21 Şubat 2014 Cuma

‘Kullanın Onu!’ ‘Kullanın Beni!’ - MERİÇ VELİDEDEOĞLU

“Onu kullanın!”, “Süpürüp atmayın!” diye yana yakıla haykıran “Zapsu”nun bu yalvarışını “ABD”nin kabul etmesiyle, ülkemizin getirildiği durum ortada... 
Ötekine, “Kullanın beni!” diye beden diliyle de yakaran “Bebek Katili”ne gelince...
Teslim alınıp “İmralı”ya getirilen terörist başı “A. Öcalan” kendisini sorgulayan “J.K. Alb. H. Atilla Uğur”a o böyle sesleniyor “1999” yılının “Şubat”ında. 
“Terör örgütü PKK” konusunda uzmanlaşmış olan Alb. H. A. Uğur; günlerce süren bu sorgulamayla, “Öcalan”ı yargılamanın yolunu açacaktır. “TSK”nin “terör”konusunda, terörle “savaşım” konusunda uzmanlaşması kuşkusuz hiç kolay olmadı, dolaysıyle “E. Alb. H. A. Uğur”un da -bir bakıma ailesinin de...

Yıllar sonra “terörist” suçlamasıyla tutuklanıp yargılandığı “Silivri”de, sözde“Ergenekon Davası” sürecinde eşi “Pakize Uğur”dan dinlemiştim, öğlenleri verilen bir “ara” sırasında. Tutukluların da katılmasıyla, mahkeme salonunda jandarmalarla çevrili küçük bir alanda yapılan bu buluşmalar, “Başkan Yargıç Köksal Şengün”ün bu “insancıl” tutumuyla gerçekleşirdi... 
“Pakize Uğur” yakınmayan bir sesle: “Oğlumuz henüz dört yaşında; ‘Mardin’deki lojmandayız; bir gün aniden roketler yağmaya başladı her yönden; ilk anda insan ne yapacağını şaşırıyorsa da gerekeni yine yapıyor; iç koridora boylu boyuncauzanıyoruz; oğlan bunun oyun olmadığını anlıyor, sokuldukça sokuluyor bana...”“1993”te “Mardin Kızıltepe”ye “PKK”nin yaptığı o yoğun acımasız saldırıyı püskürttüklerini anlatarak konuşmaya katılmıştı “Alb. H. A. Uğur”. ’90’lı yıllarda, “Turizm”i baltalamak amacıyla “Antalya”da başlatılan “terör”ün önüne geçilmesi için görevlendirilen Alb. H.A. Uğur: “1997-1998’de altı ay geceli gündüzlü takip ve çarpışmalarla iki terörist grubunu etkisiz hale getirdik; böylece Antalya’da ‘terör’yapamayacaklarını anladılar!” dedi. 
Kısa bir suskunluktan sonra: “Öcalan, ‘1999-2001’ yıllarında, kendi örgütünü‘bitirme’ noktasına gelmişti; hiç kimse terör örgütünün eylemselliğini ‘kaybetti’ğini inkâr edemez!” diye ekledi. 
Evet öyleydi; ne ki çoktan hazırlanmış “BOP”un da yaşama geçirilme süreci başlatılmış, “2002”de “R.T. Erdoğan” sahnede yerini almıştı. 
Yavaş yavaş tırmanışa geçirilen “terör” -plan gereği- şiddetini artırınca da -öngörüldüğü gibi- sıra “masa başı”na gelecekti, getirilecekti; bilindiği gibi öyle de oldu. Bu duruma; “terör örgütü ile pazarlık” yapılmasına “E. Alb. H.A. Uğur”şiddetle karşı çıkar; “Terörist başı ‘Apo’ya elini veren kolunu; kolunu veren bütün vücudunu kaptırır!” diyerek “uyarılar” yapar. 
Böyle bir yapıda olan “Öcalan”; günün deyimiyle söylersek tam bir “enstrüman”dır,“ABD”, “AB” dolaysiyle “BOP” için. Kuşkusuz bunun anlamını çok iyi bilen “Alb. Uğur” -pazarlıkta- “TC Devleti”ni temsil eden “MİT”çi “H. Fidan”ın, “SayınÖcalan!” demesine karşı çıkar haklı olarak. 
Çünkü “Terörist başı”na uygun görülen bu söz, “saygı”dan “öte” bir seslenişti; bir tür “eşitleme”ydi; ardından geleceklere “yol” açmaydı ki, bunun örneğini de verir“Alb. Uğur”. 
“Pazarlık” masasına “PKK” adına oturan -sicilli teröristlerden olup aranan- “S. Ok”a, “M. Karasu”ya, “Z. Aydar”a; “Güneydoğu’daki ‘devlet’ görevlilerinden ‘şikâyetçi” olduğunuz ‘kimse’ var mı?” diye sorar, “Öcalan”“sayın” diyen o ağız. 
“AKP” iktidarınca böyle adım adım; sindire sindire yürütülen “Açılım Süreci”ne,“Açılım ihaneti” diyen “Alb. Uğur”; bu “bölünme açılımı”nı, “savunma”sında da ele alarak halkı bilgilendirmeyi sürdürmüştü, “7 Şubat 2012”deki duruşmada. 
O gün “Silivri”de izlediğimiz bu yargılama sürerken; Ankara “MİT Olayı”yla, kısacası“H. Fidan”ın soruşturma için “savcılığa” çağrılmasıyla çalkalanıyordu. 
Anımsanacağı gibi “MİT” ayaklanmış; “hükümet” çırpınıyor; “PKK” ile müzakere masasında “Başbakan”ı dört dörtlük temsil edip “bölünme açılımı”nı -başarıyla(!)- yürüten “H. Fidan”ı canla başla korumak için... 
“Başkent”t“Fidan” uğruna “kıyamet” kopa dursun, “Silivri”de duruşma bütün sıcaklığıyla sürüyor: “Alb. Uğur” bu “pazarlığın”“PKK”yi “siyasallaştırma”ya götüreceğini ve bunun sonuçlarını da ayrıntılarıyla anlatıyordu... 
“Bugün” ne denli “haklı” olduğu bir bir ortaya dökülüyor. 
Peki, “terörist” olmakla suçlanıp “2008”den bu yana “tutuklu” olan “E.J. Kd. Alb.Hasan Atilla Uğur” kim? 
Ülke, “o iki enstrüman”dan da kurtulmalıdır...  

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

16 Şubat 2014 Pazar

Savcınızı Nasıl Alırsınız? - MUSTAFA BALBAY

Bu gidişle Meclis çalışmalarının sağlıklı yürüyebilmesi için Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün görev alması gerekecek. 
Meclis çatısı altında adeta yasa çalışması değil, yasa çatışması yaşanıyor. İktidarın her ne pahasına olursa olsun Meclis’ten geçirmeye yemin ettiği metinlere “yasa”demek olanaksız. Bunlar olsa olsa hükümetin “geçici yönetmelikleri” olabilir. Zira her biri kullanıldıktan sonra birkaç mevsim içinde yeniden değiştirilecek icraat araçları. 
AKP’li vekiller sadece parmak kaldırarak, o da yetmezse kavga ederek maddeleri oylamalara katıldıkları için, zaman zaman karışıklıklar da yaşanıyor. Birçoğu geçen maddenin amacının ne olduğundan habersiz. Grup Başkanvekili Muharrem İnce, AKP milletvekillerinin evet oyu verdiği bir maddeye hayır oyu vermeye koşullandıklarını bildiği için şaka yollu etrafına dönüp şunu önerdi: 
“Arkadaşlar, yasadaki bu maddeye biz evet oyu verelim, AKP’liler de bize bakıp hayır oyu verir. Hükümetin getirdiği taslağı reddetmiş olurlar.”
***
Meclis’in bu haftaki çalışmasında komisyonlardan Genel Kurul’a kadar yargıyı yeniden biçimlendirme girişimleri gündemdeydi. 
Demokratikleşme paketi diye topluma yutturulmaya çalışılan 22 maddelik değişiklik öylesine hukuk dışı maddeler içeriyor ki, bunlardan üç örnek versek her şeyi anlatmaya yetecek. 
AKP sözüm ona adil yargılamayı sağlamak için hâkim ve savcıların kendi hatalarından doğan bir başka yargı kararıyla kesinleşen tazminat davalarında parayı kendilerinin ödemesi ilkesini getirmişti. Mehmet Haberal, bu ilkeye dayanarak Ergenekon savcılarını dava etmiş, tutukluluğa devam kararının haksız verildiğini, bu dava yoluyla tescil ettirmişti. Mahkeme Ergenekon yargıçlarının tazminat ödemesine hükmetmişti. 

Eğer bu mahkeme kararı uygulansaydı, başta Ergenekon yargıçları olmak üzere tutukluluğun ve tutukluluğa devam kararının altına imza atanlar daha dikkatli davranacaktı. 
Ergenekon’da tahliyelerin gelebileceği telaşına kapılan hükümet, 2010 yılında apartopar yasayı değiştirdi. Hâkim ve savcılara hükmedilen tazminatların devlet tarafından ödenmesini “ileri demokrasi”“adil yargılama” diye Meclis’ten geçirdi. 
Devran döndü, aynı yargıç ve savcılar bu kez tutuklama kararlarını 17 Aralık süreci için kullanmaya başladılar. Tabii devran dönünce AKP de döndü... 
Gündemdeki değişikliklerle hâkim ve savcıların tazminatlarını artık devlet değil, kendileri ödeyecek.
***
Yine gündemdeki bir başka değişiklikle hakkında soruşturma yapılan bir kişinin mal varlığına el konulması için mahkeme heyetinin oybirliğiyle karar vermesi gerekecek. Bu oylamadan önce de MASAK, BDDK ve benzer kurumların raporu istenecek. 
Bu değişikliğin Türkçesi şu: 
Mallara el koymak olanaksızlaşacak. 
Buna karşın bir kişiye müebbet hapis cezası vermek için oybirliği değil oyçokluğu yeterli olacak. 
Bir başka değişiklik de katalog suçlar diye tanımlanan listede. Yasanın suç saydığı fiilleri işlemek üzere örgüt kuranlar artık katalog suçlar listesinden çıkarılıyor. Bunun Türkçesi de şu: 
17 Aralık sürecindeki soruşturmalara dayanak oluşturan delillerin neredeyse tümü dosya dışına çıkartılacak. Meclis’teki pakette ayrıca adli kolluk hakkında soruşturma yetkisi de Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlanıyor. 
Bütün bunları topladığımızda 17 Aralık sürecinde yolsuzlukla suçlananlar bütün koruma zırhlarının ardından ifade vermeleri gerekirse kendilerine şu sorulacak: 
Savcınızı nasıl alırsınız?  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Maraş’tan Kabataş’a Yalanın Kanlı Tarihi - CAN DÜNDAR

Maraş katliamı bir yalanla başladı: 
Çiçek Sineması’nın yakınında bir ses bombası patlatılıp ülkücülerin saldırıya uğradığı söylendi. Kente, “Aleviler Sünnilere saldıracak, camileri yakacak” söylentisi yayıldı. 
Yalanın bilançosu: 
7 gün süren katliamda 150’ye yakın insan öldü.
***
Sivas katliamı bir kışkırtmayla başladı: 
Yerel bir gazete “Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar” manşetiyle çıktı. Yobazlar cuma namazı çıkışı kışkırtıldı, Aziz Nesin ve arkadaşlarının kaldığı otel kuşatıldı. 
Kışkırtmanın bilançosu: 
7 saat sonunda 35 insan katledildi.

***
Malatya katliamı bir palavrayla başladı: 
“Türkiye’de 40 bin kilise var. Misyonerler dört bir yanda cirit atıyor. Her yerde İncil dağıtıyorlar. İslam elden gidiyor” diye konferanslar verdiler. Solcu geçinenleri inandırıp demeçler verdirdiler. 
Palavranın bilançosu: 
Malatya Zirve Yayınevi’nde çalışan biri Alman, ikisi Türk üç Hıristiyan, boğazları kesilerek öldürüldü.
***
Böyle kanlı tarih sicili olan bir ülkede, hem de Gezi eylemi sırasında, polisin direniş karşısında parktan çekilmek zorunda kaldığı aşamada, “elleri deri eldivenli, üstleri çıplak, başı badanalı 70-100 kişilik bir grubun, yanında 6 aylık bebeği olan başörtülü bir kadını taciz ettiği, saldırdığı, yerlerde sürüklediği” yalanını üretirseniz, bunun adı “katliam davetiyesi”dir. 
Bu yalanı üreten akla, “iftiracı” denir. 
Bu yalanı kullanan Başbakan“halkı kin ve düşmanlığa sevk” etmiş demektir. 
Bu yalana ortak olanlar da “işbirlikçilikle, tahrikçilikle” itham edilir. 
Ortalığı böyle karıştıranlar, “İnanmak istemeyen inanmaz. 
Kimseye ispat etmek zorunda değilim” deyip işi kapatamaz. 
Siyaset meydanında konuyu bu kadar kullanan partinin sözcüsü, “Ben ne bileyim, Başbakan’a sorun” deyip kaçamaz. 
Bu propaganda savaşında gönüllü rol alanlar, “Hay Allah, yanıltılmışım” deyip sıyrılamaz. 
Vebali, tarihte yazılıdır; büyüktür.
***
Şükür ki, bu kez kitle sağduyuluydu. 
100 bine yakın insanın Taksim’i doldurduğu, İstanbul başta bütün ülkenin ayakta olduğu, meydanlara barikatlar kurulduğu bir günden söz ediyoruz. 
Böyle bir dönemde, insanların birbirine girmemesi, Başbakan’ın ısrarlı tahriklerine kulak vermemesi, işin, “başörtülü mağdurlar tacizci laikler” kavgasına sürüklenmemesi, tamamen sağduyunun eseridir. 
Umalım ki bu, dışardan birilerinin dolduruşuyla birbirini doğraya doğraya un ufak olmuş bir halkın, artık siyasetçinin, gazetecinin yalancısına güvenmemesinin, kolayından dolduruşa gelmemesinin neticesidir. 
“Camilerimize birayla girdiler. Yolda kızımıza saldırdılar” diye kürsülerden ısrarla yalanlar haykıran, sonra dün iki yalanı birbirine karıştırıp, “bira şişesiyle kızımıza saldırdılar” yalanını uyduran ve inananları kışkırtan sesin, tarihte benzer seslerin yaktığı aydınlara, kestiği kafalara, sıktığı kurşunlara bakıp “Bir katliamı da ben tetiklemiş olmayayım” diyerek öfkesini yatıştırması ve özür dileyip susması gerekir. 
“Kızcağızın eli uf olmuş, psikolojisi bozulmuş, ne çok gözyaşı dökmüş” diye ağıt yakanların da o günlerde vahşice dövülerek öldürülen, arabalar altında ezilen, gaz fişeğiyle katledilen, kör edilen, sakat bırakılan gençleri ve hâlâ mahkeme kapılarında hak arayan ailelerini hatırlayıp biraz utanması gerekir.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

15 Şubat 2014 Cumartesi

‘Etiler’deki Şirket de AKP’li Çıktı...- ÇİĞDEM TOKER



İnternet yoluyla haberdar olduk. 
Geçen aralıkta durdurulan “ikinci dalga” operasyonun Fezleke’si, rant iştahının vahşiliği konusunda hayalleri zorluyor. 
Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın gizli ortağı olduğu iddia edilen Bosphorus 360’ın, Etiler Polis Okulu arazisine sahip olabilmesi için yapılanlar; “ikinci dalga”nın neden durdurulduğunu da izah ediyor. 
Gayrimenkul uzmanlarının en düşük 1 milyar dolar değer biçtiği bu arazinin, bir rant merkezine dönüştürülmesi için başvurulan yol ve yöntemlerin toplamına baktığınızda“yolsuzluk mühendisliği” denebilecek tekniklerle karşılaşıyorsunuz. 
Takdir edilesi bir sabırla zamana yayılan bu yöntemler arasında Fezleke’ye sığmayanlar da var. 
Ama önce, dört bir koldan seferber olunan “büyük adımlar”ı sıralayalım: 
- Eylül 2012: İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi arazinin devrini sağlayacak protokol için Başkan Kadir Topbaş’a yetki verilmesini öngören raporu onaylıyor. Protokol hazırlıkları başlıyor. 
- Şubat 2013: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin imar planı değişikliği talebini onaylıyor. 32 bin metrekarelik araziye 2.5 emsal inşaat izni veriliyor. Ve 100 bin metrekarelik ticaret ve turizm merkezi yapılması kayda giriyor. Yükseklik? Serbest bırakılıyor. Kamuoyuna yapılan açıklamalarda belediye şirketlerinden KİPTAŞ’ın devrede olduğu duyuruluyor. 
- 24 Temmuz 2013: Bitmiyor... Bakanlar Kurulu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2 Temmuz tarihli yazısı üzerine, -fay hattından uzak olduğu bilinen- Etiler Polis Okulu arazisini “riskli alan” ilan ediyor. Karar Resmi Gazete’de yayımlanıyor. 
“Riskli alan” sihirli kavram... Bir sürü “ayak bağı” yasadan kurtuluyorsunuz...
***
Devlet, bu “altyapıyı” ince ince örerek hazırlarken Bosphorus 360’ın sahibi CengizAktürkUsame Kutup, Yasin Kadı’nın oğlu Muaz el Kadı, projenin maketi üzerinde çalışıyor. 
İnternete sızan Fezleke’ye göre: 
- KİPTAŞ’ın İmar Müdürü, İstanbul Defterdarlığı’nca açılacak arazinin değer tespit ihalesini takip ediyor. 
- Bosphorus 360’ın araziyi istediği fiyatlardan almasını sağlamak için ihaleye katılacak şirketleri saptıyor. 
- İhaleye Donatı ve Çizgi Gayrimenkul Değerleme firmaları katılıyor. Fezleke’ye göre ihale Donatı Gayrimenkul şirketine veriliyor. 
Donatı Gayrimenkul’ün Ticaret Sicili kayıtlarına baktığımızda, büyük ortak olarakİbrahim Etem Yiğitol’un adına rastlıyoruz. 
415 bin lira sermayeli şirketin sahibi Yiğitol, “resmen” AKP’li bir isim... 
Halihazırda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis üyesi. Güngören ilçesinden seçilmiş. 
2004 yerel seçimlerinde AKP’den Esenler Belediyesi Meclis üyesi seçilen Yiğitol, burada 5 yıl boyunca İmar Komisyonluğu Başkanlığı da yapmış. 
İyi değil mi? 
Fezleke’de adı geçen ikinci firma Çizgi Gayrimenkul şirketinin sahibi ise GaffarYıldırımer
Onun adı da durdurulan 2. dalganın gözaltı listesinde geçmişti. 
İnternete sızan Fezleke’de bu ihalenin “şeffaflığı” espri konusu olmuş. 
Olur tabii. Hayata geçirilemese de yeterince eğlenceli bir hikâye... 
Polis adayları eğitim görsün diye yapılan bir okul, 100 bin metrekarelik rant merkezine dönüşüyor; kolay mı? 
Devralan belediye, imar planını değiştiren belediye, onay veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, “riskli alan” ilan eden Bakanlar Kurulu, değer tespit ihalesini ayarlayan belediye şirketi, değer tespiti yapacak olan şirketin sahibi belediye meclis üyesi... Para basacak rant merkezini kuracaklar ise Başbakan’ın çevresi... 
“Organize İşler” bir filmin çok ötesi.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Batsın Böyle Gazetecilik - NİLGÜN CERRAHOĞLU



Medyanın sefaletinin son perdesini izlerken yirmi gün önce TGC’de andığımız Mumcu’yu düşündüm. 

Gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur” diyordu Uğur Mumcu gazeteci” tanımını yaparken: “Sır saklayan, haber, bilgi kaynağını gizlemesini bilen; gerektiğinde hükümetlere, güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan gazetecidir!” 
Türk basınına adını altın harflerle yazdıran Mumcu; geçen gece Cüneyt Özdemir’in programında “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu benmiyim?” diyerek “Alo Fatih” durumunu açıklamaya çalışan Fatih Altaylı’yı görse acaba ne derdi? 
‘Onurlu yirmi gazeteciden biri’ 
“Bu olay bilinen medyaya baskısının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir... Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim” diyen Altaylı’ya Mumcu acaba neler söylerdi? 
Türkiye’nin yaşadığı en feci askeri darbe dönemlerinde araştırmacı gazeteciliğin âlâsını yapan/yapabilen Mumcu’yu düşünün bir; bir de “Alo Fatih” gazeteciliğini. 
Aradaki fark bir taraftan askeri-sivil baskı dönemleri istibdatını karşılaştırmak açısından somut bir ölçü sunarken bir yandan gazeteciliğin nasıl trajikomik hal aldığını, giderek hatta katlanılması güç bir karikatüre indirgendiğini gösterecektir. 
Sadece Altaylı mı? 
‘Çok acı bir öykü’ 
Gezi’nin sanal “Kabataş” mağduru için; “Ben cesur bir kadın tanıdım o gün...Kalabalık bir grup tarafından darp edilen, tacize uğrayan, bebeği ve kendisi içinölümüne korkan, olur da şikâyette bulunursa sokakta tekrar başına bir şey gelir mi kâbusu gören... Travmaya tanık oldum, konuşmasına, bana bakamayışına, olayı konuşurken bebeğini odada istemeyişine... Ellerini hiçbir yere koyamayışına... Geç gelen ama sonrasında hiç bitmeyen gözyaşlarına... 
Kâbuslarına, sütten kesilmesine değinmiyorum bile... Ruhunda telafisi imkânsız darbeler yaratmış bir şey yaşadı Z.D. Başına gelmeyen kalmadı. Ne acı” diye hiç olmayan/olmamış bir saldırının psikolojisini nakleden Balçiçek İlter’in “kullanışlıgazeteciliği” için ne derdi acaba Mumcu? 
“Çok ama çok acı bir öykü, maalesef gerçek. MOBESE görüntüleri dahil pek çokşey var, savunulur tarafı olmayan bir olay” diye aynı masala kefil olan bir İsmet Berkan için ne derdi? 
‘Gazeteciliğin bittiği an’ 
Esad röportajı için “gidilmeyecek!” komutu aldıklarında gazetecilik adına direnç sergileyemeyen gazetecileri görse Mumcu ne derdi? 
O gazetecilerden biri olan Amberin Zaman, -olaydan 1.5 yıl sonra!- dünkü köşesinde “Türkiye’de gazetecilik bitti!” dediği anın, o meşhur Esad röportajı vetosunu yedikleri an olduğunu yazdı! 
Kuzey Kore’ye az kaldı… 
Mumcu sonra Başbakan Rajoy’la Erdoğan’ın ortak basın toplantısında yaşananları ve o basın toplantısını izleyen El Pais yazarının Ankara’dan gönderdiği dehşetengiz değerlendirmeleri okusa ne derdi? 
Bir kreşendo halinde Erdoğan’ın yükselen öfkesini kayda geçen; bu meyanda başbakana soru sormak gafletinde bulunan bir gazetecinin muhatap kaldığı fırçaya ve yalnızlığına tanık olan Avrupalı medya mensubunun “Bir gazetecinin bu kadar açıkçatehdit edilmesine şimdiye kadar hiç tanık olmamıştım!” diyen tweet’lerini görse ne düşünürdü? 
Listeyi uzatmak mümkün. 
Örnekleri yan yana koyduğunuzda, yuvarlanılan çukurun Mumcu döneminde kullanılan; “yandaşlık/yalakalık” gibi kavramların ötesine geçtiği görülüyor. 
Olmayan saldırıları olmuş gibi anlatan… 
Buna karşın açık saldırı karşısında başını öte yana çeviren bu “Alo Fatih” gazeteciliği artık “yandaşlık” sınırını geçip bildiğimiz Goebbels propagandasına bağlanmış. 
Erdoğan’ın “Bu gazetecilik batsın!” temennisi sonunda gerçek olmuş ve Türkiye’de gazetecilik batmış… 
AKP’nin iktidarda olduğu son 10 yılda, Türkiye, basın özgürlüğünde 56 sıra gerileyerek 180 ülke arasında 154. sıraya savrulmuş. 
Mumcu dönemine gitmeyip bilançoyu AKP yılları ile sınırladığımızda uluslararası basın örgütleri tarafından kayda geçilen bu korkunç tabloyla karşılaşıyoruz. 
Sınır Tanımayan Gazeteciler”in son raporuna göre Türkiye, basın özgürlüklerinde dünya ülkeleri arasında 2005’teki 98. sıradan -yani ortalardan!- listenin kuyruğundaki 154. sıraya düşmüş. 
Bir üstümüzde Irak, bir altımızda Gambiya var! 
Ha gayret! Kuzey Kore’nin rekorunu yakalamaya az kaldı. 
AKP birkaç yıl daha başımızda kalırsa 180. sıraya doğru hızla koşarak ıskaladığımız bu rekora da ulaşabiliriz!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

13 Şubat 2014 Perşembe

‘Alo Fatih’in Sıradanlığı…- NİLGÜN CERRAHOĞLU

“Kötülüğün Sıradanlığı”nı keşfeden Hannah Arendt’ın filmini yeni gördüm. Festivalde kaçırmıştım… 


’50’li yıllarda yazdığı “Totalitarizmin Kökenleri” isimli kitabıyla baskıcı sistemlerin çözümlenmesinde çığır açan ve sağ/sol “totalitarizmlerin” mantığını, işleyişini mercek altına tutan ilk büyük düşünür olan Arendt, arkadan “Kötülüğün Sıradanlığı” adındaki diğer ünlü eseriyle dünyayı sarstı. 
Alman yönetmen Margarethe von Trotta, iki yıl önce bu olay düşünürle kitabını filme aldı. 
Nicedir izlemeyi düşündüğüm filmi dün gördüm. Mutlaka sizin de DVD/internetten izlemenizi salık veririm. 
Film, SS subayı Adolf Eichmann’ın yakalanması ve İsrail’de yargılanmasıyla başlıyor. 
Nazizmden kaçarak ABD’ye sığınan Arendt, o yıllarda New York’ta New School’da ders veriyor ve New Yorker tarafından Eichmann davasını izlemek üzere İsrail’e Kudüs’e gönderiliyor. 
Mahkemede Eichmann’ın ifadeleri ve sergilediği sıradan tavırların doğrudan tanığı olan Arendt New York’a dönüşünde, siyasi düşünce tarihinde devrim yaratan“Kötülüğün Sıradanlığını” yazıyor. 
Aslında insanlar, Nazizmin en has temsilcilerinden olan Eichmann’ın, diğer insanlardan farklı bir “öcü” olmasını bekliyor. 
Ama Arendt, “Hayır yanılıyorsunuz!” diyor: “O içinizden biri. Sizden hiç farklı değil. O bu kadar içinizden biri olduğu için; aslında kötülük hep bu kadar alelade ve sıradandır!” 
Faşizmin dayanağı 
Bu kadar sıradan biri o korkunç cürümleri peki nasıl işliyor/işleyebiliyor… sorusuna ise Arendt, “Basit”yanıtını veriyor: “Aklını kiraya vererek!” 
Eichmann, sisteme seferber ettiği “aklını” bizzat kendi adına kullanmaktan kaçındığı için, artık “iyi-kötü”/“doğru/yanlış” farkını ayırt etmeyi unutuyor! 
“Büyüklere sadakat” her şeyin üstüne çıkıyor… 
Bu, kariyer kaygısıyla birleştiğinde, ahlaki tüm değerler uyuşuyor. 
Herkes az çok, bu akıl tutulması sonunda “Eichmann-laşıyor”. 
“Benim” diyerek kendisini savunuyor Eichmann: “Yahudilerle alıp veremediğim yok.Ben yalnız bana verilen emirleri ifa ettim!” 
Bunu faşizmin, (“Eichmann sorununun”) en can alıcı yönü olarak tanımlayan Arendt, bu şekilde kötülüğün rutinleştirildiğini / sıradanlaştırıldığını söylüyor: 
“Eichmann sorununun en feci tarafı; Eichmann gibi nicelerinin olması -ki bukişilerin hepsi, ürkütücü ölçüde ‘normaller’ diyor: “Sadist ya da sapık değiller. Bu‘normallik’, yapılan tüm canavarlıkların toplamından daha ürkütücü. Çünkü‘normallik’ şablonuyla hareket eden şahıslar, beter suçları işlerken bir ‘yanlış’ içinde olduklarının ayırdına varmıyorlar…” 
‘Rezaletin sorumlusu ben miyim?’ 
Filmden çıkıp eve döndüğümde, Fatih Altaylı’nın 5N1K’da Cüneyt Özdemir’e verdiği “ses kayıtları” söyleşisiyle karşı karşıya geldim. 
Altaylı’ya “Nazi” yakıştırması yapmıyorum ama maşallahı var; o da var gücüyle “AloFatih”in sıradanlığına sığınıyor! 
“Hiçbirimizin birbirimizden farkı yok!” diyor: “Hepimize baskı var. Özel sohbetlerimizde bunları birbirimize ifade etmiyor muyuz? Medyaya baskı nedir başka türlü? Rica ederiz bunları kullanmaz mısınız mı diyorlar sanıyorlardı… Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu ben miyim? Ben olabildiğince onurlu bir şekilde bu gazeteyi çıkarmaya çalışıyorum. Bugüngazetecilik onuru ayaklar altındadır, her gün bir yerlerden talimatlar yağıyor… Bu olay, bilinen medyaya baskının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir… Ben gidersem gazete kalır mı, emin değilim… Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim. Kimse de bana ruhunu şeytana satmışsın demiyor.” 
“Yoktur farkımız! Hepimiz aynı şartlardayız. Şartlar ne elverdiyse ben onu yaptım!”kontenjanından kendisini bir çırpıda aklayan Altaylı; bu “rasyonalizasyonu” öyle noktalara vardırıyor ki “Armstrong’un aya ayak basmasıyla” örnek biçtiği olaydan neredeyse kendisine bir kahramanlık payesi çıkarıyor. 
İstibdat ‘tabu’ olmayınca 
Krizin en korkunç yönü bu. 
Olan bitenden kimsenin utanıp sıkılmaması… 
Bir kez olsun bir vicdan muhasebesi, yüzleşme gereksinimi duymaması... 
Niye? 
Çünkü toplu akıl tutulmasında, herkes aklını rutine dönüşen “Alo Fatih”e teslim etmiş… 
“Toplu rezaletin sorumlusu ben miyim?” deyip çıkıveriyor işin içinden… 
Sorun, münferit Fatih Altaylı meselesi değil. 
“Alo Fatih” dalgasını Türkiye, bir doğa olgusu izler gibi izliyor. 
Güneşin doğuşu ve batışını izler gibi veya bir doğa afeti izlercesine olayların arkasından sürükleniyor. 
Baskının bunca sıradanlaştırılması, rutinleştirilmesi ve içselleştirilmesi, son kertede baskıyı yapanı güçlendiriyor. Daha cesaretlendirerek pervasızlaştırıyor. 
Öyle olmasa Başbakan hodri meydan çıkıp, “Habertürk’ü aradıysam ben aradım!”der mi? 
İstibdadın “tabu” olmaktan çıkması, maskeye artık gerek bırakmıyor.  

Bu Koşullarla Güvenli Seçim??? - EMRE KONGAR

Eski Anayasa Mahkemesi Genel Sekreteri ve raportörü Bülent Serim’in, odatv’de 9 Şubat 2014’te, “Adil bir seçim nasıl olur” başlığıyla yayımladığı incelemeden alıntılara, SEÇSİS, UYAP, Baraj ve Af konularıyla devam ediyorum. (Siyahlar benim. E.K.)

***
SEÇSİS ve UYAP. ...SEÇSİS’in altyapısı olmadığından, UYAP’ın (Ulusal Yargı Ağı Projesi) altyapısı kullanılarak veri gönderimi sağlanmaktadır. Yani seçim sistemi, seçmen kütüğünde yapıldığı gibi, siyasal iktidarın, Adalet Bakanlığı’nın iyi niyetine terk edilmiş bulunmaktadır. 
Bu sistemde, ilçelerden yapılan veri girişlerinin, donanıma müdahale edilerek,eklenecek bir korsan yazılım ile merkezi bilgisayara farklı biçimde iletilmesi olanağı vardır ve bu durum uzmanlar yanında üretici firma tarafından da kabul edilmektedir... 
Böyle olduğu içindir ki, Almanya ve Yunanistan bu sistemden vazgeçmiştir. 
...Bilgisayar destekli seçim sisteminden vazgeçilmelidir. Bu yapılmayacaksa, en azından sandıktan çıkan sonuçların tam olarak yansıtıldığına güvenilmesi için, seçim sonuçlarının, sandık tutanaklarından ilçe ve il toplamlarına ulaşabilmeyi olanaklı kılacak ayrıntıda yayımlanması gerekmektedir.
***
Baraj, temsilde adaletsizlik: 
Seçim sisteminde yer alan yüzde 10 Türkiye barajı yüzünden... 2002 genel seçimlerinde geçerli oyların yüzde 34.43’ünü, toplam seçmenin yüzde 25’inin oyunu alan AKP, Meclis’te 363 sandalyeyle yüzde 66 temsil olanağına kavuşmuştur. Denklem akıllara ziyan biçimde şöyle oluşmaktadır: Yüzde 25 =yüzde 66. Bu denklemi çözebilene aşk olsun! 
Yüzde 10 barajına takılıp Meclis’te temsil edilmeyen oy toplamı 14.5 milyondur. 
...Unutulmamalıdır ki yüzde 10 barajı, yurttaşların anayasadan kaynaklanan “seçme”hakkını da ellerinden almaktadır.
***
Seçim suçlarına af, suç işlenmesinin de yolunu açıyor. 
...4 Temmuz 2012 gününde kabul edilen yasayla... 2010 referandumunda ve 2011genel seçimlerinde seçim suçu işleyen tüm suçlular affedilmiştir. 
Bu ilerisi için olumsuz, ama seçimlerin ne kadar demokratik(!) olduğunu göstermesi yönünden önemli bir göstergedir.
***
Bülent Serim, iki gündür özetlediğim incelemesinde, bugüne ışık tutmuş ve gelecekte neler yapılması gerektiğini belirlemiştir. Okunmalı ve saklanmalıdır. 
Not: “Sandık başındayız” adlı bir gönüllü grup, seçim güvenliği için çalışıyormuş. Adresleri: “sandikbasindayiz. org”, Twitter “@ Sandikbasindayz”.  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

10 Şubat 2014 Pazartesi

Kanal İstanbul Cinayeti - ÇİĞDEM TOKER

En az 7 büyüklüğünde deprem beklenen bir metropolde canınızın istediğini yapabilir misiniz?
Başbakan Erdoğan kararlı. 

İstanbul’u, içinden deniz geçen iki şehre dönüştürecek Kanal İstanbul projesini “çok yakında” ihale edeceklerini açıkladı.
Marmara ile Karadeniz birleşecekmiş.
Uzunluğu 44 kilometre. Derinliği 25, genişliği de 150 metre.
325 bin dönüm alan üzerine iki şehir kurulacak.
Dile kolay; 5 milyar metreküp toprak boşaltılacak.
Bu toprağın yarısı, -gerçekte Kanal İstanbul’un bir parçası olan- 3. Havalimanı’nda kullanılacak. Pazarlığı çoktan yapıldı.
Annemize küfreden müteahhit ve diğerleri “tepe tepe” kullanacak...
Ki, İstanbul’u doyuran tarımın yapıldığı topraklardır onlar.
Resmi Gazete “acele kamulaştırma” kararlarıyla tıka basa dolu.
TOKİ “Üç ayda boşaltın” diye beş köye yazıları gönderdi bile.
Köylüler şaşkın: 22-55 TL değer biçilmiş. Paraya tamah ettiklerinden de değil. En çok yerlerinden edilecek olmak ağırlarına gidiyor.
***
İhaleyi yapacak kurum henüz belli değil. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, “Biz yapmayacağız” dedi, bunu biliyoruz.
Havalı olsun diye Panama ve Süveyş’e benzetiliyor.
Maliyeti? 10 milyar dolar deniyor. Ne ki, Panama ve Süveyş’i iyi bilenler “mümkün değil” diyor. Çıkardıkları maliyet 40-50 milyar dolardan aşağı değil...
Bütün dünya, yeni bir küresel krize karşı tetikteyken, bu konjonktürde, bu finansmanı hangi bankalar sağlayacak, aynı firmalara bu kadar büyük ölçekli üst üste proje için kim riske girer; soran yok...
Amaç; İstanbul Boğazı’nı rahatlatmak, Karadeniz’e yeni su yolu açmakmış. Yük gemileriyle tıkanan İstanbul Boğazı, su sporları ve gezi teknelerine ayrılacakmış...
İstanbul halkının tek derdi, Boğaz’da su sporları yapmaktı zaten...
Taksim Meydanı düzenlenirken çekilen çile ortadayken...
5 milyar metreküp için patlatılacak dinamiti, çalışacak iş makinelerini, gürültüyü, hava kirliliğini, göçük tehlikesini düşünün...
***
Bilim adamları feryat ediyor:
Biri, “Panama ve Süveyş Kanalı’nda sadece iki deniz birleşiyor. Denizlerin birbirine akıntısı yok. Sadece bize özgü olan bu eko sistem geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilecek” diyor.
“Deniz canlıları, su havzaları, verimli tarım alanları, ormanlar mahvolacak. Kanalın alt akıntısı olmayacağı çini bütün kanalizasyon devasa borularla Karadeniz’e verilecek” diyor öteki.
Ne gam.
2011 seçimlerinde, reklamcılık yöntemiyle merak uyandırılarak “Çılgın Proje” diye duyurulan Kanal İstanbul, şimdi de yerel ve ardından gelecek genel seçimlerin propaganda aracına dönüşmüş görünüyor.
Ayakkabı kutularından saçılan rüşvet paralarını, kara para aklama operasyonlarını, medyaya, anketlere müdahaleyi unutalım diye...
“Müteşebbis ruhu zedelenen” müteahhit boşuna küfretmiş olmasın diye...
5 milyar metreküp toprağın, tarım arazisinin ahı tutmaz mı sanılıyor...
Doğa bu. “Taammüden cinayeti” karşılıksız bıraktığı hiç görülmemiş.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Yolsuzluğun Ekonomi-Politiği - ERGİN YILDIZOĞLU

Rüşvet, yolsuzluk, bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, “yasal boşluklarda” aniden çoğalır (“Benim memurum işini bilir”). Bir siyasi rejimden diğerine geçmeye zorlanan toplumlardaysa rüşvet, yolsuzluk adeta salgın hastalık düzeyinde bir patlama sergiler. Bu yüzden bu konuyu (hele beraberinde bir baskı, sansür rejimi de geliyorsa) bireylerin ahlak bozukluklarının ötesine geçerek anlamaya çalışmak gerekiyor.

Bir geçiş dönemi semptomu 
Benzer bir yolsuzluk, rüşvet patlamasına, 1990’larda SSCB’nin çöküşünün ardından ve neoliberalizm, küresel çapta yerleşik ekonomik yapıları, anlayışları, kültürü yıkarak, yaşamın her alanını metalaştırarak yayılırken tanık olmuştuk. O zaman konu üzerinde düşünürken aktardığım kimi akademik araştırmalara, o yazılarıma ne yazık ki bugün ulaşamıyorum, ama kimi önemli savları anımsıyorum.Bu araştırmalardan biri yolsuzluğu, rüşveti, toplum hızla değişirken oluşan yeni,henüz yasalaştırılamamış ekonomik ekinlik alanlarında ortaya çıkan hizmet ya da mal alışverişi olarak tanımlıyordu. Piyasa ilişkileri yeni alanlara girerken, sermayenin birikimi sürecinin gereksinim duyduğu kimi yeni hizmetler ve mallar ortaya çıkıyor. Sermaye bir talep oluşturuyor, ancak bunu yasal yollarla karşılayamıyor. Henüz yeni yasalar oluşmadığından (bu işlemler yasadışı iken) kimi devlet görevlileri, iktidara sahip ya da yakın siyasiler bu hizmetleri, malları belli bir fiyata karşılamayı belki önce ahlaki zayıflıktan, ama sonra artan oranda sermayeden gelen basıncın etkisiyle üstlenebiliyorlar. Bu “geçiş dönemi” tamamlanırken, yeni yasaların (“reformların”) devreye girmesiyle bu patlama yatışıyor.
Bir süredir tanık olduğumuz, rüşvet ve yolsuzluk patlaması üzerinde bu “modelden”hareketle düşünmeyi deneyebiliriz. Önce “Hangi geçiş süreci” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Bence bugün ülkeye dayatılan, bir toplum modelinden bir başkasına geçiş sürecidir.
Daha önce yayımlanan yazılarımdan yararlanarak tanımlamaya çalışacağım gibi, bu,kapitalist devletin, kapitalist sınıfların (sermaye birikim sürecinin) önceliklerine göre şekillenmiş parlamenter demokratik biçiminden, siyasal İslamın, liderliğini yapan Sünni-Müslüman entelijensiyanın kendi sınıfsal özelliklerine göre şekillenmiş otoriter bir kapitalist devlet biçimine geçiş sürecidir.
Totaliter otoriterlik fırtınası 
Osmanlı toplumunun egemen sınıfının, çok özel konumundan dolayı, bugüne kadar varlığını sürdürmeye devam eden bir fraksiyonu, Müslüman entelijensiya, 2000’li yılların başında “iç ve dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımlanan bir “durum”içinde, liberal entelijensiyanın da katkılarıyla yeni bir “tarihsel blok” kurmaya başlayarak devletin yönetimini ele geçirdi.Bu entelijensiya devletin olanaklarını kullanıyor, kendini egemen (kapitalist) sınıfın içinde hegemonik fraksiyon olarak kurma yönünde yeni adımlar atarak ilerliyor.
Bu entelijensiya, bir tür (dini-ahlaki) bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, bu bilginin,giderek de güncel yaşamın bilgisinin (haber ve yorumların) dolaşım kanallarıyla araçlarının, kendi tekelinde bulunmasını varoluşunun önkoşulu, toplumsal ekonomik artığa, kapitalist birikim süreçlerine ulaşmasının aracı olduğunu biliyor. Hızla bir kapitalist sınıf fraksiyonuna dönüşmekte olan bu tabaka (entelijensiya) projesinde iki yoldan ilerliyor.
Birincisi, tekeline almaya çalıştığı bu özel bilginin, toplumun simgesel evrenini tüm farklı söylemleri (ulusal kimlik, etnik-dini aidiyetlerden, komünizme kadar) dışarı atarak doldurması, ait olduğu hakikat rejiminin egemen olması için, devletin disiplin, cezalandırma araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü elinde topluyor. Aynı anda devletin ideolojik aygıtlarının denetimini ele geçirmeye başlıyor, kendi tekelindeki bilgiyi üretmeye daha yatkın yeni ideolojik aygıtlar (tekke, zaviye, hiyerarşik unvanlar) kurmaya hazırlanıyor.
İkincisi, mikro düzeyde, bu “yeni düzene” uygun yeni bireyin üretilmesi sürecini,nüfusun yeniden üretimini (nüfus politikası), bunun alacağı biçimleri (aile-cinsel pratikler, tercihler), bedenin estetiğini (giysi, görünüm) mekânda ve zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri ve ritüelleri) denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik rejimini egemen kılarak yönetmeye çalışıyor.
(Cemaatle, Başbakan’da temsil edilen kesimin arasındaki savaş bu “bilginin”, üretimini, denetimini kontrol etmekle yakından ilgilidir.)
Bu süreç, yalnızca eleştirel aklın ufkunu kapatmakla kalmıyor, özgürlüklerin konuşulmasına olanak veren kavramları silmeye, konuşulabilir olanın sınırlarını belirlemeye başlıyor. Siyasal İslamın bu yönetim anlayışının inşa sürecinde büyük rol oynayan, bir kere seçilirsem istediğimi yaparım anlayışı, vesayet, darbe, paralel devlet kavramları, medya, internet üzerinde denetim kurma kararlılığı, karşımıza bir totaliter devlet, bir organik toplum projesi koyuyor.Bu proje, demokrasinin seçimlere, siyasi iktidarın hükümete, hükümetin de lidere indirgendiği, yalnızca “egemen hakikat rejimiyle” çelişen değil, lideri eleştiren, hükümetin uygulamalarını sorgulayan seslerin de susturulduğu, devlet-toplum ayrımının kalktığı bir organik yapı kurmayı amaçlıyor.
Bu proje devletle toplum arasındaki ayrımı kaldırmayı amaçladığından, rüşvet,yolsuzluk suçlamalarının zeminini oluşturan “ekonomi-siyaset ayrı alanlardır”, “devlette görev alanların, bu konumlarından dolayı ekonomik ayrıcalık, kazanç elde etmeleri ahlaken yanlış, yasal olarak suçtur” varsayımlarını anlamsızlaştırıyor.
Devlet-toplum, ekonomi-siyaset ayrımının kalktığı bu “organik toplumda”, devlet kurumlarına, güç noktalarına erişebilenlerin, bizim durumumuzda Müslüman entelijensiyanın, bu erişimden hareketle toplumsal artığa ulaşma olanağı elde etmesi, bu olanağı kullanarak servet yığmaya başlaması, medya vb., kültürel araçların neyi, ne zaman dillendireceğine karar vermeye başlaması da artık yeni yasalara, egemen ahlak sistemine aykırı olmayan sıradan bir durum olmaya başlıyor.Bu proje, siyasilerin kişisel ihtiraslarından, seçimlerin dönemsel etkilerinden kapitalistdevleti, ekonomiyi korumak, sermaye sınıfının uzun dönemli çıkarlarını güvence altına almak üzere şekillenmiş güçler ayrılığını, bağımsız medya geleneğini, organik devletin oluşturulmasının önündeki engeller olarak görüyor.
Bir taraftan “Ya bu projenin sahipleri bir kez daha seçimleri kazanırlarsa” diye düşünüyorum. Diğer taraftan aklımıza şu sorular geliyor: Devlet yoluyla toplumsal artığa el koyabilenler, ideolojik araçlar (bilgi) üzerindeki egemenliklerini kaybetmeleri durumunda, iktidardan düşerler mi? Bu düşüş biriktirdikleri servetleri kaybetmelerine yol açar mı?” Böyle bir toplumsal tabaka/ sınıf iktidardan uzaklaşmamak için, “her yolu” denemez mi? Bu sorular yüzünden de “iyi ki seçimler var” diyen “stratejik cahillik” beni rahatlatamıyor. 

ERGİN YILDIZOĞLU
Cumhuriyet 

8 Şubat 2014 Cumartesi

Eşik - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bir ülke demokrasi ve dikta karması “ara/hibrid rejimden” nasıl tiranlığa dönüşür?Bir yerlerde bir kritik eşik atlaması var mıdır?
Varsa o eşik nasıl aşılır?İnsan, eşiğin aşıldığını fark eder mi?Büyük bir eşiğin aşıldığını ben ilk kez, bundan bir buçuk yıl kadar önce Esad röportajına gidecek gazetecilerin hodri meydan... Başbakan’ın çevresi tarafından açık biçimde sansürlendiğinde düşünmüştüm.
Kanal D’den Mehmet Ali Birand...
Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök...Habertürk’ten Amberin Zaman...
Gibi tanınmış ve deneyimli gazeteciler, büyük bir habercilik olayı olarak tasarlanan röportajdan, sırf Başbakan “hazzetmiyor” diye, ayarlanan randevulara karşın göz göre göre vazgeçmişlerdi...
Bu toplu boyun eğişe bir tek Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer karşı koyabilmiş, günlerce konuşulan söyleşisini Şam’da gerçekleştirmişti.
Ama şok... Şok... Şok... Olaylar bununla kalmamıştı.
Utku, Esad röportajını izleyen ilk AKP kongresinden gümbürtülü biçimde yasaklanmıştı.
Gazetemizin Ankara temsilcisinin elinden, diğer bazı muhalefet gazeteleri temsilcileriyle beraber, Türkiye’nin siyaset tarihindeki bir ilkle bir parti kongresini izlemek hakkı alınmıştı!
Başbakanlık’tan “tak-şak” yönetilen sansürü sonra Başbakan -yine göz göre göre!-“Etmem, mecbur muyuz (davet) etmeye?” diyerek savunmuş; “Her türlü hakareti yapacaksın, buna rağmen davet edeceğiz. Yok böyle 25 kuruşa simit!” diye açıkçameydan okumuş; “Basına engel konulmazmış, biz zaten koymuyoruz. O medya bize saygısızlık ettiği zaman ona haddini bildirmek de bizim cevabımızdırsözleriyle hepimize gözdağı vermekten çekinmemişti.

Dönüm noktası“Dönüm noktası Esad söyleşisi” diye o zaman yazmıştım:
“Hatırlarsanız, haziran sonunda Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’dan Türkiye’nin ‘önde gelen’ sayılı gazetecileri için randevu alınmış, ancak Başbakan’ın konuya şiddetle vaziyet etmesiyle randevular iptal edilmişti.
Sözüm ona meslekte saçlarını ağartmış kerliferli adamlar, röportaj taleplerini kuzu kuzu geri almakta tereddüt göstermemiştiDünya standartlarında bir gazetecilik olayı olan Esad söyleşisinden vazgeçmeyi aklından dahi geçirmeyen Ankara temsilcimiz, Şam yolundan mesleki tutarlılık ile geri dönmemiş, bu cesareti gösteremeyen diğer meslektaşlarının ayıbını tek başına gidermiştiÜlkemizde sık rastlanmayan bu dört dörtlük profesyonel ‘gazeteci duruşunu’ ihtimaldir ki Başbakan kendisine -çok yanlış biçimde!- açık bir meydan okuma olarak algıladı ve bu olaydan sonra Cumhuriyet’e karşı hepten bir ‘El mi yaman, bey mi yaman?’ havasına girdi. Gazetecilik kriterleri içinde değerlendirilmesi gereken bir konuda, gazetemiz ve Çakırözer’e karşı önüne çıkan ilk fırsatta açık meydan okumayla karşılık vermeye karar verdi.O kadar ki, AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik bu meydan okumayı -şimdiye dek hiç benzerine rastlanmayan bir örnekle- kongre salonunda Utku ile yapılacak bir TV programını durdurmaya kadar vardırdı!
Cumhuriyet’e... Bu açık had bildirme operasyonunu haber aldığımda, aklıma gelen ilk olay ‘Esad söyleşisinin rövanşı’(!) olduGazeteciliğin sınırlarını öyle anlaşılıyor ki, bundan böyle her düzeyde ve her şart altında Başbakan belirleyecek.Türkiye’de gazeteciliğin bugünkü düzeyini dahi arar noktalara geleceğiz.”(4 Ekim 2012, Sağnak)
Tam da işte böyle oldu.
O gün sineye çekilen ulu orta fırçalar, baskılar, göz göre göre yapılan sansürler, gözdağı vermeler sonunda bizi...
Başbakan’ın bizzat, TV haber
 alt yazılarına doğrudan müdahale ettiği noktaya getirdi.Başbakan’ın sansürlediği aslında rastgele bir altyazı değil...
Başbakan medyanın yanı sıra demokrasinin en temel unsurlarından biri olan bir muhalefet liderini, harbiden “muhalefeti”sansürlüyor!Ve ne diyor?“Hemen şey yapmanız gerekiyor!”
“Anlaşılmıştır efendim...”
“Ya anladım diyorsun da, hayret ya, bunlara ne gerek var?”
“Şimdi efendim... Hemen efendim... Başüstüne efendim... Emriniz olur efendim... Hay hay efendim!” Yürekler acısı bir parodi gibi!
Tek adam iktidarı taçlanıyor 
Pandora’nın kutusu misali saçılan skandallara bir tek yaptırım uygulan(a)-mayınca...
Denge-fren mekanizmalarının hiçbiri çalışmayınca...
Muhalefet partileri tümüyle etkisiz kalınca...
Bu yürekler acısı parodinin tek bir sonucu olabilir: Tek adam dokunulmazlığını ve iktidarını taçlandırmak, büsbütün tahkim etmek ve pekiştirmek!
Arkasından internet sansürü de gelir.
Seçim anketiyle de oynanır.
Oyunuza icabında sandıkta manipülasyon da yapılır.
Kurallar bir kez böylesine açıkça ihlal edilmeye görsün.
Her şey olur... Bunlar daha iyi günlerimiz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

7 Şubat 2014 Cuma

Köle Niye Efendisine Oy Verir? - CAN DÜNDAR

“Üzerimizde tüyü bitmedik yetimin hakkını taşıyoruz” diyordu Başbakan Erdoğan; kabına sığamayan bir emperyal vizyonla atalarından el alıyordu: 
“Benim ecdadım at sırtında Viyana’ya, Yemen’e, Kırım’a kadar giderken, benimecdadım gemisiyle Endülüs’e, Japonya’ya kadar gidip yardım eli uzatırken, bizim bugün koltuğumuza çakılıp kalmamız emanete hıyanettir.” 

Karlar ardında tedavi beklerken ölen tüyü bitmedik Muharrem’inin cesedini, sırtındaki çuvalda şehre taşıyan baba, acı acı gülmüştür, bu sesi duyduysa... 
Japonya’ya el uzatan ecdadın tohumu, Yalınca’ya ulaşamadı diye...
***
“Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, hesabının Hazreti Ömer’den sorulacağına”inananlar... 
Yalınca köyünde yolsuzluktan can veren Muharrem’in hesabını, yolsuzluktan semiren haramzadelerden sormayacak mı? 
Tüyü bitmeden hakkı yenen Muharrem’in un çuvalındaki cesedi, bakan çocuklarının ayakkabı kutusundaki servetine lanet okutmayacak mı? 
AK Parti seçmeni yine “hologram”a bakıp uyuyacak mı?
***
Dünkü Cumhuriyet’in manşetine yerleşen Ayşe Sayın’ın haberi, “Evet uyuyacaklar” diyor. 
KONDA’nın anketine göre AK Parti seçmeninin yarısı, bakan ve oğullarının rüşvet yediğine inanıyor ama oy tercihini değiştirmiyor. 
“Soyduysa beni soydu, size ne” tavrını sürdürüyor. 
“Öyleyse onlara müstahak” demeyin. 
Çünkü soyan, sadece onları değil, bizi de soyuyor.
***
Ah Ünsal (Oskay) Hocam hayatta olsa da, “efendi-köle ilişkisi” üzerine Marx’tan,Freud’dan, Bruce Brown’dan dem vursaydı bugün... 
Sabahları kalabalık otobüslerde işe gidenlerin neden daha fazla otobüs istemek yerine birbirini itip kaktığından... 
Neden otobüste bizden iyi giyimli biri ayağımıza bastığında alttan alırken, sıradan giyimli biri ayağımıza bastığında diklendiğimizden... 
“Bizim gibi“, sokağın diliyle konuşan otoriter liderleri gördüğümüzde, nasıl“aramızdan yırtmış biri” sanıp boyunduruğuna girdiğimizden... 
Servete ve mutluluğa kavuşmak isteyen insanları, birbirini dirseklemeye iten yarışmacı etiğin, nasıl sistemin kullar üzerindeki egemenliğini kolaylaştırdığından bahsetseydi. 
O zaman, siyasal hayatın içindeki kitlelerin siyasetin dışında tutulmasının ve kendilerini köleliğe mahkûm eden efendilerini ha bire alkışlamasının sırrını çözebilirdik. 
Bu sistemi değiştirmenin yegâne yolunun da kölelerin siyasal alana el koymasından, yani -Başbakan’ın korktuğu tabirle- “ayakların baş olmasından” geçtiğini idrak edebilirdik.
***
Köleler, efendilerinin hırsızlığını görecek bilince kavuştukça değişecek haramilerin düzeni... 
Soyduysa beni soydu” diyenler, o soygun yüzünden açılamayan karlı yollarda çocuklarının cesetlerini sırtladıkça değiştirecek reyini... 
İşte o zaman başlayacaklar, “efendi”lerinin Viyana kapılarına dayanan ecdadına sövüp saymaya...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet