12 Mayıs 2014 Pazartesi

3. Havalimanı Borçlarını Kim Ödeyecek? - ÇİĞDEM TOKER

Hazine’nin, büyük altyapı projelerine “borç üstlenimi” adıyla verdiği garanti yönetmeliği 19 Nisan’da yayımlandı. 
Tartışma büyüyünce Hazine, “KİT projelerini üstlenmiyoruz” diye açıklama yaptı. 
Biz de burada “Üstü örtülü olarak kastedilen 3. havalimanı mı” diye sorduk. 
Öyleymiş...

Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakcı, Avrupa Yatırım Bankası’nın Marmaray Projesi’ne sağladığı ek finansmanla ilgili törende “DHMİ, KİT statüsünde olduğu için, bizim 3. havalimanı projesinde borç üstlenmemiz söz konusu değil” dedi. 
Peki nasıl olacak? 
Görünen o ki, “uğruna kaç ağacın kesileceğini” Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın bile bilmediği, 22.1 milyar Avro’luk projenin muhtemel borçlarını DHMİ üstlenecek. 
Peki hangi mali yapıyla? 
Borç, Hazine’nin değil de DHMİ kayıtlarında görününce, vergilerimiz kurtuluyor mu?
***
Bu sorunun cevabını Sayıştay’ın -Meclis’te görüşülmesi engellenen DHMİ-2012 raporunda arayalım: 
Gelir artışı, gider artışlarının gerisinde. Net işletme sermayesi negatifdüzeyde. 2012’de eksi 708 milyon TL. 
- Harcama kaynak yapısı harcamalar lehine artarak sürecek. 
Kuruluşun ödeme yükümlülüklerinde zaman zaman aksamalar yaşanıyor. 
- Mali yapı her geçen yıl olumsuz seyir izliyor. Gelir artışı sağlanmazsa, yabancı kaynak kullanımı artabilir. 
Kuruluşun (DHMİ) mali yapısının güçlendirilmesine yönelik planlama yapılması gerekiyor. Ödenmemiş sermayenin ödenmesi başta olmak üzeregelir ve kaynaklarda artış, maliyet ve giderlerde ise tasarruf sağlayıcıtedbirlerin alınması önerilir.
***
İşin özeti şu: Hazine’nin üstlenmeyeceği, 22.1 milyar Avro’luk projenin borcunu, sermaye artırımı ihtiyacı bulunan bir KİT üstlenecek (!) 
Peki bir KİT, sermaye artırımını Hazine olmaksızın yapabilir mi? 
Yapamaz... 
Bugünlerde Ankara kulislerinde, yeni bir “torba kanun”la, DHMİ’nin, dolayısıyla 3. havalimanının “borç üstlenimini kolaylaştıracak” bir düzenlemeden söz ediliyor. 
Diğer yandan, 3. havalimanı bir yana; “Borç Üstlenimi Yönetmeliği” kapsamında bulunan 3. köprü ve şehir hastaneleri için bile, henüz sözleşmeler imzalanmadı. 
Buna gerekçe olarak da projeler için kredi talep edilen bankaların henüz son kararı vermemesi gösteriliyor. 
“Borç Üstlenimi Yönetmeliği”ni daha çok tartışacağız.  
Sızlayan Kemikler Ülkesi
Kırk Oğuz Atay olsa, trajedisini anlatmaya kelimelerin kifayet etmediği, “genç ölüler”in değil; “sızlayan kemikler” ülkesinin de öteki adıdır artık Türkiye. Devletin polisinin taammüden vurduğu 16 yaşındaki bir çocuğun, 16 kiloya düşerek ölümünü “müstahak” gören sözlerin edildiği, bu sözlere alkış tutanları görüp dili tutulanların ülkesi... “Can çekişmek nasıl bir şey bilir misin Olric. Hayır efendimiz, nasıl bir şey? Ona söyleyebileceğin o kadar şey varken susmaktır Olric.” 

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

11 Mayıs 2014 Pazar

Gecekondu yıkıldı, antik tiyatro ortaya çıktı-YURT

İzmir'de, Kadifekale eteklerindeki kamulaştırılan gecekonduların yıkımı sırasında Antik Roma Tiyatrosu'nun sahnesi ile bağlantılı duvarların bir bölümü ortaya çıktı.

İZMİR - İzmir Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne çıkarılması amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar 11 milyon lira ödedi. Kadifekale'de gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun ortaya çıkarılması için onlarca parsel kamulaştırıldı.
Tiyatronun bulunduğu 12 bin metrekarelik alan üzerinde yıkımlar devam ederken, molozların kaldırılmasıyla Roma dönemin ait eserler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Çıkan eserler arasında, 16 bin kişilik olduğu sanılan Antik Roma Tiyatrosu'nun sahne kısmı ile bağlantılı duvarlar, bu yapıda kullanılan taşlar da yer aldı. Yıkımlar tamamen bittikten sonra, kazıların 2015 yılı içinde başlayacağı bildirildi.

16 BİN KİŞİ KAPASİTELİ
Kadifekale'deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917-1918 yıllarında bölgede incelemeler yapan Avusturyalı mimar ve arkeologlar Otto Berg ve Otto Walter'ın araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık yani Roma İmparatorluğu'nun paganizm döneminde İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor. Büyükşehir Belediyesi antik tiyatroyu aslına uygun olarak ayağa kaldırdığında, Efes Antik Tiyatro'da olduğu gibi burada da konserler, gösteriler yapılabilecek.

YURT

RTE: Edepsizlik Yapma Öcalan, RTE’ye: Zırvalama - ORHAN BURSALI

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Danıştay konuşmasınıdikkatle okudum. Başbakanın “edepsizlik suçlamasını haklı çıkartacak bir şeyler aradım, cımbızla çekip alacağım ama bulamadım. Çok edepli, saygılı ve kucaklayıcı bir dil ile yaşadığımız bir yıl içinde adalete, yargıya, hukuka, yasalara ilişkin sorunları dile getirdi Feyzioğlu...
Başbakanın tepkisinin zerresini hak etmedi. Hatta, “edepsizlik yapma’ gibi dile getirenin haletiruhiyesini ortaya seren suçlamalar karşısında bile dik ve onurlu durdu, aynı dili asla kullanmadı.. Ama bir insan muktedirlik mertebesine ulaşmaya görsün, 2 milyon oy kaybetse de yerel seçimlerin galibi olmaya görsün...
O mertebeden, aşağıdaki kendisinden olmayan eçiş büçüş şeylere; seçimleri kaybetmiş zavallılara; iktidar yoksunlarına; aldığı kararları ve uygulamalarını eleştirenlere; hukuku, yasaları ve milletin birlik ve beraberliğini anımsatanlara karşıdır, bu davranışı... Feyzioğlu’nun şahsında sadece tüm barolara ve avukatlara değil davetli olarak da bulunduğu Danıştay’ın yanı sıra, aslında milletin yüzde 57’sine “edepsizlik yapma” diyerek hakaret etmiştir başbakan...Feyzioğlu, tepeden tırnağa, ülkenin hukuki sorunları üzerine bir konuşma yaptı. Her bir paragrafı! RTE, sanki “Van” konusunda söylediklerine tepki veriyormuş gibi yaptı aslında Van bahane, esas tepkisi, yargı ve hukuk sorunlarına yapılan eleştirilere!

Esas hedefi yargı ve hukuk 
Feyzioğlu’nu izlerim, grevdeki işçilere gider, sanatçılara gider, nerede mağdur insanlar varsa onlarla konuşur ve itibarını onları savunmakta kullanır. Van’da da 44 aile konteynırlarda yaşıyorsa bu konunun halledilmesini dile getirdi, hepsi o kadar!
RTE, Feyzioğlu’nun konuşması için baştan sona siyaset yaptı diyor. Hukuka, yargıyadurmadan saldır ama yargının adaletin sorunları, bulunduğun yerde dile getirilince,siyaset yapıyorsun, bu edepsizlik de. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan sonra Feyzioğlu’na da “cüppeni çıkar siyasete gel demesi, artık kabak tadı verdi.RTE, şunu asla kabul edemeyecek: Yargı, güttüğün devletin bürokratik mekanizmasının bir parçası değil, anayasanın ve parlamenter sistemin dayandığı üç sacayağından biridir. (Hükümet, Meclis ve yargı.) İktidarını, yasal ve anayasal davranıp davranmadığını, yasalara uygun iş yapıp yapmadığını denetleyecek tek güç yargıdır. (Meclis, iktidar çoğunluğu nedeniyle bunu gerçekleştiremiyor.) Ama yargıyı da hallaç pamuğu gibi attığı ve üzerinde baskı uyguladığı için, tek güç Anayasa Mahkemesi kalmıştır.
Biz kaz kafalılar anlayalım artıkRTE’nin bütün bildikleri, söyledikleri ve yaptıkları doğrudur. Bu nedenle, kendi dışındaki insanların ne düşündükleri, neyi neden eleştirdikleri, Feyzioğlu’nun ortaya koyduğu tablo hiç önemli değildir, hepsi yanlıştır.İşte, tüm diktatörlerin çıktıkları en son nokta burasıdır..

Öcalan, RTE’ye zırvalama dedi 
Abdullah Öcalan, dün Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi topladı. Öcalan cin gibi! RTE’yi de, MİT gibi kurumlarını da parmağında oynatıyor. RTE’nin veDavutoğlu’nun, Kürtlere ve Ortadoğu’ya karşı uyguladığı “biz İslam ve ümmetiz” biçimindeki, sözde “birleştirici politikasını, Öcalan sahipleniyor ve RTE/Davutoğlu ikilisine karşı çok iyi kullanıyor ve bir karşı silaha dönüştürüyor! Vallahi helal olsun.
Bakın kongrede okunan bildirisinde ne diyor: Çağdaş İslami ümmet ‘millet birliğini’anlamlı bulur. Ama bu asla ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir.”
RTE/Davutoğlu, hem ümmetçi bir siyaset güdüyor ama hem de ümmetçilikle 180 derece çelişen “‘tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyor.
Başbakan en son Çanakkale’de geçen 18 Mart’taki törende “Şehitlerimiz bir bayrak için, bir vatan için, tek bir millet, tek bir devlet için canlarını ortaya koydu” dedi. Ondan 14 gün önce de Adıyaman mitinginde (4 Mat 2014) ve Fatih Projesi tablet dağıtım töreninde de (17 Şubat 2014) aynısını tekrarlamıştı: 
Şunu unutmayın ki bizim dört tane önemli
 başlığımız var. Kim ne derse desin, bunlar üzerinde kimseye operasyon yaptırmamalıyız: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet.”
Öcalan doğrudan başbakanı hedef alıyor: Tek devlet, tek millet, tek bayrak zırvadır”.Kürt ulus devletçisi Öcalan, başbakanın “ümmetçi” politikasını çok kullanışlı bularakdevralıyor ve bunu RTE’ye karşı bir silaha dönüştürüyor: Hem ümmet diyeceksin hem de tek ulus, tek devlet, tek din, bu ne perhiz..
Baştan sona haklı!Öcalan, gerektiğinde Kürtçü, gerektiğinde Türk devletçisi, gerektiğinde ümmetçi, gerektiğinde İslamcı ve Allah’ın birliği için savaşan bir insan.
Öcalan, Kürtlerin birliği ve bağımsızlığı yolu için, en iyi silahın İslam ve ümmetçi politika olduğuna karar vermiş, şimdi de.

Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, Kürt siyasetinin desteğine mutlak ihtiyacı olan Erdoğan, Öcalan’ın için bir politik araca mı dönüştü?!  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Utanç! - IŞIL ÖZGENTÜRK



T ü r k D i l K u r u m u Sözlüğü’nde “Utanmak” şöyle açıklanıyor: Onursuz sayılabilecek veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahcup olmak. Neden bu utanç sözcüğüne takıldım, şöyle, “Şeytan Ayetleri” kitabı nedeniyle, mollaların “görüldüğü yerde kellesinin koparılması caizdir” dediği,Salman Rushdie’nin son kitaplarından “Utanç”ı yeni okudum. Salman Rushdie ülkesi Pakistan’ı yönetenlerin utanç duygusunu nasıl yitirdiklerini ve bu yitirmenin halka doğru nasıl dalga dalga yayıldığını anlatıyor.Birden, çok uzun zamandır düşündüğüm bir olgu tam da gözümün önünde somutlaştı.Evet, tıpkı Pakistan gibi ülkemizde de utanç duygusu yitirilmişti. Ve utanç duygusu olmadığında halklar ölürler. Ölmeye mahkûmdurlar.

Bugün, dört bakanın arsızca çıkıp, kendilerini savunmaları, utanç duygusu yitirildiği içindir. Resmen hırsızlık yapılmıştır ve hırsızlık utanılacak bir durumdur. Ama utanç duygusunu yitiren biri için bu söz konusu değildir. Böyle olduğundan benim onun yerine utandığım “bakara makara” Egemen Bağış, üstelik bir de sırıtarak, adeta hırsızlık yapmışsam ne olmuş, diyor.
Utanma duygusu bir kez yitirildiğinde, yeniden oluşması mümkün değildir. Telefonla oğluna evdeki milyon Avro’ları boşaltmasını söyleyen Başbakan’ın hâlâ nasıl olup da, başımızda olduğuna şaşıyoruz değil mi? Onun nasıl sokaklara çıktığına, seçim alanlarında nasıl konuşma yapabildiğine aklımız ermiyor değil mi? Çok basit, utanma duygusu yitmişse, insanoğlu el içine de çıkar, nutuk da atar.
Utanç duygusunun yitmesinin en vahim durumu, bunun şiddetle yayılmasıdır. Sari bir hastalık gibi toplumun en küçük hücresine bile sızıp çürümeyi başlatır. Birkaç örnek verelim; Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan, kulaklarımla dinledim, gözlerimle gördüm, şöyle dedi: “Evet ben Dolmabahçe videolarını izledim. Bir taciz vardı.” Bu konuşmadan üç gün sonra Dolmabahçe videoları ortaya çıktı, ne taciz vardı ne lafatma. İsmet Berkan’ın sözleri aklıma geldi ve ben utanma duygusu yaşayan bir dinozor olduğum için herhalde bir süre programlara çıkmaz diye düşündüm. Heyhat üç gün sonra televizyondaydı.
İstanbul Valisi Mutlu, bu işin piri. Bir yandan şiirsel mesajlar yayınlıyor bir yandan polislere fişeği hedef göstererek atmalarını söylüyor. İşte bu utanç duygusunun yitmesidir. Çünkü yalan söylemek ve bu yalanın açığa çıkması utanç verici bir durumdur. Utanç duygusu olan içinPeki ya, eflasyon yüzde otuza ulaştığı halde hâlâ bunu yüzde sekizmiş gibi gösteren bürokratlara ne demeli? Eski zamanlarda bu yalana itiraz eden bürokratlar vardı. Artık yok. Yazımın başında halklar utanç duygusunu yitirdiklerinde ölürler, demiştim. İşte halkların ölümü böyle başlıyor.
Rektörler yüzleri kızarmadan yalan söylüyor. Bilim adamları yalan söylüyor.Siyasetçiler yalan söylüyor. Ve ne yazık ki, utanç d u y g u s u n u yitirmeye başlayan halk da, bundan pek bir memnun. Çünkü bu durum çok rahatlatıcı. Komşusuna iftira atıyor ama yaşasın hiçbir utanç duymuyor. Merdiven altında dokuz yaşındaki çocukları üç yüz liraya çalıştırıyor ama neden utanç duysun ki, üstelik bu bir beceriklilik. At binenin kılıç kuşananın!..
Utanma duygusu olanlar mı?Uzun zamandır ben, insanları sağcı solcu, milliyetçi olarak ayırmaktan vazgeçtim. Yeni kriterim bu: O insanda utanma duygusu var mı yok mu?
Bir gözlem daha, işkence görenler bunu anlatmakta zorlanırlar, çünkü işkence yapan adına utanmışlardır.
Metis Yayınları’ndan çıkan Salman Rushdie’nin Utanç kitabını edinip okuyun. Sanki hepimize bir ayna tutuyor ve biz bu aynada sadece duyduğumuz utanç duygusu kadar varız.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

10 Mayıs 2014 Cumartesi

O Artık ‘İmtiyazlı’ Tek Patron - ÇİĞDEM TOKER

Rıza Sarraf’ın Royal Holding Operasyonu:
70 günlük tutukluluğun ardından, 28 Şubat’ta tahliye edilen Rıza Sarraf, özgürlüğün tadını sadece Boğaz’da fotoğraf vererek çıkarmıyor. 

Sarraf, birkaç gün önce Royal Holding’de “yaptığı” operasyonla “tek patron” haline geldi. Royal Holding’deki büyük “değişim” 6 Mayıs 2014 tarihli Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlandı. 
Önce bir not: 
5 milyon TL sermaye ile kurulan ve 31 Aralık 2010 tarihli Resmi Gazete’de tescil edilen Royal Holding’de, o tarihten bu yana “tek bir hareket” dahi görünmüyor... 
Royal Holding, 25 Nisan 2014 tarihinde Rıza Sarraf başkanlığında Olağan Genel Kurul’u topluyor ve bakın neler oluyor: 
1. Sarraf tek patron: Önce 2010, 2011, 2012, 2013 yılları ibra ediliyor. 
Hemen sonra da kuruluş tarihinde şirket ortaklık yapısını “en az 3 en çok 5 yönetim kurulu” olarak tanımlayan madde değişiyor ve “en az 1 en çok 5 üye” haline dönüşüyor. 
Bu maddeye bir de “Ortaklar genel kurulu, yönetim kurulu üyelerinin görevlerine her zaman son verebilir” cümlesi eklenince, şu dört ortak, holdingden çıkmış oluyor: 
Muhammed Zarrab, Abdullah Happani, Amr Fathrazi, Hamit Reza Fathrazi. 
Rıza Sarraf, yeni ana sözleşmede “yönetim kurulu üyeliklerine” seçiliyor. Bu tuhaf ifadeden anlamamız gereken, Sarraf’ın tek patron olduğu. Sonra şöyle devam ediyor:
“Yönetim kurulu başkanlığına seçilen Rıza Sarraf’ın üç yıl süreyle şirket unvanı ve kaşesi altında atacağı münferit imzaları ile şirketimizi en geniş şekilde temsil veilzamına oybirliğiyle karar verildi.” 
2. ‘Komiser’ olmayacak: Royal Holding’in kuruluş sözleşmesinde yer alan ve toplantılarda “bakanlık komiseri bulunma zorunluluğunu” düzenleyen 14. madde, son toplantıda ana sözleşmeden çıkarılıyor. 
Böylece, Royal Holding’in yapacağı toplantılarda bir kamu görevlisinin, bir bakanlık temsilcisinin bulunma olanağı ortadan kaldırılıyor. 
(Oysa Royal Holding, anonim şirket şeklinde kurulmuş bir holding. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın 15 Kasım 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğine göre de“anonim şirketler şeklinde kurulan holdinglerin” toplantısında komiser bulundurulmak zorunda.) 
3. Gazete ilanı yapılmayacak: Şirketin toplantılarının, bir gazetede en az 15 gün öncesinden yayımlanmasını öngören ana sözleşme maddesi de son değişiklikle kaldırılıyor. Onun yerine Türk Ticaret Kanunu’nun 414. maddesinin geçerli olduğu belirtiliyor. O da, toplantıların ilanının Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlanmasını öngörüyor. Bu da Royal Holding’in yapacağı toplantılardan kamuoyunun haberdar olamaması anlamına geliyor. 
4. Denetçi de artık yok: 25 Nisan 2014’te yapılan oylamayla, bundan böyle Royal Holding’e denetçi seçilmemesine de oybirliğiyle karar veriliyor. Oybirliği derken tek patronun Rıza Sarraf olduğunu bir daha anımsatalım... 
5. Bakanlık yazısına dikkat: Rıza Sarraf’ın, Royal Holding’in ana sözleşmesinde yaptığı değişikliklerin dayanağına gelince... 
Bütün bu değişikliklerin kaynağını da yine 6 Mayıs 2014 tarihli Ticaret Sicili’ndeki şirket kararında görebiliyoruz: 
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın “ön müsaade izin yazısı”. 
Yazının tarihi ise 4 Mart 2014. Yani Rıza Sarraf’ın tahliyesinden dört gün sonra... 
“En ziyade müsaadeye mazhar işadamı” Sarraf, -kendisinin de belirttiği gibi- Türk ekonomisine “katkılarını” artırarak sürdürüyor...

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Erdoğan küsmüştü ama şimdi yanına yenileri geliyor - Cumhuriyet

stanbul’un siluetini bozduğu için Başbakan Erdoğan’ın "Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok kırıldım, 5 yıldır konuşmuyorum" şeklinde tepkisini çeken ve mahkeme tarafından yıkımına karar verilen 16:9 kulelerinin bulunduğu sahile 67 metre yüksekliğinde (22 kat) 10 adet yüksek bina daha geliyor.
'İstanbul’un tarihi silüete giren’ 16:9 kulelerinin yakınında bulunan Bakırköy’deki eski Sümerbank arazisinde 22 katlı 10 adet blokun yapımına başlandı. İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Veliefendi Hipodromunun bulunduğu alanda yapılacağını açıkladığı Çırpıcı Şehir Parkı’nın yanında yer alacak 62 dönümlük araziye Doğa Mimarlık tarafından Pruva 34 projesi adı altında 7’si rezidans, 3’ü otel olarak kullanılacak 10 blok inşa edilecek. İnşaat çalışmalarının başladığı arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. Arazinin bir kısmında yüzeye çıkan ve İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu tarafından tescillenen kalıntılar Bizans yerleşiminin bilinen az örneklerinden olması nedeniyle önem taşıyor.


SİLUET TARTIŞMALARINDAN DERS ÇIKARILMADI 

Başbakan Erdoğan’ın şehrin silüetini bozduğu için traşlayın talimatı verdiği 16:9 kulelerinin bulunduğu sahil şeridinde yer alan Pruva 34 projesinin aynı olumsuz etkiyi göstereceğini söyleyen Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu, "Bu tartışmalardan adeta hiç ders çıkarmamış gibi çok yakınında yeni imar kararlarının da bu şekilde verilmesi samimiyetsizliği gösteriyor" dedi. Tarihi yarımadaya yakınlığı nedeniyle 16:9 projesinin siluete daha fazla etki yaptığını belirten Hacıalioğlu "Sultanahmet Camisine olan izdüşümü 16:9 kadar olmayabilir. Ancak farklı bir açıdan baktığınızda aynı olumsuz etkiyi gösterecektir. Bazı açılardan algılanamayabilir ancak bazı açılardan çok ciddi şekilde siluet dengesini bozacak bir görünümü olacaktır" şeklinde konuştu.
DEPREM AÇISINDAN SAĞLIKLI DEĞİL 
Sahil şeridinde ve Çırpıcı Deresinin hemen yanıbaşında bulunan arazide yapılaşma yoğunluğu turizm tesisleri için 2,5 emsal, turizm ticaret alanı için 2 emsal, ticaret ve konut alanı için 1 emsal olarak belirlenmiş. Yaklaşık 2 emsal inşaat izninin yerin 12 metre derinliğinde 3-4 kat bodrum katı anlamına geleceğinin altını çizen Hacıalioğlu "Altyapı dengesi yoğunluğunu bozucu yoğunlukta. (Yapılaşmanın) deniz ve dere kenarında olması nedeniyle aşırı düzeyde bodrum katı da inilerek depremsellik ve korozyon açısından çok sağlıklı olduğu söylenemez" dedi. Hacıalioğlu, yüksek yoğunluklu imarın bölgeye ciddi bir nüfus yoğunluğu getireceğini söyleyerek projenin nüfusun ihtiyaç duyacağı kamusal alanlara yer ayırmadığını da ekledi.

BİZANS KALINTILARININ KORUNMASI MÜMKÜN GÖZÜKMÜYOR 

Özelleştirme sürecinde yıkılan Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü yüzeyde görülen bazı duvar kalıntıları ve buluntular üzerine kazı çalışması yaptı. Kazılarda çıkan buluntuların M.S. 6-13 yy’a ait olduğu, Bizans dönemi yerleşiminin bilinen az örneklerinden olduğu I No’lu Koruma Kurulu tarafından tescillendi. Arkeolojik kalıntıların kültür varlığı niteliği taşıdığının belirtildiği kararda komşu parsellerde de kültür varlığı niteliği taşıyabilecek buluntuların olabileceği belirtildi.

KORUMA KURULU "TARİHİ KALINTILAR ZARAR GÖRMESİN" DEDİ

Öte yandan Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı Koruma Kurulu inşaat sırasında kalıntıların zarar görmesini önleyici koruma tedbirlerinin alınmasına, kalıntılara ilişkin uygulama tamamlanmadan iskan izni verilmemesi gerektiğine karar verildi. Araziye bu kalıntıların korunması karşılığında inşaat yapma izni verildiğine dikkat çeken Hacıalioğlu "Siz deniz kenarında, dere yatağında bütünüyle aşağıya iniyorsunuz. Yüzeyde temel izleri gözüken Bizans kalıntıların korunması pek mümkün gözükmüyor" ifadelerini kullandı.

NEDEN TARLA FİYATINA SATTINIZ 

Eski Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazi 2004 yılında Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satıldı. Arazi satışından kaynaklı bir kamu zararı olduğunu savunan Hacialioğlu "Madem ki kamu eliyle bu kadar yüksek yoğunluklu bir yer olarak düzenleyecektiniz, neden neredeyse bir tarla fiyatına sattınız. Çünkü imar verildikten sonra arsanın değeri bugün 1 milyar dolardır. Burada satıştan kaynaklanan bir kamu zararından bahsetmek mümkün" diye konuştu.

CUMHURİYET

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Cennete talan planı- ÇİĞDEM TOKER

Biz buralarda, giderek ısınan Köşk seçimleri üzerine tahminler yapaduralım. 
İktidar, memleketin güzelim topraklarını talana açmaya kararlı biçimde devam ediyor. 
Kimi AVM, kimi HES, kimi otel-marina. Ne ki ortak payda hep aynı: Talan. 
Bugün, eski bakanı Erdoğan Bayraktar hakkındaki fezlekesi Meclis’te görüşülecek olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, şimdi de gözünü Datça- Bozburun’a dikmiş. 
Cennet koylar otel turizmine, marinaya, konut yerleşimine açılmak üzere...
***
Hikâyemiz, yerel seçimlerden üç gün önce başlıyor. 
İhtimal, “bölüşümü” çok önceden kararlaştırılmıştır da. Resmi “askı” için, bütün dikkatlerin seçimlere odaklandığı bir tarih uygun görülmüş.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Muğla İl Müdürlüğü sayfasına planı koyarak da güya kamuoyuna haber veriliyor: Adı da “Datça-Bozburun Özel Çevre KorumaBölgesi 1/25 000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Revizyonu Plan Hükümleri”. 
Lakin, mimar ya da şehir plancısı değilseniz, anlamak hak getire... Özel, teknik bir dil ve sayfalarca haritanın içinden çıkmak her babayiğidin harcı değil. 
“İşin Türkçesini” Datça Mimarlar Odası’nın sembol ismi Necati Sağır’a sorduk. 
“Koruma” adı altında, doğal ve tarihi güzelliklerin nasıl yağmalanacağını üç başlıkta anlattı bize:
***

- Palamutbükü, Mesudiye gibi Datça’nın en “mutena” koyları turizm tesis alanları olarak tanımlandı. Daha önce de tanımlanmıştı. Ama şimdi “otel turizmi” getirilerek yapılaşma verilecek. 
Anlamı: Bugüne kadar pansiyonculuk ve en çok butik otele verilen izin, büyük parseller için büyük otelleri kapsayacak biçimde geçerli olacak. Yerli halk, kendi yerinden fiilen kovulmuş olacak. Ekmeğinden edilecek. O sahillere herkes elini kolunu sallayarak özgürce giremeyecek. Herkesin sahilleri, “paket tur” satın alanların paralı sahiline dönüşecek. 
- Knidos antik kentine çok yakın mesafedeki Bağlarözü’ne marina yapılacak. 
Anlamı: 1. derecede arkeolojik koruma altındaki bu alana marina, yapılaşma ve kirlilik anlamına gelecek. 
- Kargı Koyu konut yerleşimine açılacak. 
Anlamı: Datça’da İskele Mahallesi’ne çok yakın bu alan sazlık ve sulak özelliğiyle çok özel, değerli bir alan. 3. derecede arkeolojik sit. Kentsel yerleşime uygun bir alan değil. 
- Agro turizmi “İyi bir şey” gibi gösterilen “ziraat turizmi” de yeni bir düzenleme olarak planın içinde yer alıyor. 
Anlamı: İktidar diyor ki, “Biz sahilleri büyük turizm tesislerine açalım. Buranın asıl sahipleri, pansiyoncular, arkaya geçip orada bahçeyle tarlayla uğraşsın.” 
Köylüler de soruyor: “İyi de içme suyumuz yokken, ‘tarım turizmi’ yapın diye gösterdiğiniz araziyi nasıl sulayacağız?”
***
Datça-Bozburun yarımadasının, “koruma” gibi fiyakalı bir kandırmacayla sunulan“ölüm fermanı”nın hikâyesi, işte böyle.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “revize plan” için tanıdığı “askı süresi” 1 Mayıs’ta doldu. 
Datça İnşaat Mühendisleri Odası, Datça Mimarlar Odası; Mesudiye Muhtarlığı’nın yanı sıra, Necati Sağır’ın ifadesiyle “Yerli halktan da 400’e yakın” itiraz başvurusu, sonucu beklemeye başladı. 
Sağır, “Yangından mal kaçırır gibi” yapılan bu değişikliğin hayata geçirilmesi halinde doğal yapı ve çevresel özelliklerin, geri dönülmeyecek biçimde kaybedileceğini söylüyor. 
Konut yerleşimine açılmak istenen Knidos’un, yüzyıllar önce bilim, mimarlık ve sanat alanında en ileri kentlerden biri olması ise bizim büyük talihsizliğimiz.

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Yandaşlıktan Aklanmak... AHMET CEMAL

“Acaba ne zaman ortaya çıkarlar?” diye soruyordum kendi kendime. 
Fazla bekletmediler. 
Bir zamanlar kraldan da kralcı, yandaştan da yandaş olanlardan söz ediyorum. 
Daha doğrusu, yıllarca yandaşlıkta adeta yarıştıktan sonra, yine de yeterince yandaş olmayı beceremedikleri için, sonunda yağlı kapıların önüne konu verenler. 
Hem de bir anda denilebilecek kadar kısa sürelerde. 
Böyle zamanlarda çok, ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Kalemlerini ve söylemlerini hiçbir bedel karşılığında satmamış, hep haktan, haklıdan ve gerçeklerden yana çıkmış, işlerini de bu yüzden kaybetmiş olanlar ile, daha düne kadar yandaşlıktan ve yalakalıktan sapmamışken, “son kullanım tarihlerinin” geçmek üzere olduğunu fark edemeyip tekmeyi yemiş olanları birbirine karıştırmak, kendilerini satmayı hep reddetmiş olanlara karşı çok büyük bir haksızlıktan başka bir şey değildir. 
Hemen belirtelim: Aslında zor iştir yandaş ve yalaka olmak. Çünkü böylelerinin“işverenlerinin” taleplerinde sınır yoktur. “Ben, ancak istediğim ölçüde yandaş ve yalaka olurum!” demek, buna inanmak, yandaşların ve yalakaların düşebileceği en büyük yanılgıdır. 
Ve bu yanılgılarının bedelini anında öderler. Yağlı kapılarının önüne bir anda konu verirler. Çünkü o kapılar, kendilerine ancak yandaşlıklarına ve yalakalıklarına sınır tanımamaları koşulu ile açıktır. 
Boğazlardaki deniz manzaralı malikânelerin, denizlerdeki yatların ve kotraların, karalardaki çiftliklerin ve nihayet baş döndürücü aylıkların bedeli, ancak sınırsız yandaşlık ve yalakalıkla ödenebilir.

***
Şimdi böyleleri ile yandaş olmayan medyanın sayfalarında ve ekranlarında karşılaşmaya başladık. 
Daha düne kadar “Ergenekon davaları mutlaka gereklidir!” diyenler... 
Daha düne kadar “Askerin vesayetine mutlaka son verilmelidir!” diye tepinenler... 
Daha düne kadar “Mustafa Kemal de diktatördü!” saptamasıyla, gerçek diktatörün yollarına gül dökenler... 
Ve daha neler neler... 
Fransız İhtilali döneminin ve hemen sonrasının ünlü devlet adamı Joseph Fouché(1759-1820), siyasi tarihte yandaşlığın, yalakalığın ve dönekliğin piri sayılabilecek olanlardandı. Sıradan bir din adamı iken Fransız İhtilali ile birlikte devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, Robespierre’in saflarında çalışan, onu deviren komploda yer aldıktan sonra kendini var gücüyle Napolyon’un yükselişine adayan, Waterloo’dan sonra ise bu kez Fransa Kralı XVIII. Louis’nin yanında bir bakanlık kapan Fouché, dönekliği ile kralı aldatamayınca her şeyini yitirir ve Fransa’dan sürülür. Onun üzerine olağanüstü bir biyografi yazmış olan Stefan Zweig, bu kadar dikkatli bir siyasetçinin nasıl olup da kraldan bir şeyler bekleyebildiği sorusuna şu karşılığı vermiştir: “İhanet etmeye o kadar alışmıştı ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet etti!” 
Evet, medyamızın kendini satmaya karşı hep direnmiş, mesleklerinin yüz akı mensuplarını haddim olmayarak uyarıyorum: Eski yandaşlıkları, yalakalıkları ve döneklikleri ile son kullanım tarihlerini geçirmiş olanlara aranızda yer vermeyin!  

4 Mayıs 2014 Pazar

Önce şehirleri öldürdüler-ÖMER TURAN

Dışarıda ince bir yağmur başladı. Suların camlardan kıvrıla kıvrıla akışındaki şölene katılmak için yazımı bırakıp hemen kalktım, pencerenin olduğu yere geldim. Boşluğun çekimine kapılmış gibi uzun bir süre dışarıya baktım.
Yağmurun bütün o doğurgan güzelliği ve senfonik ezgisi yanında şehrin tedirgin ve ağır hüzün hali, işlenmiş bütün suçları üzerime yıkıyordu sanki. Yüzü bir yerlerden tanıdık gelse de giderek yabancılaşan, kokusunu çoktan yitirmiş ve ruhu defalarca hırpalanmış bir şehirle yüz yüzeyim şimdi.
Hemen solumda Toki’nin yıktığı eski evler, moloz yığınları.
Boynuna geçirilen diş izleriyle kutsal bir sessizliğe diz çökmüş o mahalleye bakıyorum.
Çok değil bir yıl öncesine kadar sokak aralarında top oynayan çocukların bağırışlarını, evden eve ömür taşıyan kadınların yol boyunca terlik sürtüşlerini ve balkonlardaki sabah kahvaltılarını, en çok da tabak kaşık şıkırtılarını duyardım.
İki katlı evleri vardı buraların. Arkasında mutlaka bir bahçesi. Bahçede incir ağaçları ve siyah üzüm. İnsan içine açılan kapıları vardı. Ve o evlerde, sevgiyi istemeden veren insanlar yaşardı. Herkes birbirinin yarasını öpecek kadar yakındı birbirine.
Zamanı ne kadar geriye sarsam o kadar anı ve acı ile yüzleşiyorum.
Öfkeli, garip bir tanıklık bu.
Bir sabah o korkunç ve karanlık makineleriyle girdiler mahalleye.
Önce evleri ve öykülerini söktüler yerinden. Sonra ağaçları, sıra sıra öldürdüler.
Benim için vatan, bu güzel ve yürekli insanlardan ibaretti.
Yağmur dinmiş, camlardaki suyun şöleni bitmişti. Yazıma geri döndüm.
İnsanlık, hızla çölleşen bir topluluk ve kimse kimseyle sahici bir ilişki kuramıyor. Yeni bağımlılıklarımız, değişen değer algılarımız, paylaşım yoksulluğumuz ve o ürkütücü yalnızlığımız; hepsi sızımızı çoğaltıyor.
Sistemin biçimsiz bacakları arasına sıkışmış birer kölesi olduk. Paranın, gücün ve imajın kimliklerimiz üzerindeki yıkımına karşı koyamadık. Yıkılan sadece bir mahalle değildi orada, dostluk, iyilik, karşılıklı özveri yani iç içe bilinci yerle bir edildi. Tuz alamaya gidecek bir komşumuz yoksa bizi tanıyan biri de yok demektir.
İşte bu yüzden ne kadar yükselirsek yükselelim, ne kadar çok kazanırsak kazanalım.
Bir yanımız hep eksik ve çöl kalacaktır. Şehirlerin ortasına dikilen devasa binalar gibi ruhsuz ve algısız.
Yok olan o mahalleye bir kez daha bakmak için kalktım yerimden
Küçük pencereleri, küçük hayatları olan bu insanların, büyük lambaları her gece ışıl ışıl yanardı. Öyle yanardı ki, göğün yüzü gülerdi.
Özge Dirik’in dizeleri tam da o an düştü dilime işte:
ve
gömdüler beni
öldürdükleri gibi
özenle

ÖMER TURAN
SOL

Kelle Büyük, Baş Küçük…- MİNE KIRIKKANAT

Yıllar önce bir İspanyol’dan duyduğum sözü hiç unutmadım.

“İnsanı, hangi zevkle günah işliyorsa o zevk öldürür!” demişti. İnsanın özgür vicdanıyla iyilik ya da kötülüğe karar vermesi gerektiğini savunan biri olarak, sevaba da inanmam, günaha da. Ama yaşamda aldığım yol boyunca, pek çok insanın sonunu ya tutku ya da saplantılarının getirdiğini, pek çok muktediri iktidardan“alışkanlıklarının” indirdiğini gördüm.
Fransa cumhurbaşkanı olmaya hazırlanırken kendisini adi bir tecavüzcü gibi ellerikelepçeli, ayakları prangalı olarak ABD yargısının önünde bulan Dominique Strauss Kahn, işte böyle bir saplantının dünya çapında bilinen son kurbanı. Vezirliktenrezilliğe düşüşün en çarpıcı örneği.
Adı çok uzun olduğu için kısaca DSK diye anılan zat, New York’taki Sofitel Oteli’nin hiç de alımlı bir hatun olmayan temizlik görevlisi tarafından tecavüzle suçlanmadanönce, dünyada ve Türkiye’de IMF’nin başkanı olarak, üstelik “iyi” biliniyordu. IMF’nin borçlu ülkeleri batıran para politikasını değiştirmiş, üçüncü dünyaya soluk aldıran, gelişmekte olan ekonomilere şans tanıyan yeni bir yaklaşım içine girmesini sağlamıştı. DSK’nin dünyadaki ünü buydu.
ABD’de tutuklanmasaydı, ertesi gün Fransa’da Sosyalist Parti’den cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayacak ve kuşkusuz, bugün Hollande’ın yerinde olacaktı.
Sonradan oteldeki kadın görevliye tecavüz etmediği, rızasıyla ilişki kurduğu ortaya çıktı. Ama bir büyük başın, hayatının belki de en önemli dönemecine birkaç saat kala, küçük başının iradesine teslim olması yeterince aptalca değil mi, zaten?
***
DSK, New York’ta açılan ceza davasından yırtıp anayurduna döndüğünde, cumhurbaşkanlığı suya düşmüştü, ama politikacıların ne cinsel tercih, ne de yaşamlarıyla ilgilenen Fransa’da rahat bırakılacağını sanıyordu.
Oysa asıl rezalet, onu siyaset sahnesinden silmeye karar veren rakiplerinin yıllardır sessizce hazırladığı dava dosyası, Fransa’nın Belçika sınırındaki bir mahkemedebekliyordu. İçeriği, aşka olduğunca sekse de saygılı Fransa tarafından bile kabul edilemeyecek kadar vahimdi: Lille kentindeki Carlton’a yapılan bir polis baskını, otelin Salamura Dodo (Dodo La Saumure) diye anılan muhabbet tellalının “fuhuşçetesi” tarafından kullanıldığını ortaya çıkarırken… Dominique Strauss Kahn’ın, Fransız Sosyalist Partisi üst yöneticisi olduğu yıllardan beri bu “çetenin” fahişeleriyle birlikte olduğu, hatta IMF başkanlığı döneminde de kendisine uçakla fahişe gönderildiği anlaşılıyordu. Ama suçu, bu değil. Bu yıl içinde görülecek davanın 14“pezevenklik sanığı” arasındaki DSK, siyasal nüfuzunu kullanarak çıkar sağladığı“fuhuş çetesine ortak olmak”tan yargılanıyor!
İyilik, güzellik, başarı, mutluluk gibi her olumlu edinimi mutlaka daha ötesi olmayan bir zirveyle sınırlı dünyada, galiba sefalet ve rezaletin dibi yok.
***
İşte bu dipsizliğe yuvarlanan Dominique Strauss Kahn’a son iki darbeyi birlikte yargılanacağı “suç ortağı zanlısı” Salamura Dodo indirdi. IMF’nin müstafi başkanı sayesinde ünlenen muhabbet tellalı, bir süre önce yayımlanan anı kitabında DSK’nin küçük başının hiç de büyük olmadığını açıkladı… Bu elim itham yetmiyormuş gibi, şimdi de fuhuşa toleranslı Belçika’da açtığı bir seks kulübüne, DSK adını vermesin mi? Salamura Dodo, işletmesineverdiği adın Dodo Seks Kulübü’nün kısaltması olduğunu iddia ediyor. Ama beri yandan, kulübün girişine DSK’nin bir portresini asmayı da ihmal etmemiş.
Dominique Strauss Kahn, lakabının bir fuhuş yuvasına verilmesine ilişkin yargıya başvuracağını açıkladı. Ama DSK kısaltmasının patentine sahip olmadığından, “adının onuru”nu kurtarması biraz güç.
Dünyanın önde gelen ekonomistleri arasında sayılan bir büyük baş, küçük başının önünde eğilirken düştüğü uçurumda yuvarlanmayı sürdürüyor.
G N O K T A S I 
Bireysel Emeklilik Sigortası, yüzde 25 devlet katkısıyla avantajlı bir birikim yöntemi. Ama sigorta şirketinizi doğru seçmek koşuluyla. İşte bu kapsamda sakın AVIVASA’ya güvenmeyin, BES’lere ilişkin “yalan reklam”ına kanmayın. Katılımcı payını tahsil etmekte gayet profesyonel olup hiç unutmayan AVIVASA, geri ödemeyegelince bunaklığa yatıyor, bir amatörleşiyor, sormayınBir aktarım, bir de kimlik fotokopisinden ibaret ödeme talimatını, sanki nehir akıyormuş gibi “belge akışı sürüyor” diye, “dosya açılmadı” diye, “ekrandagöremiyorum” gibi sizi aptal yerine koyan gerekçelerle geciktiriyor. Yasanın 10 iş günü içinde ödemeyi öngördüğü talebinizi, peşini kovalamadığınız sürece işleme koymuyor. 15 Nisan’da talep ettiğim aktarımın, en son 8 Mayıs’ta gerçekleşeceği söylendi. Ama o kadar yalan söylendi ki bu sürede, artık bu sonuncu tarihten de emindeğilim.
AVIVASA’yı Hazine Müsteşarlığı’na şikâyet ettim. Bu şirkette BES açtığıma çok pişmanım, paramı da ne zaman geri alabileceğimi bilmiyorum, bari siz mağdur olmayın.
“Tamahın olmadığı yerde, ahlak başarı sayılmaz.” ATASÖZÜ (Danimarka)  

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Kusura Bakmayın Sayın Bakan!-CAN DÜNDAR

Dünya basın özgürlüğü haritasında üç renk var:
Yeşiller, basını özgür ülkeler... Çoğunlukla Batı’dakiler...
Sarılar, aradakiler. Yetmez ama özgürler.
Bir de morlar var: Sansürün, baskının coğrafyası...
Türkiye, “Freedom House”un son raporunda, 15 yıldır “kısmen özgür” sayıldığı sarılararasından, özgür olmayan morlar arasına alındı; morardı.
Rapora göre “Gazetecilerin işten çıkarılması, haberlerin sansürlenmesi, medyapatronlarının iktidarla yakın ilişkiye girmesi yüzünden Türk medyası, 197 ülke arasında 134. oldu.
28 Şubat günlerine geri döndü. Böylece Erdoğan hükümetinin, medyaya baskıda militarist çizgiye geldiği tescillendi.
***

Bilmediğimiz bir şey değildi aslında; şaşırmadık.
Yine de Sudan ve Libya’yla aynı kümede olmanın utancını yaşadık.
“Daha bu hesaplamada Twitter, YouTube yasağı, MİT Yasası kısıtlamaları yok”diye kaygılandık. Ama hükümet, raporu savunma refleksiyle karşıladı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu iddialı konuştu: “Gazetecilerimiz ‘özgür’ denilen ülkelerden bile daha özgür” dedi.Vay canına!
Biz mi başka ülkede yaşıyoruz, Bakan mı?
Yetmedi:Gazetecilerin bu raporu reddetmesi gerektiğini söyledi.
***
İyi fikir! Bence hapisteki meslektaşlarımız Türk medyasının özgür olmadığını söyleyenleri hücre kapılarına vurarak protesto etsin. “Hapsedildik, ama özgürüz” diye bağırsınlar.Bizler, hükümet talimatıyla işinden olanlar, “Kovuldukça özgürleşiyoruz” yazılı tişörtlerle meydanlara çıkalım.
Baskı altında çalışanlar, “Bizi tasmalarımızdan kurtaran Başbakanımıza şükrolsunpankartı açıp yürüyüş yapsınlar.Bu “algı operasyonu”nu durduralım.
***
Size yardımcı olamayacağımız için kusura bakmayın Sayın Bakan! “Özgür” olduğumuz konusundaki sözleriniz, âleme yönelik bir “algı operasyonu” değilse, dünyayla fazla ilgilenmekten, Türkiye’ye ilgisiz kalmakla açıklanabilir ancak...
Hatırlatalım:
Burası, Başbakan’ın medya patronlarını konutuna çağırıp “Böyle haberler istemiyorum” konuşması yaptığı ülke...
Çoğumuz o talimattan sonra paniğe kapılan patronların kararıyla, onlar daha rahatihale alabilsin diye, çalıştığımız kanallardan, gazetelerden kovulduk.
Burası, Başbakan’ın haber kanallarını telefonla arayıp “Böyle haber yapılmayacak, o adam ekrana çıkarılmayacak, o altyazı yazılmayacak” talimatları verdiği, kendisineyalakalık yapacak kanalları alsınlar diye işadamlarından havuz oluşturduğu ülke..Burası, “Beyefendi üzülür” diye manşet değiştiren patronların, yayın yönetmeni fırçalamayı âdet edinmiş bakanların, hükümete yakınlığına göre Ankara temsilcisi atanan gazetelerin ülkesi...
Hükümet borazanı olmamış medyadan herhangi bir büroya girin ve sorun:
Bir dokunsanız,
 bin ah işitirsiniz.
***
“Yine de bak her şey yazılıyor” diyorsunuzdur.
Evet, burası sonucuna (sansürlenmek, kovulmak, hedef gösterilmek, tehdit edilmek,saldırıya uğramak vs.) katlanmak kaydıyla her şeyin söylenebildiği bir ülke...
Ama o da sizin bahşetmeniz nedeniyle değil, sayıları giderek azalan dürüst seslerincesareti sayesinde..
.
 O yüzden iyisi mi bizden özgür olduğumuzu söylememizi ve o raporu reddetmemizibeklemeyin Sayın Bakan!
O raporu yazdıran sizlersiniz. Kolaysa siz reddedin.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet