Biz Atatürkçüyüz. Yaptığımdan pişman değilim” dediğini aktarmıştı.

İktidar eski yemini yeni bir darbeye yordu

Eskiden mezuniyet resmi programının parçası olan bu geleneksel yemine son yıllardaki törenlerde nadiren yer veriliyordu.

Bu yemindeki “Laik, demokratik Cumhuriyet'e uzanacak eller karşılarında bizi bulacak” ve “Kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır” gibi ibareler iktidar cephesinde rahatsızlık yarattı.

AKP'li kalemler, yakın geçmişe dek yüzlerce defa okunmuş olan yeminde "darbenin ayak seslerini" duydu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli "Yeminler arasındaki bir bölünmenin gelecekte Türk Silahlı Kuvvetleri içinde veya vatan savunmasında ayrılık ve aykırılık doğurmayacağının teminatı bugünden nasıl verilecektir?" diye sordu. 

CHP Genel Başkan Özgür Özel teğmenleri savunarak, "'Mustafa Kemal'in askerleriyiz' demişler. Birileri bundan da rahatsız olmuş, ne diyeceklerdi" ifadelerini kullandı.

                                                            ***

(soL)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder