Orban, ‘yeni faşizm’ ve süreç olarak faşizm+Çapraz akıntılar birleşirken+Ortadoğu’da çapraz akıntılar - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

 

 Orban, ‘yeni faşizm’ ve süreç olarak  faşizm 

Macaristan’da, Victor Orban, altı partili “muhalefet ittifakı” karşısında ezici bir seçim zaferi kazandı. İttifakın lideri Marki-Zay“Sonucun böyle olacağını asla düşünmemiştik” demiş, eklemiş: “Yenilgimiz ülkedeki demokrasi eksikliğinin sonucudur”.  İlk tepkim (Twitter) “Seçimlerden önce aklınız neredeydi? Niye, insanları kandırıp seçimlere demokrasi varmış gibi girdiniz?” oldu. Sonra, Orban rejimi gibi rejimlere karşı mücadele edebilmek açısından önemli bulduğum iki konu üzerinde düşünmeye başladım: Birincisi, “Yeni faşizm” ve faşizmin süreç olarak gelişme özelliği. İkincisi de emekçi sınıfların, ekonomik çıkarlarına aykırı siyasi partilere oy vermeleri.

DEMOKRASİ VE SÜREÇ OLARAK FAŞİZM

Demokrasiye, “Kimin için” sorusunun ışığında, iki açıdan yaklaşabiliriz: (1) “Devlet biçimi” olarak demokrasi. (2) “Haklar ve özgürlükler” olarak demokrasi. Birincisi, coğrafyası, kurumsal özellikleri bir sınıfa atıfla tanımlanabilen (proletarya demokrasisi/ burjuva demokrasisi gibi) ve sosyalizm açısından, devlet sönümlenirken, “gerçekleşerek” sönümlenecek bir “yapıntı”. Öbürü ise genişleme, daralma “spazmları” içinde ve sosyalistler açısında sürekli genişleme yönünde ilerletilmesi gereken bir süreç.

Günümüzde, kapitalist demokrasinin sınırları “plütokrasiye” (yüzde 1) kadar daralmıştır; seçimlere indirgenmiştir; “haklar ve özgürlükler” ekonomik zeminlerinden koparılarak, kimliklerin özgürlük taleplerine hapsedilmiştir. Yeni faşizm işte bu kapitalist demokrasi içinde, toplumu kimliklerin hak talepleri üzerinden kutuplaştırarak gelişiyor.

Yeni faşizm, parlamentoyu işlevsizleştiriyor, yürütmeyi, kapitalist ekonominin yönetimini, kaynak dağıtma süreçlerini, lider-parti-hareket “bir”liğinin iradesine tabi kılıyor, yargıyı ve güvenlik güçlerini bu “bir”liğin yandaşlarıyla dolduruyor, basını ele geçirip eleştirileri susturuyor. Bu pratik, kültürü (hatta bireylerin bilişsel haritalarını) ırkçı, dinci, milliyetçi, eril ve homofobik bir ideolojiyle, liderlik kültüyle yeniden şekillendirerek ilerlerken “demokrasi”, her iki anlamda da giderek yok oluyor. 

Yeni faşizmde, seçim süreci, muhalefetin kazanmasını olanaksızlaştıracak (kamuoyu yoklamalarının sonuçlarını anlamsızlaştıracak) biçimde yeniden düzenleniyor. Demokrasi, genel seçimlere indirgenmiş olduğundan, seçimlerin yapılıyor olması yeni faşizmi gizlemeye devam ediyor.

Yeni faşizmin bu özelliklerini anlamadan, inşa sürecini durdurmayı başarmadan seçimlere odaklanan bir muhalefet pratiği, süreç olarak faşizmi meşrulaştıran, kazanımlarını koruyan bir fanteziye dönüşüyor.

EKONOMİK ÇIKAR, SİYASİ TERCİH

Liberalizmin kaba materyalizmi, bireyleri biyolojik varlıklarına indirger, esas olarak rasyonel ekonomik beklentilerle davrandıklarını düşünür. Bu beklentilerle hareket eden bireylerin kaotik toplamı olarak, “işleyen serbest piyasa” fantezisinin ve “kapitalist gerçekçiliğin” egemenliği için, bireylerin bilişsel haritalarının bu varsayımlarla oluşması gereklidir. 

Ne yazık ki bireyleri biyolojik varlıklarına indirgeyerek düşünme eğilimi, “materyalist” boyutundan dolayı sık sık sosyalistleri de etkisi altına alarak kapitalist gerçekçiliğin içine hapsedebiliyor. 

“Biyolojik varlığın” arzuları, beslenme, üreme ve barınma dürtülerinden kaynaklanırken toplumsal bir varlık olan insan, “biyolojik varlığını” belli bir toplum biçiminin ve kültürün koyduğu sınırlar, tanımlar içinde yaşıyor. “Biyolojik varlığın” arzuları da bireyin karşısına, bunları sınırlayan etkenlere ilişkin, adalet ve özgürlük kaygıları süzgecinden geçerek (yeniden tanımlanarak) geliyor; Marx’tan alırsak, “bilinçlerini” (ve benimsedikleri değerleri) “sosyal varlıkları” belirliyor. Bu nedenle, hayat pahalılığından yakınan, hatta greve çıkan emekçiler, çoğu kez ekonomik çıkarlarıyla değil, adalet, özgürlük anlayışlarıyla, ahlaki değerleriyle en uyumlu buldukları siyasi hareketleri destekleyebiliyorlar.

Son Macaristan seçimlerinde, geçmişte Türkiye’deki seçimlerde, bu sorunu rejimin (dinci, milliyetçi değerlerini) dilini benimseyerek aşmaya çalışmanın, pratikte seçmenin rejimi temsil eden değerlere olan güvenini artırdığını, rejimi destekleyenlerin tercihlerine sadık kaldıklarını gördük. Bu değerlere, bir de süreç olarak faşizmin getirmeye devam ettiklerini ekledik mi, ortaya genel seçimler açısından iyimser bir tablo çıkmıyor. 

                                                          ***

 Çapraz akıntılar birleşirken 

Pazartesi günkü yazımda, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da (KAO) gelişmeye başlayan “çapraz akıntılardan”, bunların birleştiği yerlerde anaforların oluşma olasılığından söz etmiştim. İsrail’de altı yıl sonra aniden tırmanmaya başlayan, bir haftada en az 15 kişinin yaşamına mal olan “terör” ilişkili olaylar, bu “akıntıların” Filistin-İsrail coğrafyasında birleşmeye başladığını gösteriyor.

YOKSULLUKTAN DAHA YOKSULLUĞA

Dünya Bankası araştırmalarına göre KAO, 2011-2018 arasında yoksulluğun en hızla arttığı bölge oldu. Özellikle aşırı yoksulluk (günde 1.9 dolar) oranı iki buçuk kat artarak yüzde 2.7’den yüzde 7.2’ye yükseldi. Pandemi bu yoksullaşmanın üzerine geldi. Dünya Bankası’nın Covid-19’un KAO’da Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkileri (Distributional Impacts of COVID-19 in the Middle East and North Africa Region) başlıklı raporunda, Gazze ve Batı Yakası’nda yaşayanların (Filistinlilerin) hane halkı gelirlerinin 2020 yılında en az yüzde 60 gerilediği hesaplanıyor. Pandemi, gıda güvenliğinin Batı Yakası’nda yaşayan, hayat standardı göreli olarak yüksek olan ailelerde bile çok kırılgan olduğunu ortaya koymuş. Filistin Merkezi İstatistik Bürosu verilerine göre 2020 yılında GSMH yüzde 11.5 oranında gerilemiş. Dünya Bankası araştırması, yoksulluğun Gazze ve Batı Yakası’nda, 2019’da yüzde 32.8’den 2020’de yüzde 34.7’ye yükseldiğini gösteriyor.

Ukrayna savaşının etkileri, bu gıda güvensizliğini ve yoksulluğu daha da artırıyor. Birleşmiş Milletler’in ticaret verilerine göre Ukrayna ve Rusya, birlikte, dünya buğday ihracatının yüzde 27’sini, ayçiçeği yağı ihracatının yüzde 53’ünü gerçekleştiriyorlar. Ayrıca Rusya çok önemli bir suni gübre ve hidrokarbon ihracatçısı. Savaşın aksatıcı etkileri devreye girmeden önce, pandemi tedarik zincirlerini zorluyor, fiyatları yukarı doğru itiyordu. Savaşın etkileri fiyat artışlarını hızlandırdı ve dünya ortalamasının iki katı buğday tüketen KAO ülkelerinde gıda tedarik sorunlarını daha da ağırlaştırdı. 

Bu koşullarda, gıda ve enerji fiyat artışlarının, “gıda güvensizliği” Gazze’de yüzde 68.5’e Batı Yakası’nda yüzde 40’a ulaşan Filistin halkının yaşam koşullarını, özellikle gergin ramazan günlerinde dayanılmaz bir düzeye itmesi beklenebilir. 

SEÇENEĞİ KALMAMIŞ BİR HALK

“Çapraz akıntıların” bir tarafında yaşam koşullarını, yoksulluğu daha da ağırlaştıran ekonomik dinamikler var. Karşı tarafında da geçen hafta sonu Necef’te İsrail, kimi Arap ülkelerinin ve ABD’nin dışişleri bakanlarını bir araya getiren toplantının ait olduğu dinamik var.

İran korkusu, KAO’da 1970’lerden bu yana geçerli ABD garantili güvenlik mimarisine olan güvenin azalması, Arap ülkelerini İsrail ile ekonomik, teknolojik bağlar kurmaya, istihbarat ve güvenlik konularında işbirliği yapmaya, ilişkilerini “normalleştirmeye”, yakın zamana kadar geçerliliğini koruyan “önce Filistin sorununun çözümünde ileri adım atma” koşulunu bir kenara koyarak İsrail’in bölgedeki varlığının meşruiyetini kabullenmeye itti. Necef toplantısında, öncesinde ve sonrasındaki diplomatik trafikte Filistin yönetiminin temsilcilerinin yokluğu dikkat çekiyor, böylece Filistin halkını “yoksulluktan daha da yoksulluğa götürmeye devam” eden koşullara bir de “unutulmuşluk” ekleniyordu. 

İsrail yönetimi artık, Filistin sorununu tartışmak istemiyor. Arap ülkelerinin yöneticileri Filistin sorununun artık ayaklarına dolanmasını istemiyor. Onlar istemiyor diye sorun ortadan kalkmıyor. Filistin halkı, yine patlamaya hazır bir bombaya benziyor: Genç nüfusun oranı yüzde 30 dolayında (bunun yüzde 62’si 20-29 yaşları arasında). Gençlerde işsizlik oranı yüzde 40’lara ulaşıyor. Bunlar için bırakın, bağımsız bir Filistin’i, normal bir insan gibi yaşamayı hayal etmek bile çok zor. Gelecek umudu kalmayan, sürekli aşağılanan bir halk ne yapsın?

Haaretz yazarlarından Gideon Levy, bu soruya perşembe günü köşesinde, yoğunlaşan terör olaylarını yorumlarken şöyle cevap veriyordu: “Gelecek için mücadele etmek isteyen Filistinlilere bir tek yol kaldı, o da terör yoludur. İsrail onlara şunu öğretti: Eğer şiddete başvurmazlarsa herkes onları unutacaktır… Yalnızca terörizm yoluyla hatırlanacak belki de yalnızca bu yolla bir şeyler elde edebilecekler”. Levy çok haklı ve “çapraz akıntıların” birleştiği yerde sert bir anafor oluşuyor. 

                                                           ***

 Ortadoğu’da çapraz akıntılar  

Ortadoğu’da gelişmeye başlayan “çapraz akıntıların” bir tarafında İran korkusu ve ABD’ye olan güvensizlik, diğer tarafında Ukrayna savaşının ekonomik etkileri var. Çapraz akıntıların birleştiği yerlerde anaforlar oluşur. 

DİPLOMATİK AKINTILAR HIZLANDI

Ortadoğu’da 1970’lerden bu yana geçerli olduğu varsayılan “güvenlik mimarisi” çökerken Arap ülkelerinin yeni bir “güvenlik mimarisi” arama çabaları hızlanıyor. Bu çabaların arkasında öncelikle Biden yönetiminin, Trump’ın “öldürdüğü” İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını önleme anlaşmasını canlandırma kararlılığı, dikkatini Ortadoğu’dan Rusya-Çin yakınlaşmasının olası sonuçlarına kaydırmaya başlaması, Afganistan’dan düzensiz ve ani çıkışı yatıyor.

Son yıllarda artan İran korkusu, küresel iklim krizini önleme çabalarının hidrokarbon endüstrisi üzerindeki etkileri, güvenlik kaygılarıyla ekonomik, teknolojik gereksinimleri birleştiriyor, Arap ülkelerini, İsrail ile ilişkilerini, “normalleştirmeye” doğru itiyordu. Bu süreç, ilk meyvelerini Trump döneminde, Ağustos 2020’de yapılan İbrahim Anlaşmaları’yla vermeye başladı. Önce Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), ABD ile yaptığı bir açıklamayla İsrail ile ilişkilerini “normalleştirdi”. Sonra, Sudan, Fas, Umman, Bahreyn ve Ürdün’ün “normalleştirme” açıklamaları geldi. Suudi Arabistan’ın, İbrahim Anlaşmaları’na katılmadığı, İsrail ile ilişkilerini üstü örtülü biçimde geliştirmeye devam etmeyi seçtiği görülüyordu.

Biden döneminde, Arap ülkelerinin “yeni güvenlik mimarisi arayışları” bağlamında diplomatik trafik hızlandı. Mart ayında, BAE Devlet Başkanı Şeyh Halife bin Zayid (ŞHZ), Suriye Devlet Başkanı Esad’ı misafir ederek herkesi şaşırttı. Hemen sonra, ŞHZ, İsrail Başbakanı Bennet ile buluştu. Bunu Bennet ile Mısır Devlet Başkanı Sisi buluşması izledi. Bunların ardından basına servis edilen bir fotoğrafta ŞHZ’nin kolunda Irak Başbakanı, Ürdün Kralı ve Sisi’nin birlikte yürüdüğü görülüyordu.

Bu süreç pazar günü İsrail’de, Necef’te gerçekleşen zirve toplantısıyla yeni bir aşamaya ulaştı. ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın İsrail ziyaretiyle çakışmak üzere, İsrail’in çağrısıyla toplanan zirvede, İsrail, Mısır, BAE, Fas, Bahreyn ve ABD dışişleri bakanları bir araya geldiler. İsrail gazeteleri, katılanların amaçları bir yana, “böyle bir zirvenin gerçekleşebilmiş olmasının simgesel önemini” özellikle vurguluyorlardı. Bir zamanlar Arap-İsrail yakınlaşması için Filistin sorununu şart koşanlar ise şimdi artık başka bir yerdeydiler. Ancak, Haaretz’de Landau’nun vurguladığı gibi, “normalleşme oldu diye Filistin sorunu aniden kaybolmayacak”El Cezire’den Bişara’ya göre “Ukrayna gibi Filistin’de büyük güçlerin rekabetine kurban ediliyor”.

BU KEZ FARKLI OLABİLİR

“Arap isyanlarının” ardından rejimlerin egemen sınıfları kendilerini kısa sürede toparladılar. Mısır ve Tunus’ta eski “adamların” yerini yenileri aldı. Suriye’de Esad rejimi, tüm baskıcı özellikleriyle birlikte, kanlı bir iç savaşta Rusya ve İran’ın desteğiyle ayakta kalmayı başardı. Bahreyn rejiminin isyanlara katılanları şiddetle cezalandırma, geri kalanını da sosyal harcamaları artırarak satın alma yöntemi “adamların” rejimlerinde genelleşti. Arap İsyanlarının dalgası, arkasında düş kırıklığı bırakarak geri çekildi.

Ancak son birkaç yıldır, Arap isyanlarını yaratan kültürel koşullar olmasa bile maddi koşullar hızla geri geri geliyor. Birincisi, “adamlar” toplumsal huzursuzluğu satın almak için kesenin ağzını açmışlardı ama çürümüş rejimlerdeki yaygın yolsuzluk ve hırsızlık, gençlere yeni iş olanakları sağlayacak ekonomik şekillenmelere izin vermedi. İkincisi küresel ısınma, su ve gıda kaynaklarını aşındırmaya hızlanarak devam etti, gıda fiyatları artma eğilimi de... 

Pandemi ve Ukrayna krizi tüm bunların üzerine geldi. Birincisi, toplumların dokusunu iyice seyreltir yöneticilerin beceriksizliklerini sergilerken, ikincisi, buğday, un, şeker, yağ gibi temel gıdaların, suni gübre, mazot, haşerat ilacı gibi tarım girdilerinin fiyatlarında ani artışlarla çok ciddi biri “refah çöküntüsü krizini”, derin bir açlık tehlikesini gündeme getiriyor. 

Ancak bu kez toplumsal huzursuzluk patlak vermeye başladığında “adamların” bu dalgayı satın alacak kaynakları da hızla tükeniyor. Bu kez farklı olabilir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Operasyonun asıl hedefi + SARRAF’IN JETİ RUSYA YOLUNDA - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 


Operasyonun asıl hedefi

Masamda yedi sayfalık bir karar var. Şöyle bitiyor: Eski Avcılar Belediye Başkanı Hanay Handan Toprak Benli hakkında soruşturma izni verilmemesine 05/04/2021 tarihinde karar verildi.”

Hemen altındaki imza tanıdık: İçişleri Bakanı Süleyman Soylu

Üstünden tam bir yıl geçti. Aralarında eski Avcılar Belediye Başkanı Benli ve belediye çalışanlarının da bulunduğu 11 kişi tutuklandı, 10 şüpheli ise serbest bırakıldı. İddialar arasında “ihaleye fesat karıştırma” ve “suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olma” vardı. 

Sabah gazetesinden okuyorum: “Yapılan tespitlere göre, Avcılar Belediyesi’nin 2014-2016 yılları arasında 2 ihalesi ile 4 doğrudan teminiyle ilgili FETÖ’nün belediyeler imamı Erkan Karaarslan ve birlikte hareket ettiği şüphelilerin ‘ihaleye fesat karıştırma’ suçunu işledikleri, ayrıca ihalede görevli personellerin de suça iştirak ettikleri saptandı.”

Yeni Şafak gazetesinden okuyorum: “Avcılar Belediyesi’ndeki ihale yolsuzluğuna yönelik üçüncü dalga operasyonun olabileceği belirtildi.” 

Daha önce de yazdım; keşke gerçekten cebimizden çalınan paraların peşine düşseler. Ama hayır, burnuma pis kokular geliyor. 

Çünkü: İçişleri Bakanı Soylu’nun bir yıl önce “ihalelerden sorumlu değildir” dediği eski Avcılar Belediye Başkanı Benli, benzer iddialarla bir yıl sonra “ihalelerden sorumlu tutularak” cezaevine gönderiliyor. 

Çünkü: FETÖ suçlamasından beraat eden Erkan Karaarslan’a yine “örgütün belediyeler imamı” denilip, yani onu merdiven olarak kullanıp belediyelere yeni bir operasyon başlatılıyor. 

Çünkü: Medyaya “yeni operasyonlar gelecek” haberleri sızdırılıyor. 

Ve çünkü: Seçim yaklaşıyor. 

Cezaevindeki Handan Toprak Benli, dışarıya mesaj göndermiş: “Bu süreçten aklanarak çıkacağıma eminim. Bu operasyonun şahsıma yönelik olmadığını, siyasi bir amaç taşıdığını bilecek kadar aklım var.”

Peki, tahmin edilen büyük siyasi amaç ne? 

Erkan Kararaslan ile çalışan CHP’li belediyelerin hepsine operasyon yapmak mı? 

Zamanında, Ekrem İmamoğlu’na kumpas kurması için Erkan Kararaslan’a yalan ifade verdirtmeye çalıştılar. Tutmadı, hatta Beylikdüzü dosyasından beraat çıktı. Şimdi yine İmamoğlu’nun Beylikdüzü belediye başkanı olduğu döneme dair yeni bir operasyon denemesi mi yapılacak?  

Son iki soru: 

Tutuklanan Handan Toprak Benli’nin genel başkan yardımcısı olduğu DSP, halen AKP ve MHP ile ittifak masasına oturma ihtimalini düşünüyor mu? 

Acaba Benli olası bir ittifaka karşı çıkmasının da bedelini ödüyor olabilir mi?

                                                               ***

SARRAF’IN JETİ RUSYA YOLUNDA


Ne uçakmış arkadaş”
, dedi karşımdaki. Baktı ki oralı olmuyorum, “Rıza Sarraf yine yaptırım mı deliyor” diye fısıldadı. Dikkatimi çekmeyi başardı, anlatmaya başladı: 

“Biliyorsun, Rusya-Ukrayna savaşı sonrası tartışma yaratan birçok yaptırım kararı alındı. Deniyor ki son iki ayda Rusya’ya uygulanan yaptırım sayısı 3 bin 646 oldu. Şimdi, Kanada merkezli uçak üreticisi Bombardier var. İşte o da geçenlerde bir açıklama yaptı. Ürettiği uçaklardan herhangi biri artık Rusya’ya uçarsa, onlara teknik bakım ve yazılım güncelleme gibi konularda destek vermeyeceğini ilan etti.” 

Tam sözünü bölecektim ki eliyle durdurdu ve devam etti:

“Bombardier’in ürettiği, Türkiye’de bilinen 12 ayrı uçak var. İşte onlardan biri de Rıza Sarraf’ın ünlü jeti. Hani, eski Nissan CEO’sunun Japonya’dan Lübnan’a kaçırılışına adı karışan uçak... Tabii, şimdi kuyruk numarası TC-RZA’dan TC-EAR’a çevrildi. Uçuran şirket ise Sülyak ailesine ait Genel Havacılık. Neyse, işte o ünlü uçak düzenli olarak Rusya’ya havalanıyor. Savaşın başladığı günden bu yana sürekli olarak İstanbul - Moskova arası uçuş yapıyor. Hatta en son 2 Nisan’da Rusya’dan Türkiye’ye dönmüş. Yani, nasıl oluyorsa Bombardier’in yaptırımını göze almışlar.”  

Karşımdaki kişi haklıydı; ne uçakmış arkadaş!

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Kusura bakmayın Ethem Sancak haklı! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

“Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız bir diplomat dedi ki ‘Biz Almanya’yı seviyoruz. O kadar çok seviyoruz ki, iki tane Almanya olsun istiyoruz.”

Hikâyeyi anlatan CIA’nın eski şeflerinden  Graham Fuller. Öykünün, son günlerin tartışmasıyla bir ilgisi var...

AKP’den tasfiye edilen MKYK üyesi Ethem Sancak geçmişte Aydınlıkçıydı. Sonrası biraz karışık. Bir dönem sahibi olduğu medya ile Ergenekon kumpasını destekleyen Sancak,   “tanık” olarak Zekeriya Öz’e şunları söylemişti :

“Ben iş hayatına atıldıktan sonra Doğu Perinçek’le aramızda herhangi bir ilişki kalmadı. Hatta beni kapitalist olmakla suçladığı için 1992’den beri görüşmemekteyiz. Kendisiyle herhangi bir irtibatım yoktur.”

Siyasi çizgisini FETÖ’cü savcıya şöyle anlattı:

“Ben TESEV’in de üyesiyim. Bu vakfın başkanı Can Paker’dir ve bu vakfın faaliyetlerini de Aydınlık grubu Sorosçu olarak vasıflandırmaktadır.”

Devamında Soros’un mücadelesini tanıtan Sancak, neredeyse “Sorosçuyum” diye bağırıyordu.

Eski Aydınlıkçılığın yanına, bir de Sorosçuluğu ekleyen Sancak, Fethullahçı da oldu. FETÖ’nün medyadaki vitrinlerinden Ekrem Tufan Aytav’ın “Aydınlık’tan Kaçanlar” kitabında, o da kaçış hikâyesini anlattı. Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret etmekle kalmamıştı:

“Başında Hocaefendi’nin bulunduğu hareket, ahlaklı Müslüman bireyi inşa etmek ve bunu bütün dünyaya yaymak ve örnekler oluşturarak insanlığı sürece çekmek noktasında fikri ve içtimai bir topluluk inşa etti. Kendimi bu harekete ait görüyorum.”

“Her aşk ilk aşktır” diyorlar ya...

Ethem Sancak da “tanıdıktan sonra gördüm ki böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” dediği Erdoğan sayesinde hem AKP MKYK’ye girdi. Onun desteğiyle savunma sanayisinin yıldızı oldu. Hem de Erdoğan’ı destekleyen Aydınlık’a geri döndü. Grubun kurumlarında görev almaya başladı.

SANCAK’IN İŞTEN ATTIĞI GAZETECİ

“Neci olayım abime” diyen Sancak’ı AKP de taşıyamadı. “Biz Amerikan’ın desteğiyle iktidara geldik” sözlerinden disipline verilince, istifa etmek zorunda kaldı.

Gerçi, Sancak’ın tasfiyesi için başka şeyler konuşuluyor. Geçen günlerde Rusya’ya giden Sancak, Türkiye’nin Ukrayna’ya Bayraktar satışını örtülü dille eleştirmişti. Sancak’ın Türkiye’nin Ukrayna’dan operasyonla getirdiği Hablemitoğlu cinayeti sanığı Nuri Gökhan Bozkır’la tanımlanamayan ilişkisi de buna tuz biber ekmişti. Öyle anlaşılıyor ki “Amerika desteği” sözleri bahane oldu.

Peki Sancak haksız mı? 

AKP-Erdoğan, ABD desteğiyle iktidara gelmedi mi?

Bunu belki de en güzel anlatan iktidara yakın bir gazeteci. Hem de Ethem Sancakzede bir gazeteci, Nasuhi Güngör.

Güngör, Erdoğan’ı eleştiren bir gazeteciydi. Sonrasında Erdoğancı olmuştu. Bu sayede TRT Haber ve Spor Yayınları Dairesi Başkanlığı’na kadar yükselmişti. Aynı zamanda Ethem Sancak’ın medyasında yazıyordu. Gelgelelim, Davutoğlu’yla gergin bir ilişkisi vardı. Onun başbakanlığı döneminde TRT’den tasfiye edildi. Hükümete yakın A Haber’de “AK Parti artık yoluna Ahmet Davutoğlu ile devam edemez” sözleri olay oldu. Söylediği gibi, AKP Davutoğlu ile devam etmedi ama o günlerde, Güngör durumun farkında olmayanların hedefine kondu. Sancak’ın gazetesindeki işine de son verildi. Davutoğlu’nun gidişinin ardından iade-i itibar verilen Güngör, bugün Meclis Başkanı’nın danışmanı.

Nasuhi Güngör’ün AKP iktidarına giden yolda ABD desteğini ele aldığı “Yenilikçi Hareket”  isimli bir kitabı var. “Camianın içinden bir gazeteci” olarak Güngör’ün yazdıkları, dönemi anlamak isteyenler için el kitabı gibi.

ABD’NİN LİDER ADAYI

Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın, 1 Ekim 1994’te başlayan ABD gezisini değerlendiren Nasuhi Güngör, “Türkiye medyasının ağırlıklı yorumu, ‘Hoca’nın vize almak için ABD’ye gittiği’ şeklindeydi” ifadelerini kullanıyor. Ancak Erbakan’ın ABD’de yaptığı konuşmaların kendisine olan şüpheleri artırdığını söylüyor. Ruşen Çakır’ın bu gezi sürecinde konuştuğu iki ABD’li diplomata dayanarak Güngör şu aktarımı yapmış:

“Çakır’ın adını vermediği diplomatın sorusu ise neredeyse geçen altı yılın gündemini ortaya çıkaran bir vurguya sahipti: ‘Bu partide genç bir lider adayı yok mu?’ Görüşmede bulunan bir başka diplomat ise Çakır’ın ifadesiyle soruyu daha da geliştiriyordu. ‘Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğe soyunduğu doğru mu?’”

Güngör’e göre, ABD’nin, “Erbakan’a karşı Erdoğan” formülü, o yıllara dayanıyordu.

Güngör, ABD’nin Erdoğan’ı keşfinin tarihinde bir yolculuğa çıkarak şu ifadeleri kullanmış:

“Erdoğan daha RP Beyoğlu İlçe Başkanı iken dönemin ABD Büyükelçisi Morton Abromowitz’le tanıştırılmıştı.”

Görüşmelerin devam ettiğini söyleyen Güngör, 15 Ekim 1996 tarihinde, Abromowitz’in Erdoğan’ı belediye başkanlığı makamında ziyaretine konuyu getiriyor. Büyükelçinin Erdoğan’a “Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz” dediğini hatırlatan Güngör, devamında şunları yazıyor:

“Bu görüşmenin ardından Erdoğan’la ilgili ‘Erbakan’ın veliahtı’ benzetmeleri yerini hızla, ‘geleceğin lider adayı’na bıraktı”.

ABD’DEKİ LOBİLERLE GÖRÜŞME

2002 yılının ilk ayında çıkan kitap, AKP henüz iktidara gelmeden, arkasındaki dış desteği resmen tanımlamış gibi. Güngör, Erdoğan’ın yeni bir harekete hazırlanış hikâyesinde, sırtındaki büyük elin ABD olduğunu da gözler önüne seriyor.

Güngör’ün, yıllar sonra seçim kampanyasında gündeme geldiğinde geri adım attığı o satırlar da bu kitaptaydı:

“Erdoğan, 2000 yılı mayıs ayında ABD’ye yaptığı gezide, uzun süredir orada yaşayan Fethullah Gülen’le de bir araya geldi.”

Erdoğan’ın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan ceza almasının ardından, ABD İstanbul Başkonsolosu Caroline Huggins tarafından destek ziyaretiyle onurlandırıldığını hatırlatan Güngör, bunun Ankara ile Washington arasında krize neden olduğunu söylüyor. Ancak Washington, Erdoğan’ın arkasında olduğunu, bizzat Dışişleri’nin yaptığı açıklamalarla dile getiriyor.

Güngör devam ediyor:

“Tayyip Erdoğan, son birkaç yılda sık sık gerçekleştirdiği ABD ziyaretlerine, genel olarak ‘dil öğrenme’ ya da ‘çocuklarımla tatil yaptım’ şeklinde açıklamalar getirdi. Ancak her ziyaretinde, ABD’deki önemli lobilerle uzun görüşmeler yaptı. (…) Erdoğan, parti kurulmadan kısa bir süre önce, 4 Temmuz 2001 ‘de ABD’nin bağımsızlık günü dolayısıyla yapılan kutlamalara katıldı. Amerikan Büyükelçiliği’ndeki kutlamalarda Erdoğan’a ilgi gerçekten çok büyüktü.”

İslamcıları pek seven Graham Fuller de yazının başında verdiğim hikâyeyi anlatarak, Erbakan Hareketi’nin bölünmesini ABD’nin desteklediğini anlatıyordu. Güngör’ün aktardığına göre, bu dönemde AKP’yi kuran Yenilikçi Hareket, Erbakan hareketini ABD desteğiyle bölerek, iktidar yürüyüşünü başlattı.

Haliyle bir jöle kadar kolay şekil alan Sancak, belki de geçerken söylediği doğru söz nedeniyle, Mevlana-Şems ilişkisine benzettiği aşkından yara aldı. 

Gelecek mi? 

Mevlana’nın dediği gibi, “acı, acıyla iyileşir, aşk ise daha büyük bir aşkla”

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

TARİHTE BUGÜN (6 NİSAN)


OLAYLAR:


      

ÖLÜMLER:


      

 

Atatürk’ü kullanarak gericiliği savunmak - Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

 Bugünlerde Atatürk’ü kullanarak gericiliği savunmak yine hız kazandı. 

Türkiye Gençlik Birliği (TGB), basın bülteni göndermiş. TGB Genel Başkanı ve Uluslararası İlişkiler Bürosu Başkanı, 28-30 Mart’ta Pakistan’ın Ketta kentinde düzenlenen İslami Gençlik Kurultayı’na katılmış ve Taliban hükümeti yöneticilerinden Ketta Başkonsolosu Gul Hassan ile görüşmüşler.

“Başkonsolosluğa, Türkiye’de nasıl giyiniyorlarsa aynı o şekilde girdiklerini, onların inancına hassasiyet gösterip başörtüsü takmalarına gerek olup olmadığını sormalarına rağmen ‘Burası Pakistan’ dendiği için başı açık girdiklerini” belirtmişler... Sonra da bülten boyunca “Taliban’ın halkçı olduğunu, Sovyet ve ABD emperyalizmine karşı çıktığı için ilerici olduğunu” anlatarak kız öğrencilerin okuması meselesinde Gul Hassan’ın söylediklerini aktarmışlar: 

“Kadın ve kız çocuklarının eğitim alması, toplumsal yaşama katılmasını istiyoruz. Batıcı eğitim sistemini sürdürmeyeceğiz, kendi eğitim sistemimizi oluşturacağız. Benimsediğimiz İslam inancına göre kız ve erkek çocuklarının ayrı eğitim görmesi gerektiğine inanıyoruz. Öngördüğümüz eğitim için gerekli altyapıyı oluşturma çalışması 6 ay ile 1 yıl içerisinde sonlanacak. Bu süreç tamamlanınca herkes eğitimine rahatlıkla devam edecek.”

***

Taliban gibi köktendinci bir terörist örgüt için bu yaklaşım şaşırtıcı değil ama hem laikliğin ve Cumhuriyet devrimlerinin savunucusu olduğunu iddia etmek hem de bu açıklamayı olumlamak oksimorondur.

Şöyle demiş TGB Başkanı Dilek Çınar:

“Kız ve erkek çocukların ayrı okuması, evet, Türkiye gibi Atatürk Devrimi’ne sahip bir ülke için tercih edilecek bir sistem değildir. Ancak Afganistan, kendi toplumsal gerçeğine göre bir direniş çıkarmış, yeni ve bağımsız hükümet kurmuştur. Nasıl ki başka ülkelerin eğitim sistemleri bizim tercihlerimize göre belirlenmiyorsa, gururlu bir halk olan Afgan halkı da kendi gerçeklerine göre hareket edecektir. Kız çocuklarının da eğitim ve toplum hayatına katılacağını Taliban yöneticileri ifade etmektedir.”

Cumhuriyet Devrimi’ni tek bir niteliği ile ele alıp onu mücadele ettiği gericiliği aklamak için kullanamazsınız. Logonuza Atatürk resmi koyup bunu yaparsanız, bu ancak Atatürk sömürüsü olur.

Cumhuriyet Devrimi, tam bağımsızlığı savunur, antiemperyalisttir, halkçıdır, laiktir. Bu devrimin en önemli direklerinden biri olan laikliği önemsizleştirip sadece antiemperyalizm niteliği üzerinden değerlendirme yapılamaz. Ayrıca Taliban antiemperyalist de değildir.

Hâlâ anlamayanlara anlatalım...

*** 

Kendi besleyip büyüttüğü köktendinci terörist örgüt El Kaide’nin peşine düşme bahanesiyle Afganistan’ı işgal eden ABD’nin, 20 yıl sonra bu ülkeden çekilmesi tartışmasız iyidir. Bunda kuşku yok.

Ancak çekilmeden sonra Amerikalılar ile Katar’da masaya oturup ABD’den Merkez Bankası rezervlerine yönelik yasağı kaldırmasını istediğini ve iki ülke arasında yeni bir sayfa açılmasını amaçladıklarını söyleyen Taliban hükümetidir. 

ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararından sonra Afgan ordusunun çöküşü hızlanınca Taliban, boşluktan faydalanıp gücü ele geçirdi. Herkesin bildiği gibi Taliban, sadece “medrese öğrencileri” değildi; Pakistan İstihbarat Servisi’nin maaşlı elemanlarıydı. Ellerindeki silahları verenler ve onları eğitenler emperyalistlerdi.

ABD’nin eğitip silahlandırdığı iki şeriatçı güç (IŞİD ve Taliban) arasındaki savaştan sonra iktidarı ele geçiren Taliban üyeleri, terör üzerinden para kazanan cihatçı militanlardır.

Taliban, ilerici değildir. Gericilik sadece emperyalistlerle işbirliği yapmakla sınırlı olamaz; kadınların toplumsal alandaki haklarını din üzerinden sınırlayan şeriatçılar gericidir. 

Katliamlar düzenleyen, çocukları ve gençleri zorla silah altına alan, Afgan halkının hayatına kısıtlamalar getiren, kadınların birçok hakkını yok eden ve belirledikleri kurallara uymayanları vahşice cezalandıran Taliban, Batı’nın eseridir. 

Taliban’ı aklayacaksanız bunu sadece kendi adınıza yapın, hem emperyalizme hem de şeriatçı gericiliğe karşı aynı anda mücadele veren laik bir devrimi ve Atatürk’ü bu utanca alet etmeyin.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET


Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...