Cevdet Yılmaz’ın vergilerle alakalı düşüncesi…(Murat Batı)
Yılmaz’a vergi cenneti listesinin açıklanması gerektiği, vergi cennetlerinden dolayı çok ciddi bir vergi kayıp ve kaçağının olduğu hususunun da hatırlatılması gerekmekte.
9 Mart Cumartesi gecesi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Habertürk TV’de ülke ekonomisinin panoramasını resmetti. Konuşmasında birçok ekonomik hedefi ve mevcut ekonomik/mali durumu verilerle izah etmeye çalıştı ama vergiyle alakalı çok bir şey söylemedi; soru da sorulmadığından çok girmedi.
Ama Yılmaz, vergiyle alakalı geçen gün aynı TV kanalında konuşma yapan Mehmet Şimşek’ten fazla/farklı bir şey söylemedi hatta söyledikleri Şimşek’le aynıydı. Mehmet Şimşek’in söylediklerinin satır aralarını bu yazıda değerlendirmiştim.
Yılmaz, konuşmasında iki şeyi vurguladı; ilki orta vadeli programda belirtilen hedeflerin hala geçerliliğini koruduğu, diğeri ise dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının düşürüleceğiydi.
Ülkemizde vergilerin kaynağını, gelir, harcama ve servet oluşturmaktadır. Kaynağı gelir olan vergiler, gelir vergisi ve kurumlar vergisi; kaynağı servet olan vergiler emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi, veraset ve intikal vergisi ve değerli konut vergisi; kaynağı harcama olan vergiler ise katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), harçlar, BSMV, gümrük vergisi gibi vergilerdir. Kaynağı servet ve/veya gelir olan vergilere dolaysız (vasıtasız); kaynağı harcama olan vergilere ise dolaylı (vasıtalı) vergiler denilir.
2023 yılında KDV ve ÖTV'nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 53; dolaylı vergilerin payı yüzde 64,5 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 35,5 olarak gerçekleşmişti. Son 15 yılın ortalamasına baktığımızda dolaylı vergilerin payı yüzde 66,25; dolaysızların payı ise yüzde 33,75’tir.
Cevdet Yılmaz ne demek istedi?
Cevdet Yılmaz toplam vergi gelirleri içindeki dolaylı vergilerin payını düşüreceğini ısrarla vurguladı. Ancak bu hedefin KDV ve/veya ÖTV oranlarının düşürülerek mi ve/veya bu vergilerin kapsamının daraltılarak mı yapılacağı hususunda net bir açıklama yapmadı.
Ancak konuşmasının devamında gelir ve kurumlar vergisinin tabanının genişletileceğine ve verimsiz olarak değerlendirdiği birçok muafiyet ve istisnanın kaldırılacağına yani vergi harcama listesinin budanacağına işaret etti.
Özetle dolaysız vergi kapsamını genişleterek vergi hasılatını artırıp toplam vergi gelirleri içindeki dolaysız vergilerin payını bu yöntemle artıracağını dolayısıyla da dolaylı vergilerin payını da matematiksel olarak düşüreceğini söyledi.
Verginin tabanının genişletilmesi hususu ise çok önemli bir vurguydu ve bu cümleyi çok doğru okumak gerekmektedir. Özellikle Yılmaz, aynı şekilde gelir elde eden iki kişiden birinin vergi vermesi diğerinin vermemesi adil değil ve bunlardan da vergi alınması durumunda dolaysız vergilerin miktarı artacağından toplam vergi gelirleri içindeki dolaysız vergilerin payının artacağını ısrarla vurguladı. Bu vurguyu 2023 Temmuz ve Aralık aylarında da yapmıştı.
Ezcümle Yılmaz, dolaysız vergilere tabi olmayan -kripto varlıklar gibi- unsurları vergi sistemine dahil ederek dolaysız verginin konusunu genişletip ve/veya özellikle finansal enstrüman gelirlerinden alınan düşük vergi oranlarını piyasayı bozmayacak şekilde artırarak dolaysız vergi hasılatını artırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.
Vergiye tabi olmayan ya da düşük orana tabi finansal enstrümanlardan vergi alınmasını ve/veya oranlarının artırılmasını doğru bulmakla birlikte Yılmaz’a vergi cenneti listesinin açıklanması gerektiği, vergi cennetlerinden dolayı çok ciddi bir vergi kayıp ve kaçağının olduğu hususunun da hatırlatılması gerekmektedir.
Ayrıca dolaylı vergi oranlarını düşürmeyip KDV ve ÖTV’nin kapsamını da daraltmayarak sadece dolaysız vergilerle alakalı yukarıda belirtilen düzenlemelerin yapılarak toplam vergi gelirlerinin artırılması sonucunda önemli bir tehlikenin de çanlarının çalmaya başlayacağı hususu da hatırlatılmalı. Bu tehlike toplam vergi yükü ve enflasyonun birlikte olduğu durum yani taksflasyondur.
/././
Fitch’in not artırımı ve İktidar Bloku’nun sahte antiemperyalizmi (Mustafa Durmuş)
Böyle bir yabancı kaynak akın akın gelse, bunu da başarı olarak görüp, bunu gerçekleştirenleri başarılı sayıp alkışlayacak mıyız? Bu belki iktidarı rahatlatabilir ama ülke halklarının sorunlarını çözmeyeceği gibi ülke ekonomisini emperyalizme daha da bağımlı hale getirir.
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings Türkiye'nin kredi notunu ‘B’den ‘B+’ya, not görünümünü ‘durağan’dan ‘pozitif’e yükseltince ilk açıklama Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ten geldi.
Şimşek gelişmeleri: “12 yıl sonra gelen bu not artışında, Türkiye’nin uluslararası normlara uyan, kural bazlı ve öngörülebilir politikaları etkili oldu” biçiminde yorumladı. ¹
Oooops!
Öncelikle, bu açıklama Bakanın kendinden önceki dönemi ve bu dönemin Hazine Bakanları ve Merkez Bankası başkanları da dâhil, bazı ekonomi bürokratlarını ve hatta devlet yöneticilerini, ekonomideki mevcut olumsuz gelişmelerden, dolaylı olarak sorumlu tutması anlamına geliyor.
İkincisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kuruluşlarla ilgili olarak sarf ettiği daha önceki sert sözlerini nereye koyalım?
Örneğin, “anlatıldığı gibi yok kredi derecelendirme kuruluşları şöyle söylemiş, böyle söylemiş. Bırakın o sahtekârları. Onlar bizim hakkımızda çok şey söylediler, biz kimsenin önünde eğilmedik. Sadece rabbimizin huzurunda rükûda ve secdede eğildik. Onların dolarları varsa bizim Allah’ımız var. Dolarla molarla bu milleti asla çöktüremezler. Onlar bizim hakkımızda çok şey söylediler. Bu dünyada batan ülkelere bir anda 4 derece artırmak suretiyle not veren bu teşkilatlardır. Bunlar böyle teşkilatlar. Biz işimize bakalım. Ne durumdayız ona bakalım”. ²
Ne olacak şimdi?
Erdoğan’dan Fitch’in not artırımı ile ilgili her hangi bir yorum gelmediğine göre, bu durumu olumlu olarak değerlendirdiği anlaşılıyor. İyi de not düşürürken bu kuruluşlar kötü de, not iyileştirdiğinde iyi mi oluyorlar? Hani “onların doları varsa bizim Allah’ımız vardı”?
Bakan Şimşek’in açıklamasına geri dönersek; Bakan, mealen demek istiyor ki, “göreve geldiğimden bu yana uluslararası finans kapital ne isterse onu yaptım ve ödülünü de not artırımı olarak aldım, bu benim başarımdır”.
Ancak Sayın Bakana bir gerçeği hatırlatmakta yarar var: Bu not artırımı ilköğretimde başarılı öğrencilere kurdele takma ile aynı şey değil. Orada öğretmen bir yandan öğrencinin çabasını ödüllendirirken, diğer yandan da diğer öğrencileri daha çok çalışmaya da teşvik eder. Bu ödülü veren eğitim emekçisinin ise, bundan aldığı meslek hazzı dışında bir menfaati söz konusu değildir. Kısaca burada kaybeden yoktur, öğrenci de öğretmen de kazançlıdır.
Durup düşünmekte yarar var
Oysa diğerinde beklentiler de, çıkarlar da farklılaşır, hatta çatışır. Bu yüzden de söz konusu olan eğer uluslararası finans kapitalin sözcüsü konumundaki kredi derecelendirme kuruluşlarının not artırımı ya da indirimi) ise orada bir durup düşünmekte yarar var.
Zira bu dev kuruluşlar temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarının aleyhine olacak hiçbir şeye onay vermezler. Onların var oluş nedeni de aslında, sıcak paracı akbaba fonlar da dâhil olmak üzere, emperyalist sermaye çevrelerinin yatırımlarına yön vermektir. Öyle ki “bir ülke ekonomisinin kredi puanı belli bir düzeyin üzerine çıkıyorsa, teorik olarak oraya yatırım yapabilirsiniz, ya da tersi” denilir.
İçinde yaşadığımız düzende kredi derecelendirme kuruluşları uluslararası finans piyasalarında ciddi bir itibar ve güce sahiptir. Şirketler ve devletler başarılı bir şekilde tahvil ihraç etmek, fon toplamak ve doğrudan yabancı yatırım ve diğer sermaye girişlerini sağlamak için onların değerlendirmelerine ve derecelendirmelerine güvenirler. Bu itibar, özellikle ulusal ekonomilerin temelleri ve ülke derecelendirmeleri gibi karmaşık konularda biraz gizemlidir. Çünkü kredi derecelendirme kuruluşlarının ulusal ekonomiler ve firmalar hakkında gizli bilgilere sahip olduğu açık değildir. Devasa verilerin bir araya getirilmesinin bazı içgörüler sağladığı doğrudur, ancak güçlerinin ve etkilerinin boyutu yine de şaşırtıcıdır. Değerlendirdikleri ve not verdikleri şeyler genellikle temelde tartışmalı konulardır. Yine de verdikleri notlar yatırımcıları etkiler, iyi not alan şirketlerin patronlarını ve yüksek not alan ülkelerin maliye bakanlarını sevindirir ve kötü not alan şirketlerin ve ülkelerin başkanlarını kızdırır.
Ayrıca bu kuruluşların ne yaptıkları ve piyasaları nasıl etkiledikleri, yatırımları nasıl artırdıkları veya durdurdukları ve bazı derecelendirme kuruluşlarının güçlerini nasıl kötüye kullandıkları konularında oldukça zengin bir literatür de söz konusudur (ayrıntılı bir inceleme için bkz. Sangiorgi ve Spatt (2017) ³.
Finans kapitalin çıkarlarını gözetmek esastır
Ancak bu kuruluşların değerlendirmeleri söz konusu ülkenin emekçilerinin, halklarının, ulusal ekonomisinin lehine midir, yoksa aleyhine midir?
Bunu bir örnekle daha iyi anlatabiliriz. Örneğin Fitch gibi kuruluşlar ülkede işçi sınıfı ve sendikaları ve bir bütün olarak demokrasi daha da güçlendi, reel ücretler verimliliklerden çok daha hızlı arttı, kamusal hizmetler ücretsiz ve yaygın bir biçimde sunulmaya başladı, bütçe de Merkez Bankası kaynakları da sermaye ve piyasalardan ziyade toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına dönük olarak kullanılmaya başladı diye o ülkenin puanını artırırlar mı? Hayır? Tarihlerinde bu görülmüş bir şey değildir.
Çünkü sınıfsal konumları itibarıyla bu kuruluşlar hep finans kapitalin yanında yer almışlardır, zaten bu amaçla da kurdurulmuşlardır.
Ülke yararına mı?
Bu yüzden de kimse bize bu puan artırımını ülkenin yararına, başarılı bir gelişme gibi sunmasın. Bu artışla beraber doğrudan yabancı yatırımlarda da bir artış olur mu, olursa hangi sektörlere yönelim olur, bekleyip göreceğiz ama bu puan artışı bir süredir pusuda bekleyen sıcak paracı akbaba fonların iştahı kabartabilir ve ülkeye yönelimlerini hızlandırabilir.
Yeni faiz artırımları ve mali disiplin uygulamalarıyla yüksek faiz getirilerini ve anaparalarını geri almayı garantilediklerinde bu fonlar ülkeye tekrar yönelebilirler.
Yani bu kuruluşlar bunu ülke sevdalısı olduklarından değil, diğer başka ülkelerde bu denli yüksek getiri elde edemeyecekleri için yaparlar. Bunun adı da yüzlerce yıldır emperyalist sömürüdür.
Sözde antiemperyalist, anti Amerikancı olduğunu iddia eden, bu konuda mangalda kül bırakmayan İktidar Bloku bu fonların çok büyük bir kısmının Amerika’da konuşlandığını bilmez mi, elbette bilir. Ama anti Amerikancılık prim yaptığından bunun emperyalist özünü boşaltıp, kitlelerin tepkisini manipüle ederler. Yıllardır yaptıkları da budur.
Özetle, böyle bir yabancı kaynak akın akın gelse, bunu da başarı olarak görüp, bunu gerçekleştirenleri başarılı sayıp alkışlayacak mıyız? Bu belki iktidarı rahatlatabilir ama ülke halklarının sorunlarını çözmeyeceği gibi ülke ekonomisini emperyalizme daha da bağımlı hale getirir.
Dip notlar:
¹ https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/bakan-simsek-fitchin-not-artisinda-turkiyenin-kural-bazli-ve-ongorulebilir-politikalari-etkili-oldu (9 Mart 2024).
² https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/ekonomi-haberleri/cumhurbaskani-erdogandan-kredi-derecelendirme-kuruluslarina-sert-sozler (31 Ağustos 2018).
³ Kaushik Basu and Haokun Sun, “The power and influence of rating agencies with insights into their misuse”, Economic Modelling, Volume 109, April 2022, https://www.sciencedirect.com (10 Mart 2024).
Karadeniz ısıtılırken (Akdoğan Özkan)
NATO’nun Rusya ile topyekûn bir savaşa mı gireceği sorusunu gündeme taşıyan sıcak gelişmelerin arka planı ve sebepler, sonuçlar.
Donetsk'e bağlı Avdiyivka’nın da Rus birliklerinin eline geçmesinin ardından bazı Batılı liderlerin kendi kaderlerinin Ukrayna’nın kaderiyle yakından bağlantılı olduğunu dile getiren açıklamaları ve sanki Kiev yönetimine destekte (kendi birliklerini Ukrayna’ya göndererek) bir sonraki faza geçmek niyetindelermiş gibi konuşmaları, NATO’nun Rusya ile topyekûn bir savaşa mı gireceği sorusunu da gündeme taşıdı.
Savaş tamtamları cılız da olsa ilk seslerini verirken, bir yandan da Karadeniz’in giderek daha tehlikeli bir görüntü vermeye başladığına tanık olmaya başladık. Zira, NATO uçaklarının Karadeniz sularında sıradışı bir hareketlilik içinde olduğu yönünde iddialar da oldu.
Şimdi neler oluyor ve bütün bunların anlamı ne, sakince onlara bakalım.
Şubat ayı sonlarında 20 Batılı ülke lideriyle Paris’te bir görüşme gerçekleştiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron toplantı akabinde yaptığı bir açıklamayla tüm Avrupa’yı kasvete boğabilecek şok dalgaları gönderdi. Zira, Batılı ülke liderlerinin Ukrayna'ya asker gönderme olasılığını müzakere ettiklerini ancak henüz bir fikir birliğine varılmadığını belirten Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Avrupa olarak Ukrayna’ya asker gönderebiliriz,” dedi. Macron, kıtanın ufkuna genel bir savaş manzarası yerleştirme sevdalısıymış gibi görünen bu demeciyle Avrupa ölçeğinde bir liderlik de üslenmeye hazır bir pozisyona oturmak istediğini de açık etmiş oldu. Açıklamalarının ardından onun söylediklerini destekleyici mahiyette beyanlar başka liderlerden de geldi. Bunlardan birine ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, diğerine ise Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski imza attı.
Amerikan Temsilciler Meclisi'nde konuşan Austin, Ukrayna’nın savaştaki yenilgisinin NATO ile Rusya arasında askeri bir çatışma tehdidi oluşturduğunu belirterek, “Açıkçası, eğer Ukrayna düşerse, NATO'nun Rusya ile karşı karşıya geleceğine gerçekten inanıyorum,” ifadesini kullandı. Austin, “Her gün Rusların baskı yapmaya devam ettiğini ve kademeli olarak toprak kazanımları elde ettiğini görüyoruz. Bu çok endişe verici. Bizim desteğimiz olmazsa Ukraynalılar topçu silah ve mühimmatı bakımından geride kalacak ve hava savunması eksikliği tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar,” şeklinde konuştu.
Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski ise Rzeczpospolita gazetesinin aktardığına göre, “Ukrayna'da NATO kuvvetlerinin varlığı düşünülemez değildir,” ifadelerini kullandı. Varşova Üniversitesi’nce düzenlenen bir konferansta konuşan Sikorski, “Başkan Emmanuel Macron'un girişimini takdir ediyorum çünkü bu, bizim Putin'den korkmamızı değil, Putin'in bizden korkmasını sağlamakla ilgili,” dedi.
Çelişkili, ilginç mesajların verilmeye çalışıldığı günlerden geçiyoruz. Zira, birileri bir adım ileri atarken çok da “başkası” olmayan birileri bir adım geri atabiliyor.
Örneğin, Polonya Savunma Bakanı Wladysław Kosiniak-Kamysz geçen cuma günü, TVN24 kanalının sorularını yanıtlarken, “Polonya ordusu Ukrayna’ya girmeyecek. Cumhurbaşkanımız, Başbakan ve ben bunu teyit ediyoruz,” şeklinde net konuştu. Kosiniak Kamysz, Kiev yönetiminin asli destekçilerden biri olan Polonya’nın Ukrayna’ya teçhizat göndererek destek vermeyi sürdüreceğini de sözlerine ekledi.
Diğer taraftan Fransa Savunma Bakanı Sebastien Lecornu da Macron’un 26 Şubat’ta kullandığı ifadelerin bağlamından kopartılarak yorumlandığını ileri sürdü. Lecornou, Cumhurbaşkanı’nın aslında Fransa’nın çatışmalara “muharebe ortağı” olarak dahil olmayacağını yeniden ifade ettiğini savunuyor ve “orada net bir şekilde masaya konan hipotezler vardı, ancak burada veya orada da söylendiği üzere kara birlikleriyle çatışmalara katılmaya yönelik hipotezler yoktu,” diyordu.
Tüm bu ifadeler havada uçuşurken, bir yandan da Karadeniz’in giderek daha tehlikeli bir görüntü verdiğini düşündürten iddialar geldi.
Söylenenlere bakılırsa, NATO uçakları geçtiğimiz perşembe günü Karadeniz sularında sıradışı bir hareketlilik göstermişti. Askeri konularda uzman olan gazeteci Alexander Zimovsky’nin kişisel Telegram kanalından aktardığı bilgilere bakılırsa, ABD Hava Kuvvetlerine ait P-8 Poseidon ve RQ-4 Global Hawk keşif uçaklarının 7/24 keşif görevi icra ettiği bölgede, bir NATO erken uyarı sistemi donanımlı bir keşif uçağının Kırım yönündeki faaliyetleri geçen perşembe günü olağandışı bir yoğunluk göstermişti.
Bu hareketliliğin ardından Rusya’ya yönelik NATO destekli “sürpriz [saldırı] bekliyorum” uyarısında bulunan Zimovsky, şunları söyledi: “Kırım yarımadasının açıklarında, Karadeniz Filosu üslerinde ve Karadeniz’in Rusya kontrolündeki kısmında görev yapmakta olan NATO Daimî Deniz Görev Grubu’nda İtalyan Hava Kuvvetlerine ait Gulfstream G550 CAEW (konformal havadan erken uyarı uçağı) ile İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne ait RC-135W Rivet Joint da var. Bu grup, çiftler halinde çalışan ve yakıt ikmalinde birbirlerinin yerini alan NATO savaş uçakları (Eurofighters vd.) tarafından korunmakta. İngiliz hava tankeri Airbus KS de onlara yakıt ikmali sağlıyor. Kıbrıs'taki İngiliz Hava Kuvvetleri üssü Akrotiri'den havalanan KS, yakıt ikmalinin yapıldığı Köstence'nin batısındaki buluşma noktasına girdi. Daha sonra Kıbrıs'a geri döndü. Tüm yolculuk 6,5 saat sürdü. Bir sürpriz [saldırı] bekliyorum.”
Zimovsky’nin bu yorumları, acaba Ukrayna Kırım’ı Rusya anakarasına bağlayan Kerç Köprüsü’ne NATO desteğinde yeni bir saldırı mı gerçekleştirecek, diye düşündürürken, gelişmeye yönelik olarak sosyal medyada bir değerlendirme yapan emekli Tümamiral Cem Gürdeniz çok önemli bir başka hususun altını çizdi: “NATO’nun Karadeniz’deki kışkırtıcı eylemleri son derece tehlikeli. Bir NATO ülkesine veya NATO varlığına karşı Ruslar silahlı bir tepki verirlerse, NAC'de (Kuzey Atlantik Konseyi) hiç kimse İttifak’ın 5. maddesinin 32 üye ülke tarafından onaylanacağını garanti edemez.”
Gürdeniz, üst düzey Alman subayları arasında geçen ve Kırım Köprüsü’ne saldırı planlarını konu alan bir konuşmanın basına sızdırılmış ses kayıtlarını hatırlatarak şu yorumda da bulundu: “Alman generallerin patlayıcılara dair konuşmalarının sızdırılması ve Almanya Şansölyesi Scholz’un Fransa ve İngiltere'nin Ukrayna'da Rusya'ya karşı doğrudan askeri müdahalesi olduğuna ilişkin itiraflarının ardından, artık NATO karar alıcılarının daha fazla provokasyon ve komplo planlamaya kalkarken iki kez düşünmeleri gerekiyor. Aksi halde NATO, neo-con'ların kullanışlı bir aygıtı olma lekesini kalıcı olarak taşıyarak zaten epey zayıflamış güvenilirliğini tümden kaybedecektir.”
Peki ne anlama geliyor bütün bunlar?
Tek ve ortak bir anlam belki de yok. Her aktörün farklı bir hesabı olması da muhtemel. Ancak genel olarak, ABD’nin Avrupalı NATO müttefikleri, nükleer savaş riskini önemli ölçüde artırabilecek doğrudan düşmanlıkların içine çekilmekten özellikle imtina ediyorlar. NATO’nun farklı aktörlerinin farklı hesaplarını güçleştiren en temel belirleyici, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in stratejik muğlaklığı tamamen ortadan kaldıran ve “Rusya’ya yönelik herhangi bir askeri müdahale nükleer silahların da kullanıldığı büyük ölçekli bir savaşa yol açar” şeklindeki net sözleri. O nedenle Avrupalı NATO müttefikleri demeçlerinde fazla ileri giden biri olursa hemen ardından bir düzeltme yayınlayıveriyorlar.
Macron’un Avrupa’nın liderliğini üslenirmiş gibi yapmakta farklı bir hesabı da var kuşkusuz. Hatırlayanlar olacaktır, Sarkozi’nin Libya’daki NATO liderliği hesabını andırıyor bu çıkış. Fransız savaş uçakları epeyce proaktif (!) davranıp Libya’yı kaosa sürükleyecek şekilde bombalamaya kalktıklarında ilk önce Libya ordusunun envanterindeki Rus yapımı tankları ve silah sistemlerini imha ederek işe koyulmuşlardı. Kaddafi isyancılarca devrilerek kurulacak yeni hükümet kendisine “kötü günde” destek vermiş Paris ile anlaşmaya oturduğunda envanterini Fransız silah sistemleri ile yenileyecekti. Hesap buydu. Macron da gün gelip savaş sona erdiğinde Ukrayna’dan geri kalacak topraklarda kurulacak yeni hükümet görevi devraldığında Fransız askerleri o topraklarda bulunsun istiyor. Fransız askeri Ukrayna’ya destekte bir rol oynamış gibi görünsün istiyor. O gün yeni hükümet ile hem ekonomik hem askeri anlaşmalar imzalamada Paris geç kalmış olmasın istiyor.
ABD yönetiminin hesaplarına gelince. Orası fazla karışık. Bir kere Amerikalılar Avrupalı müttefiklerinin hem maddi hem askeri anlamda daha fazla şey yapmasını istiyor. Trump Kasım 2024 seçimlerini kazanırsa, muhtemelen Avrupa’yı bu anlamda biraz daha “tokatlayacak”. Ancak şu anki Beyaz Saray yönetimi fon yetersizliği nedeniyle Aralık ayında askıya alınan Ukrayna'ya yardımların yeniden başlatılmasını istiyor. Zira Kasım seçimlerine kadar Ukrayna sahasında işlerin Ruslar lehine daha fazla gelişmesi Biden için daha tatsız olacağından, Ukrayna ordusu “son askerine kadar” (!) silahsız kalmasın istiyor.
Bu bakımdan, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in konuşması, Washington’un, Kiev'e yönelik bu kez 60 milyar doların üzerinde bir yekûn tutan dış yardım tasarısı için Kongre’dan onay almaya dönük çabanın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Gelgelelim, Ukrayna’ya Rusya’ya karşı savaşında destek olarak bugüne dek milyarlarca dolarlık askeri, ekonomik ve mali yardım gönderen Washington’un Amerikan vergi mükelleflerinin paralarını hem de Başkanlık Seçimleri öncesinde yeniden savaşa yönlendirmek için Kongre’de geniş tabanlı bir mutabakat gerekiyor ki, şu aşamada bu çok da kolay görünmüyor. O nedenle Avrupa’ya, “hadi elinizi taşın altına daha fazla koyun” baskısı yapılıyor. Avrupa da mehter yürüyüşü içinde bazı adımlar atıyor. Bu arada sahada belki belirleyici etki yaratmayacak ama ses getirecek darbeler vurulsun Rusya’ya isteniyor. Hem böyle darbeler vuralım, vurduralım ama “postalımıza da taş değmesin,” isteniyor.
Haa, bu arada savaşla birlikte Kiev yönetiminden aldıkları ve Karadeniz’i Amerikan-İngiliz gölü haline getirme çabalarının en büyük ayağı olan donanma ihaleleri boşa giden İngilizler, “aman bari Odessa düşmesin, Rusların eline geçmesin, gerekirse Ukrayna’nın şu an cephe hattında olmayan belirli yerlerine NATO üyesi ülkelerin askerleri yerleştirilsin,” ve Odessa için ön alınmış olsun, istiyor.
Bu “hareketliliğin” ardında, Putin’in birkaç ay önce televizyonda yayınlanan soru-cevap oturumunda söylediği ve Çarlık döneminde Novorossiya olarak adlandırılan bölgelerin (Kharkov, Lugansk, Donetsk, Kherson, Nikolayev ve Odessa) aslında Ukrayna'nın bir parçası olmadığına yönelik sözleri var. Bu bölgelerle ilgili olarak Putin şunları söylemişti: “Bu bölgeler 1920'li yıllarda Sovyet Hükümeti tarafından Ukrayna'ya verildi. Neden? Kim bilir? Bir dizi bilinen savaşta Potemkin ve Büyük Katerina tarafından kazanıldılar. Bu bölgenin merkezi Novorossiysk olduğundan bölgeye Novorossiya adı verilmiştir. Rusya çeşitli nedenlerle bu toprakları kaybetti ama halk kaldı.” Yani Putin’in Rus ordusunun Donetsk ve Lugansk ile yetinmeyeceği ve özellikle Odessa’yı da hedefleyebileceği sözleri İngilizlerin canını sıktı. İngilizlerin Odessa’ya yönelik ilgisinin sebeplerine daha önce bir yazımda detaylı değinmiştim. Hatta Londra hükümeti, Ocak ayında “Chernihiv” ve “Cherkasy” isimli mayın avlama gemilerini Karadeniz’e göndereceğini açıklamıştı. Ankara, Montrö Sözleşmesi’ne dayanarak bunun hukuki bir dayanağı olmadığını ve gemilerin Boğaz’dan geçmesine izin vermeyeceğini bildirmişti. NATO çevrelerinden emekli bazı İngiliz ve Amerikalı generaller Türk donanmasına ateş püskürerek, “böyle NATO müttefikliği mi olur” demeye getirmişlerdi.
Velhasıl, galiba Batı’nın Ukrayna meselesindeki en büyük hatası, Rusya’yı silah desteği ve yaptırımlarla Ukrayna topraklarında yenilgiye uğratacaklarını düşünmelerinden ziyade, Rusya’nın olası bir zaferini sanki bu durumda yenilen “Batı” olacakmış gibi bir hava içinde algılatmış olmaları. Bu, tabii NATO’yu kendi kullanışlı aygıtları yapmada pervasız davranabilen ve bu anlamda önlerini de açık bulan neo-con'ların “başarısı.” Mevcut ihtilafı bugün bir hatta 2 yıl öncesinden daha fazla endişe verici yapan bu aslında.
Galiba bu konuda kimselerin diyemediğini söyleme cesaretini kendisi de bir NATO üyesi olan ama başından beri krize diplomatik çözüm bulunması çağrısı yapan ve “Donald Trump'ın Kasım ayındaki seçimi kazanıp Beyaz Saray'a dönmesi halinde Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışmayı durdurabileceğini” ifade eden Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orban gösterebildi. Ha evet, Orban ülkesinin büyükelçilerini ağırlayarak yaptığı konuşmada Batı’nın hakimiyet çağının sona erdiğini ve yeni bir dünya düzeninin zuhur ettiğini, ülkesinin bloklar yaratmaktan yana olmadığını ve tüm egemen ülkelerle ittifaklık ilişkisini güçlendireceğini söylemişti.
Hiç “beyin ölümü” yaşamayanla yaşayan bir oluyor mu, yahu!
(T24)