21 Mayıs 2024 Salı

Yoksulların Zaferi'ne dair kritik birkaç paragraf - Serdar Şahinkaya / soL

 

Bu zafer, Yoksulların Zaferi’dir. İşte bugünkü yazımızda “Yoksulların Zaferi” ne dair az bilinen noktaları hatırlatmak amaçlanmaktadır.

9 Mayıs 1919. Karanlıktan aydınlığa başlatılan büyük koşunun 105. Yıldönümü. Kutlu olsun. Sonsuz olsun…

105 yıl önce o gün, Milli Mücadele’nin en büyük meşalesi yakıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişi, emperyalist işgale karşı tüm yurt sathında yükseltilen topyekûn kurtuluş mücadelesi / direnişinde ilk kıvılcımdır. Anadolu’ya geçişle, Milli Mücadelenin siyasal, toplumsal ve askeri dayanaklarının örgütlenmesi başlamıştır.

Mustafa Kemal Paşa ve kadroları irade-i milliye’yi, irade-i şâhâne’nin karşısına dikerek yola çıkmış ve kadını-erkeği, yaşlısı-genci ile birlikte verilen mücadele, zaferle sonuçlanmış ve 1923 Cumhuriyeti ile taçlanmıştır.

Bu zafer, Yoksulların Zaferi’dir. İşte bugünkü yazımızda “Yoksulların Zaferi” ne1 dair az bilinen noktaları hatırlatmak amaçlanmaktadır.

“1909 yılında Osmanlı Devleti’nin sınırları üç kıtaya yayılmıştı. Avrupa’da Adriyatik Denizi’nden Marmara Denizi’ne; Asya’da Karadeniz’den Hint Okyanusu’na uzanan topraklar ile Afrika’daki Libya dâhil 1.710.000 km2 yüzölçümü ve yaklaşık olarak 11 milyon Türk, 6 milyon Arap, 2.3 milyon Rum, 1.5 milyon Bulgar ve Sırp, 1.2 milyon Ermeni, 700 bin Arnavut, 170 bin Yahudi ve 130 bin öteki kökenliler olmak üzere 23 milyon insan yaşıyordu”[14].

“Osmanlı Devleti, gerek Birinci Dünya Savaşı sürecinde gerek savaşın sonunda kayıplarını açıklamaktan kaçınmıştır. Yapılan derlemelere göre; 350 bin şehit, 400 bin yaralı, 250 bin esir ve kaybolanlar olmak üzere yitik sayısı yaklaşık olarak 975 bin kişidir” [52].

“Kurtuluş Savaşı, sanayiden yoksun olarak yürütülmek zorundadır. Her türlü mamûl mal, Anadolu’nun şurasına burasına serpilmiş on işçiden az işçi çalıştıran küçük atölyelerde ve evlerde üretilecektir. Savaş için gerekli tüfek, makinalı tüfek, top, cephane, uçak, araç ve gereçlerin yurtdışından sağlanması zorunludur” [81].

“Yol olarak kabul edilen 48.900 kilometrelik karayolu ağının Kurtuluş Savaşı’nın ulaşmayı amaç edindiği Misak-ı Millî sınırları içindeki bir başka deyişle Türkiye’nin günümüzdeki sınırları içindeki bölümü 9.711 kilometredir. Bunun 3477 kilometresi ıslaha muhtaç, 3283 kilometresi sürekli bakım isteyen ve 3026 kilometresi de yeniden yapımı gerektiren durumdaydı” [101].

“1919 Mayıs’ı Türkiye’sinde bir tek motorlu ulaştırma birliği yoktur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Anadolu’da kamyonlardan oluşan birçok ulaştırma birliği görevlendirmişlerdi. Bu birlikler Almanya’dan gelen silah ve cephanenin demiryolları tünellerinin bitirilmemiş olması nedeniyle Toros Dağları’ndan aşılarak Filistin, Suriye, Irak Cephelerine ulaştırılmasında ve Orta Anadolu buğdaylarının Almanya’ya gönderilmek üzere en yakın demiryolu istasyonuna taşınmasında kullanılmıştır. Ne var ki, elde yedek parça bulunmayışı yüzünden bozuk yollarda kısa zamanda yıpranan ve hemen hepsi arızalı olan bu kamyonları işler duruma getirme olanağı yoktur” [108].

“Resmi kayıtlara göre, Türkiye’de 1000 dolayındaki otomobilin 800 adedi İstanbul’dadır. İzmir’dekilerin dışında Anadolu’daki otomobil sayısı 100 civarındadır” [109].

“Osmanlı İmparatorluğu’nun mali bakımdan güçsüzlüğü kendi demiryollarını yapmaya engel oluyordu. Kapitülasyonların varlığı da bu konudaki girişimleri önlüyordu. Kısaca, İmparatorluk demiryolunu kendi çıkarlarına göre değil, birbiriyle rekabette bulunan güçlü devletlerin iktisadi ve siyasi kararlarına ele alabilmiştir” [109].

“Demiryolu yapımındaki pazarlıklar (özet): Osmanlı İmparatorluğu hangi bölgede demiryolu yapmak istemektedir? Bu bölge Rus sınırlarına yakın veya Arabistan Yarımadası ile Basra Körfezi dolaylarındaki İngiliz sömürge bölgelerine komşu olmamalıdır. Almanya’nın Hint Okyanusu’na inme eğilimi ve Fransa’nın öteki güçlü devletlere yeni ekonomik sömürge alanlarını kaptırmama isteği hesaba katılmalıdır. Demiryolunun merkezinden, yani İstanbul’dan başlayarak ülkeye yayılması devlet yönetimini güçlendireceğinden buna engel olunmalı, ileride Osmanlı’nın paylaşılmasını kolaylaştıracak biçimde deniz kıyılarından içerilere doğru başlanması sağlanmalıdır. Böylece güçlü devletlerin kendi çıkarları ve bu çıkarların zaman zaman çatışması sonucu, demiryolu ağı ülkenin ihtiyaçlarına aykırı biçimde örülmüştür” [109 – 111].

“Türk denizciliği yabancı bayraklı gemilerin Türk karasularındaki haksız rekabetine uzun süre karşı koyabilmiştir. Fakat Avrupa’da buhar gücüyle çalışan gemilerin ortaya çıkması, hızla gelişmesi, yelkenli gemilerini yenileyemeyen deniz ticaretimiz büyük bir darbe olmuştur. 19. Yüzyılın sonlarına doğru birkaç gemiye sahip olan Türk denizciliği, Türk karasularının yabancı bayraklı gemilere terk etmiş bulunuyordu. 19 Mayıs 1919’da Türk denizciliği tamamen çökmüş bulunuyordu. İthalat ve ihracatta yararlanılan önemli limanların büyük bir bölümü düşman işgali altındadır. Ayrıca Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz’e işgalci devletlerin donanmaları egemendir. Bu koşullar altında Anadolu bir deniz ticaret filosuna sahip olsa bile, Mondros Mütarekesi2 hükümleri uyarınca mevcut birkaç savaş gemisi de silahsızlandırılmış olduğunda, savaş gemilerinin korunmasında yoksun olarak deniz ulaşımı yapılması mümkün olmayacaktır” [114].

Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı boyunca cephelere asker yetiştirilmeye çalışılırken işgücünde büyük açık nedeniyle üretim yıldan yıla azalmış; milli gelirden en az pay alan İç Anadolu ve Doğu Anadolu giderek daha da fakirleşmiştir. Milli Mücadeleyi finanse edecek mali kaynakların yabancı işgallerin dışında kalan ve Anadolu’nun en fakir kesimleri olan İç ve Doğu Anadolu bölgelerinde aranması gerekecekti” [116].

Sovyet Yardımları: 1920’nin Temmuzunu takiben… Sovyetlerin Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasına ve Türk dostluğuna verdikleri önem kritiktir. Sovyetler Halil Paşa’ya 100 bin lira değerindeki yaklaşık 600 kilo ağırlığındaki altın karayolu ile Erzurum’a; ilk parti silah yardımı olarak deniz yolu ile 3387 tüfek, 3623 sandık cephane ve 3000 adet dolaylarında süngü Trabzon’a varır”[309].

16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile Sovyetler, Türkiye’nin bugünkü sınırların tanımakta, kapitülasyonları hükümsüz saymakta, BMM’nce kabul edilmemiş hiçbir uluslararası antlaşmayı kabul etmemekte ve Sovyet yönetimi Ankara Hükümetine 10 milyon altın Ruble ve iki tümeni donatacak kadar ve silah ve cephaneyi kabul ve taahhüt edeceklerdir” [311].

Fransızların Yardımları: (Eski Dışişleri Bakanı) Franklin Bouillion Sakarya Zaferini izleyen günlerde Ankara’ya tekrar geldi. Yeniden başlayan görüşmeler 20 Ekim 1920 günü imzalan Ankara Antlaşmasıyla sonuçlandı. Antlaşmayla Fransızlar işgal ettikleri Mersin, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’tan çekiliyor; Fransa buralar üzerindeki her türlü hak ve iddialarından vaz geçiyordu. Ayrıca Hatay’da resmi dili Türkçe olan bir özerk yönetim kuruluyordu. Ankara Anlaşması’nın en önemli yönü: Fransa gibi güçlü ve uluslararası diplomaside söz sahibi bir devletin düşmanlığının dostluğa dönüşmesidir. 

Önce Doğu Cephesi’nde Ermenilere karşı kazanılan zafer ile iki cepheye indirilen cephe sayısı güney cephesinin de barış nedeniyle kapanması sonucunda Milli Mücadele tek cepheye iniyordu. Böylece Güney Cephesindeki asker ve silahlar Batı Cephesi’ne kazandırılacaktı. Öte yandan, ülkenin en verimli toprakları olan Çukurova’nın ürünlerinden ordunun desteklenmesinde yararlanma olanağı doğmuştu.

Antlaşma metni içinde yer almamakla birlikte Fransızlar silah yardımında da bulunmuşlardır. Fransız birlikleri çekilirken önemli miktarda silah, cephane, savaş araç ve gereci bırakmışlardır. Türk resmi kayıtlarına göre; 10.089 adet tüfek, 1505 sandık tüfek cephanesi, 10 adet uçak. Bu 10 uçak, Büyük Taarruz’daki Türk Hava Kuvveti’nin yarısıdır”[312].

Hint Müslümanlarının Yardımı: Hint Hilafet Komitesi’nin Mustafa Kemal Paşa adına gönderdiği 125 bin İngiliz lirası, Maliye Bakanlığı kaydına girmemiş, Ankara’daki Osmanlı Bankası şube kasasında muhafaza edilmiş, Büyük Taarruz hazırlığından bu paraya el sürülmemiştir.

Mustafa Kemal Paşa, kendi adına gönderilen bu parayı devlet harcamaları içi ancak çok zor durumlarda kullanmaya yanaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Halifeliği kaldıracağı zaman Hint Müslümanlarının gönderdikleri parayı amaç dışında kullanıldığı yolunda sürülebilecek itirazları hesaba kattığı ve ihtiyatlı davranma istediği anlaşılmaktadır.

Büyük Zafer’den sonra, paranın harcanan miktarının Maliye Bakanlığı tarafından iade edilerek paranın tümünün bir hesapta toplanması da ihtiyatlı davranışın son halkası olmaktadır. Bu durum Paşa’nın Hindistan Hilafet Komitesi’nin gönderdiği parayı gerektiğinde geri göndermeyi düşündüğünü ortaya koyar.

Söz konusu 125 bin İngiliz lirası, Türkiye iş Bankası kuruluş sermayesi olarak kullanılmıştır.” [314 – 316].

Yazıyı bitirirken Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Efendiler şiirini dikkatlerinize sunuyorum:

Efendiler

yoktu yok
ve tarla sınırlarında kan vardı
analar en güzel çocuklarını
çocuklar yüreklerini
ve silah hiçbir zaman
böylesine kutsal olmadı
yoktu yok
ve bıçak dayanmıştı kemiğe
açlıkta işsizlikte ezilmişlikte
kim söyler bu türküyü kim düzer bu ağıdı kim
kocaman eller midir bu bağlamalarda
efendiler efendiler efendiler!
bütün davullar gülünç
bütün silahlar saçma
onlarla gitti o davullar, şimdi yok
onlarla kaldı o silahlar, şimdi var
efendiler efendiler efendiler!
yoktu yok
bir sömürge havasıydı aşk diye damarlarda
ve bütün sınırlarda kan vardı
bir ekmek bulup bölüştüler
bir türkü bulup bölüştüler
ve sokaklarda dolaştırma için özgürlüğü
ve vatanı anavatan yapmak için bir anda
efendiler efendiler efendiler!
kim söyler bu türküyü kim düzer bu ağıdı kim
ve kim varmış barışa elyordamıyla
yoktu yok
verecek hiçbir şeyleri yoktu yüreklerinden başka
ve barışın demir kapılarında sıkılmış yumrukları
toprağı sürer gibi demiri döver gibi dövüştüler
düştüler
birgün yine kalkmak için ayağa
ve bu çetin kavganın
Mustafa Kemal dedik adına
efendiler efendiler efendiler!

Hasan Hüseyin Korkmazgil

  • 1.Bu zafere dair bilgiler için lütfen bakınız: Alptekin Müderrisoğlu (2007). Yoksulların Zaferi: Fotoğraflarla Kurtuluş Savaşının Maddi ve Malî Kaynakları. Deniz Bank Kültür ve Sanat Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. 1. Basım. Ağustos. İstanbul. Metnin içinde yer verilen paragrafların sağ alt köşelerinde yer alan [ ] içindeki rakamlar sayfa numaralarını göstermektedir. Yazım şekli korunmuştur. Yapıt, bir zamanların Maliye Teftiş Heyeti’nin efsane müfettişlerinden Mülkiyeli üstadımız Alptekin Müderrisoğlu’nun nadir çalışmalarından biridir. Bu ve benzeri görsel malzemeler ve belgelere dayalı eserleri meraklılar tarafından mutlaka incelenmelidir. Üstadımızı, büyük özlem, minnet ve şükranla anıyorum.
  • 2.Mondros Mütarekesi ve hemen sonrası gelişmeleri için bakılabilir: Serdar Şahinkaya (2024). Devrime Doğru İlk Adım: Mustafa Kemal Paşa’nın Halkçılık Programı (13 Eylül 1920). Telgrafhane Yayınları. Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 2. Basım. Mayıs. Ankara.

T24 KÖŞEBAŞI (21 Mayıs 2024)

Şimşek’in gayrimenkullerle alakalı vergi planı (Murat Batı)

Gayrimenkul alım-satımı gerçekleştiren kişilerin banka hesap hareketleri dikkate alınacak ve burada bir tespit ya da bir şüphe bulunması durumunda bu kişilerden kuvvetle muhtemel izahat istenecektir.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 4 ve 17 Mart tarihlerinde farklı televizyon kanallarında gelir ve kurumlar vergisi oranlarının artmayacağını ısrarla vurguladı ama 1 Mayıs 2024 tarihinde 8434 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile başta mevduat faizleri olmak üzere bazı finansal enstrümanlara uygulanacak stopaj oranları (gelir vergisi) artırıldı. 20 Mayıs Pazartesi günü TRT Haber’de de bu artışı dile getirdi. Aynı programda özellikle “arsalar, gayrimenkuller üzerinden elde edilen gelirlerin vergilendirilmesiyle” alakalı bir çalışma olduğunu da özellikle vurguladı.

Şimşek’in gayrimenkuller üzerinden elde edilen gelirlerin vergilendirilmesiyle alakalı ne gibi planları olabilir? Bunu irdelemeye çalışalım.

Gayrimenkuller üzerinden ne gibi vergiler alınabilir?

Arsa, arazi, iş yeri ve konutlar yani gayrimenkuller üzerinden farklı vergiler alınabilmektedir. Bunlardan ilki bunları bir başkasına kiraya verilmesi sonucu elde edilen ve halk arasında kira vergisi olarak bilinen gayrimenkul sermaye iradıdırBir diğeri bu gayrimenkullere sahip olunduğu sürece ödenen ve bir servet vergisi olan emlak vergisidirÜçüncü ise bu gayrimenkullerin satılması (elden çıkarılması) sonucunda ortaya çıkan gelir/kurumlar vergisi ile tapu harcıdır. Bazı durumlarda bu satışlarda KDV de olabilmektedir. Hatta bu gayrimenkuller bir başkasına bağışlandığı ya da mirasa konu olduğu zamanlarda veraset ve intikal vergisi de olmaktadır.

Görüldüğü üzere vergi sistemimiz gayrimenkullerden her yönüyle yararlanmaktadır.

Bu vergilerin ortak özelliği

Yukarıda sayılan tüm vergilerin gayrimenkul özelinde ortak özelliği hepsinin hemen hemen belediyedeki değeri yani EVK m.29’da yer alan vergi değeri üzerinden hesaplanmasıdır. Gayrimenkuller alınıp satılırken yerleşmiş bir uygulama olan gayrimenkulün gerçek bedeli yerine genelde daha düşük bir bedel üzerinden işlem yapılmaktadır. Genellikle düşük bedel banka gibi ispatı güçlü bir vasıtayla gönderilirken kalan tutar ise banka dışı bir yolla -örneğin elden- verilmektedir. 

İşte gayrimenkuller alınıp satılırken yerleşmiş bir uygulama olan gayrimenkulün gerçek bedeli yerine daha düşük bir bedel gösterilerek işlem yapılmaktadır. Bu durum birçok verginin eksik tahsil edilmesine sebep olmaktadır.

Sorunun ana noktası

Gayrimenkullerin satışında gerçek bedeli üzerinden değil de daha düşük bir bedel gösterilmesinin çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeplerden en önemlisi daha düşük vergi ve harç ödenmesidir. Örneğin müteahhitler yeni (sıfır) ev satarken gerçek bedeli göstermedikleri için daha düşük gelir elde etmiş görünecek ve gelir/kurumlar vergisi, geçici vergi ve KDV’yi de eksik ödemiş olacaklar. Bu davranış biçiminin özü, vergileri daha az ödeme üzerine kuruludur, yani vergi kaçırmak üzerine kuruludur. Bu düşük bedelli satışta ayrıca tapu harcı da eksik ödenmiş olacaktır.

İşte tüm bu işlemler alıcı ve satıcının kendi aralarında anlaştıkları ve bu anlaşmanın resmiyette alt sınırını oluşturan vergi değeridir yani belediyede kayıtlı tutardır. Bu tutar yani vergi değeri Emlak Vergisi Kanunu m. 29’da belirtilen değerdir. Ama halk arasında, basında buna genellikle rayiç bedel denilmektedir ki hatalı bir ifadedir.

Örneğin 10 milyon TL’ye satılan bir konutun vergi değeri 1 milyon TL ve resmi işlemler 1 milyon TL üzerinden gösterildiğinde 9 milyon TL (10 milyon-1 milyon) üzerinden 360 bin TL eksik tapu harcı hesaplanmaktadır.

Bir diğeri düşük bedelle sahip olunan gayrimenkul üzerinden daha az emlak vergisi ödenmesidir. Her yıl emlak vergisi matrahı olan vergi değeri, yeniden değerleme oranının yarısı kadar artırılacak ve her yıl bu yeni tutar üzerinden ödenecektir. Başlangıçtaki tutar düşük gösterildiği için sonraki yıllar da çok fazla artmamış olacak ve düşük emlak vergisi ödenmiş olacaktır.

Özetle gerçek satış bedeli (rayiç bedel) üzerinden değil de vergi değeri üzerinden alım-satımın yapılması sonucunda satıcı açısından gelir/kurumlar vergisinin, KDV’nin, geçici verginin; alıcı ve satıcı açısından tapu harcının ve alıcı açısından ise emlak vergisinin eksik ödenmesinden dolayı maddi bir menfaat söz konusu olmaktadır.

Ayrıca gayrimenkulü satan kişi şayet bu gayrimenkulü geriye yönelik 5 yıl içinde almışsa bu satış işleminden dolayı gelir vergisi (değer artışı kazancı) ödemek zorundadır. Satış tutarı gerçek bedelden gösterilmezse Hazine açısından bir de gelir vergisi kaybı ortaya çıkacaktır.

Şimşek “Vergi Değerini” gerçek durumuna çıkartmaya çalışacak

Yukarıda belirtilen bu vergi kayıp ve kaçağı minimize etmenin en temel yolu gayrimenkul satışlarında gerçek bedelin gösterilmesidir. Ancak gerçek bedel gösterilmesi sonucu ortaya çıkacak yüksek vergi tutarını yurttaşlarımız ödemek istememekte bilakis vergi kaçırma yolunu tercih etmektedirler.

Ancak Şimşek bu sorunu çözmek için kalıcı bir çözüm düşünüyor. Bu çözüm hayata geçer mi? bilemiyorum ama bu konuda şöyle bir hamle yapacağını öngörüyorum.

Bu hamlenin gayrimenkul alım-satımlarında ya Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce yapılacak değerleme sonucunda bulunan bir değer üzerinden ya da ekspertiz raporuna dayalı olacak şekilde bir düzenleme olacağını tahmin etmekteyim.   

Ancak bu vergi farklarının ne ölçüde gayrimenkullerin fiyatlarına yansıyacağı da dikkate alınması ve bu düzenlemeyle birlikte bu sorunun da gözetilmesi gerekmektedir.

Geriye yönelik işlem de yapılabilir

Bir diğeri Şimşek, daha önceki yıllarda gerçek bedel üzerinden gösterilmemiş satışlar için de kolları sıvayacak kanaatindeyim. Özellikle gayrimenkul alım-satımı gerçekleştiren kişilerin banka hesap hareketleri dikkate alınacak ve burada bir tespit ya da bir şüphe bulunması durumunda bu kişilerden kuvvetle muhtemel izahat istenecektir. Ve sonuçta geriye yönelik vergi ve cezalar kesilebilecektir. Ne kadar geriye gidilebilir sorusunun cevabı ise beş (5) yıldır. Yani en fazla geriye yönelik olarak beş yıl için işlem yapılabilir.

                                                                    /././ 

Normalleşme: Nasıl bir normal, kimin normali? (Mustafa Durmuş)

Ülkede herkes siyasetteki normalleşmeyi durduğu yerden, sınıfsal ve siyasal konumuyla bağlantılı olarak tanımlıyor. İktidar bloku son yenilginin üstesinden gelebilmek ve kendisini ayakta tutabilecek bir anayasa yapabilmek için yumuşama ve normalleşmeden söz ederken, muhalefet siyaset sahnesinde aktif olarak var olabilecek bir meşruiyet elde edebilmek için bu terimleri kullanıyor.

31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra siyasette bir "yumuşama" ve "normalleşme" söylemi ve tartışması başlatıldı. Ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel bu söylemi benimsemiş görünürken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, "seçim sonuçlarından ders çıkardık, yanlışlarımızdan arınarak normale dönüyoruz" algısı yaratarak, aslında giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan seçmen tabanının ve siyasi muhalefetin gazını alma çabasıyla, benzer sözler etti.

Söylemler ne kadar samimi?

Diğer taraftan, başta demokratik Kürt siyaseti olmak üzere, ülkede canlı olan her muhalif grup üzerindeki baskılar daha da arttırıldı. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş'ın serbest bırakılmaları gerektiğine ilişkin AHİM kararlarına rağmen, Kobane davasından adaletsiz ve kamu vicdanını yaralayan cezalar çıktı. Gezi davası sanıkları hâlâ içeride tutulurken, Cumhurbaşkanının yetkisini kullanmasıyla içerideki yaşlı generaller tahliye edildiler. Grevler, işçi eylemleri gibi hak arama eylemleri hâlâ yasaklı, mahkeme kararlarıyla görevlerine iade edilen Barış Akademisyenleri ise tekrar ihraç ediliyorlar.

İktidar Bloku "böl- yönet" stratejisini uygulamaya devam ediyor. Mahkûm edilmiş generalleri serbest bırakarak ulusalcı-Kemalist muhaliflerin ağzına bir parmak çalarken, devletin geleneksel tutumuna uygun olarak Kürt siyasetçilere en ağır cezaları veriyor. Kendisini geçmişte onları en fazla korkutan eylemlerden biri olan Gezi direnişi ile ilgili olarak içeride tutulan başta O. Kavala olmak üzere Gezi tutsaklarına ne yapılacağı ise henüz bilinmiyor.

Anayasa'yı (Can Atalay'ın tahliye kararı üzerinden) yok sayma kavgasının önde gidenlerinden bir Yargıtay hâkiminin, göz göre göre Yargıtay Başsavcısı olarak atandığı bir ortamda hala iktidarın yumuşamasından ya da normalleşmeden bahsedilebilir mi?

"Yeni faşizm ve yargı darbesi"

Aslında şu gerçeği görmek zorundayız: Günümüzde faşizm, geçen yüzyılda olduğu gibi cuntalar ya da yaygın örgütlenmelere sahip sivil faşist milis güçlerinin örgütlediği halk hareketleri aracılığıyla değil, artık devletin meşru bir organı olan yargı eliyle inşa ediliyor. Kuşkusuz devletin seçilmemiş polis gibi güvenlik ve ordu gibi askeri organlarının faşist (hatta mafyatik) ve/veya siyasal İslamcı tarikatlar tarafından kontrol edilmesiyle de pekiştiriliyor.

Bu arada muhalefetin kafası da net değil. Zaten, alternatif bir güçlü sosyalist ideolojinin sözünü söyleyemediği bir konjonktürde, sınıf perspektifinden uzak ve devleti nasıl bir yere oturtacağını bilemeyen bir bakışın böyle gelişmeler karşılığında yetersiz kalması son derece doğal.

Nitekim muhalefetin siyasi kadroları da büyük ölçüde hem sınıf perspektifinden uzak hem de kapitalist ulus devlete ve onun ideolojisine olan bağımlılıklarından kurtulamadıkları için, ne yapacaklarını büyük ölçüde bilemez durumdalar. Diğer taraftan attıkları adımlarla, bilerek ya da bilmeden, aslında giderek zayıflayan İktidar Blokunun meşrulaştırılmasına da katkı veriyorlar.

Bu yüzden de belki analizimize, "normalin ne olduğu ya da ne olmadığı" ile başlayabilir ve bunu yaparken de sınıf perspektifini ve devlete eleştirel bakışı ihmal etmeyerek yapabiliriz.

"Normal ve normalleşme" nedir?

Normal ve normalleşme kavramları kural, ölçü veya standart gibi anlamları olan norm sözcüğünden gelir. Bunlar hem emredici bir kural hem de var olan insan davranışlarının değerlendirilmesini mümkün kılan bir ölçüdür. Böylece, "normal", norma, yâni kurala, bir diğer deyişle ölçüye, standarda uygun anlamındadır. Bunun zıddı, yani kurala, ölçüye standarda uygun olmayan ise, "anormal" –normal olmayan- terimiyle karşılanır.

Dolayısıyla, normalleşme dediğimiz zaman, normal olmayan, yani norma, kurala, ölçüye, standarda uygun olmayan, kısaca "anormal" demek oluyor. Siyasette normalleşme ise mutlaka siyasi hayat için geçerli normlara geri dönüşü anlatıyor. Anayasalar ise normalin ana ölçütü olarak kabul ediliyorlar. Ancak 2018 Temmuzundan bu yana uygulanmakta olan son hâli, Türkiye'nin artık bir anayasa düzenine değil, siyasi iktidarın kendi varlığına göre istediği gibi davranabilmesine imkân veren bir "anormalliğe" dönüşmüş durumda. Hatta bu durumdan 31 Mart Yerel Seçim yenilgisi sonrası iktidar da şikâyetçi görünüyor. (1)

Normal aynı zamanda statükodur

Bir başka anlatımla, normal; doğal, uygun ve kalıcı olarak kabul edilen fikirleri, inançları veya tutum ve davranışları tanımlar. Bu bağlamda da, bir çeşit "doğuştan gelen ve tartışılmaz", anlamına gelir. Çünkü normal olanı değiştirmeyiz, sorgulamayız. (2)

Yani, normal statükoyu temsil eder. Normalin karşılığında başka bir seçenek yoktur, onun karşıtı anormalleşmedir. Bu nedenle de statüko karşıtı bir bakış açısından, normal ve normalleşme kavramına getirilebilecek en önemli eleştiri onun statükoya karşı çıkmayı, sorgulamayı ve eleştirelliği, dolayısıyla de iyi yönde gelişmeyi de önlediğidir.

Ancak Türkiye'de özellikle de 2015 yılında bu yana o kadar "anormal" şey söz konusudur ki "yumuşama" ve beraberinde gelecek olan bir "normalleşme" iyi şeyler olarak algılanıyor. Hatta kendisi yüzde 80 oranında değiştirilmiş ve bir askeri darbe anayasası olan 1982 Anayasasının uygulanması bile normalleşme adımı olarak görülebiliyor.

Kime göre normal ya da anormal?

Kısaca, bu bakış açısından, Anayasaya uymamak anormal, uymaksa normal bir durumdur. Tek adam rejimi olarak da nitelenen otokratik rejim anormal ama güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye geri dönüş normaldir. Mahkemelere açıktan siyasal iktidarın talimat vermesi anormal ama yıllardır bu ülkede var olan Yargıtay 9'uncu Dairesinin işleyişi ve verdiği siyasi kararlar normaldir. Balyoz Davası hükümlülerinin içerde tutulmaları anormal, serbest bırakılmaları normal ama Kobane Kumpas ve Gezi Kumpas Davalarının sanıklarının görülmemiş ağırlıkla cezalara çarptırılmaları normal ama serbest bıkılmaları anormaldir.

Kısaca, kimine göre normal olan bir şey, kimine göre anormal olabiliyor. Sosyal sınıflara, kimliklere, inançlara ve cinsiyet eşitsizliklerine göre derin bir biçimde bölünmüş ve kutuplaştırılmış kapitalist toplumlarda bu farklılık da normal kabul edilebilir.

Kutuplaştırmaya son vermek normalleşmedir

İktidar bloku, özellikle de son 10 yıldır, toplumu ayrıştırmak ve kutuplaştırmak konusunda son derece başarılı oldu ve son yerel seçimlere kadar da bu konuda hep kazançlı çıktı.

Oysa toplumun büyük bir kesiminin yararına bir normalleşmeyi sağlayabilmek mümkündür. Bunun üstelik binlerce yıl eskilere kadar giden örnekleri de mevcuttur. Aşağıda yer verdiğimiz bazı antropolojik ve arkeolojik araştırmalar bu konuda bize yardımcı olabilir. O halde normalleşmek için öncelikle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya son vermek gerekiyor.

Kutuplaştırma basit değil, aksine son derece tehlikeli bir olgudur. Çünkü en temel düzeyde, toplumsal amaçlar üzerinde uzlaşmaya varmayı zorlaştıran katı görüş ve düşünce farklılıkları tarafından üretilir. Her mesele çözülmez bir karşıtlık olarak kristalleştirilir: Öyle ki beyazlar siyahlarla, istihdam imkânları ekolojiyi koruma çabalarıyla, laikler dindarlarla, muhafazakârlar modernlerle, başörtülüler başını örtmeyenlerle, Türkler Kürtlerle, Sünniler Alevilerle ve erkekler kadınlarla karşı karşıya getirilir.

Böyle bir bölünmüşlükte, medeni bir tartışma bile imkânsız hale gelir ve şiddet kaçınılmaz göründüğünde kutuplaşma zehirli bir hâl alır. Bu da halk hareketlerinin tiranlıklara dönüşmesi ve muhalif grupların kitlesel katliamlarıyla, hapislerle ya da idamlarla sonuçlanır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde yaşanan Kahramanmaraş katliamı, daha sonraki Sivas Madımak katliamı ve 10 Ekim 2015 Gar Katliamı bunun somut örnekleridir.

Toksik kutuplaşma

Toksik (zehirli) kutuplaşma, bireysel ve toplumsal gelişimde üç faktörün ürünüdür ve bunların hepsi aslında insan toplumlarının başlangıcına kadar gidebilir. Bunlar, "kötücül bağlılıklar", "kurumsal kıtlıklar" ve "tarihsel travmalardır". Her bir faktör bağımsız olarak gelişir, ancak birbirlerini güçlendirerek inatçı ve şiddetli bölünmelere eğilimli bir toplum üretir.(3)

Diğer yandan, zehirli kutuplaşmalarla parçalanmış ve kurumsal kıtlıklarla boğulmuş bir gelecek yaşamaya mahkûm değiliz zira seçeneklerimiz var. Kısaca tarihe baktığımızda, insanlık tarihinin dışlamak kadar içermek için de verilen mücadelelerle dolu olduğunu görebiliriz.

Öncelikle, insan beyni katı değil, esnektir ve irademiz ve duygusal kapasitemiz travmaların üstesinden gelmek için yeterlidir. İkinci olarak, insanlar binlerce yıl boyunca değişik toplumsal örgütlenme biçimleri yarattılar ve hâlâ da yaratıyorlar. Biri ortadan kalktığında onlarca yeni örgütlenme biçimi yaratılabilir ki bu da kurumsal kıtlığı bir sorun olmaktan çıkartır. Daha önce dışlanmış insanlar olarak sosyal adalet ve içerilme için mücadele etme konusunda oldukça zengin tarihsel deneyime sahibiz. Bunlar geçmişte bizi baskılardan kurtarabildi.

"Ben" yerine farklılıklarımızla bir arada "biz"

Kısaca, toksik kutuplaşmayı iyi niyete dayalı bir vizyonla ele almamız ve "ben" yerine "biz" olmanın yollarını açmamız gerekiyor. "Biz" kavramı ne kadar genişletilirse toksik kutuplaştırma ve onun ölümcül sonuçları o kadar etkisiz hale getirilebilir.

Bu çerçevede normalleşme, farklı cinslerin, kültürlerin, dillerin ve etnisitelerin varlığını ve onların eşitliğe dayalı kardeşliğini kabul ederken, ırkçılığa, dini bağnazlığa, farklı ideolojilere ve inançlara olan düşmanlığa, kadın düşmanlığına ve toplumdaki LGBTİ+ gibi farklı kimliklere olan düşmanlığa, homofobiye son vermeyi gerekli kılar.

Normalleşme aktif bir sosyalleşmeyi gerektirir

Bugünkü siyasal İslamcı iktidar kadınları evlerine kapatmak, insanların özellikle de hak arama mücadelelerinde bir araya gelmelerini önlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Her türden sanatsal ve kültürel faaliyetin yasaklanması, toplu mekânlara alkollü içki yasağı, alkollü içkilere getirilen fahiş vergi zamları, 1 Mayıs alanının işçilere kapatılması gibi önlemler aslında böyle bir sosyalleşmeden duyulan korkunun bir sonucu. İktidarın kontrolündeki TV kanallarındaki birbirinin benzeri dinsel içerikli programlar ve yoz eş arama, dedikodu, programları gibi programlar aslında bu amaca hizmet ettiğinden teşvik ediliyorlar: Yeter ki emekçiler gerçek gündemden kopsunlar!

İşte normal olmayan, dolayısıyla da normalleştirilmesi gereken işlerin başında bunlar geliyor: Bırakın insanlar diledikleri gibi giyinsinler, kadınlar geceleri korkmadan sokağa çıkabilsinler, gençler eğlenebilsinler.

Homosapiens dünyaya nasıl yayılabildi?

Bu konuda bize yol gösterebilecek antropolojik araştırmalar da söz konusudur. Örneğin, paleoantropolog Curtis Marean, homosapiensi yaklaşık 70 bin yıl önce Afrika'yı terk etmeye ve dünyanın her yerini kolonileştirerek diğer mevcut hominin popülasyonlarının yerini almaya iten şeyin ne olduğuna dair araştırma ve arkeolojik kanıtların bir sentezine dayanan kapsamlı bir açıklama geliştirdi.(4)

Homosapiens, akraba olmayanlarla yüksek düzeyde işbirliği yapan tek türdür. Örneğin, ilk insanlar yiyeceklerini paylaşmış, grupta hasta olanlara bakmış ve diğer akraba olmayan gruplarla savunma ve eş bulma amacıyla işbirliği yapmıştır.

Yazara göre, bu sürecin anahtarı ‘hiperprososyallik'tir. Marean bununla akraba olmayan insanlarla işbirliği yapabilme becerisini kastediyor. Burada sanat da dâhil olmak üzere, dil ve kültürel iletişim çok önemli hale geliyor. Çünkü beynin büyüklüğü, iklim ve yeni teknolojiler tüm süreci açıklayamazken, davranışsal ve kültürel özellikler insan evrimini tanımlayabiliyor. Kültür ise en güçlü biyolojik içgüdüleri bile geçersiz kılabiliyor. Bu bağlamda toplulukların kültürlerine ve anadillerine sahip çıkmaları çok önemseniyor.

Özetle, farklı olanla tanışmanın, bir arada yaşamanın insani gelişimin önemli bir teşvik edicisi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu da, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı esas alan ideolojilerin ileri sürdüklerinin aksine, farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimizin paleontolojik bir kanıtını oluşturuyor.

Aşırı merkezileştirme anormal, demokratik yerelleştirme normal

Türkiye aşırı merkeziyetçi ve tekçi despotik bir rejim altında yönetilmeye çalışılıyor, dolayısıyla da iyi yönetilemiyor. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal ciddi birçok sorunun kaynaklarından biri de böyle bir yönetim tarzı. Biz bunun zararlarını Covid-19 Pandemisi ve Kahramanmaraş depremleri sırasında ağır bir biçimde gördük.

Oysa yerelleştirme ve yerinden demokrasi insan doğasına çok daha uygun. Bunun bugün olduğu kadar binlerce yıl öncesine ait çok sayıda kanıtı ve örneği mevcut. Öyle ki Asya, Afrika ve Batı Yarımküredeki başarılı erken dönem toplumlarının yapısı hakkında ortaya çıkan yeni deliller ve anlayışlar, erken toplumların otokrasi ve despotizme yöneldiği yönündeki popüler varsayımı çöpe atıyor.

Yani arkeolojinin de anlatacak değerli bir hikâyesi var: Kolektif eylem ve yerelleştirilmiş ekonomik üretim, sürdürülebilirlik ve daha geniş refah için vazgeçilemez bir reçete. Bu konuda 1300 yıl boyunca önemli bir bölgesel şehir merkezi olan Mezoamerikan şehri Monte Albán parlak bir örnek ve kamu altyapısına ve mallarına yapılan erken yatırımların daha uzun vadeli sürdürülebilirliği teşvik ettiği güçlü bir vaka çalışmasıdır. (5)

Bir başka anlatımla, Eski Mezoamerika'dan ortaya çıkan son arkeolojik deliller, bu dünyada yaşayan insanlar ve kurumlar hakkındaki yaygın inanışı tersine çeviriyor. Yakın zamana kadar, çoğu toplumun ve ilk devletlerin nasıl geliştiğine dair anlayışımız, ağırlıklı olarak Avrasya'daki kentsel toplumların yorumlarına dayanıyordu. Despotik, zorlayıcı bir yönetim olduğu kabul edildi (antik Atina ve cumhuriyetçi Roma hariç), seçkinlerin eylemlerine büyük önem atfedildi ve ekonominin temel işlevlerinin hükümdarın elinde olduğu varsayıldı.

Oysa kanıtlar bize kooperatif ve çoğulcu iktidarların en az despotik devletler kadar yaygın ve fakat onlardan daha dayanıklı olduğunu gösteriyor. Örnek olarak, sömürge öncesi Mezoamerika bu basit çerçeveye uymuyor. Ne ekonomik üretim ya da dağıtım despotik yöneticiler tarafından merkezi olarak kontrol ediliyordu ne de çok büyük nüfusa sahip toplumlarda yönetişim evrensel olarak zorlayıcıydı.(6)

İyi araştırılmış 32 Mezoamerikan şehrinin güncellenmiş ve genişletilmiş bir örneğini içeren daha sonraki bir çalışmada, yönetimlerinde hem aşağıdan yukarıya hem de kolektif olan merkezlerin daha dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Bu şehirlerden bazılarının odak noktası olarak saraylar ve hükümdarlara ait anıtlar bulunurken, diğerleri daha ortak paylaşılan ve eşit şekilde dağıtılmış kentsel altyapı biçimlerine sahipti. Bu, apartman sitelerini, mahallelerdeki ortak terasları veya duvarları, mahalle plazalarını, tapınakları ve diğer sivil binaları ve paylaşılan yollar ve geçitler içeriyor ki bunların tümü inşaatları ve bakımları için işbirliği ve toplu emek gerektiriyordu ve daha düzenli yüz yüze etkileşimi ve periyodik halk toplantılarını kolaylaştırıyordu. (7)

Bu arkeolojik araştırma normal olanın binlerce odalı, şatafat içinde sürdürülen sarayların değil, kamusal alanların, açık iletişimin, halkın doğrudan denetimine açık yönetimlerin normal olduğunu gösteriyor.

Kolektif özyönetim ve dayanışma normal, özel mülkiyet ve rekabet anormaldir

Kolektif özyönetim patronların olmadığı, üretime katılanların temel kararları ortaklaşa aldıkları, ücretlendirme ve gelirin güce, mülkiyete veya çıktıya göre değil de, konulan çabaya ve ihtiyaca göre belirlendiği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete tabi olduğu, ekolojinin evimiz olarak kabul edildiği, kolektif refahı beslemek için bireysel refaha, bireysel refahı beslemek içinse kolektif refaha ihtiyaç duyulduğu antikapitalist bir yaşam ve yönetim biçimidir. (8)

Böyle bir toplumda insanın ve ekolojinin hakları kadar, çocuk hakları, yaşlı ve hasta hakları da vardır. Sistem empati, sabır, saygı, eşitlik ve sosyal adalet üzerine kuruludur. Sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim hizmetleri evrenseldir ve ücretsizdir.

Kolektif özyönetim sosyal açıdan anlamlı bir çalışmadır. Herkesin özgürce konuşması, yazması, ibadet edebilmesi ve bir araya gelmesi için alan ve araç ve yine herkesin özgürce muhalefet edebilmesi için alan, araç ve hatta destek demektir. Amaç sosyal, güvenli yaşam, gerektiğinde rehabilitasyon, araç ise işbirliğidir. (9)

Kolektif özyönetim pratikleri bugün batı dünyasında olduğu gibi, Chiapas (Meksika) ve Rojava'da da (Suriye) görülüyor. Ancak bu pratiklerin yeni olmadığı yüzyıllar öncesinde de benzer uygulamaların var olduğunu arkeolojik araştırmalar ortaya çıkarıyor.

İndus Vadisi Medeniyeti

Örneğin, bir yüzyıldan uzun bir süre önce, İngiliz ve Hintli arkeologlar, İndus Vadisi'nde daha önce bilinmeyen bir medeniyetin varlığını keşfettiler. Pakistan ve Hindistan'ı birbirine bağlayan ve Afganistan'a kadar uzanan bu coğrafya da kâşiflerin ortaya çıkardığı kültür, eski Mısır ve Mezopotamya'dakilerle aynı zamanda var olmuştu ve çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Aynı zamanda şaşırtıcı derecede gelişmişti: Sofistike, karmaşık, büyük, özenle düzenlenmiş şehirler, görece varlıklı bir nüfus, yazıya, sıhhi tesisata ve banyolara, geniş ticaret bağlantılarına ve hatta standartlaştırılmış ağırlık ve ölçülere sahip bir uygarlık. (10)

1990'ların sonlarında İndus arkeologları "heterarşi" kavramını kullanmaya başladılar. Bu, şehirler de dâhil olmak üzere karmaşık siyasi organizasyonun, bir seçkinin yukarıdan aşağıya kararlarından ziyade, birçok farklı, sıralanmamış sosyal grubun etkileşimi yoluyla ortaya çıkabileceğini iddia ediyor, tahakkümün değil, işbirliğinin kolektif eylemi ürettiğini ileri sürüyor. İndus şehirlerinin inşasına birden fazla sosyal grubun katkıda bulunduğu ve içlerinde gerçekleşen ve hiçbirinin diğerine hâkim olmadığı görünen ekonomik faaliyetler artık yaygın bir şekilde tartışılıyor.

İndus Vadisi Uygarlığı, M.Ö. 2600'den M.Ö. 1900'e kadarki altın çağında, dünyanın belki de en eşitlikçi erken karmaşık toplumunu yarattı. Öyle ki bu geçmişte kentleşme ve eşitsizlik arasındaki ilişki hakkında uzun süredir devam eden varsayımlara meydan okuyor. Ana şehirleri genişti, planlıydı ve geniş konutlar da dâhil olmak üzere büyük ölçekli mimari vardı ve çevre bölgelerdeki daha küçük yerleşim birimleri benzer bir yaşam standardı ile benzer bir kültürü destekliyor gibi görünüyordu.

Antik İndus Vadisi bulgularının en çarpıcı yanı ise bir yönetici ya da seçkinler sınıfının olmayışıydı. Bu da herhangi bir karmaşık toplumun tabakalaşmış sosyal ilişkilere sahip olması gerektiğine dair uzun süredir devam eden teorik varsayıma meydan okuyor.

Yani bu kalıntılar, kolektif eylem, kentleşme ve ekonomik uzmanlaşmanın yalnızca tepeden yön verilen çok eşitsiz bir kültürde geliştiğini ve tüm toplumsal yörüngelerin ortak ve evrensel bir sonuca (devlete) doğru geliştiğini ileri süren görüşü reddediyordu. Çünkü burada, devletsiz, rahip-krallar veya tüccar oligarklar ve katı bir kast sistemi veya savaşçı sınıfı olmayan, yüzyıllarca bu şekilde kalmış gibi görünen istikrarlı, müreffeh bir uygarlık vardı.

Özetle, kanıtlara göre kentleşme, kolektif eylem ve teknolojik yenilik, dışlayıcı bir yönetici sınıfın gündemleri tarafından yönlendirilmiyor ve bunların tamamen yokluğunda gerçekleşebiliyor. Indus Vadisi, karmaşıklıktan yoksun olduğu için değil, yönetici sınıfın toplumsal karmaşıklık için bir ön koşul olmadığı için eşitlikçiydi. Bu haliyle arkeolojik kalıntılar bizleri kolektif eylem ve eşitsizlik arasındaki temel bağlantıları yeniden düşünmeye davet ediyor.

Sonuç olarak

Ülkede herkes siyasetteki normalleşmeyi durduğu yerden, sınıfsal ve siyasal konumuyla bağlantılı olarak tanımlıyor. İktidar bloku son yenilginin üstesinden gelebilmek ve kendisini ayakta tutabilecek bir anayasa yapabilmek için yumuşama ve normalleşmeden söz ederken, muhalefet siyaset sahnesinde aktif olarak var olabilecek bir meşruiyet elde edebilmek için bu terimleri kullanıyor.

Kürtler, Aleviler ve kadınlar gibi bu ülkenin yıllardır ötekileştirilenleri bu ötekileştirmenin acılarını yok edebilmek ve kendilerine demokratik daha fazla siyaset yapma alanı bulabilmek için benimsiyor olabilirler.

Liberaller ise ülkeye yabancı sermayenin daha fazla gelebilmesi ve olası bir ödemeler dengesi krizinin önlenebilmesi için normalleştirmeyi savunuyorlar.

Ancak bu ülkede bu denli önemli kavramların gündemde kalması bile ancak bir kaç hafta ile sınırlı. Nitekim İktidarın küçük ortağı normalleştirmeyi ve yumuşamayı terörle mücadeleyi zaafa uğratacak bir tartışma olarak görüp ortağını etkiliyor.

Kısaca gerçek bir normalleştirme mevcut müesses nizam içinde yapılabilecek bir şey değil. Ülkenin normale dönmesi kendisi istikrarsız, acımasız bir sömürü ve baskı düzeni olan kapitalizmin ve onun temel sürücüsü olan ulus devletin eski kodlarına dönmesi demek değildir. Bunlar normalleşemez. Normalleşebilecek olan ancak toplumlardır, bu da toplumun demokratikleşmesiyle mümkün olabilir.

Yani emek sömürüsünün ve iş cinayetlerinin, doğa sömürüsünün ve katliamlarının, kadın cinayetlerinin, farklı etnisiteler üzerinde baskıların, kültür ve anadilinde eğitim yasağının olmadığı, yurttaşlarının gerçekten de eşit olarak kabul edildikleri, patronların olmadığı, sömürüşüz, sınıfsız, sınırsız ve devletsiz bir toplum insan doğasına uygun normal bir toplumdur.

Herkes için yeterli gıda, su, doğa, bilgi, beceri, istihdam, gelir, sanat, spor, onur, saygı, sevgi ve dayanışmanın olduğu bir toplumun normal olduğunu hayal edin. Böyle bir toplumun inşası da gerçek bir normalleşmedir. İnşa etmemiz gereken toplum böyle bir toplumdur.

Dipnotlar:

  1. Levent Köker, Normsuz normalleşme (!) ve anayasa sorunu, https://artigercek.com/makale/normsuz-normallesme-ve-anayasa-sorunu (14 Mayıs 2024).
  2. https://znetwork.org/znetarticle/normalize-this (12 June 2023)
  3. https://www.scoop.co.nz/stories/WO2404/S00009/widening-the-we.htm (4 April 2024).
  4. https://www.resilience.org/stories/a-compelling-theory-to-explain-a-key-trait-of-modern-humans (5 January 2024).
  5. Linda M. Nicholas and Gary M. Feinman, "An Ancient Recipe for Social Success", https://go.ind.media/e/546932/recipe-for-social-success-html (26 January 2023).
  6.  
  7. Gary M. Feinman, David M. Carballo, "Archaeology Is Flipping the Script on What We Know About Ancient Mesoamerica", https://www.resilience.org/stories/archaeology-is-flipping-the-script-on-what-we-know-about-ancient-mesoamerica (29 June 2023).
  8. Mustafa Durmuş, Demokratik Katılıcı Ekonomi-Demokratik Cumhuriyet Yolunda Bir Geçiş Ekonomisi, İMGE Kitabevi, 2023.
  9. Adam S. Green, "Why Are Archaeologists Unable to Find Evidence for a Ruling Class of the Indus Civilization?". https://www.resilience.org/stories/why-are-archaeologists-unable-to-find-evidence-for-a-ruling-class-of-the-indus-civilization (23 June 2023).
  10. Agm.
                                                                            /././

Tutuklanan polis müdürü 22 polisle korunuyormuş: Kaplan soruşturmasında el konulan Rolex'ler sahte çıktı! (Tolga Şardan)

Yapılan üç ayrı kıymet tespitinde; bir firma Rolex'lerin gerçek olduğunu buna karşın iki firma ise, sahte olduğunu ortaya koydu. Rolex'lerin sahte olduğunu ortaya koyan firmadan birisinin aynı zamanda firmanın temsilcisi olduğunun altını çizeyim.

Suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan soruşturması merkezinde yaşanan skandalın yankıları devam ediyor.

Usulsüz biçimde yürütüldüğü anlaşılan ve böylelikle "sulandırılan" soruşturmayla ilgili gözaltına alınan, aralarında Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik ile Organize Suçlarla Mücadele Şubesi Müdür Yardımcısı Şevket Demircan'ın bulunduğu 7 şüpheli tutuklandı.

Gizli tanık Serdar Sertçelik'in açıklamaları sonrasında başlatılan adli soruşturma devam ederken süreçle ilgili ulaştığım yeni ve ilginç bilgileri aktarayım bugün de.

Sahte çıkan Rolex saatler!

İlk olarak Kaplan ve ekibine yönelik suç örgütü soruşturmasının ikinci ayağındaki kara para aklama iddiasıyla başlatılan adli soruşturma hakkında bilgi vereyim.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yürütülen ve geçtiğimiz günlerde iddianamesi kabul edilen ikinci dosya kapsamında Kaplan'ın eşi başta olmak üzere yakın çevresi gözaltına alındı.

Operasyon sırasında dosyada adı geçen şüphelilerin ev ve iş yerlerinde aramalar gerçekleştirildi.

Şüphelilerden bir kadının evindeki aramada pahalı olmasıyla bilinen Rolex marka saatler bulundu. Polis, söz konusu saatleri tutanak altına aldı.

Soruşturma devam ederken, yine savcılık talimatıyla polis tarafından 8 Rolex saatin uzman firmalara değer tespiti yaptırıldı.

Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nde görevli polisler, Rolex saatleri Ankara'da üç ayrı firmaya götürüp incelettirdi.

Yapılan üç ayrı kıymet tespitinde; bir firma Rolex'lerin gerçek olduğunu buna karşın iki firma ise, sahte olduğunu ortaya koydu. Rolex'lerin sahte olduğunu ortaya koyan firmadan birisinin aynı zamanda firmanın temsilcisi olduğunun altını çizeyim.

Bu konuda görüşüne başvurduğum bir kaynak, gerçek Rolex'lerin her birinin ortalama fiyatının yaklaşık 20 bin dolar, gerçeğine çok yakın sahtelerinin fiyatı ise; yaklaşık 200 dolar olduğunu söyledi.

Her üç firmanın verdiği raporlar soruşturma dosyasına girdi.

İşin bir diğer boyutu da en az bu durum kadar ilginç.

Bu noktada, Ayhan Bora Kaplan'ın kendisiyle bağlantılı olduğu aralarında polisler ve adliye mensuplarının yer aldığı kimi kamu görevlilerine Rolex marka saat verdiği biliniyor.

Şimdi rüşvet kapsamında verilen saatlerin gerçek olup olmadığı tartışma konusu olacak doğal olarak.

Gizli tanık İtalya'da mı?

Yaşanan sürecin önemli ismi gizli tanık Serdar Sertçelik'in nerede olduğu konusu gündemde.

Polis müdürü Şevket Demircan'la yaptığı konuşmalarla tanınan Sertçelik'le ilgili Dubai'de olduğu iddiası var.

Kimi kaynaklarca ise Avrupa'da olduğu ifade ediliyor.

Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun danışmanı sıfatıyla bir dönem partide görev alan ve MHP'li kimliğiyle öne çıkan Ramazan Kubat'ın desteğiyle Sertçelik'in, Edirne'den yurt dışına çıktığı öne sürülüyor.

Tutuklanan Kubat'ın "çakarlı araç"la Şile'den Edirne'ye götürdüğü iddialar arasında.

Görüştüğüm kaynaklar ise bu konuda farklı bilgiye sahip.

Emniyet'ten görüştüğüm üst düzey bir isim, Sertçelik'in İtalya'nın kuzey bölgesinde olduğunun saptandığını ifade etti. Aynı yetkili, Sertçelik'in İtalya'da faaliyetlerini yürüten Barış Boyun suç örgütünün kontrolünde bulunduğu bilgisinin elde edildiğini kaydetti.

Bu aşamada yine önemli bir durum tespiti yapmak gerekiyor.

Bir süredir İstanbul'da motosikletli eylem timleriyle silahlı saldırılarıyla tanınan Barış Boyun grubunun acaba hangi siyasiyle bağı var?

22 korumalı polis müdürü

Bir başka taze bilgi.

Hakkında başlatılan adli soruşturma çerçevesinde tutuklanan Eski Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik'in adeta bir koruma ordusu tarafından korunduğu ortaya çıktı.

Otomobil alım satımı yapan oğluna da savcılıkça verilen karar doğrultusunda koruma verilmesini sağlayan Çelik'in tam 22 korumayla görev yaptığı anlaşıldı.

Çelik'in ayrıca zırhlı bir araca bindiği tespit edildi.

Çelik'in görevden alınmasıyla ortaya çıkan bu durum, yeni görevlendirme sonrasında iptal edildi.

Eski müdürün korumasında görev alan Özel Harekatçı polisler, tekrar şubelerine gönderildi.

Doğrusunu isterseniz, Diyarbakır'da 2001'de şehit edilen Ali Gaffar Okkan bile beş koruma ile görev yaptı.

Çelik'in korunması için 22 polisin görevlendirilmesi sırasında Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'in nasıl onay verdiği merak konusu haliyle.

Tutuklanan komiser neden tayin edildi?

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca başlatılan soruşturmada tutuklanan Komiser Ufuk Gültekin, bir süre önce Antalya'ya tayin istedi.

Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nce yürütülen Ayhan Bora Kaplan soruşturması sırasında görev alan Gültekin'in hangi gerekçe ile böylesi bir görevde yer almak yerine Antalya'ya tayin istemesi pek beklenen bir durum değil.

Müfettişler, Ankara Emniyeti'ndeki incelemeleri sırasında umarım bu konuyu da sonuca ulaştırmıştır.

İfade gizli tanığa nasıl ulaştı?

Polis müdürlerinin tutuklandığı bilgisinin kamuoyuna düşmesinin hemen ardından bir başka gelişme daha yaşandı.

Gizli tanık Serdar Sertçelik, hakkında adli soruşturma yapılan ve savcılıktan serbest bırakılan Eski Ankara Emniyeti Organie Suçlarla Mücadele Kerem Öner'in ifadesinin bir örneğini kişisel sosyal medya hesabından yayımladı.

Bu işi biz gazeteciler yapsa anında adli soruşturma başlatılırken, ilgili makamların halen sessiz kalması dikkat çekici.

Öner'in ifadesini yayımlayan gizli tanık Sertçelik'in belgeyi nasıl elde ettiği merak konusu.

İfade metninin bir örneği savcılıkta, bir örneği mahkemede, bir örneği de Öner'in avukatında var. Sorgusu yapılan Jandarma'da bile yok!

O halde ifade Sertçelik ifadeyi nasıl buldu?

Savcılığın gizli olması gereken hazırlık soruşturmasında yer alan ve aynı zamanda kritik bilgileri içeren belge, kriminal bir kişiye hangi koşulda ulaştı?

Gazetecilerin yapması halinde işin peşine düşen savcılığın, benzer hassasiyeti Öner'in ifadesinin Sertçelik'e ulaştırılması konusunda gösterip göstermeyeceğine zaman içinde tanık olacağız hep birlikte.

Sezgin Baran Korkmaz neden televizyona çıktı?

Böylesi gündem içinde dikkat çekici bir gelişme daha var ki, anlatmadan olmayacak.

Kara para aklama iddiasıyla ABD'de yargılanan iş insanı Sezgin Baran Korkmaz, hafta sonunda hükümete yakın bir televizyon kanalına demeç verdi.

Kanımca, bir yerlerde / birilerine verilen mesaj var kuşkusuz.

Aksi takdirde; Türkiye'yi ABD nezdinde zora sokan bir kişi, durduk yere iktidar yanlısı televizyon kanalına neden röportaj versin?

Muhatabına ya da muhataplarına "ayağınızı denk alın" mesajı değilse nedir acaba bu yayının amacı?

(T24)

20 Mayıs 2024 Pazartesi

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI (20 Mayıs 2024)


Kirada yüzde 25 sınırı kalkıyor: Mehmet Şimşek açıkladı! (Birgün)

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kirada yüzde 25'lik artış sınırının devam etmesi için "bir neden görmediğini" ve "devam etmesi için bir çalışma yapılmadığını" belirtti. Şimşek ayrıca, "Biz birtakım istisna ve muafiyetler hariç KDV'de bir artış öngörmüyoruz dedim" ifadelerini kullandı.(https://www.birgun.net/haber/kirada-yuzde-25-siniri-kalkiyor-mehmet-simsek-acikladi-530614)

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi hayatını kaybetti: Helikopterin enkazına ulaşıldı (Birgün)

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin bulunduğu helikopter, zorlu hava koşulları nedeniyle Doğu Azerbaycan eyaletinde dağlık arazide kaza yaptı. İran devlet televizyonu, dünkü helikopter kazasında Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan'ın yanı sıra Tebriz Valisi Malik Rahmeti ve İran lideri Hamaney'in Tebriz Temsilcisi Muhammed Ali Al-i Haşim'in de aralarında yer aldığı 9 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu. Kaza sonrası helikopterin enkazına ilişkin görüntüler de paylaşıldı. Ülkede 5 günlük yas ilan edildi.(https://www.birgun.net/haber/iran-cumhurbaskani-ibrahim-reisi-hayatini-kaybetti-helikopterin-enkazina-ulasildi-530582)

TÜGVA’ya kapılar kapanmıyor (Deniz Güngör-Birgün)

Vakıfların adeta arka bahçesi haline getirilen okullardaki faaliyetler bir adım daha öteye getirildi. İstanbul Valiliği, TÜGVA’nın okullarda stant açmasına, afiş ve pankart asmasına, sınıf ziyareti yapmasına izin verdi. Buna göre vakıf ortaokullarda kol gezecek.(https://www.birgun.net/haber/tugvaya-kapilar-kapanmiyor-530580)

Ayasofya'nın restorasyon ihalesini yine Erdoğan'ın arkadaşı Hasan Gürsoy aldı (Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)

Ayasofya’nın 31 milyon 250 bin TL’lik restorasyon ihalesini, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın arkadaşı Hasan Gürsoy’a ait Güryapı Restorasyon Taahhüt Şirketi aldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ayasofyanin-restorasyon-ihalesini-yine-erdoganin-arkadasi-hasan-2208663)

Yemekhanede pilotluk sınavı (Mustafa Bildircin-Birgün)

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nce düzenlenen pilotluk sınavı yemekhanede gerçekleştirildi. Pilot adayları, personel yemek yerken sınavı tamamlamaya çalıştı.(https://www.birgun.net/haber/yemekhanede-pilotluk-sinavi-530542)

Ret dalgası sürüyor: Schengen vizesine 10 yılda 511,4 milyon euro harcandı (Birgün)

Uzun süredir yaşanan yoğunluk ve ortaya çıkan sorunlarla gündeme gelen Schengen vizesindeki ret oranı, geçen yılın tamamında yüzde 21,7’ye dayandı. son 10 yılda ise Türk vatandaşlarının Schengen vizesine harcadığı tutar 551,4 milyon euroyu aştı.(RET ORANI 4 KATINA ÇIKTI)Türkiye’den yapılan Schengen başvurularının son 10 yıllık çıktılarına bakıldığında, 2014 yılında 883 bin 339 başvuruya karşın ret oranının yüzde 4,4 gibi düşük bir oranda kaldığı görülüyor. Bu tarihten itibaren hem başvuru sayısının hem de ret oranının kademeli olarak arttığı görülürken, pandemi yılları olan 2020 ve 2021’de başvuru sayıları 200 binlere inerek sert düşerken, ret oranları yüzde 10’un üzerine çıkmaya başladı. 2020’den 2023 yılına gelinceye kadar Türkiye’nin ret oranları sırasıyla yüzde 12,7; yüzde 16,6; yüzde 15,5 ve yüzde 16,1 olarak hesaplandı. Verilere bakıldığında, 2014-2017 yıllarında Türkiye’nin Schengen vizelerinde ret oranının ortalama yüzde 4,8 olduğu görülürken, son 4 yılda bu oranın 4 katını aşarak yüzde 16,6’ya yükseldiği görülüyor.(https://www.birgun.net/haber/ret-dalgasi-suruyor-schengen-vizesine-10-yilda-511-4-milyon-euro-harcandi-530606)

Huzurevlerine başvuru yapanların sayısı son 5 yılda yüzde 41 arttı (T24)
CHP Manisa Milletvekili Bekir Başevirgen, son 5 yılda huzurevi ile huzurevi yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerine yapılan başvurulardaki artışı CİMER’e sordu. Gelen yanıtta son 5 yıl içindeki yüzde 41’lik artış ise dikkat çekti.(https://t24.com.tr/haber/huzurevlerine-basvuru-yapanlarin-sayisi-son-5-yilda-yuzde-41-artti,1165675)

İSİG Meclisi: Son 11 yılda 2 bin 500 genç işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti (Evrensel)

İSİG Meclisi 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında Türkiye'de genç işçilerin durumunu özetleyen raporunu yayımladı. Rapora göre 2013-2024 yılları arasında en az 2 bin 500 genç çalışırken öldü.(https://www.evrensel.net/haber/518733)

2024’ün ilk 4 ayında 147 kadın katledildi (Evrensel)

CHP Milletvekili Gamze Akkuş, "Kadın cinayetlerinde yılın ilk 4 ayında, son dört yılın zirvesi yaşandı. Kadına şiddet ve kadın cinayetleri azaldı iddiasını veriler çürütüyor" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/518730)

Çanakkale'de toplu arı ölümleri: 'Basit bir şey değil' (Cumhuriyet)

Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde toplu arı ölümleri yaşanıyor. Kendisine ait 80 kovan arının büyük bir bölümünün öldüğünü belirten İskender Yıldırım (47) "Benim gibi 10'dan fazla arıcının kovanları aynı durumda" dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/canakkalede-toplu-ari-olumleri-basit-bir-sey-degil-2208621)

(derleyen: mstfkrc)