23 Mayıs 2022 Pazartesi

Cahit Bey’in gözüyle gerçekleri öğrenmek - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Enflasyon tüm fiyatların birlikte ve farklı hızlarla koşusudur, yarışıdır. En arkada kalan da en öndeki kadar hızlı koşmak ister. Koşamayıp yürümeye çalışan ücretlerdir. Emeğin “fiyatı”dır. Koşu boyunca emeğin gelirinden, varsa varlıklarından kârlara sürekli kaynak aktarılır. Emeğin gücü zayıflar, kârlar katlanarak artar. Bunu yaşıyoruz. Resmi enflasyon bir iki yılda yüzde 20’lerden hızlanarak 70’lere gelirken, sermayenin eski/yeni katmanları varlıklarını büyüttü. Bu varlıkları büyüten her süreç (ki enflasyon onlardan biridir) modelin sahiplerini memnun eder, onlarda, “ek zenginlik ve güç yaratıyor!” düşüncesini besler. 

Büyük savaşlar enflasyonisttir. Her devlet büyük hacimde ek harcama yapmak zorundadır. Ama bunu karşılayacak geliri nasıl yaratacaksınız? Sanayide gelişmiş, işbölümü çeşitlenerek gelir kapasitesi yükselmiş ve yükseltilebilen ülkelerde bile bu zordur, ama olanaksız değildir. 1930’lar ve 1940’ların Türkiyesi gibi köylülüğün mutlak ağırlığını taşıyan bir ülkede ise olanaksızlık derecesinde zordur.  Üstat Keynes’in, o tarihte “enflasyonist açık” sorunu dediği şey, harcamalarla gelirlerin bu bağdaşmazlığı, onlarda başka, bizde bambaşka tablolar, sonuçlar yaratır.

KIYAMET

1939 Eylülü’nde Almanya’nın başlattığı savaşın çapı ve yıkımı gitgide büyüdü, dünya ölçeğinde bir “Kıyamet” halini aldı. 1945’e kadar sürecek, 70 milyon (belki daha çok) insan ölecektir. Türkiye’nin başında bunu görebilen kişi ve kişiler vardı. Onlar gün ve gelecek için toplumun tarihi şansıydı. Bilmek lazım. Siyasette sağlam kararlar aldılar, esneklik ve cesaretle uyguladılar. Ülkeyi “Kıyamet”ten uzak tuttular. Kimsenin burnu kanamadı. Ekonomide de 1940 Ocak ayının Milli Korunma Kanunu’ndan başlayıp doğru kararlar aldılar. Bir ölçüde uygulayabildiler. Bir ölçüde, çünkü savaş ekonomisi başa çıkılmaz dengesizlikler ve eşitsizlikler yaratan bir senaryodur.  Hele o zamanın maddeten yoksul, kırsal Türkiye tablosu için. 

Alman ordusu 1939 Eylülü’nde Polonya’yı iki haftada işgal edip o toprakları ve Baltık’ı Sovyetler’le paylaştıktan sonra döndü, önce Danimarka ve Norveç’i işgal etti. Sonra dönüp 1940 Haziranı’nda Paris’e girdi. Sonra yine döndü ve 1941 Martı’nda Edirne sınırına dayandı. Durdu. Sonra haziran’da birden Sovyetler’e büyük saldırı başlattı (Barbarossa Harekâtı). Leningrad’ı kuşattı (900 gün sürecek!), Ukrayna’yı aldı, Moskova’nın varoşlarına geldi ve Bakû’ya varmak üzere 1942’nin güz aylarında Stalingrad’a dayandı. 

CAHİT BEY’İN GÖZLERİ

Savaşı anlatmayalım. Şunu bilelim: Türkiye bir milyon üreticiyi tarladan alıp asker yaptı. Çoğunluğunu Trakya’ya, Alman ordusunun karşısına yerleştirdi (Mihri Belli anılarında, oradaki askerliği sırasında, İnönü’nün nasıl at üstünde kıta teftişleri yaptığını anlatır). Üretici, askerlikle tüketici oldu. Devlet onu 1945’e kadar besleyecek, giydirecektir. Askeri harcamaların devlet bütçesindeki payı böylece 1930’lardaki yüzde 20’lerden, 1940’tan başlayıp yüzde 50’lere çıktı. Büyük harcama yükü altında devlet bütçesi 1941’den sonra ikiye katlandı. Gelirlerin yetersizliğiyle, kısa sürede kapatılamayacak açık oluştu: Bütçenin üçte biri kadar! İşin can damarına geliyoruz. 

94 yaşından sonraki on yılında Cahit Kayra 1940’ların acı gerçeklerini eğrisi doğrusu ile tek tek ve bütünüyle göstermiştir, son 30 yılda nedense pek popüler olan yalan yanlışı silmiştir. 2011’de yazdığı “Savaş, Türkiye, Varlık Vergisi” ile gerçekleri öğrenmek isteyen, samimi okuyucuya 1940’ları birinci elden anlatır, açıklar. 1942’nin Varlık Vergisi ile müfettişliğe başlamıştır. Herkesi tanımış, her şeyi görmüştür. 1942’de ve sonrasında neler olduğunu bilir, anlatır. Çünkü, öncelikle müstesna bir kültür adamıdır. Okuyunca görürsünüz ki, işin tamamını ehliyetle ve doğru değerlendiren tek kitap budur ve o yılları anlayabilmek, bugünü anlamaya başlamaktır. Cahit Bey’in gözlerinden öğrenmek, o zamanı Tonguç’un gözlerinden öğrenmekle bütünleşir, insanın ufkunu açar. 

Savaş büyük, sürekli bir depremdir. Buna kaynak yetiştirebilmenin (her ülke için) üç yolu vardır. Bir, ek vergi. İki, iç borçlanma. Üç, devlete enflasyonla kaynak çekebilmek, yani para basmak. O yılların Türkiye’sinde, köylüler ekonomisinde vergi yükü yüzde 10 mertebesindedir. Gelirler 48 kaleme dağılmıştır, yetersizdir. Çoğu dolaylı vergilerdir. Savaş bütçesinin açığı bunlarla kapatılamaz. Yönetim bu katı gerçeği biliyor. Ve dayandıkça dayanıyor. İç borçlanma zaten sınırlarına varmıştır. Kısa vadeli borçlar, vadeleri uzatılarak çevrilebiliyor. O kadar. Geriye para basmak kalıyor. Çaresiz, basılacaktır. Ancak, burada para basmak (emisyon) Amerika, hatta İngiltere’de emisyona yüklenmeye benzemez. Oralarda savaş emisyonu sanayi sermayesinin yüksek kapasitesiyle uçak, tank, zırhlı, gemi, çeşitli bomba, cephane, lokomotif vs. imalatında yaratılan olağanüstü artışlarla emilir ve fiyat artışlarına pek az yansır. Siviller gıda ve giyecekteki kıtlığı, karne usullerini sızlanmadan kabul ederler. Türkiye’nin basit üretim ekonomisinde tablo bambaşkadır. Girmeyelim. Ancak şunu biliyoruz: Basit üretim yapısında ablukaya yakalanmış ekonomi, savaş enflasyonunu kıtlıklarla iç içe yaşar. Üretimini artıramaz. Kıtlıklar ve enflasyon birlikte artar. Herkes anlayışlı olmalıdır. Pek az kişi anlayışlıdır.

Cahit Bey her şeyi gören gözleriyle diyor ki: kıtlıklar, düşük, çok düşük gelirli halk, yani 17 milyon kişi içindir. Çoğu ticaretin köşe başlarını tutan, aracılık yapabilen birkaç yüz bin kişi için değildir. Birkaç yüz bin kişi kıtlık ve enflasyonlu ekonomide eskisinden daha da zenginleşiyorlar. Cahit Bey’in deyişiyle, “yoksullar”dan “varsıllar”a kaynak aktaran bir ekonomideyiz. Sanayi sermayesi yok gibidir. Basit üretim ekonomisinin kalın damarı ticaret sermayesidir. Silah altında bir milyonun üzerinde asker tutmaya mecbur olan devlet ise harcamalarını karşılayacak gelire sahip olamaz, gitgide büyüyen açıklar verir ve yoksullaşır! Ekonomik gücü tükenmektedir. 1942’nin fotoğrafı budur.

1942’nin kasım ayında ek harcamalarla ikiye katlanarak bir milyar liraya çıkmış, bütçenin yüzde 30’u açıktır. Kapatabilmek için Varlık Vergisi getiriliyor. Olağanüstü zamanın olağanüstü vergisidir. Çaresiz durum. Çoğu ticaret sermayesinde birikmiş kaynağa başvurulacak, çok kısa sürede tahsilat yapılacaktır. Vergilendirilecek 114 bin 368 kişi saptanır. (Nasıl saptandı, Cahit Bey anlatıyor:) Ticaret sermayesi Osmanlı’dan gelen yapısı ile “gayri müslim” ağırlıklıdır; biraz yabancı, biraz da sayıca çoğalan Türkler var. 465 milyon TL vergi saptanıyor, 315’i ödeniyor, 151’i ödenmeyip siliniyor. 

Yeterli oldu mu? Savaşın “enflasyonist açığı” bununla kapatılabildi mi? Evet ve hayır! 1942 geçildi, fakat savaşın her şeyi ve kesintisiz harcama zorunluluğu sürdü. Sıra mecburen köylülere geldi: 1943’ün Toprak Mahsulleri Vergisi ile Hayvanlar Vergisi. Bunların yükü orta ve küçük köylüye bindi. Varlık Vergisi 1943 ödemeleriyle son buldu, fakat köylülerinki 1946’ya kadar sürdü, bütçeye 415.9 milyon TL. getirdi. İşte, toplamı 730 milyonluk bu gelirlerle Cumhuriyet “Kıyamet”in ekonomideki fırtınasını göğüsleyebildi.  1946’da enflasyon sona erdi, ekonomi büyümeye geçti. Ama köylünün aklında o vergi yükü ile çektiği sıkıntılar kaldı. Faturayı CHP’ye yazdı. Demagoglar bunu tepe tepe kullandılar. Tüketemediler.


YEMİNLİ İTTİFAK VE ‘HOLİVUT’

İki yazıda (25 Nisan, 9 Mayıs) vurgulandı: Bu köylüler ülkesinde ekonomik gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf ve tüccardır. Siyasete de yansır. 1942 Haziranı’nda Köy Enstitülerinin Teşkilat Yasası oylamasında “yoklar” 177’dir. Peki, Kasım’daki Varlık Vergisi oylamasında herkes var mı? ‘Yoklar’ın sayısı 79’dur! Bu 79, önceki 177’den daha dikkat çekicidir. O gün için yorumlanırsa, “devlet batarsa, batsın, bana ne!” demektir. Gelecek için yorumlanırsa bir siyasal ipucu bulursunuz: Topraktaki ortaçağ dokusunun sahipleri artık yalnız değildir. 1942 kasımı’ndan sonra ticaret sermayesi onların toprakta “demokratik devrim” karşısındaki ‘yeminli müttefiki’ olmuştur. Ve “yeminli ittifak” ilk ve en ciddi yıkımını 1945’de Hatipoğlu’nun getirdiği “bağımsız çiftçi”yi doğmadan yok ederek verecektir. Sonra sıra “Enstitü’ye gelecektir. Devrimci çizgi oluşurken, karşıdevrim de “tırtıl”dan kelebeğe (ittifaka) geçerek uçmaya başlıyor. Cahit Bey’le Tonguç’u birlikte okumak lazım. Birer kitaptan çok fazlasını veriyorlar.

DP DEMAGOJİSİ

Cahit Bey bir kapı daha açıyor. Diyor ki 1950’de iktidar değişti, İstanbul eski defterdarı Faik Ökte nedense bir kitap yazdı: Varlık Vergisi Faciası! Bazı doğrular var, ama, yanlışlar ve yanıltmalar daha çok. Demokrat Parti (DP) bunun demagojisini yaptı, sonra konu unutuldu. İşe bakın, 1990’da Sovyetler sahneden çekildi, Türkiye’de birdenbire 1940’lar ve Varlık Vergisi üzerine yalan yanlış bir yaylım ateşi başladı. “Düşününce, sanki yaşananlarla alay ediyorlarmış gibi” diyor Cahit Bey. Bir çeşit “3. sınıf Holivut prodüksiyonları” dönemi, furyası açıldı. 1940’lar üzerinden bir “mağduriyet piyasası” dönemi. Romanlardan, filmlere, dizilere kadar. 1940’ların “Kıyameti’nde çaresiz kalmış devlete katkı yapmak zorunda kalanlar ne kadar mağdur olmuşlar!

“Mağduriyet piyasası”nın siyasetteki getirilerini son 20 yılda iyice öğrendik. Ama, burada daha temel bir şey var. 1940’ların “yeminli ittifakı’nın kemikleşip günümüze uzanan veraset damarı. 1940’larda, Meclis koridorlarında, çalıştırdığı ortakçı ve marabalar için “Bu itlere toprak mı vereceğim?” diye bağıran mebusla (Tonguç’un kitabı), “Bu devlete kırk para vergi vermem” dedikten sonra “büyük nakit serveti”ne el sürdürmemeyi becermiş vergi mükellefi (Cahit Bey’in kitabı) hangi ittifak çizgisinde buluşmuşlarsa, Cumhuriyetle kurulmuş üretim dünyasını “babalar gibi satarak!”, elden ele geçen ticaret metaı yapan ve sermayenin yeni damarlarını besleyen, kalınlaştıran hırs da orada bir yerde buluşuyor mu, buluşmuyor mu? Bugünün enflasyonu “parasal ve tarafsız” bir “fiyat artışları olayı”ndan mı ibaret, yoksa elden ele ticareti yapılarak servetlere dönüşen toplum varlıklarına emeğin gelirlerinden, ve varsa varlıklarından, katlana katlana yeni kaynaklar ekleyen bir yeni “ittifaklar damarı”nın sürekli beslenme yollarından biri mi? Cumhuriyetin devrimci çizgisini silmek isteyen karşıdevrim, bir “tarihi zaman”dan bir sonrakinde de daha çok güç kazanarak var olmak için kendine özgü “kombinezonlar” kurabiliyor mu, kuramıyor mu?

1917’nin Mart ayında İsviçre’de ciddi bir adam, ülkesine dönmek üzere eşiyle birlikte eşyaları toplarken, bir yandan da “Uzaktan Mektuplar”ını kaleme alıyordu. 

ANİ DÖNÜŞLER

Geçmiş yüzyılların tarih, bilim ve kültürüne müstesna bir derinlikle sahipti. İlk “mektup”ta şöyle diyordu: “Doğada ya da tarihte mucizeler yoktur. Fakat, tarih içindeki her ani dönüş, ki bu her devrim için de böyledir, öyle zengin bir içerik sunar, öyle beklenmedik ve pek özel mücadele formları ve rakiplerin karşılıklı güçleri için öyle pozisyonlar açıverir ki sıradan bir bakış sahibine bunlar mucizeymiş gibi görünür!”

“Kombinezonlar” ve “karşılıklı güç pozisyonları”nın sabit ya da statik değil, “tarihin ani dönüşleri”nde son derece dinamik olduğunu ve olacağını vurguluyor. Cahit Bey’i ve Tonguç’u okuduktan sonra, büyük bir kültür birikiminden doğan bu uyarıyı kavrayabilmeliyiz.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet



Kıpkızıl bir kadın: Suat Derviş - GAMZE KULAK / SOL-Özel

 


'Suat Derviş hayatının hangi döneminde solcu olmuştu? Galiba hep öyleydi!...'

“Bir 10 Ağustos’u 11 Ağustos’a bağlayan gecede çok fırtınalı gökgürültüleri, şimşekler, yıldırımlar arasında arasında anneciğime uzun bir ızdırap vermeden şimşek ve yıldırım hızıyla dünyaya gelmişim.”1

“Efsane bir kadın olarak anılan” Suat Derviş’in, asıl adıyla Hatice Saadet’in, hikâyesi böyle başlar. Anne babası asıl adını Suat koymak istese de erkek adı olduğundan Saadet adını koyarlar ama hep Suat diye hitap ederler.

Çocukluk ve gençlik yıllarını Mühürdar Caddesi’ndeki konakta geçirir. Babası doktor İsmail Derviş Jön Türkler’dendir ve Suat Derviş’in hatırladığı ilk anı 31 Mart gecesinde evlerinin basılmaya çalışılmasıdır. Rasih Nuri İleri’nin ısrarlarıyla yazmaya başladığı ancak çocukluğunu ve gençliğini aşamadığı anılarında, bu geceyi etraflıca anlatır. O gece silah sesleri arasında dahi onu hiç bırakmayan ve güç verense ablası Hamiyet’tir.

“... ve de Hamiyet, sürgünden önce ve sürgün yıllarında her şeyini, kocasını terk edip Suad’ın yardımına koşan, Suad’ın evinde artık yemek yiyemez halde hastalanıp ölen Hamiyet.”2

31 Mart’tan hemen sonra, aynı zamanda Suat Derviş’in doğduğu yer de olan, Küçük Çamlıca’daki köşke gitmek zorunda kalan ailenin en mutlusu yine Suat’tır. Bu köşkün yapısını, çevresini, manzarasını ve orada yaşadıklarını anılarında uzun uzun en güzel günleri olarak anlatır. Hatta yıllar sonra Hamiyet’le bir nevi gönüllü sürgündelerken bile bu köşkü her anımsadıklarında Zeki Çalar’ın, “Nerde benim kekik kokan dağlarım / Gurbet elde hasret çeker ağlarım” dizeleriyle yâd ettiklerini söyler.

Köşkte her gün binbir oyunla ablaları ve arkadaşlarıyla geçirdiği bu günlerde, aslında memlekette ve köşkte büyük bir tedirginlik vardır. Derviş’in annesi Hesna Hanım, babası İsmail Bey için fazlasıyla endişelenirken, İsmail Bey mücadelesinden geri durmaz ve Hesna Hanım da, kendi deyimiyle, memleketin hürriyete kavuşması için kocasını durdurmaya kalkışmaz.

Hamiyet ve Suat Derviş büyüyünce evde özel eğitim alırlar. Bu dönemde tiyatroya ve okumaya fazlasıyla merak salan Derviş, ilk romanını yedi yaşındayken yazdığını söyler, ismi de “Çamlıca Perileri”dir. Eğitimine Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kadıköy Numune Rüştiyesi’nin kalın taş duvarlarının içinde devam ederken, aynı zamanda tahrir hocasından başta azar işitse de sonrasında “on numara” alır.

1920 yılına gelindiğindeyse Suat Derviş’in bir şiiri ilk kez basılır:

“Şair Nâzım Hikmet benim çocukluk arkadaşımdır. Nâzım’ın bazı şiirleri neşrolunurdu... Kendisine şair derdik. Nâzım gene bir gün bize gelmişti. Masanın üstünde ‘Hezeyan’ isminde bir nesrimi bulmuş. Okumuş, çok beğenmiş. Eskiden yevmi gazetelerin şimdiki sinema sahifeleri yerine bir edebiyat sahifeleri vardı. Benim yazımı alıp burada neşrettirmiş. ... Yusuf Ziya (Ortaç), bu yazıma, çok büyük lütfederek şöyle yazmıştı: ‘Edebiyat sahasında yeni bir yıldız doğdu.’”3

Suat Derviş ve Nâzım Hikmet çocukluk arkadaşıdır. Derviş’in birçok yerde “Nâzım Hikmet’in aşkı Suat Derviş” olarak tanıtılması ve kadın yazar kimliğinin magazinellik tercih edilerek arka plana atılmasının nedeni Nâzım Hikmet’in “Gölgesi” adlı şiiridir:

“Kaç kere sürükledi gururumu ölüme

Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.

Ya bu kadın delidir

Yahut ben çıldırmışım.

(...)

Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,

Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal,

Onu taştan kalbini sedaya koşturmuyor.

Bir çiçeğin önünde dakikalarca durmuyor...”4

Alemdar dergisinden sonra İleri gazetesinde de yazmaya başlayan Derviş, üçüncü yazısından sonra ücret almaya başladığını ve hayatı boyunca ücreti mukabilinde olmadan asla yazı yazmadığını yıllar sonra bile dile getirir. Yazı yazmaya başladığı ilk yıllarda bile emeğe verdiği kıymet ortadayken, Nâzım Hikmet’le bir de yoldaş olacaklarından elbette habersizdi.

“Ülkede, ilk Müslüman Türk kadın oyuncusu Afife Jale’nin Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıktığı; ilk hemşire okulunun hizmete girdiği; Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığı; Bakü’de düzenenlenen kongrede Türkiye Komünist Fırkası’nın Mustafa Suphi’nin başkanlığında oluştuğu bu 1920 yılında, Suat Derviş, yaşamı boyunca sürecek bir serüvenin başında olduğunu henüz bilmiyordu.”5

Artık iyiden iyiye gazeteciliğe soyunan Suat Derviş için bu dönem, Kadıköy’den Babıâli yokuşuna uzanan bağımsız ve özgür bir kadın olma yoludur. Bu yıllarda Kara Kitap adlı ilk romanı da yayımlanır ve yazarlığa da adım atar. Yıllar sonra ilk dönem romanlarıyla ilgili başka şeyler söyleyecek olsa da edebiyatımızın usta kadın yazarlarından Suat Derviş’in artık yayımlanmış bir kitabı vardır.

Aynı dönemde ilk eşi güreşçi Seyfi Cenap Bey’le tanışır ve evlenir. Ancak büyük bir umutla başladığı bu evliliği, Derviş’in vazgeçemeyeceği gazetecilik ve yazarlık tutkularına karşılık eşinin ilgisizliği ve genel olarak ortak paydada buluşamamalarından dolayı biter. Bu esnada Suat Derviş’in ikinci romanı HiçbiriYeni Şark’ta tefrika edilir ve Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes  adlı eseri de Orhaniye Matbaası tarafından yayımlanır.

Suat Derviş bu kez, kendisiyle aynı meslekten ve benzer aile hayatına sahip Selami İzzet Sedes’le ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten beklentisi ilkinden çok daha farklıdır ancak yine umduğu gibi gitmez.

1923’e geldiğimizde Ahmet Ferdi, Behire’nin Talipleri ve Hiçbiri adlı eserleri kitap olarak yayımlanır. Bu kitapları bir sonraki yılda Buhran Gecesi ve Fatma’nın Günahı takip eder.

Yazınlarında kadın meselesini yoğunlukla işleyen Suat Derviş, İkdam gazetesinde adı dahi geçmeden “Kadın Sayfaları” başlığı altında yazılar kaleme almaya başlar. Ancak bu yazılara da bir süre sonra son verilir.

Aynı zamanlarda Sabiha ve Zekeriya Sertel tarafından çıkarılmaya başlanan, halktan yana yazılar yazılan Resimli Ay dergisi modern bir tarzda yayın hayatına başlar. Bu dergi bir süre sonra kapatılır ve Zekeriya Sertel İstiklal Mahkemeleri’nce “irtica ve isyana hizmet etmeye, memleketin sosyal düzenini,  huzur ve barışını, güvenlik ve asayişini bozmaya teşebbüs”ten yargılanır.

Hem ablası Hamiyet hem de Suat Derviş bu esnada başka bir maceraya atılırlar: Almanya’ya gidip Berlin Konservatuvarı’nda eğitim almak. Berlin’deki yıllar iki kız kardeş için de birçok şeyle yeni tanışmaktır. Suat Derviş konservatuvarı bırakıp edebiyat okumaya karar verir ama onu da bırakmak zorunda kalır, yine de bunu pek dert etmez. Zira yazarlığa orada da devam eder. Sultanın Kadınları adlı romanı Almanca olarak Tempo dergisinde tefrika edilir. Türkiye’deyse Gönül Gibi eseri yayımlanır.

“Goethelerin, Schillerlerin, Fitchelerin, Heinelerin ve nihayet Thomas Mannların, Heinrich Mannların, Stephan Zweig ve Arnoldların, Ernst Tollerlerin, Bertolt Brechtlerin yazı yazdığı memleketlerde ben şu iki buçuk eserimle hayatımı kazanacağım öyle mi?

Bu insanlara o yazıları beğendireceğim ve o yazılarla şöhret ve para sahibi olacağım!

...

‘Niçin olmasın? Ben de yazıyorum! Neden illa Avrupalı muharrir iyi yazsın! Ben gideceğim. Onlar bizim lisanımıza tercüme edildikleri zaman nasıl sevile sevile okunuyorlarsa, ben de yazılarımı tercüme ettirip onlara sevdire sevdire okutacağım.’

Çok genç ve tecrübesiz olmak ne büyük bir kuvvet Yarabbi!”6

Almanya’da birçok dergiye ve gazeteye yazılar yazarak geçimini sürdürürken kendisiyle iddialaşıp sonrasında da dalga geçen Suat Derviş, Sertellerin Resimli Ay’ına da yazılar göndermeye başlar. Bu esnada Nâzım Hikmet de Resimli Ay’da yazmaktadır. Hatta ünlü “Putları Yıkıyoruz” makaleleri bu tarihlerde yayımlanır.

Kâh Türkiye’de kâh Almanya’da geçirdiği bu süreçte Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verilir ve büyük bir kadınlar mitingi düzenlenir. Sabiha Sertel bu dönemde bağımsız olarak İstanbul belediye başkanlığına adaylığını koyarken, Suat Derviş de yeni tanıştığı dostu Nezihe Muhiddin’le Serbest Fırka’dan aday olur.

Bu süreçte Almanya’daki ekonomik krizse gitgide ciddileşir ve mevcut iktidar güç kaybederken, faşizmin ayak sesleri de yükselmeye başlar.

“Kimseye emniyet edilemiyordu. Hırsızlıklar, cinayetler alabildiğine çoğalmıştı.

Analar, babalar yeis içindeydi. Gençliğin bu maddi ve manevi sefaleti herkesi bedbaht ediyordu.

Hitler hareketi işte bu sıralarda inkişaf etmeye başlamıştı. Organize amele sosyal demokrasiyle komünizmin elindeydi.

Hitler hareketi için onları kazanmak fevkalade müşküldü. Ademülikân sayılabilirdi.”7

Faşizmin yükselişini, komünizm düşmanlığını yakınen gören ve yaşayan Suat Derviş’in anılarından okuyabildiğim kadarıyla bu dönem, hayatında siyasi olarak daha da radikalleşmesine sebep olmuştur.

Almanya’daki günlerini sonlandıran sebepse babası İsmail Derviş’in kansere yakalanmasıdır. Türkiye’den Almanya’ya tedavi için getirdiği babasını Almanya’da kaybeder. Bunun üzerine annesine ve erkek kardeşi Ruhi’ye destek olmak üzere temelli İstanbul’a döner.

“Suat Derviş hayatının hangi döneminde solcu olmuştu?

Galiba hep öyleydi!...”8

Liz Behmoaras’ın da binbir emekle kaleme aldığı, en kapsamlı Suat Derviş biyografisinde yazdığı gibi galiba hayatının her döneminde solcudur.

Türkiye’ye döndükten sonra Resimli Ay’daki yazılarına devam eden Suat Derviş daha önce birkaç kez karşılaştığı “Deli Nizam” lakaplı Nizamettin Nazif’le Nâzım Hikmet vasıtasıyla tanışır. Deli Nizam denilmesinin birkaç sebebi olmakla birlikte en ünlüsü Abidin Dino’nun resimlediği Kara Davud başlıklı tarihi romanında, Kara Davud’un Fatih Sultan Mehmet’e tokat attırmış olmasıdır. Bu mesele Resimli Ay’da ve Babıâli’de epey yankılanır. Suat Derviş, Nizamettin Nazif’e, Abidin Dino’nun deyimiyle âşık olur ve evlenir. Ama yine evliliğinde mutluluğu tam anlamıyla yakalayamaz.

Bu dönemde iş bulmakta asla zorlanmayan Derviş, gazetelere fıkra yazıları, röportajlar, makaleler yazar, çeviriler yapar. Montrö Boğazlar Konferası’nı izlemeye gönderilen ilk ve tek Türk kadın gazeteci olur ve mektupları Son Posta gazetesinde yayımlanır.

Yakın tarihlerde “En kuvvetli, şair, romancı ve hikâyecimiz kim?” başlıklı ankete verdiği cevapların bazılarıysa gündem yaratacak türdendir.

“... Çünkü ben, meşrutiyetten evvel ve sonra gelmiş şairlerimizin en kuvvetlisi olarak Nâzım Hikmet’i görüyorum.

...

Bu hareket devrinde şiir, asıl kıymetini bir mücadele unsuru olarak kullanılabildiği zaman bulur. Bunun aksini yapmak, mükemmel bir silahı acemice kullanmaktan farksızdır.

...

Bizde romancı ve hikâyeci diye bir tasnife imkan yoktur. Çünkü roman ve hikâye yazanlar, aynı muharrirlerdir. Yeni yazmaya başlayanlar bir Sabahattin Ali var ki, bu hızla inkişafta devam ederse, ‘en kuvvetli hikâyeci’ sıfatına sahip olacaktır.

...

O halde bence, meşrutiyetten sonra gelmiş romancılarımızın en kuvvetlisi Suat Derviş’tir.

...

Kızcağız, daha on sekiz yaşındayken, kendisini adam olmuş sandı. Fakat sen onun bu son senelerde yazdıklarını okudun mu? Büyüyüp aklını başına aldıktan ve etrafını kendine gösterdikleri gibi değil, kendi gözleriyle görmeye ve kendi tenkit kabiliyetiyle tetkike başladıktan sonra yazdıklarını?”9

Bu demeçte Naci Sadullah’a bahsettiği son yazını Bu Roman, Olan Şeylerin Romanıdır adlı eseridir. Suat Derviş’in hayatında aslında edebiyatını baştan yarattığı bir süreç başlar. Eski “bebeklerini” bırakıp toplumcu gerçekliğe yönelir. Burada etkili olan dünyanın ve memleketin siyasi ve toplumsal halinin yanında gazeteci olarak dünyada da birçok şeye tanıklık etmesidir.

“Ben rüya gördüm. Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım. Fakat şimdi ne on altı yaşında ne de yirmi yaşındayım. Yani bebeklerimi kafamın ve kalbimin tavanarasına lüzumsuz eşyalar içine terk ettim. Artık rüya görmüyorum. Uyandım. Etrafımı görüyorum. Etrafımda olan şeyleri hissediyorum. Beni bebekler değil, insanlar alakadar ediyor. Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden çok daha zengin, çok daha cazip.”10

Bunları yakın dostu ve hayatının sonuna kadar yanında olacak Neriman Hikmet’e aktaran Derviş’in edebiyatındaki yenilikleri sonrasındaki eserlerinde görürken, bu röportajında Sabahattin Ali, Halide Edip Adıvar ve Nâzım Hikmet gibi toplumcu gerçekçi yazarlara verdiği önemi de yeniden okuruz.

“Ediplerimizin yaşı nufüs tezkerelerine bakarak tayin edilemez. Nufüs kâğıdı ne gösterirse göstersin şüphesiz ki Nâzım Hikmet, Yaşar Nabi’den çok daha gençtir ve Sabahattin Ali’nin hikâyelerini şunun veya bunun hikâyelerinden üstün yapan şey hiç şüphesiz ki onun yaştaki küçüklüğü veya büyüklüğü değil görüş, seziş, mevzu buluş ve bize anlatış tarzının kudretidir.”11

Montrö’den Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Yarım Ay gazetesinde çalışmaya devam eden Suat Derviş, Yarım Ay’la ilişkisinin bitmesi üzerine Tan gazetesinde yazmaya başlar. Liberal ekonomiyi destekleme tarafında olan Tan gazetesi o dönem halk tarafından beğenilmez, satılır ve Zekeriya Sertel ve Halil Lütfü Dördüncü yeni sahipleri olur.

Evliliğindeki sorunlar devam ederken Suat Derviş, Tan gazetesi tarafından Sovyetler Birliği’ne gönderilir. Montrö’den sonra bu kez de Sovyetler Birliği’ne de giden ilk Türk kadın gazeteci unvanına sahip olur.

“Nihayet Sovyetler Birliği’ne geliyoruz. Dünyanın altıda beşinde bulunan iktisadi ve sosyal usulleri tamamıyla terk ederek dünyaya yeni bir düzen getirmek isteyen ve dünyanın altıda birini bu istediğin tahakkukuna tecrübe sahası yapmış bulunan Sovyetler Birliği’ne...”11

Gezi yazıları Tan’da yayımlanırken Sovyetler Birliği’nde yaşadıklarını hayranlıkla anlatır Suat Derviş. Hemen hemen her kurumunu ziyaret ettiği ülkede gördükleri onu büyüler. Özellikle kültür sanat ve yayıncılıktaki ilericilik, kadınların toplumdaki yeri, işgücüne katılmaları ve çocuklarını bırakabildikleri kreşler ve bu kreşlerdeki eğitimler... Bir yandan da modaya düşkün olan Derviş, Moskovalı kadınlara şaşırır.

“... başka memleketlerde görmeye alışık olduğumuz gibi elegant kadınlar, çok iyi giyinmiş erkekler yok. Halk içinde gördüğümüz gibi çok fena giyinenler, üstleri başları yırtık pırtık olanlar, ayakları çıplak bulunanlar yok.

Herkes, gayet basit fakat hepsi aynı şekilde giyinmiş.

...

Evet, camekânları en çok süsleyen eşyalardan biri de çocuk oyuncakları. Karşıda büyük bir binanın üstünde Stalin yoldaşın küçük bir çocuğu kucaklayan bir resmi.”13

Sovyet Rusya’dan sonra diğer Sovyet Cumhuriyetlerini de ziyaret eden Suat Derviş, özellikle sosyalizmin Türki Cumhuriyetlerdeki yansımalarından etkilenir. Bu gezisi sırasında gördüklerinden fazlasıyla hoşnut olan Suat Derviş, ilerleyen yıllarda bu geziye atıf yaparak yazacağı makaleden başının derde gireceğini elbette bilmiyordu.

Bu gezi sonrasında yurda döndüğündeyse hayatında epey şeyin değiştiği bir döneme girer: Bu Roman, Olan Şeylerin Romanı’dır Tan gazetesinde tefrika edilir, Neriman Hikmet’le birlikte kurdukları Yeni Edebiyat dergisi yayın hayatına başlar ve Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu’ndan da ayrılır.

1938’e gelindiğinde Tan gazetesi Matbuat Kanunu’nu ihlalden aralıklarla kapatılır. Bu esnada Derviş, ikinci toplumcu gerçekçi romanı olarak saydığı İstanbul’un Bir Gecesi’ni Haber’de tefrika ettirir. Bunu sonraki sene tefrika değil, matbu olarak yayımlanan Hiç aslı eseri izler.

Gazete yazılarına devam eden Derviş, Sovyetler Birliği’ni ikinci kez ziyaret etme fırsatına erişir. Fakat 2. Dünya Savaşı’nın patlaması üzerine bu geziye dair yazı yazamaz. Bu dönemde hem Hasan İzzetin Dinamo hem de Mihri Belli ile yakın dostluklar kurar. Haber’de köşe yazdığı bu zamanlarda Dinamo’nun tabiriyle, “ütüsüz pantolonu yerleri süpürürken, varını yoğunu kumara harcayan, sağda bir yerde serüven arayan Necip Fazıl Kısakürek”le14 de birlikte çalışır. Ve Hasan İzzettin Dinamo’nun Haber’den atılması üzerine kendisi de bu yayından ayrılır.

Sonrasındaysa Suat Derviş’in yazın hayatında mahkemelerin, tutuklamaların gireceği bir süreç başlar. Artık Türkiye Komünist Partisi üyesidir ve Neriman Hikmet’le birlikte kurdukları Yeni Edebiyat dergisi asıl misyonuna kavuşur. O zaman TKP’nin genel sekreteri Reşat Fuat Baraner’dir. Yeni Edebiyat dergisi Abidin Dino’nun logo tasarımı ve Baraner’in yönetimiyle, yüksekokul mezunu olması sebebiyle imtiyaz sahibi olarak Neriman Hikmet’in adının kullanılmasıyla yayın hayatına başlar.

Reşat Fuat Baraner, Suat Derviş’in son eşi ve aşkıdır. Suat Derviş, “Nâzım’ın ilk aşkı” olarak tanımlandığı gibi “Reşat Fuat’ın eşi” olarak tanımlasa da, Reşat Fuat Baraner’i benim tanıma hikâyem Suat Derviş’in son eşi olmasından kaynaklıdır. Bu TKP tarihindeki eksikliğim olsa da, öncesinde Suat Derviş’i tanımış olmaktan onur duyuyorum.

Kimdir Reşat Fuat sorusuna verilecek en iyi cevaplardan biri belki onun da kıpkızıl komünist olmasıydı ama bir yandan da Mustafa Kemal’in kuziniydi. Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle Berlin’de eğitim alan Baraner, komünizmle burada tanışır. Sonrasında İstanbul Ağırceza Mahkemesi’nce dört sene ağır hapse hüküm giyen, iki sene on ay kadar hapis yatan, 1931 ve 1937’de tekrar altı ay hüküm giyen Reşat Fuat Baraner, 1944 davasında yedi sene dokuz ay tekrardan hapis cezası alır. Yani aslında hayatının büyük bir kısmı hapiste geçirir. Suat Derviş’in bu dönemde yaşadıklarınıysa yine en iyi Rasih Nuri İleri özetler:

“Benim görevim yazılmadık hatıratı yazmak değil, herhalde. Suat Derviş’in son yıllarında hep beraberdik, 40 yıllarını da bilirim. Bu da, yaşamının ikinci yönü. Bu yıllar onun yaşamında önemli bir yer tutmaktadır, artık roman arka plandadır. Suat, Reşat Fuat’ın karısıdır. Neriman Hikmet’in imtiyaz sahibi olduğu Yeni Edebiyat dergisi (5 Ekim 1940-15 Kasım 1941, 26 sayı) kapak yazısı Abidin Dino’nun dergi yazıları ise takma ad ile (Ali Rıza Çelik) Reşat Fuat, Suat Derviş, Zeki Baştımar, Abidin Dino, Naci Sadullah, Sabahattin Ali ve daha niceleri...

Dergiye örgütsel bir dava açıldı ise de, zaman aşımından düştü (1942). Dergideki Suat Derviş imzalı küçük fıkralar ise Reşat Fuat’ındır, bunu da kaydedelim. Suat bundan sonra büyük bir gürültü koparan ve asıl ismi ‘Niçin Sovyet Rusya’ya Hayranım?’ olan Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? (1944) kitabını yazdı ve aynı yıl (1944) TKP davasında kocası ile birlikte yer aldı, sorguda tek çocuğu, oğlunu düşürdü, davada 142’nci maddeden sekiz aya mahkûm oldu, sonra kocasının maphusluk yılları, 1950 affı, tahliye, 1951 tutuklanmaları sonuna kadar çile dolu, başı dik bir yaşam... Selam olsun sana Suat Abla!”15

Yeni Edebiyat dergisi yazarlarını sayacak olursak: Suat Derviş ve kardeşi Ruhi Dervişoğlu, Reşat Fuat Baraner, Sabahattin Ali, Zeki Baştımar, Abidin Dino, Neriman Hikmet, Attila İlhan, Mazhar Lutfi, Muzaffer Arabul, Nâzım Hikmet, Naci Sadullah, Kemal Sülkler, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Faik Baysal, Hüsamettin Bozok, Hasan İzzettin Dinamo ve Kemal Otyam gibi isimlerdir. Yeni Edebiyat dergisini Suat Derviş, “İçinde ilaçlık olsun diye bile gericilik olmayan bir sol dergi” olarak tanımlar.

“1941’de Yeni Edebiyat adlı, haftalık bir dergi çıkardım. Bugün Türk edebiyatının en sevilen romancısı Orhan Kemal’in ilk hikâyesini, bana gelen amatör yazıları arasında ben seçtim. A. Kadir, Dinamo, Fethi Giray ve daha birçok kalburüstü şair ve edipler, en evvel, Yeni Edebiyat’a yollanan heveskâr yazıları arasında seçilmiş ve Türk edebiyatına devredilmiştir.

Yeni Edebiyat koleksiyonunu gözden geçirmek; hem benim Türkiye’de gerçekçi edebiyatın, doğması ve gelişmesi için yaptığım hizmeti, hem de bu mecmua içindeki imzalı makalelerim de, edebiyat anlayışımı aksettirir (...) Bu haftalık gazete, devrin orfî idare komutanlığı tarafından kapatılmıştır. Yanımda tek nüshası yoktur fakat araştırılsa bulunacağını ümit ediyorum.”16

Yeni Edebiyat’ın devam eden dönemlerinde yazarları arasında büyük bağ oluşurken, Suat Derviş’in sert edebi artmış ve Peyami Safa’dan Hüseyin Rahmi’ye kadar bir çok yazar toplumcu gerçekçi olmaması sebebiyle nasibini almıştır.

Aldıkları bütün tedbirlere rağmen Kasım 1941’de Yeni Edebiyat dergisi sıkıyönetim kararıyla kapatılır. Bu davada Suat Derviş ve Reşat Fuat Baraner’in yanı sıra Hasan İzzettin Dinamo, Neriman Hikmet, Ruhi Dervişoğlu, Zeki Baştımar ve Sabiha Sertel de yargılanır.

Liz Behmoaras’ın aktardığına göre, Vedat Türkali ve birçok arkadaşı, o dönem Yeni Edebiyat dergisini TKP’nin yayını olarak yeterli bulmadıklarını ifade ederler. Ama arşive ulaşıp okuduğum kadarıyla Türk edebiyatındaki yeri, dönemi ve eleştirelliği açısından Yeni Edebiyat’ın yeri azımsanamayacak derecede önemlidir.

Derginin kapatılması döneminde annesi Hesna Hanım da vefat eder. Mayıs 1929 tarihli Resimli Ay dergisinde Hesna Hanım’ın kızı için verdiği demeç ise şöyledir:

Hesna Hanım’ın ölümünden sonra maddi zorluklar sebebiyle kardeşi Ruhi Devişoğlu ve eşi Neriman ile aynı eve taşınan Suat Derviş ve Reşat Fuat Baraner çifti için zor zamanlar aslında daha yeni başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı zorluk ve “kıtlık”, Suat Derviş’in hep güçlü ve neşeli oluşunun diğerlerinde yarattığı sinir bozukluğu, bir yandan da Reşat Fuat’ın yoğunluğu...

Bu dönemde Suat Derviş hamiledir ama derginin kapatılmasından ötürü alındığı gözaltı ve kötü muamele sonucunda bebeğini kaybeder. Ya bebeğin ya da Suat Derviş’in kurtarılabileğini söyleyen doktora eşi Reşat Fuat Baraner’in cevabı “Elbette öncelikle eşim Suat Hanım” olur.

Yaklaşık bir ay sonra ise Reşat Fuat askere alınır ama dört ay sonra izne geldiğinde geri dönmez ve kaçak konumuna düşer. Bu dönemde Suat Derviş, Reşat Fuat’ı gizlemek için elinden geleni yapar ve bir de beraber TKP’yi örgütleyip büyütmek için...

Bu dönemde yükselen faşist Türkçülük akımına karşı Reşat Fuat Baraner, Faris Erkman mahlasıyla En Büyük Tehlike kitapçığını yazar ve yayımlar. Bu risale günlerce TBMM’de tartışılır ve Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi isimlerin tutuklanmasına neden olur.

Suat Derviş’in aynı dönemde yazdığı Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? kitabıysa yankı uyandırdığı gibi uzun tartışmalara sebep olur ve kısa sürede toplatılmasına karar verilir.

“Bu bayların, efendilerin aldıkları emir üzerine yazdıkları risalede benim hakkımda iddia ettikleri ve benim yazımı zikrederek isbata çalıştıkları suç ‘benim Sovyetler Birliği’ne dost oluşumdur’ ve o memleket istilaya uğradığı, düşman çizmesi altında ezildiği için benim ‘gözyaşı’ döktüğümdür.

...

Benim bildiğim; timsah gözyaşları dökmek ancak cali bir şekilde karşısındakini kandırmak maksadile ağlar görünmektir. Ben yalnız Sovyetler Birliği’ne hucüm edildiği zaman değil, dünyanın hangi tarafında kudurmuş faşist sürüleri, hangi hür memleketin hudutlarını aşmış ve istiklaline göz dikmiş, kadınlarını kesmiş, çocuklarını öldürmüş, mamurelerini yıkmış, köyleri, şehirleri yakmışsa kalbimin yandığını hissetim. Çünkü tagallübün aleyhindeyim, bir milletin diğer milletlere hâkim olmasına ve bu hakimiyeti kurmak için zulme, vahşete, barbarlığa başvurmasına aleyhdarım.

...

Sovyetler Birliği’ne karşı olan dostluğum da saklamağa lüzum görmediğim ve kemali cesaretle izhar ettiğim bir duygumdur.

Ve ben bu küçük kitabı ‘böyle bir dostluk hissetmiyorum’ diye kendimi müdafaa etmek için değil, bilakis, bu dostluğun ne kadar haklı ve doğru olduğunu ispat etmek onun menşe ve sebeplerini tahlil etmek için kaleme almış bulunuyorum.”18

Önsözde de görebileceğimiz gibi dediklerinden ve yazdıklarından asla geri adım atmayan Suat Derviş, bu kitapçığında aslında Sovyetler Birliği gezisindeki yazılarını tekrardan her konuya yeniden değinerek, Ekim Devrimi öncesi ve sonrasındaki değişimlere istatistiki olarak da işler.

1944 tevkifatındaysa Reşat Fuat Baraner’i saklamak için çaba gösteren Suat Derviş de yargılanır. Reşat Fuat toplamda dokuz sene ağır hapis cezası alırken, Suat Derviş de sekiz ay hapis cezasının para cezasına çevrilmesiyle uzun süre içeride tutulsa da tutuksuz yargılanır.

Bu süreçte Reşat Fuat Baraner ciddi sağlık sorunları geçirirken, Suat Derviş de maddi zorluklarla mücadele eder. İkisinin de ortak kararıyla görüşmeleri azalır ama mücadelelerinden de vazgeçmezler. 1950 affıyla hapishaneden çıkan Reşat Fuat, altı ay sonra 1951’de tekrar tutsak edilir.

Suat Derviş, o dönemde ablası Hamiyet’ten yardım ister. Derviş’in yalnızlığı ve zorlu yaşamı su götürmez bir gerçektir artık. Bir yandan da sürekli izlendiği için emniyet görevlileri tarafından tacize varan durumlarla karşılaşır. Hamiyet de eşini yalnız bırakarak Suat’ı da alıp yurtdışına çıkar.

1953 yılında Hamiyet’le birlikte Paris’e gider. Burada Abidin Dino tarafından iyi karşılanmadığını Rasih Nuri İleri’ye anlatan Suat Derviş, Dino’nun kendisiyle bağını kesmesine pek anlam da veremez.19

Suat Derviş’e tek sırt çeviren Dino değildir, o zamanlarda Moskova’da yaşayan Nâzım Hikmet’ten de istediği yardıma karşılık bulamaz.20

Bunlardan sonra Derviş, daha önce yaptığını yapmaya karar verir ve yeniden yazmaya başlar. Ablası Hamiyet’se ona yine yardım eder, yazdıklarını çevirir. Zeynep İçin adlı romanı, Ankara Maphusu (Le Prisonner d’Ankara) adıyla Fransızca yayımlanır ve Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı olur. Aynı zamanda bu roman, Nobel ödüllü İvo Andric’in Drina Köprüsü aslı eseri ile birçok eleştirmen tarafından kıyaslanır ve Drina Köprüsü’nden daha çok beğenilir. Bir süre sonra Çılgın Gibi romanı yine Fransızca yayımlanarak büyük beğeni toplar.

1961 yılına geldiğimizde Hamiyet’in sağlığı iyice bozulur ve sanatoryuma yatma kararı alır. Reşat Fuat Baraner’inse tahliyesine karar verilir. Suat Derviş bunun üzerine İstanbul’a dönme kararı alır ve Beyoğlu’nda bir daire tutarak eşini karşılamak için hazırlıklara başlar.

Reşat Fuat Baraner siyasi yasaklı olarak hapisten çıktığında TİP’in kuruluşuna zarar vermemek adına kenarda durmak zorunda kalır. Bunu Rasih Nuri İleri aktarır:

“Reşat Fuat Baraner, TİP’e zarar vermeme konusunda çok titizdi. Parti kurulur kurulmaz Mehmet Ali Aybar’a, ‘Artık bundan böyle mümkün olduğunca az görüşmeliyiz, hatta hiç görüşmesek daha iyi olur!’ demiişti. Mehmet Ali Aybar ise nu uyarıyı ciddiye almamıştı.”21

Bu esnada Suat Derviş de maddi zorluklarla başa çıkabilmek adına romanlarını yeniden yayımlatmaya uğraşır. Lakin çok da başarılı olduğu söylenemez.

Anlatılabilecek en güzel anılardan biri, bu döneme dair, Düşmemiş Bir Uçağın Karakutusu adlı otobiyografisinde Tülay German’ın da kısaca aktardığı gibi Erdem Buri’nin Moda’daki evinde ağırlanan sınırsız konuk arasında Suat Derviş ve Reşat Fuat Baraner’in de olmasıdır.

Ve gitgide bozulan sağlığıyla Reşat Fuat Baraner, 12 Ağustos 1968’de hayata veda eder. Son âna kadar yanında olan Suat Derviş’in bu zor zamanında imdadına yine ablası Hamiyet yetişir ve beraber yaşamaya başlarlar.

Bu dönemin ardından yayımlanan Fosforlu Cevriye adlı romanı Suat Derviş’in en çok bilinen eseri olmakla birlikte, o dönem yine hak ettiği değeri bulamaz.

İlerleyen yıllarda Hamiyet’in sağlığı iyice bozulur ve Eylül 1970’te vefat eder. Bundan sonra Devrimci Kadınlar Derneği’nin kuruluşunda yer alan ve 23 Temmuz 1972’deki ölümüne kadar bir gün bile mücadeleden vazgeçmeyen Suat Derviş’i saygıyla anlamak gerekir. Taylan Özgür’ün, Hüseyin Cevahair’in ve Denizlerin ölümüne ömründe tanıklık eder ve hayatını kaybeder.

Bu kadar usta bir yazarın kitaplarını uzun yıllar basılı edebiyatımızda göremedik. Ta ki Serdar Soydan İthaki Yayınları vasıtasıyla bu kitapları ve tefrikaları yayıma hazırlayarak bizimle buluşturana kadar...

Liz Behmoaras ise Rasih Nuri’nin de titizliğiyle bizimle 2008 yılında Suat Derviş’in yazılmış en iyi biyografisini paylaşmış oldu. Derviş’in tamamlayamadığı anılarını, yaşamöyküsünü sayesinde okuduk.

Serdar Soydan’a da, Liz Behmoaras’a da, artık aramızda olmasa da Rasih Nuri İleri’ye de bu konudaki titiz çalışmaları için teşekkürler...

GAMZE KULAK / SOL-Özel

  • 1.Suat Derviş, “Hayatımı Anlatıyorum: Çocukluğum, Meslek Hayatım, Çektiklerim”, Kırklı Yıllar-1, der. Rasih Nuri İleri, TÜSTAV, 2002, s. 153
  • 2.Rasih Nuri İleri, “Yakın Tarihimizden Portreler-I: Suat Derviş – Saadet Baraner”, a.g.e., s. 129
  • 3.M. Niyazi Acun’un Servet-i Fünun dergisi 11 Nisan 1935 tarihli sayısında Suat Derviş’le yaptığı röportaj bkz. Suat Derviş, “Yedi Yaşında Romancı”, içinde Anılar, Paramparça, (yay. haz. Serdar Soydan, İthaki Yayınları, 2017) s. 229
  • 4.Nâzım Hikmet, İlk Şiirleri, YKY, 2021, s. 104
  • 5.Liz Behmoaras, Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi, Doğan Kitap, 2008, s. 59
  • 6.Son Posta gazetesinde 1939 yılında yayımlanan 11 tefrikadan, bkz. Suat Derviş, “Berlin’de Üç Sene Kalemi ile Geçinen Bir Türk Kadını Suat Derviş’in Hatıraları”, içinde a.g.e., (yay. haz. Serdar Soydan) s. 54
  • 7.a.g.e., s. 94
  • 8.Liz Behmoaras, a.g.e., s. 109
  • 9.Naci Sadullah’ın Son Posta gazetesi 2 Nisan 1936’da yaptığı röportaj, bkz. Suat Derviş, “En Kuvvetli Romancı Benim!”, içinde a.g.e., (yay. haz. Serdar Soydan), s. 235-7
  • 10.Neriman Hikmet’in Servet-i Fünun dergisinde 8 Nisan 1937’da yayımlanan “Ruhta ve muhtevada hiçbir yenilik sezmiyorum”, a.g.e., s. 240
  • 11.a. b. a.g.e., s. 241
  • 13.a.g.e., s. 166-7
  • 14.Liz Behmoaras, a.g.e., s. 80
  • 15.Rasih Nuri İleri, a.g.e, s. 129-30
  • 16.“Behçet Necatigil’e Mektup”, içinde a.g.e., (yay. haz. Serdar Soydan) s. 248-9
  • 18.Suat Derviş, “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?”, a.g.e, TÜSTAV, s. 57-60
  • 19.Liz Behmoaras, a.g.e., s. 238
  • 20.a.g.e., s. 241-3
  • 21.a.g.e., s. 263