11 Mart 2024 Pazartesi

T24 KÖŞEBAŞI - 11 MART 2024 -

 

Cevdet Yılmaz’ın vergilerle alakalı düşüncesi…(Murat Batı)

Yılmaz’a vergi cenneti listesinin açıklanması gerektiği, vergi cennetlerinden dolayı çok ciddi bir vergi kayıp ve kaçağının olduğu hususunun da hatırlatılması gerekmekte.

9 Mart Cumartesi gecesi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Habertürk TV’de ülke ekonomisinin panoramasını resmetti. Konuşmasında birçok ekonomik hedefi ve mevcut ekonomik/mali durumu verilerle izah etmeye çalıştı ama vergiyle alakalı çok bir şey söylemedi; soru da sorulmadığından çok girmedi.

Ama Yılmaz, vergiyle alakalı geçen gün aynı TV kanalında konuşma yapan Mehmet Şimşek’ten fazla/farklı bir şey söylemedi hatta söyledikleri Şimşek’le aynıydı. Mehmet Şimşek’in söylediklerinin satır aralarını bu yazıda değerlendirmiştim.

Yılmaz, konuşmasında iki şeyi vurguladı; ilki orta vadeli programda belirtilen hedeflerin hala geçerliliğini koruduğu, diğeri ise dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının düşürüleceğiydi.

Ülkemizde vergilerin kaynağını, gelirharcama ve servet oluşturmaktadır. Kaynağı gelir olan vergiler, gelir vergisi ve kurumlar vergisi; kaynağı servet olan vergiler emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi, veraset ve intikal vergisi ve değerli konut vergisi; kaynağı harcama olan vergiler ise katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), harçlar, BSMV, gümrük vergisi gibi vergilerdir. Kaynağı servet ve/veya gelir olan vergilere dolaysız (vasıtasız); kaynağı harcama olan vergilere ise dolaylı (vasıtalı) vergiler denilir.

2023 yılında KDV ve ÖTV'nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 53; dolaylı vergilerin payı yüzde 64,5 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 35,5 olarak gerçekleşmişti. Son 15 yılın ortalamasına baktığımızda dolaylı vergilerin payı yüzde 66,25; dolaysızların payı ise yüzde 33,75’tir.

Cevdet Yılmaz ne demek istedi?

Cevdet Yılmaz toplam vergi gelirleri içindeki dolaylı vergilerin payını düşüreceğini ısrarla vurguladı. Ancak bu hedefin KDV ve/veya ÖTV oranlarının düşürülerek mi ve/veya bu vergilerin kapsamının daraltılarak mı yapılacağı hususunda net bir açıklama yapmadı.

Ancak konuşmasının devamında gelir ve kurumlar vergisinin tabanının genişletileceğine ve verimsiz olarak değerlendirdiği birçok muafiyet ve istisnanın kaldırılacağına yani vergi harcama listesinin budanacağına işaret etti.

Özetle dolaysız vergi kapsamını genişleterek vergi hasılatını artırıp toplam vergi gelirleri içindeki dolaysız vergilerin payını bu yöntemle artıracağını dolayısıyla da dolaylı vergilerin payını da matematiksel olarak düşüreceğini söyledi.

Verginin tabanının genişletilmesi hususu ise çok önemli bir vurguydu ve bu cümleyi çok doğru okumak gerekmektedir. Özellikle Yılmaz, aynı şekilde gelir elde eden iki kişiden birinin vergi vermesi diğerinin vermemesi adil değil ve bunlardan da vergi alınması durumunda dolaysız vergilerin miktarı artacağından toplam vergi gelirleri içindeki dolaysız vergilerin payının artacağını ısrarla vurguladı. Bu vurguyu 2023 Temmuz ve Aralık aylarında da yapmıştı.

Ezcümle Yılmaz, dolaysız vergilere tabi olmayan ­-kripto varlıklar gibi- unsurları vergi sistemine dahil ederek dolaysız verginin konusunu genişletip ve/veya özellikle finansal enstrüman gelirlerinden alınan düşük vergi oranlarını piyasayı bozmayacak şekilde artırarak dolaysız vergi hasılatını artırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.  

Vergiye tabi olmayan ya da düşük orana tabi finansal enstrümanlardan vergi alınmasını ve/veya oranlarının artırılmasını doğru bulmakla birlikte Yılmaz’a vergi cenneti listesinin açıklanması gerektiği, vergi cennetlerinden dolayı çok ciddi bir vergi kayıp ve kaçağının olduğu hususunun da hatırlatılması gerekmektedir.

Ayrıca dolaylı vergi oranlarını düşürmeyip KDV ve ÖTV’nin kapsamını da daraltmayarak sadece dolaysız vergilerle alakalı yukarıda belirtilen düzenlemelerin yapılarak toplam vergi gelirlerinin artırılması sonucunda önemli bir tehlikenin de çanlarının çalmaya başlayacağı hususu da hatırlatılmalı. Bu tehlike toplam vergi yükü ve enflasyonun birlikte olduğu durum yani taksflasyondur

                                                                 /././

Fitch’in not artırımı ve İktidar Bloku’nun sahte antiemperyalizmi (Mustafa Durmuş)

Böyle bir yabancı kaynak akın akın gelse, bunu da başarı olarak görüp, bunu gerçekleştirenleri başarılı sayıp alkışlayacak mıyız? Bu belki iktidarı rahatlatabilir ama ülke halklarının sorunlarını çözmeyeceği gibi ülke ekonomisini emperyalizme daha da bağımlı hale getirir.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings Türkiye'nin kredi notunu ‘B’den ‘B+’ya, not görünümünü ‘durağan’dan ‘pozitif’e yükseltince ilk açıklama Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ten geldi. 

Şimşek gelişmeleri: “12 yıl sonra gelen bu not artışında, Türkiye’nin uluslararası normlara uyan, kural bazlı ve öngörülebilir politikaları etkili oldu” biçiminde yorumladı. ¹

Oooops!

Öncelikle, bu açıklama Bakanın kendinden önceki dönemi ve bu dönemin Hazine Bakanları ve Merkez Bankası başkanları da dâhil, bazı ekonomi bürokratlarını ve hatta devlet yöneticilerini, ekonomideki mevcut olumsuz gelişmelerden, dolaylı olarak sorumlu tutması anlamına geliyor. 

İkincisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kuruluşlarla ilgili olarak sarf ettiği daha önceki sert sözlerini nereye koyalım? 

Örneğin, “anlatıldığı gibi yok kredi derecelendirme kuruluşları şöyle söylemiş, böyle söylemiş. Bırakın o sahtekârları. Onlar bizim hakkımızda çok şey söylediler, biz kimsenin önünde eğilmedik. Sadece rabbimizin huzurunda rükûda ve secdede eğildik. Onların dolarları varsa bizim Allah’ımız var. Dolarla molarla bu milleti asla çöktüremezler. Onlar bizim hakkımızda çok şey söylediler. Bu dünyada batan ülkelere bir anda 4 derece artırmak suretiyle not veren bu teşkilatlardır. Bunlar böyle teşkilatlar. Biz işimize bakalım. Ne durumdayız ona bakalım”. ²

Ne olacak şimdi?  

Erdoğan’dan Fitch’in not artırımı ile ilgili her hangi bir yorum gelmediğine göre, bu durumu olumlu olarak değerlendirdiği anlaşılıyor. İyi de not düşürürken bu kuruluşlar kötü de, not iyileştirdiğinde iyi mi oluyorlar? Hani “onların doları varsa bizim Allah’ımız vardı”?

Bakan Şimşek’in açıklamasına geri dönersek; Bakan, mealen demek istiyor ki, “göreve geldiğimden bu yana uluslararası finans kapital ne isterse onu yaptım ve ödülünü de not artırımı olarak aldım, bu benim başarımdır”. 

Ancak Sayın Bakana bir gerçeği hatırlatmakta yarar var: Bu not artırımı ilköğretimde başarılı öğrencilere kurdele takma ile aynı şey değil. Orada öğretmen bir yandan öğrencinin çabasını ödüllendirirken, diğer yandan da diğer öğrencileri daha çok çalışmaya da teşvik eder. Bu ödülü veren eğitim emekçisinin ise, bundan aldığı meslek hazzı dışında bir menfaati söz konusu değildir. Kısaca burada kaybeden yoktur, öğrenci de öğretmen de kazançlıdır.

Durup düşünmekte yarar var

Oysa diğerinde beklentiler de, çıkarlar da farklılaşır, hatta çatışır. Bu yüzden de söz konusu olan eğer uluslararası finans kapitalin sözcüsü konumundaki kredi derecelendirme kuruluşlarının not artırımı ya da indirimi) ise orada bir durup düşünmekte yarar var.

Zira bu dev kuruluşlar temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarının aleyhine olacak hiçbir şeye onay vermezler. Onların var oluş nedeni de aslında, sıcak paracı akbaba fonlar da dâhil olmak üzere, emperyalist sermaye çevrelerinin yatırımlarına yön vermektir. Öyle ki “bir ülke ekonomisinin kredi puanı belli bir düzeyin üzerine çıkıyorsa, teorik olarak oraya yatırım yapabilirsiniz, ya da tersi” denilir. 

İçinde yaşadığımız düzende kredi derecelendirme kuruluşları uluslararası finans piyasalarında ciddi bir itibar ve güce sahiptir. Şirketler ve devletler başarılı bir şekilde tahvil ihraç etmek, fon toplamak ve doğrudan yabancı yatırım ve diğer sermaye girişlerini sağlamak için onların değerlendirmelerine ve derecelendirmelerine güvenirler. Bu itibar, özellikle ulusal ekonomilerin temelleri ve ülke derecelendirmeleri gibi karmaşık konularda biraz gizemlidir. Çünkü kredi derecelendirme kuruluşlarının ulusal ekonomiler ve firmalar hakkında gizli bilgilere sahip olduğu açık değildir. Devasa verilerin bir araya getirilmesinin bazı içgörüler sağladığı doğrudur, ancak güçlerinin ve etkilerinin boyutu yine de şaşırtıcıdır. Değerlendirdikleri ve not verdikleri şeyler genellikle temelde tartışmalı konulardır. Yine de verdikleri notlar yatırımcıları etkiler, iyi not alan şirketlerin patronlarını ve yüksek not alan ülkelerin maliye bakanlarını sevindirir ve kötü not alan şirketlerin ve ülkelerin başkanlarını kızdırır.

Ayrıca bu kuruluşların ne yaptıkları ve piyasaları nasıl etkiledikleri, yatırımları nasıl artırdıkları veya durdurdukları ve bazı derecelendirme kuruluşlarının güçlerini nasıl kötüye kullandıkları konularında oldukça  zengin bir literatür de söz konusudur (ayrıntılı bir inceleme için bkz. Sangiorgi ve Spatt (2017) ³.

Finans kapitalin çıkarlarını gözetmek esastır

Ancak bu kuruluşların değerlendirmeleri söz konusu ülkenin emekçilerinin, halklarının, ulusal ekonomisinin lehine midir, yoksa aleyhine midir? 

Bunu bir örnekle daha iyi anlatabiliriz. Örneğin Fitch gibi kuruluşlar ülkede işçi sınıfı ve sendikaları ve bir bütün olarak demokrasi daha da güçlendi, reel ücretler verimliliklerden çok daha hızlı arttı, kamusal hizmetler ücretsiz ve yaygın bir biçimde sunulmaya başladı, bütçe de Merkez Bankası kaynakları da sermaye ve piyasalardan ziyade toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına dönük olarak kullanılmaya başladı diye o ülkenin puanını artırırlar mı? Hayır? Tarihlerinde bu görülmüş bir şey değildir. 

Çünkü sınıfsal konumları itibarıyla bu kuruluşlar hep finans kapitalin yanında yer almışlardır, zaten bu amaçla da kurdurulmuşlardır.

Ülke yararına mı?

Bu yüzden de kimse bize bu puan artırımını ülkenin yararına, başarılı bir gelişme gibi sunmasın. Bu artışla beraber doğrudan yabancı yatırımlarda da bir artış olur mu, olursa hangi sektörlere yönelim olur, bekleyip göreceğiz ama bu puan artışı bir süredir pusuda bekleyen sıcak paracı akbaba fonların iştahı kabartabilir ve ülkeye yönelimlerini hızlandırabilir. 

Yeni faiz artırımları ve mali disiplin uygulamalarıyla yüksek faiz getirilerini ve anaparalarını geri almayı garantilediklerinde bu fonlar ülkeye tekrar yönelebilirler. 

Yani bu kuruluşlar bunu ülke sevdalısı olduklarından değil, diğer başka ülkelerde bu denli yüksek getiri elde edemeyecekleri için yaparlar. Bunun adı da yüzlerce yıldır emperyalist sömürüdür. 

Sözde antiemperyalist, anti Amerikancı olduğunu iddia eden, bu konuda mangalda kül bırakmayan İktidar Bloku bu fonların çok büyük bir kısmının Amerika’da konuşlandığını bilmez mi, elbette bilir. Ama anti Amerikancılık prim yaptığından bunun emperyalist özünü boşaltıp, kitlelerin tepkisini manipüle ederler. Yıllardır yaptıkları da budur. 

Özetle, böyle bir yabancı kaynak akın akın gelse, bunu da başarı olarak görüp, bunu gerçekleştirenleri başarılı sayıp alkışlayacak mıyız? Bu belki iktidarı rahatlatabilir ama ülke halklarının sorunlarını çözmeyeceği gibi ülke ekonomisini emperyalizme daha da bağımlı hale getirir.

Dip notlar:

¹ https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/bakan-simsek-fitchin-not-artisinda-turkiyenin-kural-bazli-ve-ongorulebilir-politikalari-etkili-oldu (9 Mart 2024).

² https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/ekonomi-haberleri/cumhurbaskani-erdogandan-kredi-derecelendirme-kuruluslarina-sert-sozler (31 Ağustos 2018).

³ Kaushik Basu and Haokun Sun, “The power and influence of rating agencies with insights into their misuse”, Economic Modelling, Volume 109, April 2022,  https://www.sciencedirect.com (10 Mart 2024).

                                                         /././

Karadeniz ısıtılırken (Akdoğan Özkan)

NATO’nun Rusya ile topyekûn bir savaşa mı gireceği sorusunu gündeme taşıyan sıcak gelişmelerin arka planı ve sebepler, sonuçlar.

Donetsk'e bağlı Avdiyivka’nın da Rus birliklerinin eline geçmesinin ardından bazı Batılı liderlerin kendi kaderlerinin Ukrayna’nın kaderiyle yakından bağlantılı olduğunu dile getiren açıklamaları ve sanki Kiev yönetimine destekte (kendi birliklerini Ukrayna’ya göndererek) bir sonraki faza geçmek niyetindelermiş gibi konuşmaları, NATO’nun Rusya ile topyekûn bir savaşa mı gireceği sorusunu da gündeme taşıdı.

Savaş tamtamları cılız da olsa ilk seslerini verirken, bir yandan da Karadeniz’in giderek daha tehlikeli bir görüntü vermeye başladığına tanık olmaya başladık. Zira, NATO uçaklarının Karadeniz sularında sıradışı bir hareketlilik içinde olduğu yönünde iddialar da oldu.

Şimdi neler oluyor ve bütün bunların anlamı ne, sakince onlara bakalım.

Şubat ayı sonlarında 20 Batılı ülke lideriyle Paris’te bir görüşme gerçekleştiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron toplantı akabinde yaptığı bir açıklamayla tüm Avrupa’yı kasvete boğabilecek şok dalgaları gönderdi. Zira, Batılı ülke liderlerinin Ukrayna'ya asker gönderme olasılığını müzakere ettiklerini ancak henüz bir fikir birliğine varılmadığını belirten Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Avrupa olarak Ukrayna’ya asker gönderebiliriz,” dedi. Macron, kıtanın ufkuna genel bir savaş manzarası yerleştirme sevdalısıymış gibi görünen bu demeciyle Avrupa ölçeğinde bir liderlik de üslenmeye hazır bir pozisyona oturmak istediğini de açık etmiş oldu. Açıklamalarının ardından onun söylediklerini destekleyici mahiyette beyanlar başka liderlerden de geldi. Bunlardan birine ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, diğerine ise Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski imza attı.

Amerikan Temsilciler Meclisi'nde konuşan Austin, Ukrayna’nın savaştaki yenilgisinin NATO ile Rusya arasında askeri bir çatışma tehdidi oluşturduğunu belirterek, “Açıkçası, eğer Ukrayna düşerse, NATO'nun Rusya ile karşı karşıya geleceğine gerçekten inanıyorum,” ifadesini kullandı. Austin, “Her gün Rusların baskı yapmaya devam ettiğini ve kademeli olarak toprak kazanımları elde ettiğini görüyoruz. Bu çok endişe verici. Bizim desteğimiz olmazsa Ukraynalılar topçu silah ve mühimmatı bakımından geride kalacak ve hava savunması eksikliği tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar,” şeklinde konuştu.

Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski ise Rzeczpospolita gazetesinin aktardığına göre, “Ukrayna'da NATO kuvvetlerinin varlığı düşünülemez değildir,” ifadelerini kullandı. Varşova Üniversitesi’nce düzenlenen bir konferansta konuşan Sikorski, “Başkan Emmanuel Macron'un girişimini takdir ediyorum çünkü bu, bizim Putin'den korkmamızı değil, Putin'in bizden korkmasını sağlamakla ilgili,” dedi.

Çelişkili, ilginç mesajların verilmeye çalışıldığı günlerden geçiyoruz. Zira, birileri bir adım ileri atarken çok da “başkası” olmayan birileri bir adım geri atabiliyor.

Örneğin, Polonya Savunma Bakanı Wladysław Kosiniak-Kamysz geçen cuma günü, TVN24 kanalının sorularını yanıtlarken, “Polonya ordusu Ukrayna’ya girmeyecek. Cumhurbaşkanımız, Başbakan ve ben bunu teyit ediyoruz,” şeklinde net konuştu. Kosiniak Kamysz, Kiev yönetiminin asli destekçilerden biri olan Polonya’nın Ukrayna’ya teçhizat göndererek destek vermeyi sürdüreceğini de sözlerine ekledi.

Diğer taraftan Fransa Savunma Bakanı Sebastien Lecornu da Macron’un 26 Şubat’ta kullandığı ifadelerin bağlamından kopartılarak yorumlandığını ileri sürdü. Lecornou, Cumhurbaşkanı’nın aslında Fransa’nın çatışmalara “muharebe ortağı” olarak dahil olmayacağını yeniden ifade ettiğini savunuyor ve “orada net bir şekilde masaya konan hipotezler vardı, ancak burada veya orada da söylendiği üzere kara birlikleriyle çatışmalara katılmaya yönelik hipotezler yoktu,” diyordu.

Tüm bu ifadeler havada uçuşurken, bir yandan da Karadeniz’in giderek daha tehlikeli bir görüntü verdiğini düşündürten iddialar geldi.

Söylenenlere bakılırsa, NATO uçakları geçtiğimiz perşembe günü Karadeniz sularında sıradışı bir hareketlilik göstermişti. Askeri konularda uzman olan gazeteci Alexander Zimovsky’nin kişisel Telegram kanalından aktardığı bilgilere bakılırsa, ABD Hava Kuvvetlerine ait P-8 Poseidon ve RQ-4 Global Hawk keşif uçaklarının 7/24 keşif görevi icra ettiği bölgede, bir NATO erken uyarı sistemi donanımlı bir keşif uçağının Kırım yönündeki faaliyetleri geçen perşembe günü olağandışı bir yoğunluk göstermişti.

Bu hareketliliğin ardından Rusya’ya yönelik NATO destekli “sürpriz [saldırı] bekliyorum” uyarısında bulunan Zimovsky, şunları söyledi: “Kırım yarımadasının açıklarında, Karadeniz Filosu üslerinde ve Karadeniz’in Rusya kontrolündeki kısmında görev yapmakta olan NATO Daimî Deniz Görev Grubu’nda İtalyan Hava Kuvvetlerine ait Gulfstream G550 CAEW (konformal havadan erken uyarı uçağı) ile İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne ait RC-135W Rivet Joint da var. Bu grup, çiftler halinde çalışan ve yakıt ikmalinde birbirlerinin yerini alan NATO savaş uçakları (Eurofighters vd.) tarafından korunmakta. İngiliz hava tankeri Airbus KS de onlara yakıt ikmali sağlıyor. Kıbrıs'taki İngiliz Hava Kuvvetleri üssü Akrotiri'den havalanan KS, yakıt ikmalinin yapıldığı Köstence'nin batısındaki buluşma noktasına girdi. Daha sonra Kıbrıs'a geri döndü. Tüm yolculuk 6,5 saat sürdü. Bir sürpriz [saldırı] bekliyorum.”

Zimovsky’nin bu yorumları, acaba Ukrayna Kırım’ı Rusya anakarasına bağlayan Kerç Köprüsü’ne NATO desteğinde yeni bir saldırı mı gerçekleştirecek, diye düşündürürken, gelişmeye yönelik olarak sosyal medyada bir değerlendirme yapan emekli Tümamiral Cem Gürdeniz çok önemli bir başka hususun altını çizdi: “NATO’nun Karadeniz’deki kışkırtıcı eylemleri son derece tehlikeli. Bir NATO ülkesine veya NATO varlığına karşı Ruslar silahlı bir tepki verirlerse, NAC'de (Kuzey Atlantik Konseyi) hiç kimse İttifak’ın 5. maddesinin 32 üye ülke tarafından onaylanacağını garanti edemez.”

Gürdeniz, üst düzey Alman subayları arasında geçen ve Kırım Köprüsü’ne saldırı planlarını konu alan bir konuşmanın basına sızdırılmış ses kayıtlarını hatırlatarak şu yorumda da bulunduAlman generallerin patlayıcılara dair konuşmalarının sızdırılması ve Almanya Şansölyesi Scholz’un Fransa ve İngiltere'nin Ukrayna'da Rusya'ya karşı doğrudan askeri müdahalesi olduğuna ilişkin itiraflarının ardından, artık NATO karar alıcılarının daha fazla provokasyon ve komplo planlamaya kalkarken iki kez düşünmeleri gerekiyor. Aksi halde NATO, neo-con'ların kullanışlı bir aygıtı olma lekesini kalıcı olarak taşıyarak zaten epey zayıflamış güvenilirliğini tümden kaybedecektir.”

Peki ne anlama geliyor bütün bunlar?

Tek ve ortak bir anlam belki de yok. Her aktörün farklı bir hesabı olması da muhtemel. Ancak genel olarak, ABD’nin Avrupalı NATO müttefikleri, nükleer savaş riskini önemli ölçüde artırabilecek doğrudan düşmanlıkların içine çekilmekten özellikle imtina ediyorlar. NATO’nun farklı aktörlerinin farklı hesaplarını güçleştiren en temel belirleyici, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in stratejik muğlaklığı tamamen ortadan kaldıran ve “Rusya’ya yönelik herhangi bir askeri müdahale nükleer silahların da kullanıldığı büyük ölçekli bir savaşa yol açar” şeklindeki net sözleri. O nedenle Avrupalı NATO müttefikleri demeçlerinde fazla ileri giden biri olursa hemen ardından bir düzeltme yayınlayıveriyorlar.

Macron’un Avrupa’nın liderliğini üslenirmiş gibi yapmakta farklı bir hesabı da var kuşkusuz. Hatırlayanlar olacaktır, Sarkozi’nin Libya’daki NATO liderliği hesabını andırıyor bu çıkış. Fransız savaş uçakları epeyce proaktif (!) davranıp Libya’yı kaosa sürükleyecek şekilde bombalamaya kalktıklarında ilk önce Libya ordusunun envanterindeki Rus yapımı tankları ve silah sistemlerini imha ederek işe koyulmuşlardı. Kaddafi isyancılarca devrilerek kurulacak yeni hükümet kendisine “kötü günde” destek vermiş Paris ile anlaşmaya oturduğunda envanterini Fransız silah sistemleri ile yenileyecekti. Hesap buydu. Macron da gün gelip savaş sona erdiğinde Ukrayna’dan geri kalacak topraklarda kurulacak yeni hükümet görevi devraldığında Fransız askerleri o topraklarda bulunsun istiyor. Fransız askeri Ukrayna’ya destekte bir rol oynamış gibi görünsün istiyor. O gün yeni hükümet ile hem ekonomik hem askeri anlaşmalar imzalamada Paris geç kalmış olmasın istiyor. 

ABD yönetiminin hesaplarına gelince. Orası fazla karışık. Bir kere Amerikalılar Avrupalı müttefiklerinin hem maddi hem askeri anlamda daha fazla şey yapmasını istiyor. Trump Kasım 2024 seçimlerini kazanırsa, muhtemelen Avrupa’yı bu anlamda biraz daha “tokatlayacak”. Ancak şu anki Beyaz Saray yönetimi fon yetersizliği nedeniyle Aralık ayında askıya alınan Ukrayna'ya yardımların yeniden başlatılmasını istiyor. Zira Kasım seçimlerine kadar Ukrayna sahasında işlerin Ruslar lehine daha fazla gelişmesi Biden için daha tatsız olacağından, Ukrayna ordusu “son askerine kadar” (!) silahsız kalmasın istiyor.

Bu bakımdan, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in konuşması, Washington’un, Kiev'e yönelik bu kez 60 milyar doların üzerinde bir yekûn tutan dış yardım tasarısı için Kongre’dan onay almaya dönük çabanın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Gelgelelim, Ukrayna’ya Rusya’ya karşı savaşında destek olarak bugüne dek milyarlarca dolarlık askeri, ekonomik ve mali yardım gönderen Washington’un Amerikan vergi mükelleflerinin paralarını hem de Başkanlık Seçimleri öncesinde yeniden savaşa yönlendirmek için Kongre’de geniş tabanlı bir mutabakat gerekiyor ki, şu aşamada bu çok da kolay görünmüyor. O nedenle Avrupa’ya, “hadi elinizi taşın altına daha fazla koyun” baskısı yapılıyor. Avrupa da mehter yürüyüşü içinde bazı adımlar atıyor. Bu arada sahada belki belirleyici etki yaratmayacak ama ses getirecek darbeler vurulsun Rusya’ya isteniyor. Hem böyle darbeler vuralım, vurduralım ama “postalımıza da taş değmesin,” isteniyor.

Haa, bu arada savaşla birlikte Kiev yönetiminden aldıkları ve Karadeniz’i Amerikan-İngiliz gölü haline getirme çabalarının en büyük ayağı olan donanma ihaleleri boşa giden İngilizler, “aman bari Odessa düşmesin, Rusların eline geçmesin, gerekirse Ukrayna’nın şu an cephe hattında olmayan belirli yerlerine NATO üyesi ülkelerin askerleri yerleştirilsin,” ve Odessa için ön alınmış olsun, istiyor.

Bu “hareketliliğin” ardında, Putin’in birkaç ay önce televizyonda yayınlanan soru-cevap oturumunda söylediği ve Çarlık döneminde Novorossiya olarak adlandırılan bölgelerin (Kharkov, Lugansk, Donetsk, Kherson, Nikolayev ve Odessa) aslında Ukrayna'nın bir parçası olmadığına yönelik sözleri var. Bu bölgelerle ilgili olarak Putin şunları söylemişti: “Bu bölgeler 1920'li yıllarda Sovyet Hükümeti tarafından Ukrayna'ya verildi. Neden? Kim bilir? Bir dizi bilinen savaşta Potemkin ve Büyük Katerina tarafından kazanıldılar. Bu bölgenin merkezi Novorossiysk olduğundan bölgeye Novorossiya adı verilmiştir. Rusya çeşitli nedenlerle bu toprakları kaybetti ama halk kaldı.” Yani Putin’in Rus ordusunun Donetsk ve Lugansk ile yetinmeyeceği ve özellikle Odessa’yı da hedefleyebileceği sözleri İngilizlerin canını sıktı. İngilizlerin Odessa’ya yönelik ilgisinin sebeplerine daha önce bir yazımda detaylı değinmiştim. Hatta Londra hükümeti, Ocak ayında “Chernihiv” ve “Cherkasy” isimli mayın avlama gemilerini Karadeniz’e göndereceğini açıklamıştı. Ankara, Montrö Sözleşmesi’ne dayanarak bunun hukuki bir dayanağı olmadığını ve gemilerin Boğaz’dan geçmesine izin vermeyeceğini bildirmişti. NATO çevrelerinden emekli bazı İngiliz ve Amerikalı generaller Türk donanmasına ateş püskürerek, “böyle NATO müttefikliği mi olur” demeye getirmişlerdi.

Velhasıl, galiba Batı’nın Ukrayna meselesindeki en büyük hatası, Rusya’yı silah desteği ve yaptırımlarla Ukrayna topraklarında yenilgiye uğratacaklarını düşünmelerinden ziyade, Rusya’nın olası bir zaferini sanki bu durumda yenilen “Batı” olacakmış gibi bir hava içinde algılatmış olmaları. Bu, tabii NATO’yu kendi kullanışlı aygıtları yapmada pervasız davranabilen ve bu anlamda önlerini de açık bulan neo-con'ların “başarısı.” Mevcut ihtilafı bugün bir hatta 2 yıl öncesinden daha fazla endişe verici yapan bu aslında.

Galiba bu konuda kimselerin diyemediğini söyleme cesaretini kendisi de bir NATO üyesi olan ama başından beri krize diplomatik çözüm bulunması çağrısı yapan ve “Donald Trump'ın Kasım ayındaki seçimi kazanıp Beyaz Saray'a dönmesi halinde Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışmayı durdurabileceğini” ifade eden Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orban gösterebildi. Ha evet, Orban ülkesinin büyükelçilerini ağırlayarak yaptığı konuşmada Batı’nın hakimiyet çağının sona erdiğini ve yeni bir dünya düzeninin zuhur ettiğini, ülkesinin bloklar yaratmaktan yana olmadığını ve tüm egemen ülkelerle ittifaklık ilişkisini güçlendireceğini söylemişti.

Hiç “beyin ölümü” yaşamayanla yaşayan bir oluyor mu, yahu!

(T24)

10 Mart 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 10 MART 2024 -

Yerel Seçimlere Doğru Anadolu (Işık Kansu)

Yerel seçimlere yaklaşırken Anadolu’nun nabzını tutan CHP kurmaylarının gözlemlerinden edindiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz:

İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, yaklaşık 3 puan ileride. Kentte şu anda CHP’nin elinde bulunan 14 ilçeye Sancaktepe, Bayrampaşa ve Üsküdar’ın eklenmesi bekleniyor. İstanbul’da DEM’in adayları olan Meral Danış Beştaş ile Murat Çepni kendi tabanlarında güçlü gözüküyor. Ancak, bu tabanın yüzde 25-30’unun hâlâ Ekrem İmamoğlu’nun yanında olduğu kanısı egemen.

Ankara, Bilecik, Burdur, Kırşehir, Mersin, Adana ve İzmir’de sorun yok. Ankara’da Gölbaşı, Polatlı, Beypazarı, Nallıhan, Keçiören gibi ilçelerde de Mansur Yavaş’ın ve adayların etkisiyle CHP yeni belediyeler kazanabilir. Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nde çoğunluğun CHP’ye geçmesi büyük olasılık gibi gözüküyor.

CHP’nin yönettiği Edirne’de ve Artvin’de çekişme yaşanabilir.

Kırıkkale’de CHP’lilerin sessiz, sakin, ancak çalışkan milletvekili, “atom karınca” diye nitelendirilen Ahmet Önal’ın belediye başkanı adaylığı havayı değiştirmiş. CHP’liler, Kırıkkale’yi alacaklarını düşünüyorlar.

Özgür Özel’in memleketi Manisa’nın MHP’den alınabileceği, Şehzadeler ilçesinin de CHP’ye geçebileceğinden söz ediliyor.

Antalya’da CHP ile AKP arasında sıkı bir yarış var. Kilis’te CHP’liler sürpriz bekliyor. Balıkesir, Bursa’nın adayları Ahmet Akın ve Mustafa Bozbey’in ayrı bir hava estirdikleri, bu iki kentin büyükşehir olarak bu seçimde alınması ümidi çok yüksek.

CHP’nin, hemen hemen tüm yurtta yükseliş ve yeni belediyeler kazanma noktasına gelmesi, büyük ölçüde yoksulluk ve ekonomik sıkıntılara dayandırılıyor.

AKP’nin emekçi kesimleri bunaltan politikaları, iktidar ortaklarına oy vermiş kitleleri CHP’ye, YRP’ye ve Zafer Partisi’ne yönlendiriyor. İYİ Parti, giderek eriyor.

Saray’daki AKP’linin, kötüye gidişi düzeltmek üzere seçime doğru siyasal ve ekonomik kimi hamleler yapması bekleniyor. Bunların içinde Kürt kartının olabileceği de dile getiriliyor.

Özetle, 2024 yerel seçimleri, başta AKP olmak üzere Cumhur İttifakı’nın ve Saray düzeninin fizikteki eğik atış hareketinin hızla düşüş eğrisine geçtiğinin kanıtı olmaya aday.

Övünülecek Roma Tiyatrosu

Taliban benzeri bir yıkım süreci içine giren Türkiye’de övünülecek işler de oluyor. İşte bir örnek:

Çankaya Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Tunçer’in deyimiyle, büyük bir sorumsuzlukla 35 yılı aşkın süredir tüm yetkili kurum ve kuruluşların gözü önünde başıboş bırakılmış, tinerci ve ayyaş yuvası haline gelen Ankara Bentderesi’ndeki Roma Tiyatrosu ve çevresi artık kurtarıldı.

Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Tabiat Varlıkları Daire Başkanlığı tarafından yapılan çalışmalar sonunda, 2 bin yıllık Roma Tiyatrosu, 1500 kişilik açık hava sahnesi haline getirildi. Alanda ayrıca, açık hava müzesi, gençlerin arkeolojik kazı çalışmalarını deneyimleyebilecekleri açık oyun alanları, açık hava sergileme alanları da yer alacak.

                                                   /././

Hiç durmadan kanayan bir yara (Işıl Özgentürk)

Sessizce oturmuş, gelinliği içinde kaybolmuş küçücük bir kızın fotoğrafına bakıyorum. Küçücük, 13’ünde var yok. Çocuk gözleri korkuyla bakıyor. Az sonra babası yaşında bir adamın koynuna verilecek. Annesi ağlıyor, dışarıda içkinin de etkisiyle coşan erkek sesleri... Kızın küçük kız kardeşi dehşet içinde, çok değil iki üç yıl sonra sıra ona gelecek. Korkuyor. 

Fotoğrafa baktıkça şu kocamış dünyamızın “kadın tarihi”nin ne denli eziyet ve acılarla dolu olduğunu bir kez daha düşünüyorum ve yıllar önce izlediğim, günlerce etkisinde kaldığım daha önceleri de hakkında yazdığım bir film yeniden aklıma düşüyor. Yönetmenliğini Siddig Barmak’ın yaptığı Osama adlı film, Taliban yönetiminde çekilen ilk Afgan filmiydi ve anlatılan, yaşanmış bir olaydı. Filmin çekilmesi için İran’ın genç kadın yönetmenleri gönüllü olarak çalışmışlardı. 

Hâlâ kanımı donduran sahnelerini tek tek anımsadığım filmde, hepimizin iyi bildiği bir efsanenin sözleri sık sık yineleniyordu: “Çok yoksul bir aile varmış, karınları çok açmış ve bir gün annesi küçük kıza demiş ki: ‘Kızım bu sabah seni gökkuşağının altından geçirmem gerek çünkü gökkuşağının altından geçtiğinde bir erkek olacaksın. Ve yollara düşüp ailene ekmek getirebileceksin.’” 

Film “İş istiyoruz!” sloganlarıyla sokaklara dökülen burkalı yüzlerce Afgan kadınının görüntüsüyle başlıyordu. Kadınlar yürüyorlardı, açtılar, çalışmaları yasaktı ve çaresizdiler. Taliban kuvvetleri onları dağıtmak için acımasızca su sıktı ve annesinin elinden tuttuğu çok küçük bir kız çocuğu o acımasız suyla sürüklendi, kadınlar korkuyla kaçtılar. 12 yaşındaki Osama, annesiyle birlikte o sırada sokaktaydı. O da eve sığındı ve suların sürüklediği o küçük kızın çaresizliği o an belleğine kazındı. Osama’nın babası iç savaşta ölmüştü, ailenin hiçbir erkek yakını yoktu ve küçücük bir kulübede üç kadın, anneanne, anne ve Osama birlikte yaşıyorlardı. Annenin çalışması yasaktı ve açtılar. 

O zaman anneannenin aklına geldi, Osama bir erkek olabilirdi, gökkuşağının altından geçebilir ve sokaklarda korkusuzca iş arayabilirdi. Eve ekmek, karpuz getirebilirdi. Savaşta ölen babanın giysileri küçültülüp Osama’ya giydirildi. Anne onu, babanın ölmeden önce birlikte çalıştığı bakkalın yanına çırak verdi. Bakkal sahibi iyi niyetli bir adamdı, ona Osama’nın aslında kız olduğunu söylediler. Adam ailenin çaresizliği karşısında kendisini de tehlikeye atıp Osama’yı kabul etti. Ve Osama, korku içinde yollardan geçip gitti, evine ekmek taşıdı. 

Ve bir gün Talibanlar onu alıp erkek çocukların din kurallarına göre eğitildiği bir okula götürdüler. Osama ince sesiyle mollaların dikkatini çekti, erkek çocuklara erkek olduklarında ve “günah işlediklerinde(!)” nasıl gusül abdesti alınacağını öğreten bir molla Osama’yla ilgili kuşkusunu herkesin önünde dile getirdi. Erkek çocukları acımasızdı, Osama’nın peşine düştüler. Osama erkek olduğunu ispatlamak için ağaca tırmanmaya başladı ama korktu ve onu ağaçtan indirip ceza olarak kör bir kuyuya sarkıttılar. 

Kuyudan çıkardıklarında titreyen Osama’nın paçalarından kan sızıyordu, regl olmuştu. Kız olduğu açıkça görülmüştü, suçluydu. Mollaların mahkemesine çıkarıldı, annesi ve anneannesi gökkuşağının altından geçen kızlarına sahip çıkamadılar, öldürülmekten korktular. Osama 12 yaşında çok yaşlı bir toprak sahibine satıldı. Adamın dördüncü karısı oldu. 

Film, yaşlı adamın, Afgan usulü bir banyoda gusül abdesti alırken hayatından çok hoşnut yüzüyle bitiyordu. İşte benim kanım o zaman dondu. Her şey biraz fazlaydı. Bir an her şey anlamını yitirdi ve aklıma bir başka hikâye geldi: Gerdeğe girdiği gece, “Amca ne olursun, yapma, amca çok acıyor” diye ağlayan bir kız çocuğunun hikâyesiydi bu. Kapının önünde bekleyen anne dayanamamış, kapıyı açıp içeri girmiş ve kızını çekip almıştı, anne kızını kaçırmıştı. Sonra ikisi de öldürüldü. Bu da benim ülkemde oldu. 

Yazarın notu: “Bizim sinemamız bu tür filmleri neden yapmıyor?” diye soruyorsanız, Reis Çelik’in Lal Gece filmini internetten bulup izleyin. Çünkü bu hiç durmadan kanayan bir yara.

                                                   /././

Thornburg Raporu (Mehmet Ali Güller)

Burjuvazinin Cumhuriyete ihanetini incelediğim önceki yazımda, ABD’li Max Weston Thornburg’un 1949 başında yayımlanan raporundan bahsetmiştim. 356 sayfalık rapor özetle Amerikan yardımının şartı olarak Türkiye’nin liberal ekonomiye geçmesini savunuyordu.

O yıllarda Thornburg dışında da başka ABD’liler raporlar hazırlamıştı ve hepsi esas olarak aynı tavsiyeye işaret ediyordu.

Sonuçlarını bugün acı bir şekilde yaşadığımız bu dönüşümde önem sahibi olduğu için bugün o raporu ele alacağım:

Standard Oil temsilcisi

Max Weston Thornberg, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası ilişkiler ve petrol sanayi danışmanlarının başında gelen isimlerdendi. Ama daha önemlisi, Rockefeller’ın ünlü Standard Oil petrol şirketinin de yöneticilerindendi.

Thornburg, ABD’nin 20. Yüzyıl Vakfı tarafından 1948’de Türkiye’ye gönderildi.  Graham Spry ve George Soule ile birlikte Türkiye’de çalışmalara başlayan Thornburg, hükümet üyelerinden başlayarak çeşitli görüşmeler yaptı, Karabük başta bazı yerleri gezdi. Thornburg ve ekibinin çalışmaları, New York’ta 20. Yüzyıl Vakfı tarafından basıldı.

Bağımlılık önerileri

- Dokuz bölümden oluşan raporun önerilerinden bazıları şunlardı:

Devletçilik sonlandırılmalı ve liberal uygulamalara geçilmelidir.

- Hızlı ve planlı sanayileşme anlayışı terk edilmelidir.

- Demiryolu yerine karayolu ulaşımına öncelik verilmelidir.

-  Ağır sanayi kurulması gerekli değildir. Örneğin Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir. Ağır sanayi tesisleri kurmak yerine tarımsal üretimi artıracak tedbirler alınmalı ve özel sektörün halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük hafif sanayileşmesi teşvik edilmelidir.

Kimya, makine, kâğıt ve selüloz gibi sektörlere girmeye şu aşamada gerek yoktur.

Traktör fabrikası kurmaya gerek yoktur.

-  Uçak ve motor üretimine gerek yoktur, projeleri iptal edilmelidir.

-  Enerji üretimine gerek yoktur.

-  İthal ikameci politikalara son verilmeli, ithalat serbest bırakılmalıdır.

Yabancı sermayenin ülkeye girişi serbest bırakılmalıdır.

SSCB’ye karşı caydırıcılık

Evet, Türkiye bu önerileri yerine getirirse Amerikan yardımları sürecekti. Peki ABD neden Türkiye’ye yardım edecekti?

ABD Başkanı Truman’ın Marshall Planı’nı yönetmek üzere atadığı Averell Harriman bu sorunun çok açık yanıtını veriyor. 1949 başlarında Türkiye’ye gelen ve başbakan ile görüşen Harriman, 6 Ocak 1949’da Washington’a gönderdiği telgrafta şöyle demektedir:

“Avrupa’nın hiçbir ülkesi bu kadar kararlı bir şekilde direnme iradesine ve kaynaklarını işleme hırsına sahip değildir. Yardımımızla ve yalnızca bizim yardımımızla Türkiye, Sovyet saldırganlığına karşı giderek daha etkili bir caydırıcı olabilir ve Doğu Akdeniz ve Avrupa’daki ekonomik gelişmelere katkıda bulunabilir.”

Atlantik için dönüşüm

Bir SSCB saldırısı karşısında Avrupa’ya zaman kazandırmak için “oyalayıcı faktör” olarak kullanılmak istenen Türkiye; bu amaçla ekonomisinden siyasetine, savunmasından eğitimine kadar biçimlendirilmeliydi.

ABD Arcansas Senatörü William Fulbright ve Illinois Senatörü Scott Lucas aynı yıl Ankara’ya geldiler ve 27 Aralık’ta Türkiye ile ABD arasında eğitim anlaşması imzaladılar. Böylece Fulbright Eğitim Komisyonu üzerinden Türk eğitimi de biçimlenmeye başlamış oldu.

1952’de NATO’ya girildiğinde ise “tam biçimlendirme” süreci başlayacaktı.

İşte bugün ABD’nin açık düşmanlığına rağmen hâlâ NATO’culuğu savunabilmek, temelleri o yıllarda atılmış bu büyük dönüşümün eseridir. Dolayısıyla NATO’culukla mücadele etmek, neredeyse Kurtuluş Savaşı vermek kadar zorlu bir iştir.

                                                /././

‘Gıcıklık olsun’ (Miyase İlknur)

Öyle bir seçim kampanyası izliyoruz ki belediye başkanı adaylarından genel başkanlara, meclis üyelerinden muhtarlara kadar çılgın bir kampanya yürütüyorlar.

Vaatleriyle, gaflarıyla, seçmen tavlamak için dağıtılan ilginç eşantiyonlarıyla uzun süre belleklerden silinmeyecek bir kampanya dönemi geçiriyoruz.

Uzun süredir hakkında yazı yazmama kararı aldığım İYİ Parti lideri Meral Akşener’den başlayalım ilginçlikler silsilesine. Ankara’nın Etimesgut ilçesinde kampanya yürütürken “Etimesgut’u çok istiyorum” diyor. Bu ilçeyi neden bu kadar çok istediği sorulduğunda ise Akşener’in verdiği yanıt şöyle: “Gıcıklık olsun.”

Türk siyasi tarihi literatürüne çıkışlarıyla hayli katkıda bulunan Akşener, bu katkılarına böylece bir yenisini daha eklemiş bulunuyor. Bizim bildiğimiz siyasi liderler kendi partilerinde olmayan bir il veya ilçeyi çok ama çok isteyebilirler ama bunu “gıcıklık olsun” diye değil, daha önce az oy aldığı yeri kazanarak başarılı olduğunu göstermek için isterler. Ama Meral ablamız sırf gıcıklık olsun diye masayı dağıtan, sırf gıcıklık olsun diye iktidarı değil muhalefeti hedef alan bir siyasi olduğu için şaşmamak gerekir.

Erdoğan’ın da Akşener’den pek farkı yok aslında. YRP ile anlaşıp çok istediği İstanbul’u rahatlıkla kazanmak yerine sırf gıcıklık olsun diye Fatih Erbakan’ın partisine kapıları kapatarak bu gidişle başta Urfa, Elazığ ve Yozgat olmak üzere pek çok ili kaptıracak gibi görünüyor. Tabii Erdoğan’ın gıcıklığı sadece Erbakan’a yönelik değil. O YRP’de o partide etkili bir konuma gelen eski bakanı Suat Kılıç’a da gıcık oluyor.

CHP’nin Afyonkarahisar Belediye Başkanı Adayı Burcu Köksal da DEM Partilileri gıcık etmek için abuk bir laf ediyor. Parti içinde Köksal’ın asıl değişimcilere gıcıklık olsun diye bu lafı söylediğini iddia edenler de az değil. Köksal, belediye başkanlığını kazanırsa DEM Partilileri belediyeden içeri sokmayacakmış. Burcu Hanım başkanlığı kazanınca belediye binasını başkana tapuladığını sanıyor herhalde.

DEM Partili birini evine almazsa kimse ona bir şey demez. Ama söz konusu kamu binası ise işte orada durmalı.

DEM’LİLER EMLAK VERGİSİNDEN MUAF MI?

DEM Partililerin Burcu Köksal’a kızmasına da bir anlam veremedim doğrusu. Ben Afyon’da yaşayan bir DEM Partili olsaydım “Oley” diye sevinç naraları atar, halay çekerdim. Düşünsenize beş yıl boyunca başkan beni binadan içeri sokmayacağına göre emlak vergisinden de yırttım demektir.

CHP içinde bu konuda Burcu Köksal yalnız değil. Bir yol arkadaşı daha var. Üstelik o şu anda belediye başkanı. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’dan söz ediyoruz. O DEM’lilere tepki konusunda Köksal’dan daha keskin. Bırakın belediye binasını aynı kaldırımı bile paylaşmayacağını söyledi. Ama kimse ona parmak sallayıp partiden atmakla tehdit etmedi. Partiden ihraç edildiği halde sırf Kılıçdaroğlu’na gıcıklık olsun diye apar topar partiye davet edildi.

Burcu Hanım’ın gafından sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel, durumu toparlamaya çaba gösteren bir açıklama yapmasının ardından aynı hanımefendi gıcıklık olsun diye “Ben sözümün arkasındayım” demesin mi?

Kulislere göre Özel’e telefon açan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı İmamoğlu, Burcu Köksal’ın partiden ihracını istemiş. Özel ne yapsın? Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık. Olayı fazla büyümeden sürece yaymak isteyen Özel, ihraç mekanizmasını hemen devreye sokmadığı için bu kez de İmamoğlu, sanırım Özel’e gıcıklık olsun diye Köksal’a “Kendisine ya yeni bir görev ya yeni bir parti bulsun” diye sert bir açıklama yaptı.

Bu seçim sürecinde CHP’li adayların seçmene dağıttığı hediyeler de çılgın. Avcılar adayı seccade, Ataşehir adayı zikirmatik ve imsakiye dağıtıyor. AKP ise seküler seçmenin yoğun olduğu İstanbul ve İzmir’de kahve ve çayı tercih etmiş. CHP’liler AKP’yi kızdırmasınlar bence. Bakarsın AKP de Bakırköy, Beşiktaş ve Kadıköy’de “NUTUK” dağıtır, ona göre.

                                               /././

Yasa tanımayan belediyecilik (Murat Ağırel)

Belediyeleri Sayıştay raporları üzerinden yazmaya devam ediyorum. 2022 yılı denetlemeleri gerçekleştirildi. Yine ilginç durumlar var.

Gerçi yapılıyor da ne oluyor değil mi? Sayıştay’ı, Sayıştay ilam kararlarını dinleyen mi var?

Erzurum Belediyesi’nde meydan gelen kamu zararı var ve bu tespit edilmiş Sayıştay tarafından.

Yargılaması yapılmış ve kesinleşmiş. Kesinleşen Sayıştay İlamı 2008/1405- 1803 No ile de yayımlanmış. Gerçekleşen kamu zararı 827 bin TL ile Sayıştay Ek İlamında belirtilen 1 milyon 898 bin TL kesinleşmiş kamu zararı sorumlularından tahsil edilmemiş. İşlem de başlatılmamış.

Görevini kötüye kullanan, Sayıştay ilamını yerine getirmeyen kişiler hakkında işlem yapılmış mı? Hayır. Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin 2022 mali yılı bütçesi için 1.4 milyar TL, ödenek öngörülmüş yetmemiş, yıl içinde 2.3 milyar TL daha ödenek tanımlanmış. Yani toplamda 2022 yılı ödenek toplamı 3.7 milyar TL olmuş. Yeter mi? Yetmez tabii...

BİLE İSTEYE KANUNSUZLUK

Belediyenin giderleri arasındaki en büyük kalemlerden biri faiz gideri! Hani AKP iktidarının her konuşmasında savaş ilan ettiği faiz. Peki, Erzurum Belediyesi’nin faiz gideri ne kadar? Tam 180 milyon TL! Bakın belediye için bu rakam çok büyük rakam. Neden altını çiziyorum. Belediyenin tüm çalışan personeli için yaptığı harcama tutarı 107 milyon TL. Ancak ödediği faiz 180 milyon Türk Lirası. Personel giderinin yüzde 75 fazlası faiz olarak ödeniyor.

Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı iki ihale ve sözleşmesi örnek olarak incelenmiş. İhale sözleşmesinin 15. maddesinde açıkça ihale konusu iş ile ilgili idarenin onayıyla alt yüklenici çalıştırılabileceği, işin tamamının alt yüklenicilere yaptırılamayacağı ve alt yüklenicilerin çalıştırılması ve sorumlulukları konusunda yapım işleri genel şartnamesinde yer alan hükümlerin uygulanacağı belirtilmiş.

BELEDİYE NE YAPMIŞ?

İşin adı: Erzurum İli İspir ve Pazaryolu İlçeleri Muhtelif Mahalle ve Yollarında BSK, Sathi Kaplama ve Beton Yol Yapımı. İhaleyi ise en yüksek teklif olan 86 milyon 850 TL ile Er Konut AŞ adlı firma kazanmış. Belediyenin şirketi. İhaleyi 86 milyon TL’ye alan belediye şirketi işi ihalesiz 82 milyon Türk Lirası’na başka bir firmaya yaptırmış. Kanuna aykırı şekilde alt yüklenici işin yüzde 95’ini 80 Milyon TL’ye yapmış.

Erzurum İli Palandöken, Yakutiye, Aziziye, Çat İlçeleri ve Mahallerinin Yıkım ve Enkaz Kaldırma İşi’ni yine Er Konut AŞ maliyetine yakın bir fiyat olan 4 milyon 270 bin TL’ye almış ve işin neredeyse tamamını yine alt yükleniciye yaptırmış. İhale bahane aslında...

Sözleşme bedelinin yüzde 30’undan fazlasını yaptıramazsın. Bu çok net. Bu kanunsuzluk bile isteye yapılmış.

Sadece bunlar değil yapılan incelemede yapım işi ihalelerinde idare onayı olmadan alt yüklenici çalıştırıldığı, böylece idare bünyesinde yaptırılan birçok yapım işi ihalesinde, işin tamamının alt yüklenicilere yaptırıldığı tespit edilmiş.

Yani olağan hale getirmişler.

Dahası da var...

Erzurum Büyükşehir Belediyesi bütçe gideri tablosuna göre belediyenin mal ve hizmet alım gideri 943 milyon TL olarak gerçekleşmiş.

Ancak nasıl gerçeklemiş?

İdare tarafından 2022 yılı içerisinde doğrudan temin (22/d) usulü ile yapılan alımların listesi ilgili birimden istenmiş ve incelemelerde bulunulmuş. Yapılan incelemeler neticesinde; aynı tarihte, aynı daire başkanlığı tarafından, aynı mahiyette ve aynı yükleniciden yapılan birçok alımın Kamu İhale Kanunu’nda belirtilen ihale usulleri ile alınması gerekirken kısımlara bölünerek yine aynı kanunda özel alım usulü olarak belirtilen doğrudan temin usulü ile alımı gerçekleştirilmiş.

2022 yılı büyükşehir belediyeleri için öngörülen doğrudan temin sınırı 218 bin Türk Lirası’dır. Bu limit tutarını aşan tüm alımlar ihale yolu ile alınmalıdır. Belediye ne yapmış? Aynı nitelikte alımlar, aynı tarihte ve aynı yükleniciden kısımlara bölünerek temin etmiş.

Nasıl olsa kimse hesap sormuyor sorulsa da kimse cezasını ödemiyor!

Ha bir de huzur hakkı var.

Yapılan incelemede Erzurum Büyükşehir Belediyesi’ne ait şirketlerin yönetim kurulu üyeliklerinde yöneticilik sıfatını haiz olmayan memurların görevlendirildiği anlaşılmış. Böylece huzur hakkı ücreti alması hukuken mümkün olmayan bu kimselerin her ay düzenli olarak söz konusu şirketlerden huzur hakkı ücreti aldığı tespit edilmiş.

Dedim ya...

Kanunsuzluk kanun olmuş.

Milletin sırtından doyan doyana.

                                                   /././

Taaccüp (Özdemir İnce)

Arapça bir sözcük olan “taaccüp” dilimizde “şaşakalmak, şaşırmak” anlamına gelir. Sözcüğün kökü “acep” ise “acaba, hayret, gariplik, şaşılacak şey” anlamlarını içerir. Aynı aileden bir de “a’cep” vardır ki “acayip, tuhaf, garip” anlamlarındadır. “Taaccüb”ü, “teaccüp” gibi söylemek hoşuma gider.

Bu ukalaca peşrevi AKP Umumi Reisi R.T. Erdoğan Hazretlerinin Muğla (“Goce Moğla”) söylevinin eleştirisine başlamak için yaptım. “Goce Moğla”yı çok iyi bilirim: Öğretmenliğe veda (1969) ettiğim yerdir.

4 Mart 2024 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan haberin daha başlığını okurken “teaccüp” ettim: “Hiçbir şehri ve insanımızı dışlamadık!” demiş. Haber gazetenin 11. sayfasında, iktidar goygoycularının piri Abdulkadir Selvi’nin köşesinin yamacında yer almakta.

AKP genel başkanı Muğla’da konuşurken “Hiç kimseyi, hiçbir zaman ötekileştirmedik. Hiçbir şehri ve insanımızı dışlamadık. Muğla Yörüklerinin ve Türkmenlerinin mağduriyetlerini de biz ortadan kaldırdık, Kürt kardeşlerimizin hakkını da biz savunduk” diyor. (Erdoğan, Kürt kardeşlerini nasıl savundu acaba? Kürt kardeşleriyle uzaktan ilgilenen CHP’nin DEM’lenerek teröre bulaştığını söylemiyor mu?)

Bir de şunları söylemiş: “Ülkemizin asırlık ihmallerin sonucu olan altyapı eksiklerini gidermek için çalıştık. Milletimizin anasından emdiği ak süt kadar helali olan hak ve özgürlüklerini geliştirmenin mücadelesini verdik. Demokrasi ve kalkınma atılımlarımızın meyvesini de ülkemizi 21 yılda 3 kat büyüterek, insanımızın özgüvenini artırarak aldık.”

Her iktidar, halktan aldığı vergilerle yatırımlar yapar ama Erdoğan sanki ödemeyi kendi cebinden yapmış gibi Muğlalının başına kakıyor. Hele bir de ülkede halkın hak ve özgürlüklerini geliştirmek için mücadele vermişler. Müzevir cahillerin CİMER’e yaptığı asılsız ihbarlara dayanarak hak ve özgürlüklerin köküne kibrit suyu dökmüşler. Yoksuldan aldıklarını vurgun çetelerine kürek kürek dağıtmışlar.

Başbakanlığında, cumhurbaşkanlığında şahsen, hükümet uygulamalarıyla, parti politikalarıyla hiç kimseyi, hiçbir zaman ötekileştirmemişler! Gel de gülme. Mülakatlı sınav neden kalkmadı? Yandaş ve partilileri bölük bölük işe almak için değil mi?

R.T. Erdoğan’ın bütün konuşmaları teaccüp ettirir beni. İnsanı insan yapan “şey” mantıktır ve mantık denen şey ki “bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki ayrımı yapan disiplindir; akıl yürütmenin, doğru düşüncenin aletidir” ama AKP genel başkanı aynı konuda değişik zamanlarda değişik şeyler söylemekte pek mahirdir. Özellikle geleceğe dair tahminleri hiçbir zaman gerçekleşmez.

Örneğin:

[AK Parti, 12 Haziran 2011 seçim beyannamesinde açıkladığı 2023 ekonomik hedeflerinin oldukça gerisinde kaldı.

En önemli hedefler şüphesiz Türkiye’nin milli gelirinin büyümesiydi. Hükümet 2023 yılı için gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) hedefini 2 trilyon dolar olarak koymuştu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Ekim 2023 tahminlerine göre Türkiye’nin 2023 sonunda GSYH’si 1 trilyon 155 milyar olacak.

Bu dönemde Türkiye’nin ekonomisi giderek büyüdü ancak aynı dönemde diğer ülkelerin ekonomileri de hızla büyüyor. Türkiye GSYH büyüklüğünde hedefin yarısını az farkla geçecek.

Hükümet Eylül 2023’te açıkladığı On İkinci Kalkınma Planı’nda (2024- 2028) ise 2028 yılı için GSYH hedefini 1.6 trilyon dolara düşürdü.

Kişi başına gelir hedefi 25 bin dolardı, 13 bin oldu.

AK Parti’nin kişi başına düşen milli gelir hedefi 25 bin dolar idi. Ancak IMF’nin Ekim 2023 tahminlerine göre bu miktar 13 bin 384 dolar olacak. Böylece hedefin yarısı az farkla aşılacak.] (Kaynak: Euronews.com)

Teaaccüp konusu bir tutarsızlık. Bir diğer teaccüp konusu da şöyle: 2 Ocak 2024 tarihli Sözcü gazetesi “İktidarın 2023 için koyduğu 37 hedeften 34’ü tutmadı” diye yazıyor. Meğer Cumhuriyetin 100. yılı nedeniyle AKP 12 yıl önce 37 hedef açıklamış. Bunlardan sadece turizm, yerli otomobil ve yurtdışı temsilcilik sayısı tutmuş. Turizm şans işidir güvenilmez, yollarda yerli otomobil görülmüyor. Temsilciliklere gelince: Alt tarafı bir daire kiralamak, diplomat deposundan atama yapmak!

                                                  /././

Yerel seçimler kadının gücünü yeniden keşfettirdi (Şükran Soner)

Yerel seçimlerin yapılmasına gün sayarken araya 8 Mart Dünya Kadınlar Günü giriverince. Doğrudan seçimlere dönük, Başkanlığının oylanması gündemde olmasa da ülke çapında her kademeden adayın belirlenmesinde ağırlığını, damgasını koymuş olmanın kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha gerçekçi olarak dünyada bir örneği olmayan partili başkan kimliğinin sınırsız yetki, donanımları üzerinden, sınırsız yetkilerini kullanmakta olan kimliğinde bu seçimleri de kendisinin geleceğinin oylanması gibi algılatan eylemleriyle sahnede...

Estirilen rüzgârlara bakarsak dünyanın en yüz kızartıcı kadın cinayetlerinin cenneti yapılmış ülkemizdeki akan kadın kanları hemen yıkanıp paklanacak. Şakası bile kötü bir tablo ile yüz yüzeyiz. Kayıtlara geçebilmiş kadın cinayetleri verileriyle bile yılın her günü en az bir kadın öldürülmüş. Son iki ayın, ocak, şubatın tablosunun bir örneği dünyamızda yok. Kısacık ikinci ayda toplam öldürülmüş kadınlarımızın sayısı 67’yi bulmuş...

Siyasetimize yerleşik yapılanmada, işin içine evlerine kapatılmış kadınlarımızın trajik yaşam koşulları da katıldığında, kapalı devre bal gibi de sosyal dernekler paravanasında, Cumhuriyet Devrimlerimiz içinde kapatıldıklarını bildiğimiz, tekkelerzaviyeler dimdik örgütlü ayakta. Seçim kampanyalarının içinde de başrollerde olunca kampanyaların da ağırlığı kapalı devreler içinde kadınların hamallığında...

Cumhurbaşkanı Erdoğan, gündemde kadınlar da olunca, kimilerinde eşleri de katılmış olarak, hangileri uluslararası platformlarda kullanılıyor olarak, çoğunluğunun teknolojik bağlantıların olanakları sayesinde nereden yayına sokulup, nerelerden yapılıyormuş gibi kavramamız olanaksız koşullarında ezilen kadınlarımızın kutsanıyorlarmış gibisinden bir tablo ile yüzleşip duruyoruz. Sanki elleriyle altına imza attıkları İstanbul Sözleşmesi yırtılmamış, sanki kadınlarımız analarımız gibi hep baş tacı ediliyorlarmışçasına allanıp pullanmış kampanyalarda verilen büyük büyük sözlerin yarışı...

Adaylar, seçilebilecek kadrolar listelerine şöyle bir göz atmaya kalkışsak tablo gerçekten dünyanın en geri kalmış ülkelerindeki sayıların bile gerisinde. Keşke gizli tekkecilik, zaviyecilik üzerinde yapılmakta olunan siyasetin sınırları içinde kalabiliyor olsaydı. Kültürel yozlaşmanın önü sınırsız siyasetimizin hamurunu belirler olunca, inatları ile direnebilmiş sınırlı siyasetçi, yerel yöneticinin sırtında atılmış zorlamalı adımların ötesinde, nefes alınabilecek sonuçlar ile yüzleşebilmemiz çok zor. Kadınların iktidar erki söz konusu olduğunda her zamanki gibi adları yok.

Karamsarlığın yeri, zamanı hiç değil. Sil baştan kadınların 1980’ler sonrası en zorlu yılların yüklerini sırtlanmaya hazır ordular oluşturabilme güçlerinin, dipten derin dalgalar olarak yükselişinin sesleri geliyor. Kadınlar siyaseten seçilmeyeceklerinin bilincinde, iş yaşamı, mesleklerindeki güçlerini kullanarak yönetim erklerine doğru hızla tırmanıyorlar. Toplumsal örgütlenmelerin en yukarılarında, örgütlerin başlarında ürettikleriyle meydan okumaktalar...

                                                         /././

Hatay’da ilerici bir kadın aday (Zülal Kalkandelen)

Genel seçim öncesinde olduğu gibi yerel seçim öncesinde de medyada yalnızca bir iki partinin adayları öne çıkıyor. Tarafsızlığını yitiren TRT’de yayınların neredeyse tamamı yalnızca iktidar partisine ayrılmış durumda. Yandaş medya da ondan hallice... Muhalif ya da bağımsız medyanın yayınları ise büyük oranda ana muhalefet partisi ağırlıklı. Arada bir TBMM’deki diğer partilerden adaylara da söz veriliyor ama sınırlı.

Oysa medyanın seçime giren adayların kendilerini tanıtmaları için olanak yaratması, farklı adaylara da söz hakkı tanıması, hem gazetecilik mesleğinin ilkeleri açısından hem de seçmenlerin daha sağlıklı karar verebilmesi açısından büyük önem taşır.

Örneğin Hatay Büyükşehir Belediye başkanlığı için kamuoyunda adları öne çıkan adaylarla birlikte toplam yirmi iki aday olduğunu, Türkiye Komünist Hareketi adına aday gösterilen sağlık emekçisi Nuray Yenil’den öğrendim.

Kendisini İlerici Kadınlar Derneği’nin (İKD) genel sekreteri olarak tanımıştım. Birkaç yıl önce laiklik ve yaşam hakkı mücadelesini konu alan yazılarım nedeniyle gericiler tarafından sistematik bir şekilde hedef gösterildiğimde, meslek birliklerinin hiçbiri ses çıkarmazken, susmayan tek kadın derneği İKD olmuştu. Yenil’in mücadeleci ve dayanışmacı yanını o dönemde de görmüştüm.

BARINMA VE GÖÇ SORUNU

Belediye başkanı adaylığı üzerine konuşurken, Hatay’da halka ulaşabilmek için tek tek kapıları çalıp mahalleleri dolaştığını, halkın sorunlarını dinlediğini, çözüm olarak neleri yapmak istediklerini anlattığını söyledi.

Kendisi de Hataylı olduğu için deprem sonrasında kentteki sorunları yakından izliyor. En önemli sorun olan barınma konusunda kulak verilmesi gereken görüşleri var. Diyor ki: “Hükümet bazı yerleri rezerv alan ilan etti. Aslında mantıken doğru bir şey bu. Oranın yeniden yapılandırılması gerek ve bu iş vatandaşa bırakılırsa düzgün yapılmaz. Çünkü insanların imkânı yok. Sonuçta hükümetin sağlam evler yapıp halka vermesi gerekir. Biz devlet olsak biz de bunu yapardık. Ama sorun şu: Tam olarak ne yaptıklarını bilmiyoruz ve buradan müteahhitlere rant devşirme olasılığı da var. Halk toplu konutların bitirilmesini beklerken TOKİ açık artırma ile ev satışı yapıyor.”

Yenil, Hataylı gençler arasında Arap ülkelerine vasıfsız işçi olarak göçün arttığını, oradan Türkiye’ye gelenler nasıl kimsenin yapmak istemediği işlerde ucuz işçi olarak sömürülüyorsa, Türkiye’den gidenlerin de aynı sömürüyü yaşadıklarını anlattı. Hatay’da özellikle tarım sektöründe Suriyelilerin uzun süre yarım yevmiye ile çalıştırıldığını ama artık onların da bunu kabul etmediğini belirtti.

Türkiye’ye gelenler arasında, kendi ülkelerinde bir günlük çalışma ile bir haftalık ihtiyaçlarını karşıladıklarını söyleyip Hatay’daki yerel halka, “Siz burada nasıl yaşıyorsunuz” diye soranlar da varmış. Garip ama gerçek.

HEDEF BU DÜZENİ DEĞİŞTİRMEKSE...

Belediye başkanı adaylığı deneyimi, Hatay gibi depremin yerle bir ettiği, çok acılı bir kentte zorlu bir deneyim. “Bir düzlem var, sen başka bir şey yapmaya çalışıyorsun ama seni sürekli o düzleme çekmeye çalışan bir yanı da var. Herkes ‘Belediye başkanı adayıysan bize ne vaat ediyorsun’ diye soruyor. ‘Örgütlenelim, bu düzenle mücadele edelim’ diyorum ama vaat bekleniyor” diyor Yenil.

Türkiye’de siyaset vıcık vıcık bir popülizm ortamında ilerliyor ama gerçek şu ki asıl hedef, geleceği belirsiz vaatlere odaklanmak yerine, belediyelerde halkın parasını çalmayacak, hamasete başvurmayacak, laiklikten ödün vermeyecek, tüccar zihniyete ve ranta son verip toplumcu belediyecilik anlayışını hayata geçirmekse, yıllardır halkı inim inim inleten AKP’ye ve onunla sağcılık yarışına girenlere değil, komünist adaylara kulak verilmeli.

(Cumhuriyet)

Özhaseki ve Varank'a İsrail'le ticaret protestosu: Utanç duyuyoruz - BİRGÜN

 

Bursa’da Soğanlı Millet Bahçesi açılışında Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki ile eski Sanayi ve Teknoloji Bakanı ve AKP Bursa Milletvekili Mustafa Varank, İsrail'le yapılan ticaretten dolayı yurttaşlar tarafından protesto edildi.

Bursa’da açılışa katılan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki ve AKP Bursa Milletvekili Mustafa Varank, İsrail’le ticaretten dolayı protesto edildi.

Özhaseki, Bursa Yıldırım Belediyesi Mevlana Kentsel Dönüşüm Alanı Anahtar Teslim Töreni'nde konuşurken bir grup, “İsrail’le yapılan ticaretten utanç duyuyoruz” yazılı pankart açarak bakanı protesto etti.

Korumaların müdahalesiyle pankart indirildi. Pankart açanların gözaltına alındığı bildirildi. 

Öte yandan Özhaseki ve Varank aracına doğru giderken bir yurttaş da "İsrail’le ticaretten utanç duyuyoruz, hükümet bu halkın sesine kulak versin. İsrail’le ticaret Filistin’e ihanettir. Sizi kınıyoruz. Biraz hassasiyet gösterin" dedi. Protestocunun gözaltına alınıp alınmadığıyla ilgili bilgi paylaşılmadı.