17 Kasım 2024 Pazar

İstanbul’u en güzel o anlattı; en mutsuzu da o oldu +Şehir yıkıldı ama umut ayakta +Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler (T24)

İstanbul’u en güzel o anlattı; en mutsuzu da o oldu -İbrahim Dizman-

Orhan Veli ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir.

Üç gün önce Orhan Veli’nin ölüm yıldönümüydü. Tam 74 yıldır bu dünyada değil. Ancak şiirleri severek okunuyor, besteleniyor, hakkında araştırmalar yapılıyor, oyunlara konu ediliyor. Türk şiirinden birkaç ad sayın desek, okuyan okumayan herkes onu anıyor. Şiirleri bir yana, son yıllarda yazınsal araştırmalar, şiirlerinin arka planındaki kişi olarak Orhan Veli’yi biraz daha aydınlattı. “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda” dizelerinin gerçekte onun yaşamının bir özeti olduğunu, özellikle büyük sevdası Nahit Hanım’a yazdığı mektupların hayatının içten bir itirafı olarak da okunabileceğini gördük. “Yalnız Seni Arıyorum” adıyla kitaplaştırılan ve YKY’den yayımlanan mektuplar, Orhan Veli’nin sadece bir çevirmen ve şair olmadığını, aynı zamanda yaşamının da kederli bir şiir olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle, mektupları art arda okuyup son mektuba vardığınızda uzun ve hüzünlü bir şiir okumuş oluyorsunuz.

Onun yaşamını, mektupların izini sürerek Ankara ve İstanbul olarak ikiye ayırmak mümkün. Ankara’da Tercüme Bürosu’nda çalışan Orhan Veli, genç ve mutludur. Arkadaşları oradadır. 1945’te göreve başladığı Tercüme Bürosu’nda filizlenen entelektüel hayatın tam ortasındadır. Cahit Külebi “İçi Sevda Dolu Yolculuk” adıyla yayımladığı anılarında o yıllarda yakın arkadaşı olduğu Orhan Veli’yi değişik yönleriyle betimler:

“Parada, işte, gösterişte gözü yoktu. Herkesi şaşırtmaktan zevk duyardı… Uzaktan görünüşüne aldananlar onun gibi görgülü, terbiyeli ve çalışkan birinin derbeder ‘harabati’ olduğunu sandılar. O da böyle görünmekten hoşlanırdı. Örneğin, çalıştığı Tercüme Bürosu’nda çaycıya tembihlemiş. Arkadaşlarına çay gelirken ona da çay bardağı içinde kırmızı şarap gelirdi.”

Cahit Külebi akşamları buluşup tartıştıkları, yiyip içtikleri ve şiirler okudukları kişileri sayarken bir bakıma entelektüel resmigeçiti de yapıyor: Orhan Veli, Cahit Sıtkı TarancıNecati CumalıSabahattin EyüboğluNurullah AtaçMelih Cevdet AndayErol Güney

1946 seçimlerinden zayıflayarak çıkan CHP’nin gerici kanadının baskısının yoğunlaştığı kurumlardan biri de Tercüme Bürosu olmuştu. Yazarlar, şairler, çevirmenler birer birer ayrılmak zorunda kalmışlardı kurumdan. Orhan Veli’yi bir roman kahramanı olarak niteleyip yaşamı hakkında nefis bir kitap kaleme alan Haluk OralErol Güney’den aktararak şöyle anlatıyor onun istifasını:

“Necati Cumalı eşi Berin’e ‘Orhan Tercüme Bürosu’na geldi. Reşat Şemsettin’in önünde bir şişe şarabı yere çaldı ve ortalığı kokuya boğarak oradan ayrıldı, bir daha da gitmedi’ demiş. Anlaşılan istifa dilekçesini bu şekilde vermeyi uygun bulmuş.”

Sonrası İstanbul… Unutulmaz şiirlerle anlattığı İstanbul’da, Ankara’daki gibi mutlu olduğunu söylemek zor. Bunu anlayabilmek için yaşamında derin iz bırakmış iki kişiyi bilmek, onun kederli bir şiir gibi yaşanan kısacık ömrüne büyüteç tutarken onlardan söz etmek gerek. Biri “Bella”. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmen. Orhan Veli, Haluk Oral’ın “Bir Roman Kahramanı: Orhan Veli” kitabına aldığı bir mektubunda şöyle diyor Bella’ya: “İki şeyden dolayı vicdan azabı çekiyorum. Sizi sahiden sevseydim evvela size, sonra da bir başkasına karşı yalan söylemek zorunda kalacaktım.” Bu mektup, bütününü merak edip okumak isteyenler için söyleyelim, hüzünlü ve imkânsız bir aşkın utangaçça ifadesidir. Şöyle yazıyor bir yerinde:

“Sizi sevmekle mesut olabileceğimi sanmak gibi bir vehme herhalde kapılmam. Bunu siz de tahmin edersiniz. Ama bu, yine de sizi sevmeyeceğim demek değildir. Hatta, şimdi bile, çok seviyorum. Buna karşılık ne bekleyebilirim? Bu suali siz sormuştunuz değil mi? Hiçbir şey beklemiyorum. Sadece bana inanmanızı istiyorum.”

Haluk Oral, Bella’ya yazılmış bir başka mektubunda şaşırtıcı bir gizi de çözüyor: “Orhan Veli’yi çok güzel anlatan bir mektup bu. İçeriğinde kur yapmıyor Bella’ya ama, her cümleye ‘B’ ile başlayarak anlatıyor kendini.”

Orhan Veli’nin büyük aşkının ise Nahit Hanım olduğu yayınlanan mektuplarıyla aydınlığa kavuştu. Tercüme Bürosu’ndan ayrılıp İstanbul’a döndüğünde ünlü bir şairdir, Türk edebiyatını sarsan şiirler yazmaktadır ama kalbinin derinliklerinde mutsuz ve umarsızdır. Sevdiği kadın Ankara’da kalmıştır:

“İstanbul'a gelmek mecburiyetinde kaldığım için müteessirim. Bu teessürüm de her şeye rağmen, her şeyden ziyade senden hiçbir şey beklememeye karar vermiş olmama rağmen senden geliyor. Daha açık söyleyeyim, senden ayrılmış olmamdan geliyor. Ankara'dan ayrılmanın verdiği hüzün bu sefer de Ankara'ya bir an evvel dönebilmek gayretine inkılap etti. Burada daha hiçbir yeri görmedim. Görmek de istemiyorum. Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu, tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmeden oturup çalışacağım. Elimdeki işi bitirip parasını alınca da doğru oraya geleceğim.”

Çok sevdiği bir şehirdir oysa İstanbul ama sevgilisinden uzakta olunca neresi güzel görünebilir ki? Şehirler çirkin bile olsalar bütün çirkinlik, yapaylık aşkın ipeksi şalıyla örtülüvermez mi sevdiğine yakın olunca? Orhan Veli de kuşkusuz bu duygular içinde “Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum” diye yazar ve sonra devam eder:

“Benim seni ne kadar özlediğimi tasavvur edemezsin. Aklımda fikrimde hep sensin. Fakat bu kör olası acz. Sensiz yaşamak bana cidden çok zor geliyor. ‘Bir çare düşün’ diyorsun. Düşünmez olur muyum? Yalnız onu düşünüyorum. Daha evvel başka bir mektubumda yazmıştım. ‘Koltuklarının ter kokusunu duymak istiyorum’ diye. Yalnız onu değil. Her şeyini, vücudunun sıcaklığını, yumuşaklığını, göğsünün temasını. Bunları yalnız sende düşünüyorum, canım sevgilim. Kaç defa istedim, ‘bana seni daha çok hissettirecek bir şey gönder’ dedim ama göndermedin.”

İstanbul Türküsü, onun çok bilinen şiiridir. Bir yerinde şöyle der: “İstanbul’da Boğaziçi’nde/ Bir fakir Orhan Veli / Veli’nin oğlu/ Tarifsiz kederler içindeyim” O tarifsiz kederler içinde yazar mektubunu:

“Resimlerde, sözlerde, hatıralarda, kokularda, renklerde, her şeyde seni arıyorum. Yattığım vakitler yalnız seni düşünüyorum. Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz? “

Artık yalnızca mektuplarda sürecek olan tutkulu aşkı sözcükler taşımaya yetmeyecektir. Sözcükler gerçekten de çok şeyi başarabilir ama aynı zamanda her ne kadar büyük bir şair başarılı bir yazar olsanız da avcunuzdan işe yaramayan parıltılı pullar gibi dökülebilir, buna engel olamazsınız. Orhan Veli de ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir: Bir mektubunda “Senin için ben neyim' diyorsun. Benim için her şey olduğunu mademki bugüne kadar anlatamadım, şimdiden sonra ne yapıp da anlatabilirim!" derken bir başka mektubunda şunları yazar:

“Bana artık birbirimizden bütün bütün ayrılmışız gibi geliyor. Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi.”

Şiirlerinde, gökyüzünü boyayan Dalgacı Mahmut’la, ayağındaki nasırla gezen Mahmut Efendi’yi bile mutlu mesut betimlerken, kendi hayatında Aragon’un “mutlu aşk yoktur” dizesini yaşar. Onu tanımamış olsa daha az mutsuz olacağından emindir artık:

“Seni tanımasaydım herhalde başka türlü bir insan olurdum. Daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama herhalde daha az bedbaht olurdum. Bunun niçin böyle olduğuna sen pek akıl erdiremezsin. Çünkü kendinin benim hayatımda nasıl var olduğunu ve ne vakitten beri var olduğunu bilemezsin.”

“Yalnız Seni Arıyorum” adıyla kitaplaştırılan mektupların tümünü okuyup sonuna varınca, insan, derin iz bırakan bir ilişkide, aşk ve kederin, özlem ve sitemin gerçekten her zaman iç içe, hatta birbirinin yerine geçerek yaşandığını bir kez daha anlıyor.

Orhan Veli, 1950 kasımında nihayet Ankara’ya gidebilecektir; ama “Hiçbirine bağlanmadım / Ona bağlandığım kadar” dediği Nahit Hanım Edirne’dedir. 10 Kasım akşamı epeyce içer. Kadehleri art arda yuvarlarken ne düşünüyordu ne hissediyordu, kalbinden ve zihninden nasıl bir yanardağın lavları akıp geçiyordu, tahmin etmek hiç de zor değil. Karanlıkta yürürken bir çukura düşer. Ertesi gün İstanbul’a döner. Farkında değildir ama beyninde bir ince damar için için kanamaktadır. O gün, şairin beynini boğmak üzere biriken kandan habersiz bir mektup yazar Nahit Hanım:

“Orhan, cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Geçen akşam seni rüyamda gördüm. Ankara'ya gitmişsin… Senden muhakkak mektup bekliyorum. Uzun olsun, baştan savma olmasın. Yeni şiirleri istiyorum. Gözlerini öperim"

Orhan Veli ve Nahit Hanım

Bu mektuptan iki gün sonra beyin kanaması nedeniyle yaşamını kaybeder Orhan Veli. Artık yeni şiirler olmayacağı gibi ne özlem kalmıştır ne sitem ne de tutkulu bir aşkın kederi. Ancak şiirleri, imkânsız aşkların, umulmadık ayrılıkların en sarsıcı kelimeleri olarak hayatımızda yaşamaya devam etti:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”

                                                                   /././

Şehir yıkıldı ama umut ayakta-İlksen Utlu-

Yaşam buradayım diyor! Hatay’da hayat devam ediyor!

Bu hafta sizlerle geçtiğimiz günlerde Hatay’da bulunduğum iki günlük ziyaretim sırasında yaptığım gözlemleri paylaşmak istiyorum.

Gündemin her gün yaşanan yeni bir şaşırtıcı olayla, büyük bir hızla değiştiği ülkemizde çok değil neredeyse iki yıl önce geniş bir coğrafyayı etkileyen, ağır bir deprem felaketi yaşadık. O günlerde tüm millet bir olduk ve herkes gücü yettiği oranda bölgeye yardımda bulunmaya çalıştı.

Deprem bölgesi artık gündemimizin baş sıralarında yer almıyor ama gördüklerim ve biraz sonra sizlerin de okuyacaklarınız, yeniden inşası sürmekte olan bölgenin sağlıklı bir şekilde yeniden ayağa kalkabilmesi için hala pek çok ihtiyacı olduğunu gösteriyor.

Hatay’da neler oluyor?

Akşam saatlerinde ulaştığım Hatay Havalimanı’ndan Antakya Merkez’e kadar olan yolculuğumda ilk dikkatimi çeken yol boyunca karşılaştığım konteyner kentler oldu.

Gözlerimin önünden akan manzara; tarım toprağı olarak kullanılmak yerine bilinçsizce beton tarlalarına dönüştürülen değerli bir ovanın, doğanın silkelemesiyle acı bir şekilde yeniden ova düzlüğüne dönüşmesinin resimlerinden oluşuyordu.

İlk durağım arkadaşımla buluşmak üzere gittiğim Müze Otel Antakya oldu.

Müze Otel Antakya

Müze otel inşaatı sırasında altında ulaşılan arkeolojik katmanları ve eserleri korumak üzere bir konstüriksüyon üzerine inşa edilmiş. Burası depreme dayanıklı bir mimariye sahip olduğundan depremden pek hasar görmemiş. Otel, kapılarını misafirlerine ben Antakya’ya gitmeden henüz birkaç gün önce yeniden açmıştı.

Uzun zamandır görmediğim arkadaşımla yaşananlara dair sohbet ederken yanı başımızda bulunan insanlık tarihine ışık tutan tarihi kalıntılar, mozaikler aslında 10000 yıllık insanlık tarihinde nasıl da küçük bir zerre olduğumuzu bize bir kere daha hatırlatıyordu.

Sohbetimiz boyunca, yanımızda bulunan insanlık tarihi katmanlarına yaşanan son büyük depremle, tarif edilemez acılar içinde yeni bir katman daha eklendiğini hissettim.

Antakya

Sabah uyandığımda, aydınlıkta karşılaştığım Antakya yeniden kurulmakta olan bir şehrin manzarasına sahip pek çok kareyle doluydu. Güneşli gökyüzüne doğru uzanan vinçler, inşaat sesleri, toz, kamyonlar, yıkılmayı bekleyen devrik binalar, yıkıntıların kalktığı ve şu anda bomboş duran pek çok alan….

Yıkılmış eski mahalleler

Sevgili Antakyalı dostum Elif Ovalı eşliğinde, depremden önce pek çok kez bulunduğum ve sokaklarına, tarihi binalarına aşina olduğum Antakya’da bir tura çıktık.

Kentin yüzyıllardır kalbi sayılan ve depremde çok hasar görmüş olan Saray Caddesi ve Kurtuluş Caddesi arasında kalan mahallelerde gezerken tanık olduğum manzara yaşam-ölüm döngüsünün çarpıcı bir yansımasıydı.

Bu mahallenin dokusunu oluşturan pek çok değerli tarihi binadan, ibadethaneden, konaktan, okuldan, iş yerinden, evden, restorandan ve dar sokaktan geriye artık kullanılmaz hale gelmiş binalar, boş alanlar, hafriyatlardan geriye kalan kırık seramik ve kumaş parçalarında rastlanan insan izleri kalmış.

Hasarlı tarihi bina

Etrafımı saran manzara karşısında içimi tarifi zor bir hüzün kapladı.  Ama aynı zamanda yıkıntıların arasından ve boş kalan arazilerden tüm coşkusuyla fışkıran doğal yaşam da içimde umudu filizlendirdi.

Şöyle bir manzara hayal edin; hüzün yüklü yıkıntıların ve yıkılan hayatlardan geriye kalan boş alanların arasından pembe beyaz begonviller, yabani çiçekler, istilacı, haşaratı engellediği söylenen yeşil bitkiler taşıyor ve etrafta bembeyaz kelebekler uçuşuyor.

Yaşam buradayım diyor!

Hatay’da hayat devam ediyor!

Barınma

Hatay’da en az hasarı, dağın eteklerine inşa edilen binalar almış ama buralarda da yönetmeliklere uygun yapılmamış olan evlerin hasarlı ve kullanılamaz olduğu görülüyor.

Gündüz, sağlı sollu binaların bulunduğu caddelerden geçerken insan bu binalarda yaşam olduğunu zannediyor. Fakat akşam olup da karanlık çökünce acı gerçek ortaya çıkıyor ve ışığı sönmüş yuvaların gerçeğiyle yüzleşiyor insan.

Şu anda Antakyalıların çoğu hala konteyner kentlerde yaşıyor. Şehirde yaklaşık 270’i aşkın konteyner kent var. Buralarda hayata devam etmeye çalışan insanların sayısının 250 binin üzerinde olduğu söyleniyor.

Konteyner kent

İnsanların yaşamaya devam etmeye çalıştığının altını çiziyorum çünkü 21 metrekareden oluşan konteynerlarda yaşamın ne kadar zor olduğunu ziyaret ettiğim konteyner kentlerdeki insanlardan dinledim ve gözlerimle şahit oldum.

İnsanlar 21 metrekare alanda üç, dört kişi bazen de daha kalabalık bir nüfusla yaşamaya çalışıyor. Yine de konuştuğum pek çok vatandaş yaşanan felaketten, kayıplardan, zorluklardan sonra şu anda sahip oldukları imkanlara şükrediyor. Tanıştığım herkesin ayrı bir hikayesi var, herkesin hikayesi çok ağır. Birbirini tanımayan insanlar yan yana gelmişler konteyner mahallelerde. Birbirlerine destek olmaya ve hayata tutunmaya çalışıyorlar.

Herkes imkanınca, ihtiyacına göre ve ruhu, dünyası el verdiğince kişiselleştirmiş yaşam alanını. Bazısı önüne veranda yapmış oturma alanını genişletmiş, bazısı depo yapmış, bazısı konteynerın önünü yeşil bir bahçeye dönüştürmüş, biberini, çiçeğini, bitkisini ekmiş, bazısı tavan su akıtmasın diye konteynerın üzerini kaplamaya öncelik vermiş…

konteyner kentlerde hayat devam ediyor, arada yüzler gülüyor ama derin bir hüzün okunuyor gözlerde.

Deprem Şehitleri Mezarlığı

Aynı gün içinde konteyner kentlerden sonra Deprem Şehitleri Mezarlığı’nı ziyaret ettim. Şehitlerin ruhuna dualarımı, dileklerimi gönderdim. 

Mezarlıktaki manzara yürek burkuyor. Bazı cenazeler teşhis edilemediği için mezarın başında duran tahtada yalnızca bir numara yazıyor.

Bazı mezarlarda koca bir aile birlikte yatıyor.

Göz alabildiğine, geniş bir arazide uzanan mezarlığın her bir köşesinde başka bir hüzünlü insan hikayesi bulunuyor.

Deprem Şehitleri Mezarlığı

Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı

Hatay’da yalnızca evler konteynerlara taşınmamış. Devlet binaları, restoranlar, dernekler de konteynerlarda hizmet veriyor.

‘Hasat Sohbetini’ yararına gerçekleştirdiğimiz Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nın Antakya ‘da bulunan rehabilitasyon merkezini de hizmet verdiği konteynerda ziyaret ettim.

Türkiye Spastik Vakfı Rehabilitasyon Merkezi ve terapistleri

Uzmanların, fizyoterapistlerin ve eğitimcilerin hizmet sunduğu merkezde aylık ortalama 160 kişiye rehabilitasyon desteği sunuluyormuş. Merkezde çocuklara hem fiziksel hem de bilişsel alanlarda destek sağlanıyor. Destek alan çocukların arasında doğuştan engelli, depremde ampute olmuş, travma kaynaklı dikkat ve öğrenme bozukluğu yaşayan çocuklar var.

Umut veren gelişmeler

Asi kıyısında bulunan eski müze binası yenilenerek geçtiğimiz haziran ayı itibariyle Hatay Cemil Meriç İl Halk Kütüphanesi olarak hizmete girmiş ve şehre yeni bir soluk getirmiş.

Şehirde yıkıntılar ve inşaat çalışmaları arasında gezerken Kütüphane’nin kapısından girdiğim andan itibaren dünyam değişti.

Halk Kütüphanesi

Kütüphane’nin sunduğu ferah, sessiz ve kitaplarla çevrili ortamın birçoğu konteyner kentlerde, sıkışık alanlarda, özel alanlarından yoksun bir şekilde hayatlarını devam ettiren şehrin gençleri için çok önemli bir nefes alanı olduğunu tahmin ediyorum.

Ziyaretim sırasında bütün salonlar ve çalışma alanları sessizce çalışan ve kitap okuyan gençlerle doluydu.

Halk Kütüphanesi 

Zamanın ve hayatın el verdiği ölçüde Antakya’yı gezebildiğim bir günün ardından akşam yemeği yemek üzere yeni açılan Antakya Gastronomi Çarşı’sında günümüzü sonlandırdık.

Antakya Gastronomi Çarşı

Burası depremde zarar gören restoranların bir araya toplandığı ve yeniden hizmet sunmaya başladıkları bir çarşı olmuş. Çarşının çatısı altında Altıkapı, Sveyka, Salah Ocakbaşı, Pöç Kasabı, Çınaraltı Künefe, Petek Pastanesi gibi Antakya’nın tanınan lezzetleri bulunuyor.

Bu çarşının varlığı hem esnafa hem de şehir insanına nefes olmuş. Çarşı hem şehirde yaşayan insanlar hem de Antakya’yı ziyarete gelen yerli ve yabancı misafirler için bir buluşma noktasına dönüşmüş.

Hem kütüphane hem de gastronomi çarşısı gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla Hatay’da gündelik yaşamın, sosyal ve ekonomik hayatın canlanmasına hizmet eden iki önemli unsur olmuş.

Hatay’da yıkım, onarım ve inşa çalışmaları durmadan devam ediyor.

Hayat tüm bu yıkım ve inşa içinde devam ediyor.

Her yeni gün yeni umutlarla doğuyor.

Hatay iyileşsin diye pek çok insan emek veriyor. İnsanlar hem şehrin hem de insanların ruhunun yeniden ayağa kalkmaya çalıştığı bu meşakkatli inşa sürecinde bazen düşüyor bazen kalkıyor ama memleketleri için yılmadan çalışmaya devam ediyor.

Tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bu eşsiz kentin tüm eski değerleriyle aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edilmesi zaman alacak. Ama er ya da geç hem eski şehir hem de yeni kurulmakta olan şehir yeniden can bulacak.

Bölgenin desteğe ihtiyacı devam ediyor. Önemli olan sunulan desteğin bir devamlılığının olması.

Depremin hemen ardından bölgeye herkes gücünce yardımlarda bulundu.

Şimdi ise yaşamın yeniden yeşermesi için herkesin yetkinliğince ‘Hatay’da Hasat Zamanı’na katkı sunma vakti.

İstanbul’da bir Hataylı şef

Tam da Hatay ziyaretimden İstanbul’a döndüğüm günleri takiben şehrin yenisi, Gümüşsuyu’nda bulunan Boğaz manzaralı ocakbaşı restoran Tere’yi hayırlamaya gittim.

Burası geçtiğimiz yıllarda Topaz restoran olarak hizmet veriyordu. Bugünlerde ise yemyeşil bir park ve Camii manzarası içinden Boğaz’ın göründüğü, beyaz örtülü masalarda ocakbaşı lezzetlerin sunulduğu ‘Tere’ olarak hizmet veriyor.

Tere

Tere’de ocağın başında uzun yıllardır aynı sektörde farklı restoranlarda çalışmış olan ustalar Ömer ve Remzi Sayın bulunuyor. Ömer ve Remzi ustanın ellerinden tattığım uykuluk ve ciğer şiş gayet başarılıydı.

Ete çok düşkün olmayan bir Çukurovalı olarak Tere’nin sebze ağırlıklı mezelerini de çok sevdim. Tere’nin aralarında kuru meyveli enginar, bir çeşit muhammara yorumu olan Paşa mezesi, Mualla, Antakya tahinli tarator, ezme gibi tatların olduğu mezelerinin Hataylı kadın şef Gökçe Eker’e ait olduğunu öğrendim.

Kendisiyle görüştüğüm Gökçe Şef de ağır kayıplar yaşamış Hataylı bir depremzede. Depremde çok sayıda akrabasını, eşini dostunu ve yuvasıyla birlikte iş yerini de kaybetmiş bir kadın.

Deprem sonrası kendi de enkazdan çıkıp uzun süre bölgeye destek sağlamış.

Daha sonra hem küçük kızının eğitimi hem de hayatı yeniden kurmak üzere İstanbul’da tıp eğitimi alan büyük kızının yanına yerleşmişler. İstanbul’da yolu, yıllar önce Antakya’da kendi restoranında misafir ettiği Tere’nin ortaklarından Yücel Özalp ile kesişmiş. Ve bu sefer birlikte yeni bir yolculuğa çıkmışlar.

Gökçe Şef, ‘Tere’deki görevinin yanında hala Hatay Mutfak Sanatları ve Gastronomi Dernek Başkanlığı görevini de sürdürüyormuş.

İstanbul’da tıp eğitimini tamamlayan büyük kızı da Hatay’da tanıştığım ve hikayelerinden çok etkilendiğim bazı diğer gençler gibi memleketi Hatay’ın yaralarını sarmaya destek olmak üzere memleketine geri dönmüş ve şimdi orada doktorluk yapıyormuş.

Şef Gökçe Eker’in elinin lezzetine de yaşadığı her şeye rağmen hayata dört elle sarılan, azimle çalışan ve hayata değer katarak yoluna devam eden güçlü haline de hayran kaldım.

Son olarak, eğer yolunuz Tere’ye düşerse deneyiminizi kaymakla sunulan ince dilimlenmiş pancar tatlısı ve kabak tatlısı ile sonlandırmanızı tavsiye ederim.

                                                                /././

Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler -Aslı Kotaman-

Geçmişin izleri, tül perdenin ardında belirip kayboluyor. Kairos, zamanın her katmanda bıraktığı izleri açığa çıkarıyor

Tül perde odanın içine doğru uçuşuyor, rüzgâr deli gibi esiyor; hava çok sıcak. Rüzgâr olmasa durulmaz zaten. Bu bir Ayvalık akşamı, hem rüzgârlı hem sıcak. O kadar ki, az sonra korniş ve perde kopacak, bahçeye savrulacak ve biz annemle aşağıya, bahçeye koşup perdenin peşine düşeceğiz. O zaman babam da odada. Hasta artık; bunu şimdi biliyorum ama o anda değil. Nasıl fark etmedim, nasıl anlayamadım bu kadar hasta olduğunu, şimdi düşününce aklım almıyor. İnsanın yaşadığı anla, o anıya geri döndüğü an ne kadar farklı, değil mi? O anda yalnızca rüzgârla savrulan perdenin peşindeyim. Perde uçuşuyor, biz gülüyoruz. Babam espri yapıyor, hep aynı espriyi. Zaten de zayıfçacık. “Tutunmasam uçacağım.”

Bugün, başka bir şehirde, o evden binlerce kilometre uzaktayken, o akşam gördüğüm ama o anda anlamadığım şeyleri anlıyorum. Rüzgârın savurduğu o tül perde sadece bir kumaş değilmiş; o akşam esen rüzgâr, aslında kendime bile itiraf edemediklerimi, kabullenemediklerimi de savuruyormuş. Perdenin ardında, kaçırdığım bir gerçeğin izleri varmış.

Perdelerin sanat ve edebiyatta bir metafor olarak kullanılmasını seviyorum. Özellikle tül perdeleri, çünkü onlar bir şeyi gösterirken aynı zamanda saklıyor. Tül perde, arkasında duran şeyi tam olarak ortaya koymuyor, izleyiciye ya da okuyucuya bir ipucu veriyor ama onu bütünüyle açığa çıkarmıyor. Tül perdeler, gerçekliğin yarı saydam katmanlarını simgeliyor. Hafızanın, mahremiyetin, içsel dünyanın ve belki de saklı kalan duyguların dokusunu oluşturuyor. Bizle dünya arasına bir sınır çizip aynı zamanda bu sınırın ardındakileri izleyiciye fısıldayan bir motif haline geliyorlar, bunu seviyorum işte.

Gus Van Sant'ın Sapık filminde tül perde, karakterin arkasında yarı saydam bir katman olarak belirir. İzleyici, karakterin içsel dünyasına tamamen erişemese de, perdenin ardındaki belirsizlik onun yalnızlığını ve savunmasızlığını gözler önüne serer.

Sicario filminde, karakterlerin dünyayla olan bağlantılarının kesintili ve bulanık olduğu, bazen kendilerini bir sınırda, görünmez ama güçlü bir bariyerin arkasında buldukları bir durumu yansıtan tül perde sahnesi vardır. Tül perde, burada gerçekliği hem gösterip hem saklayan bir araç olarak, karakterlerin içsel çatışmalarını, belirsiz bakış açılarını ve tehlikelerle çevrili dünyalarını simgeler. Sicario’daki tül perde, hikâyenin yarattığı atmosferle çok uyumlu bir metafor oluşturur, hem fiziksel hem de psikolojik engellerle dolu, karanlık bir dünyada izole kalmışlık hissi. Perdenin arkasındaki silüetler, izleyiciyi gerilimi hissetmeye zorlayan, her an açığa çıkacak ama asla tam olarak netleşmeyecek bir gerçeklik olarak belirir.

Bu sahne, Taika Waititi’nin Jojo Rabbit filminden bir kare. Burada, eski bir arabanın pencereden hafifçe bulanık bir perde veya camın ardından göründüğünü görüyoruz. Bu çerçeveleme tekniği, izleyiciye doğrudan bir görüş sunmuyor; sanki bir şeylerin ardında kalmış, perde arkasından izleniyormuş hissini veriyor. Bu bulanık ve filtrelenmiş bakış açısı, karakterlerin yaşadığı dönemin belirsizliği ve Jojo’nun dünyayı çocuk gözüyle, eksik veya bulanık algılayışını yansıtıyor.

Bu da Jojo Rabbit’in genel tonuna uygun bir estetik sunuyor. Nazi Almanya’sının karanlık, ağır atmosferi Jojo’nun gözünden anlatılırken, bu bulanık bakış açısı aynı zamanda olayların ve gerçeklerin çocuk gözüyle tam olarak anlaşılmadığını vurguluyor. Film boyunca sıkça kullanılan bu tür çerçeveleme teknikleri, Jojo’nun masum ama sınırlı algısını güçlendiriyor, hem dış dünyadan korunmuş hem de onun içinde sıkışmış bir bakış sunuyor bize. Burada arabanın siyah rengi ve eski model yapısı, dönemin kasvetini, karanlığını ve geçmişle bağlantısını temsil ederken, aradaki perde veya cam engeli, o dünyanın erişilemez veya tam olarak anlaşılamaz olduğu hissini pekiştiriyor.

Ari Aster'ın Midsommar filminde perde, karakterlerin ve izleyicinin gerçeklik algısının sınırlarını zorlamak için kullanılır. Manzarayı kısmen gizleyen bir tül perde, dünyaya bir filtre ekler; bu, karakterlerin ve izleyicinin olayları net bir şekilde görmesini engeller, sanki her şey biraz bulanık ve gizemli kalır. Film boyunca karakterler, hem kendi içsel çatışmalarını hem de çevrelerindeki dünyayı tam anlamıyla algılayamaz. Her şey görünürde açık ve parlak olsa da, tül perdenin ardında kalan bu manzara, yaşananların ardındaki derin ve karanlık anlamı saklar. Tül, burada bilinç ile bilinçaltı, görünenle gizli kalan arasındaki ince sınırı temsil eder; bu, izleyiciyi rahatsız eden ama aynı zamanda merak uyandıran bir estetik sunar.

Paul Thomas Anderson'ın The Master filminde, bu sahne, tül perdenin arkasından karakterlere baktığımız bir anı gösterir. Tül perde, izleyiciyi karakterlerden hafifçe ayırarak, arada bir mesafe yaratır. Bu mesafe, sahnedeki karakterlerin iç dünyalarına dair bir gizemi yansıtırken aynı zamanda onların yalnızlığını, mahremiyetini ve duygusal olarak ulaşılmazlıklarını simgeler.

Perde, karakterlerin arasındaki görünmez bağları, belki de söylenmeyenleri, saklananları çağrıştırır. Baş karakter Lancaster Dodd (Philip Seymour Hoffman), diğer karakterlerle beraber masada olmasına rağmen, izleyici perdenin arkasından bakarken, aralarındaki ilişkide gizemli ve çözülmemiş bir gerilim olduğunu hisseder, perde o histir.  Bu tür bir çerçeveleme, izleyiciyi hikâyeye hem davet eder hem de onu hafifçe dışarıda tutar; karakterlerin dünyasına tamamen giremeyiz, onları ancak bir gözlemci olarak uzaktan izleyebiliriz. Perde burada içsel çatışmaların, bastırılmış duyguların ve yüzeyin altında saklanan derin sorunların sembolü olarak güçlü bir işlev görür. Bu tür örnekleri sinema ve edebiyatta sonsuzca bulabiliriz. Haydi bir tane daha, Bergman’ın 1982 yapımı Fanny and Alexander filminde perde, özellikle aile içindeki gizliliği ve dışarıdan görülemeyen derin duyguları simgeler. Odaların girişlerinde asılı olan kalın perdeler, hem dış dünyadan gizlenen sırları hem de çocukların hayal gücünün özgürlüğünü vurgular.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde'sinde anıların üzerini örten perde, Woolf’un Kendine Ait Bir Oda'sında kadının içsel özgürlüğüne uzanan kumaşlar, Daphne du Maurier’in Rebecca'sında Manderley’in odalarını saran sır dolu drapeler, sanatta ve edebiyatta perdeler ve kumaşlar yalnızca dekoratif unsurlar olarak var olmaz; renkleri, dokuları ve biçimleriyle sanatçıya ifade imkânı tanır, eserlerde derin anlamlar taşırlar. Çoğu zaman onlara gereken ilgiyi göstermesek de, perdeler ve kumaşlar sanatın gizli tarihinin önemli parçalarıdır. Vermeer’in Mektup Okuyan Kadın tablosundaki perdeyle mahremiyetin derinliği, Bernini’nin Azize Teresa'nın Vecdi heykelinde kumaşların ruhaniyetle birleşmesi, Artemisia Gentileschi’nin Judith ve Holofernes eserindeki örtülerin dramatik etkisi, Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nde figürlere hareket katan drapajları, örnekler o kadar çok ki! Sanatta bu örtüler ve kumaşların katmanlarını keşfetmek, onlara zaten orada olmalıymışlar gibi bakmadan, neden orada olduklarını anlamaya çalışmak bazen çok keyifli bir keşif olabilir.

Şimdi yine bir tül perdeye bakıyorum; dışarısı bir görünüyor, bir kayboluyor. Kairos kitabını yeni bitirmişim. Masada bir uçu açık kalem, bir yapışkanı gitmiş bant parçası ve bir bardak var. Bir de bardağın masada bıraktığı iz. Kitabı okurken hissettiğim bu bulanık ifadeyi nasıl anlatırım diye düşünüyordum. Sis, buzlu cam, duman? Aslında burada hissettiğim bulanıklık, biraz kitabın içeriğiyle örtüşüyor; hafızanın bugünde katman katman birikmesi, bugünü bulanıklaştırıyor sanki. Erpenbeck'in hikayesi de tam bu fikri destekliyor: geçmişin izleri, yaşanan her şeyin katmanlanarak bugüne sızması, zamanla her şeyi biraz daha belirsiz hale getiriyor. Geçmiş, yalnızca bir geçmiş değil artık; bugünle iç içe geçip bugünü silik, ancak derin bir dokuyla sarıyor. Kairos, geçmişin bugüne bıraktığı bu bulanıklığı hafifçe aralıyor, ancak tüm anıların üzerimizde bıraktığı ağırlığı da unutmuyor. Ama yıllarca izlediğim Yeşilçam filmlerinin etkisi olacak ya, kader ağlarını örecek ya, bir tül perdeye bakarken buluyorum kendimi. Yoksa bu sandalyeden kalkınca, Kairos hakkında yazmak için yeniden oturacaktım ona. Romanı övmek, belki birkaç okuma önerisi vermekti amacım. Hayat palimpsest bir anlatıdır diyecektim. Geçmişin izleri asla silinmez, her yeni yaşantıyla birlikte katmanlanır ve yaşamın çok katmanlı yapısını oluşturur yazacaktım.

Andreas Huyssen'in Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory adlı kitabını örnek verecektim. Huyssen’in, şehirlerde geçmişin, bugünün ve gelecek beklentilerinin nasıl birikerek bir palimpsest oluşturduğunu anlattığını, bu yaklaşımın bireysel hafıza için de güçlü bir model sunduğunu yazacaktım. Ama işte tül perdelerle başladım.

Bu tül perdeyle, bugünde geçmişin kat kat birikmesini, yaşanmışlıkların ağırlığını, seçimlerin izlerini, geride kalanları ve bu ana taşınan anıları daha iyi anlıyorum. Hayat ilerledikçe, her yanım anılarla doluyor, her adımda bu anılara yeni katmanlar ekleniyor. Anılar, zamanla silikleşip başka bir şeyin ardında kaybolsa da aslında hep oradalar, yaşamın dokusuna işlenmiş halde duruyorlar.

Şimdi, 45 yaşımda, önümde bir bu kadar daha yaşamayacağımı bilmenin artık hüzünlü olmadığı bir noktadayım; geçmişin izleriyle yüzleşmenin ve onları kabullenmenin farkındalığı var içimde. Tül perde gibi, yaşamın izleri de bazen belirgin, bazen belirsiz, bazen esip gelen bir rüzgâr gibi hayatımda dolaşıyor.

Kairos’u okurken anladım ki yaş almak, aslında anılarla, seçimlerle, vazgeçişlerle, biriktirdiklerimizle dolu bir sürece dönüşüyor. Anılar artık yalnızca geçmişte kalmıyor; yaşamın özüne kazınmış, zamana direnen sessiz birer memento haline geliyor. Tül perdenin ardında, tüm o geçmiş katmanlarıyla geleceğe bakmak, işte, yaş almak tam da buymuş.

Erpenbeck’in romanı gerçekten nefis. Kairos, yalnızca bir aşk hikayesi değil; aynı zamanda geçmişin yükünü, seçimlerin izlerini ve yaşamda yakalanan ya da kaçırılan o nadir anların nasıl biriktiğini güçlü bir dille anlatıyor. Jenny Erpenbeck, romanında genç bir kadın olan Katharina ile ondan 34 yaş büyük, evli bir adam olan Hans’ın ilişkisini, Doğu Almanya’nın çöküş yıllarıyla paralel işliyor. Hikâye, bir dönemin, bir rejimin ve ideallerin yavaşça çözülüşünü de gözler önüne seriyor. Aşk ve tarih, kitapta iç içe geçiyor; bireysel hayatlarımızın tarihten, ideallerimizin ve korkularımızın yaşadığımız toplumdan bağımsız olamayacağını fısıldıyor.

Yazar, yaşamın içimizde katman katman birikmiş izlerini, sanki buğulu bir camı elinle siler gibi ovalıyor. Bu anlatım, geçmişin bugüne nasıl nüfuz ettiğini, zamanın geride bıraktığımız anlarla nasıl iç içe geçtiğini hatırlatıyor.

“Kairos” kelimesi, eski Yunanca’da “doğru an” ya da “en uygun zaman” anlamına gelir; beklenmedik, geçici ve kaçırılması kolay fırsatları anlatır. Romanda bu terim, yalnızca anı yakalamanın değil, o ânın kaçırılmasının da ağırlığını taşıyor. Erpenbeck, Kairos ile zamanı yalnızca kronolojik bir akış olarak değil, anıların üst üste bindiği, geçmişin bugüne sızdığı, iz bırakan bir yapı olarak sunuyor. Her bir kairos anı, hayatın akışı içinde saklı bir dönemeç ya da kaderin keskin bir kıvrımı gibi; hayat tam o anlarda anlam kazanıyor ya da kayboluyor.

Şimdi bir tül perdenin ardından dışarıya bakarken, geçmişin üzerime çekilmiş bir örtü gibi hafifçe dalgalandığını hissediyorum. Tül perde, anılarımın bir kısmını saklayıp bir kısmını gösteren, yaşamın yarı saydam bir dokusu gibi. O perdenin ardında, her kairos anının izini taşıyan katmanları fark ediyorum. Geçmişin ve bugünün bu hafif bulanıklık içinde bir araya geldiği bu örtü, yaş aldıkça baktığımız penceredeki manzarayı da sürekli değiştiriyor. Tıpkı o tül perdenin ardında olduğu gibi, hayat da bize hem geçmişin ağırlığını hem de bugünün kırılganlığını fısıldıyor.

                                                                 /././

(T-24)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder