27 Temmuz 2014 Pazar

Vatan Nasıl Sevilir?-IŞIL ÖZGENTÜRK

Bu ülkede kime sorsan, “Ben bu vatanı çok seviyorum” der. Şimdi sorularımızı sıralayalım: 
- Hiç Güneydoğu ya da Doğu’ya giden bir tura katıldınız mı? 
- Anadolu’nun en önemli uygarlığı Bin Tanrılı Hititlere dair kaç heykel gördünüz ve kaç kent gezdiniz? 
- Hasankeyf’i biliyor musunuz? Gittiniz mi? Orada yapılacak barajın neleri su altında bırakacağını biliyor musunuz? Bununla ilgili herhangi bir yere imza atınız mı? Herhangi bir protesto eylemine katıldınız mı? 
- Selçuk-Efes’e gittiniz mi? Kentin muhteşem genelevine hayretle baktınız mı? İlk tuvaletleri gördünüz mü? 
- Bodrum Kalesi ve Sualtı Müzesi’nde hayallere daldınız mı? 
- Konya’daki Mevlana şenliklerine gittiniz mi? 
- Kayseri’deki Selçuklu medreselerine, camilerine hayran oldunuz mu? 
- Uluslararası bir çabayla kurtarılan Zeugma kenti mozaiklerinin sergilendiği Antep’teki muhteşem müzeyi gördünüz mü? 
- Peygamberler kenti Urfa’da Balıklıgöl’e yem attınız mı? 
- Zılgıt çeken kadınların bu işi nasıl başardıklarını düşünüp hiç zılgıt çekmeye çalıştınız mı? 
- Antakya’da üç dinin bir arada yaşamasına tanıklık ettiniz mi? 
- Maveraünnehir nereye denir? 
- Bir sabah vakti Karadeniz yaylalarında uyanıp, o günü size bağışlayan hayata teşekkür ettiniz mi? 
-Antalya’ da Antalya Müzesi’ne gidip yorgun Herkül’le bir fotoğraf çektirdiniz mi? 
- Mimarların mimarı Koca Sinan’ın kaç eserini gördünüz? 
- Sevdiğiniz ve etkilendiğiniz beş romancının adları nelerdir? 
- Klasik Türk müziğinde nam salmış beş şarkıyı söyler misiniz? 
- Beş halk ozanı sayabilir misiniz? 
- Türk sinemasından en sevdiğiniz beş filmi sayabilir misiniz? 
- Karadeniz’de Sümela manastırında duvarları süsleyen belki de ilk zenci İsa’yı gördünüz mü? 
- Anadolu uygarlıklarından Likya uygarlığının toprak yollarında yürüdünüz mü? 
- Türkiye denizlerinde kaç cins balık yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç bin endemik bitki yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç çeşit endemik canlı türü yaşar? 
- Lüferin soyunun tükenmemesi için elinize bir mezura alıp balıkçılarda sarıkanat boylarını ölçtünüz mü? 
- Hiçbir hayvan barınağına gidip gönüllü çalıştınız mı? 
- Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri nelerdir? 
- Termik santral nedir? Zararları nelerdir? Biliyor musunuz? Hiçbir termik santral yapımını protesto eden bir eyleme katıldınız mı? 
- Türkiye’nin altının silme altın madeni olduğunu biliyor musunuz? 
- Hiç inatla bölgenizdeki bir eski binanın resimlerini çekip, binanın yaşatılması için gerekli yerlere başvurdunuz mu? 
- Anadolu Medeniyetleri Müzesi kimin emriyle kurulmuştur? Hiç gittiniz mi? 
- Osmanlı’dan beri sürgün yeri olan Sinop Cezaevi’nde kaç muhalif yazar yatmış biliyor musunuz? 
- Adana neden Yılmaz Güney’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Orhan Kemal’lerin yurdudur, hiç düşündünüz mü? 
- En son hangi protesto eylemine katıldınız? 
Sorularımız bunlar, daha da çoğaltılabilir, öyle “vatan sevmek” kolay değil. Her şey gibi o da tanınmak ister, bilinmek ister ve emek ister. 
Sevgilerle, hadi kalemi alıp sorulara yanıt verin. 
Bu soruları sizlere ilk kez 1 Nisan 2013 tarihinde sormuştum, sorulara nasıl yanıt verdiniz bilmiyorum ama ben birkaç soru daha ekledim. İzninizle: 
- Göbeklitepe nerededir ve arkeoloji tarihini nasıl değiştirmiştir? 
- Frikya uygarlığı ve Frikya Vadisi ülkemizin hangi yöresindedir? 
- Sinan’ın en güzel eserlerinden Rüstem Paşa Camii nerededir? Gördünüz mü? 
- Ani harabelerinin hikâyesi nedir? Hiç gittiniz mi? 
Sizlere kolay gelsin, ben şöyle bir Moğolistan’a gidip geleceğim. Bayramınız şen olsun...  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Büyükada’da Üç İstila: Erdoğan, Araplar, Martılar-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Büyükada’ya adım atar atmaz… karşınıza hemen “Ada sahillerinde bekliyorum”dercesine.. dev Erdoğan posterleri ve logoları çıkıyor. 
“Milli İrade, Milli Güç”; “Milletin Adamı”, “Türkiye’nin Gücü” yazıları ve bayrakları arasında sersem oluyorsunuz.

Başınızı hangi yana çevirseniz, sadece onun “Sağlam İrade” pozları ile karşılaşıyorsunuz… 
Öyle ki insan kendisini bir anda sadece Erdoğan’a ait olan, özel bir “Erdoğan adası”na çıkmış gibi hissediyor. 
Kenarda kıyıda evet birkaç Ekmeleddin ve Selahattin Demirtaş reklamı da var ama bunlar eser miktarda… 
Demirtaş’ın anonsları, nerdeyse pul gibi, minnacık. Görmek için büyüteç gerekiyor. 
İskele parmaklıklarına asılı, “iki adet” “ekmek” Ekmeleddin reklamının da, hani neredeyse dostlar alışverişte görsün niyetine, “eşantiyon” gibilerinden asılmış hali var.
Oysa ki burası bir CHP adası. 
Önceki dönemdeki gibi son 30 Mart seçimlerinde de Adalar Belediyesi’ni CHP aldı. 
Ama tam gaz yapılan propagandaya bakıldığında -ki şu satırları yazdığım anda bir yandan da gümbür gümbür “Dombra” çalıyor!- yalnızca AKP hegemonyası hissediliyor. 
Her zaman olduğu gibi, “ada”, “Türkiye makrokozmos”unun küçük skaladaki bir örneği aslında. 
Türkiye genelinin tablosu, adanın, hemen fark edilen minik evrenine, ayırt edici tüm özellikleriyle yansıyor. 
“Büyükada”da somut görülen bu “Erdoğan adası” hali; “Erdoğan Türkiyesi”durumunun bire bir projeksiyonu oluyor.
Geri sayım... 
Bilgisayarın başına aslında seçim değil, şöyle hafif bir “Büyükada” yazısı için oturmuştum… 
Ne de olsa ramazan dolayısıyla “ada”nın son sakin günlerini yaşıyoruz. 
Ramazan boyunca ara veren “Arap istilası”; bayramın ilk gününde adayı tüm hızıyla yeniden teslim alacak. Benim gibi eski tüm “ada müdavimleri” için bu, kasvetli bir geri sayım anlamına geliyor. 
Çünkü Arap turistler adaya adım atar atmaz, güneşin en tepede olduğu acımasız öğlen saatlerinde bile bizler için “fayton” bulmak bile bir kâbus halini alıyor ve uzak bir“seraba” dönüşüyor. 
Kıyıdaki lokantalar, kahveler; haremlik-selamlık masalarla doluyor. 
Çarşı içinde yürümek; işten çıkış saati Karaköy köprüsünde yol almaya benziyor. Adanın tüm çehresi ve doğası değişiyor. 
Ramazan biter bitmez; Avcılar, Büyükçekmece, Eminönü, Kartal, Maltepe, Yalova ve hatta taa İzmit’ten adaya yolcu taşıyan gemiler, bitişik düzen sırayla yapılan iskelelere yanaşacak ve her yıl adayı batırırcasına girişilen büyük çıkarma başlayacak. 
Şimdilik sadece martı çıkarması yaşıyoruz...

‘Sokak çocuğu’ martılar 
Martı çıkarması” dediysem.. bu yılın “martı çıkarması” farklı. 
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “İstanbul deyince aklıma martı gelir/Yarısı gümüş, yarısı köpük/ Yarısı balık yarısı kuş” romantizmi mazi olmuş. 
Agresif martılar bundan böyle ancak olsa olsa… Can Yücel’in “Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin” dizelerini düşündürüyor. 
Ama “deniz”de değil bu martılar düpedüz artık “sokak çocukları” gibi yolda geziyorlar. Ve kümes hayvanları gibi kediler, köpeklere yarenlik ediyorlar. 
Denizde yeterli balık bulamadıklarından mı; yollarda giderek artan “atık” bolluğundan mı.. hayvanlar karınlarını artık deniz yerine hep daha çok “kara”da doyuruyor.
Müşterilerin tostunu götürüyorlar 
Öyle ki Anadolu Kulübü’nde örneğin, havuzda martıların yakın markajına yakalanmadan öğle yemeğinizi asla yiyemiyorsunuz. 
Ne kadar kovsanız, kışkışlasanız nafile. 
İnsanlardan hiç korkmuyorlar, göz diktikleri müşterilerin tabağına doğrudan atmaca gibi inip; ne bulurlarsa götürüyorlar. 
Havuz bölümünde servis yapan Mine’nin anlattıklarına göre “müşterilerin ağzından tostunu kapıp götüren” martılar var. “Bu öyle tedirgin edici ki bir durum ki” diye anlatmayı sürdürüyor Mine; “artık sehpaların üzerine içinde yiyecek bulunan hiçbir şey bırakamıyoruz!”... 
Hitchcock’un “Kuşlar”ını andıran türden bu şekilde bir martı istilası, gerçekte tüm Akdeniz’de hissedilen ciddi bir sorun…. 
İnsanlar Venedik’te artık mesela evlerinin balkonunda yemek yiyemiyor… 
Çatılara baharda yuva yapan ve bir daha ayrılmayan martı aileleri yüzünden, teraslarına çıkamıyorlar. Bu durumda olan öyle çok insan var ki; “sos gabbiani/imdat martı” adı verilen yeni ağlar ve hizmetler kuruluyor. 
Önlem alınmazssa, yakında bizler de “Rüzgâr ve martı… sordular seni neredesin?”şarkılarını bırakıp; bu gidişle “imdat martı” arayışına girmek zorunda kalacağız. 
Tüm sevgili okurlara iyi bayramlar...  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Cehalet Bulaşıcıdır-ZEYNEP ORAL

“İliklerime kadar sevdiğim ülkemde bunları yaşamak da varmış!” Mario Levi’nin bu sözleri söylemek zorunda kalması, hâlâ içimi acıtıyor; hâlâ utanç içindeyim. Yazarımızın yaşadığı, onunla birlikte hepimizin yaşadığı, adını koyalım, ırkçı ve faşist bir saldırıydı. 
Evet ırkçı ve faşist bir saldırı... İsrail hükümetine öfkelenip Yahudilere kızmak, elbet ırkçılıktır, nefret suçu işlemektir. Daha da vahimi (en az ırkçılık kadar vahim olanı) cehalettir. Mario Levi’ye yapılan saldırı haberi birkaç gün önce gazetemizde,“Cehalete Teslim Olmamak” başlıklı yazımla aynı sayfalarda yer alıyordu.
***
“Birkaç kendini bilmez cahil, Mario Levi’nin kitaplarını protesto etme çağrısı yapmış, ne var bunda büyütecek” deyip geçemeyiz çünkü cehalet bulaşıcıdır. Cehalet, kolay olandır. Cehalet, kolay yayılandır. 
İsrail hükümetinin savaş uçaklarına petrol vereni, petrolü taşıyıp ceplerini dolduranları protesto edemeyen çıkarcı pisliklerin, hiç okumadıkları kitapları protesto etmeleri; o güne dek hiç görmedikleri “Akdeniz” heykelini kırmaları cehalettendir.
***
Kimileri “Cehalete Teslim Olmamak” yazıma öfkelendi, her AKP’liyi cehaletle suçladığımı söyledi. (Hayır öyle demedim. Cehalet kadar elbet çıkar ilişkilerinin de payı var!) Ama cehalete şimdiye dek hiç bunca prim verilmediği de ortada. 
Her yağmur yağdığında ortalığı sel götürüyorsa bunda cehaletin payı var. Her yıl aynı asfalt beş kez çöküyor beş kez yeniden yapılıyorsa bunda cehaletin de rolü var...“Saatimi Zarrab hediye etti, ama parasını ben ödedim” savunmasını ya da Obamabenimle değil, Ben Obama ile görüşmüyorum” savını, millet yutuyorsa bu da cehaletten... 

Cehaletle bütünleşen kin ve öfkenin Sivas’ta Madımak Oteli’ndeki icraatını gördük. Nefret suçu işleyenlerin nasıl beraat ettiklerini gördük. Orada öldürülenlerin, yakılanların suçlandığını yaşadık... Evet, cehalet bulaşıcıdır. Tıpkı nefret suçları gibi bulaşıcıdır.
***
Çeşitli sanatsal kurumlarımızın ve Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in Mario Levi’ye sahip çıkma çabası değerlidir ama yetmez. 
İlkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim kurumlarında nefret söylemine, nefret suçlarına ilişkin derslerin konulması gerekir. 
Devletin, hükümetin her kademesinin nefret söylemi ve suçlarını lanetleyerek örnek oluşturması gerekir. (IŞİD’e terörist diyemeyen, Berkin’e terörist diyenlerin bunu yapmaları zor elbet!) 
Anımsayın: Bir gazete Soma katliamının ardından, “Soma patronunun damadıYahudi” manşetiyle çıkabiliyor ve Erdoğan’a saldırılarda Yahudi damadın rolü var mı” diye sorabiliyor ve bundan hiçbir ceza almayabiliyordu!
***
Sevgili Mario Levi’yi önce yalnız kitaplarından tanıyordum. Son bir iki yıldır PEN Yazarlar Birliği Türkiye Merkezi’nin yönetim kurulunda birlikte çalışırken onu daha yakından tanımak fırsatı buldum. 
Yapıcı ve olumlu kişiliğiyle, yaratıcı kimliği, çözüm önerileri, hoşgörüsü, yaydığı pozitif enerji nedeniyle ona saygım sevgim çoğaldı. Ona yapılmış saldırıyı, hepimize, bütün ülkeye yapılmış sayıyor ve arkadaşıma, çalışmaya, üretmeye devam; cehalete karşı mücadeleye devam diyorum.

Bu hafta korkunç bir yaprak dökümü yaşadık. Sevda Şener, Verda Erman... Şimdi de Ayhan Baran ve Çolpan İlhan... Tüm sevenlerine sabırlar diliyorum. Bizler, bizden sonraki kuşaklar, bu aydınlık insanları yaşatmaya devam edecek.  

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Laiklik, din ve siyaset-Fatih Bilici/SOL

Bu gün edindiğimiz kültür birikimi ve eğitim seviyesi ile din siyaset sahnesinin dışına çıkartılabilir mi?
Din/ler tarihin her döneminde egemen sınıfların kullandığı en büyük ve en güçlü silah olmuştur. Bu durum bu gün de aynıdır.
Kısaca ilk dinin ortaya çıkış – doğum tarihine baktığımızda; Mısır'da köle edilmiş İsrail halkının mevcut tanrılardan daha güçlü veya o dönemlerde bilinen tüm tanrıların güçlerini bünyesine alan ve hepsinden çok daha güçlü, sonsuzluğu olan bir Tanrı’nın yardımıyla kurtulabilecekleri fikri, kaçış ve halkı ikna etmenin en güçlü anahtarıydı.
Musa ve kardeşi Harun’a düşen bu zor görev ise Mısır’ın güneş Tanrısı RA'ya karşı halkı inandırmak ve kaçışı baştan sona organize edebilmekti. Bu kaçış öyküsü kırk yıl sürer ama sonunda başarılır. (M.Ö. 3200 – 3500 civarları)
Musevilik (Yahudilik) din olarak bugünkü Kudüs civarlarına yerleşirler. Böylelikle çok Tanrılı dinler dönemi de sonlanarak tek Tanrılı dinler dönemi başlar.
İnancın önde gelenleri halkın manevi beklentilerini mayalayıp kabartırken, bölgenin diğer halklarına göre de inançlarını şekillendirmişlerdir. Ayrıca bu inancı yetkisel anlamda ast – üst yetkileriyle disipline etmişler. Fakat tüm bunları yaparken de kendi halklarına karşı inanç şeriatlarının kendilerine verdiği geniş yetkiler ile baskı yapmaya da başlamışlar.
Daha sonra Nasıralı İsa adında bir insan, kendi halkının din otoritelerinin zulüm aracı olan şeriata ve diğer uygulamalara kafa tutmaya başlar. Bu eylemlerini sergilerken de uygulamada ki despotlukların karşısına sevgi, kardeşlik ve zengin karşıtlığı gibi ezilenleri etrafında toparlayacak devrimci değerleri koyar. M.S 33 yılında da bu eylemlerinin bedelini bölgenin Roma valisinin de yargılamasıyla çarmıhta öldürülerek öder.
Fakat Nasıralı İsa’nın yaşarken sergilediği davranışları ve söylemleri kendisinden sonra Hıristiyanlık inancı adıyla çığ gibi büyüyerek farklı bir din daha ortaya çıkar.
Daaha sonraki zamanlarda yine aynı coğrafyada bölgenin ekonomisine bir oymakları (yanlış anımsamıyorsam Sadukiler ) aracılığı ile el koymuş olan İsrail oğulları aynı zamanda diğer bölge halkları ve içlerinden türemiş olan Hıristiyanlarla da bir didişme hatta bir savaş içerisindelerdi. Hızlı yayılan Hıristiyanlık ve Yahudi baskıları bölge halklarını tedirgin etmeye başlamıştı.
Bölgede durum bu iken iki arada bir derede sıkışıp kalan Araplardan bir kişi (Hz. Muhammed) ortaya çıkarak yeni bir din olarak İslamiyet’i ilan eder. (M.S. 613)
Burada dikkatlerinizi birkaç noktaya çekmek istiyorum.
İlk olarak Musevilik ortaya mevcut güce –otoriteye (Mısır RA) bir isyan, bir ekonomik özgürlük ve bağımsızlık amacı ile çıktıklarını görmekteyiz.
Hıristiyanlığında yine aynı şekilde Yahudiliğin şeriat yasaları ile kendi halkını baskıladığı ayrıca dini kullanarak bazılarının zenginleşmesine karşı yoksul halka öncülük ettiğini görüyoruz.
Yine Müslümanlığında tüm bunların arasında bir sıkışmışlık ile beraber, "bu bölgede biz de varız, artık yeter" der gibi ve yine diğerlerinden de etkilenerek, hatta onlara özenerek ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fakat tümünün güç aldığı yer ise kendi halklarının biraz ileri gelenleri olsa da çoğunluk olarak yoksul ve ezilip, örselenmiş yığınlardır.
İşte tam da bu noktada şunu çok rahatlıkla diyebiliriz. Tüm din veya inançların ortaya çıkış gerekçeleri ve kendilerini geliştirme çabalarının tümü siyasaldır.
Sosyoekonomik çatışma ve etkileşimler sonucu meydana gelen bir gebelikten, ister müdaheleli, ister sezeryan veya normal yolla olsun, o doğumdan meydana gelen kesinlikle siyasaldır.
Bu gerçekliği "Hayır ilk başlarda çıkışı olarak maneviydi ama sonradan siyasallaştı" diye izah etmeye kalkışmak sağlıklı ve bilinçli düşünen bir aklın ürünü olamaz. Burada kendimize sormamaız gereken ciddi ve akılcı soru şudur:
Siyasal olan bu gerçeği laiklik ile siyasal alanın dışına çıkarabilir miyiz?
Bu konuda abuk – subuk kalem oynatan çoktur. Sol ilahiyat, sol İslamiyet gibi. Bu tür fikir savunmalarını ciddiyet ve bilim ile izah edemeyiz. Ezilmişlik, sömürülmüşlük ortak sorun olabilir. Fakat bilimsel sosyalist olduğunu söyleyen birisi, aynı zamanda ben koyu bir ilahiyatçıyım derse burada ilk akla gelen takiyeciliktir.
Peki kendi ülkemiz 91 yıldır laiklik dini siyasal alandan çıkararak bireylerin tercihlerine ve vicdanlarına taşıyabilmiş midir? Bu sorunun yanıtı hayır olduğuna göre; biz neyi tekrar-tekrar sorgulamalı ve onunla yüzleşmeliyiz? Şu soruyu da kendimize sormalıyız: Din egemen güçlerin elindeki güçlü bir silah ise biz o elleri kırarak dini bireylerin özel yaşamına saygın bir şekilde nasıl taşıyabiliriz?
İşte bu coğrafyanın ezilen halkları birbirlerinin kanlarını onlarca, yüzlerce yıldır bu nedenlerle akıtmaktadırlar. Burada engizisyonları, haçlı seferlerini ve diğer din savaşlarını bu kısa not ile vererek geçiyorum.
Sosyal, ekonomik bir olgunun yerine, biraz daha iyileştirilmiş, renklendirilmiş bir başka olgu koyulup bu halka benimsettirilebilir. Ama din veya inanç olunca bu durum başkalaşır. Buralara çöreklenmiş tüccar tekelciler alaşağı edilerek, din halkların yüreğinde tercihe göre şekillenmelidir.
Dini siyasal alanın dışına çıkarmanın bir başka yolu ise bana göre; toplumun eğitimine odaklanarak, bilinç düzeylerini en üst seviyelere taşımak ile mümkün olabilir. İkinci olarak ise bu bilinçten sonra topluma dinlerin doğum, yaşam, sevgi, kardeşlik ve savaş alanlarında ki etkilerini hiç saptırıp süslemeden insanlara anlatmaktır.
Eğer ki dünya dualar ile değiştirilebilseydi insanlık bu gün aynı inanç sahiplerinin birbirlerinin kellelerini kesip övünmek amacıyla yayınladıkları videolar ile açlık ve susuzluktan bir deri bir kemik kalmış bebekleri akbabaların nasıl parçaladığını da izlememiş olurdu.
Fatih Bilici/SOL

Neden aday?-Rıfat Okçabol/SOL

Başbakan, AKP kurulmadan önce Refah Partisi adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapıyor. Belediye başkanlığı sırasında, imam hatipli kimliği ve kültürüyle, günümüzün en azılı ve acımasız dinci terörist Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturmasıyla ve “Devlet laik olur insanlar laik olmaz; demokrasi hedefe kadar gidilecek tramvaydır” gibi söylemleriyle tanınıyor. Pek kitap okumadığı, sinemaya, tiyatroya, konsere ve operaya gitmeyi sevmediği, güzel sanatlarla arasının iyi olmadığı biliniyor.
Fırsatını bulduğunda tedrisinden geçmiş olduğu Erbakan’ı terk edip Amerika’ya yakınlaşıyor ve AKP’yi kuruyor. 1993’te Sivas-Madımak’ta “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkacağız” diyerek nice canları diri diri yakanların avukatlığını üstlenenleri de yanına alıyor; ya belediye başkanı ya da mebus yapıyor! 2002 seçimleri öncesinde, YÖK’ün ve milletvekili dokunulmazlığının kaldırılacağı ve seçim yasasının değişeceği gibi pek çok vaatlerde bulunuyor; Başbakanlığında bu vaatleri unutuyor.
Belediye başkanlığı dönemiyle ilgili olarak hakkında açılmış soruşturmalar bulunuyor; milletvekili seçildiği için bu soruşturmalar sonuçlandırılamadığından, soruşturulduğu davalardaki sanıklık durumu hâlâ devam ediyor.
17 ve 25 Aralık 2013’te patlayan yolsuzluk olaylarında, bazı AKP’i yetkililerin çocuklarının ve kimi iş adamlarının evlerinde kasa kasa ve ayakkabı kutuları içinde çıkan paraları herkes görüyor. Yolsuzluk soruşturmaları sırasında ortaya çıkan telefon konuşmalarından, çocuğunun evindeki paralar dağıtıldıktan sonra bile evde kalan paranın 30 milyon Avro gibi küçücük bir meblağ olduğunu herkes duyuyor. Bu yolsuzluk olayları sırasında, Başbakan’ın “Savcısıyım” dediği davaların uyduruk delillerle düzenlenmiş “birer kumpas” olduğu ortaya çıkıyor.
Savcısı olduğu kumpas davalarının polislerini, savcılarını ve hakimlerini yere göğe sığdıramazken, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarını ucu AKP’lilere dokununca, meclisteki çoğunluğa dayanılarak alelacele yasaları değiştirip yargıda değişikliğe gidiyor. Önce yolsuzluk davasıyla ilgili olarak soruşturma başlatan polis ve savcıların çoğu görevden alınıyor; şimdilerde de soruşturma yapanların tutuklanıp yargılanması süreci başlatılıyor. Yolsuzluğa adı karışıp istifa etmek zorunda kalan bakanlarla ilgili olarak bir meclis soruşturma komisyonu kuruluyor. Soruşturma Başbakan’a/onun çocuklarına kadar uzanabilir korkusuyla, komisyon toplanmasının cumhurbaşkanlığı seçimi sonuna kalması için her yol deneniyor! Başbakan, belediye başkanlığında başlatılan soruşturmalardan bile aklanmamış durumdayken, şimdi bir de 17 ve 25 Aralık yolsuzluklarının üstünü örtmeye kendini adamış görünüyor!
Başbakan, meclisin çoğunluğuna hakim olduğu gibi bakanlara da hakim. Hiçbiri onu sözünden çıkmıyor/çıkamıyor. Gülen cemaatiyle dalaşmasında bile, içlerindeki cemaatçilerden ancak 2-3’ü istifa edebiliyor. Silahlı kuvvetlerden polise, TRT’den yargı organlarına kadar tarafsız olması gereken tüm devlet kuruluşlar da onun dediğinden şaşmıyor. Abdullah Gül de, Cumhurbaşkanı olarak onun her dediğini yapmış bulunuyor. Başbakan, başbakan olmakla yetinmiyor ve illa “Cumhurbaşkanı da olacam” diyor!
Devlet memurları seçimlerde aday olduklarında görevlerinden istifa ederken başbakan istifa etmediği gibi, seçim süresinde TRT dahil devletin tüm olanaklarını kullanıyor! Bununla da yetinmiyor! Diğer varlıkları bir yana yalnız 2011’de 3,3 milyon lira olan nakit parası, günümüzde 4,4 milyona çıkmışken seçim çalışmaları için yandaşlarından para toplamak üzere bağış hesabı açıyor. Bu arada, mal varlığının hepsini beyan etmemekle suçlanıyor!
Anayasa cumhurbaşkanının tarafsızlığını öngörse de, Başbakan, yedi yıl bir AKP noteri gibi işlev gören A. Gül başta olmak üzere önceki cumhurbaşkanlarını “saksı” yerine koyup, tüm toplumun değil de, yalnız AKP’nin cumhurbaşkanı olacağını, diğer yurttaşları yok sayacağını ve diktatörleşeceğini gösteren şu açıklamayı yapıyor: “Ben tarafsız cumhurbaşkanı olmayacağım” diyor!
Üstelik Soma faciasında esas suçluların AKP içinde oldukları da ortaya çıkmışken. Soma faciası sırasında ve herkesin gözü önünde, “Eleştirirseniz dayak yersiniz” demişken, olayları protesto eden gence tokat atmışken, protestoculara “İsrail dölü” diyerek hakaret etmeye çalışmışken, özel danışmanı da bir madenciyi tekmelemişken; Gezi olayları sırasında, toplumu birbirine düşürmek için, “Türbanlı kadını dövdüler” ve “Camide bira içtiler” diyerek günlerce gerçek olmayan suçlamalarda bulunmuşken; Gezi olaylarında polis şiddetine kurban gidip aylarca komada kalan Berkin öldüğünde, yandaşlarına Berkin’in annesini yuhalatmışken! Neden cumhurbaşkanlığına aday oluyor?
Yalnız Erbakan’a vefasızlık yapmıyor. AKP’yi birlikte kurdukları kişileri, içlerinde “Abi” diye yere göğe sığdıramadıkları dahil olmak üzere, bir çırpıda elinin tersiyle itebiliyor. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda birlikte kumpas kurarken göklere çıkardığı cemaat mensuplarına şimdi hakaretlerde bulunuyor. Araları iyiyken kendisinin atadığı ve terfi ettirdiği kişilere, “Bunlar ihanet içinde devlete sızmışlar” diyor! “Barış ödülü” aldığı Libya lideri Kaddafi’nin linç edilmesi için ABD ile işbirliği yapmaktan çekinmiyor! Bir zamanlar ailecek tatile çıktıkları Suriye lideri Esad’ı yok etmek için şimdi dinci fanatik katillerle işbirliği yapıyor. Eskiden dost olduğu Irak lideri Maliki ile bugün kanlı bıçaklı oluyor. Eskiden kanlı bıçaklı olduğu Barzani ile bugün neredeyse kankan durumuna geliyor. Dış siyasette “sıfır sorun” sloganıyla yola çıkıp hiçbir dost komşu ülke bırakmamış bulunuyor! Dışlama sırasının bir zamanlar “Kardeşim” dediği Gül’e geldiği görülüyor!
Vefasızlıkta tavan yaparken cumhurbaşkanlığına aday oluyor! Neden?

Rıfat Okçabol/SOL

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Otoritenin özgürleşmesi-İzzettin Önder/ SOL

Neden "otorite" ile "özgürlük" sözcükleri bir araya gelmesin ki! Özgürlük, insanların içinde rahatlıkla davranabildiği bir ortam, davranışsal serbestliği betimleyen çevre koşullarının nitelemesidir. Otorite ise karşı kişi ya da gruba ya da tüm çevreye karşı takınılan kişisel ya da örgütsel tavrı betimler. Başka bir deyişle, otorite ve özgürlük, tavır ve çevre ilişkisidir. O nedenle, sağlanan ve desteklenen görece özgürlük ortamında otoriterlik yükselir, çünkü sessiz kalınan, tepki gösterilmeyen bir ortam aynı zamanda faşizan davranışa da özgürlük sağlar. Buna karşın, eleştirel ve demokratik ruhlu çevre faşizan tavra özgür ortam değil, reddedici ortam oluşturur. Bir faşist konuşurken onu hayranlık histerisi içinde seyreden meczuplar gurubu tabii ki faşiste ruh verir, onda kırbaç etkisi yaparak,
güçlendirir. O nedenledir ki, toplumlarda bir şekilde "ileri gelenler" kategorisine giren aydın, sanatçı, sporcu, iş insanı, akademisyen vs fevkalade sorumlu davranmak durumundadır, çünkü faşistlerin yükselmesi ya da frenlenmesi büyük çapta onların elindedir. Bu kişilerin faşizan eğilimlere prim vermemek adına, nezaketen de olsa vaki bir propaganda davetine gitmemesi gerekir, gitse bile, elinin alkış sesine hakim olmak durumundadır. Kaldı ki, faşiste nezaket gösterilmez, ancak yalakalık yapılır. Daha da önemlisi, gerçek bir aydın faşistin söyleyecekleri "pembe soslu yalanları" utanmadan "sap gibi" dinlemek istemiyorsa, daveti reddedebilir, ne gazeteden atılmaktan, ne üniversiteden kovulmaktan, ne de vergi denetim ordusundan korku taşımadan dik duruş sergilemelidir. Bu gibi durumlarda "mağdur" olmak, faşistlerin bol siyaset malzemesi gibi yozluk değil, tarih ve toplum huzurunda şereftir! Sartre'in dediği gibi, insan özgürlüğü kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.
Faşist güçlendikçe özgürlüğü yok eder. Tipik bir faşist huyu; gücü ele geçirinceye kadar özerk, sonra baskıcıdır, özerklik onun için hedef değil, araçtır. Hatta, bir faşist doğrudan hedefe girmeyen alanlarda oldukça özerk ve demokratik görüntülü davranış sergileyebilir. Bu davranış da bir faşist için hem asıl davranışı kamufle edici, hem de çevreyi aldatarak taraftar toplayıcı işlev görür. Görülüyor ki, "özerklik" ile "otorite" sözcükleri yan yana gelebilir, ancak niteliklerine bağlı olarak, bu iki olgu bir arada bulunamaz. Faşiste faşist kafalılar ya da aymazlar veya oportünistler özgür ortam sağlar. Oysa, gerçek aydın, bilim insanı ya da sanatçı faşiste özgür ortam sağlamaz, çünkü bunlar birbirinin panzehiridir. Özgür toplumda faşizm yaşayamayacağı gibi, faşizmde de gerçek özgürlük olmaz. O nedenle en ufak bir otoriter eğilime fırsat verilmemelidir, çünkü faşizm güçlendikçe bu dokuları boğar.
Faşizme özgü tipoloji genellikle büyüklük tipidir. Engin Geçtan Hoca'dan ufak bir okuma yapalım: "Büyüklük hezeyanları .... inatçı ve kalıcıdırlar. Büyüklük hezeyanları içerik açısından, kişinin kendisini olağanüstü yetenekli ya da çekici bulması gibi basit bir içerikten, peygamber, bilim adamı ya da kâşif olarak bir insanlık devrimi gerçekleştireceğine ilişkin önemli bir inanç geliştirmesine kadar değişebilir. Bu tür hezeyanlar genellikle süreklilik gösterirler ve düşünce yönünden çok iyi örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, böyle bir insan zaman zaman gerçekçi bir toplumsal, sanatsal ya da bilimsel hareketin içinde yer alabilirler, hatta ender bazı durumlarda müritler edinerek kendine göre bir reform başlatıp, sürdürebilir."(Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, s.138)
Geçtan Hocanın modeli ilginç, ancak bir ulus gibi kütleyi böylesine kandırmak biraz kuşkulu gözükebilir. Bunun örneğini, Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Almanya'nın içinde bulunduğu durumda yükselen Hitler oluşturabilir. Almanya o dönemde öyle bir durumda idi ki, İkinci Paylaşım Savaşı'nı Keynes bile öngörmüş idi.
AKP adayı için para toplanacakmış. İşte, ABD özlemli, siyasi propagandayı da sirk tuluatı zanneden sanatçı ve yazarların hayran oldukları bir propaganda aracı! Bu sandığa para atanlarla atmayanlar ya da atamayanlar bir olur mu? Paralı cumhurbaşkanı sandığa para atmayanların da temsilcisi olabilir mi? Cumhurbaşkanlığı görevi de, bu göreve giden seçim kampanyası da niteliksel olarak patates satışı değil, kamusal hizmettir. Kamusal hizmet özel finansmanla yürütülemez. Mecbur muyuz, ABD'nin her saçma modelini adapte etmeye! Hem muhafazakarlık, hem emperyalin taklitçiliği! Böyle bir kaynak tabii ki olmalıdır; bu tür kamu hizmetleri bireyin şahsi serveti ile yürütülmez, yürütülmemelidir. Bu kaynak genel bütçeden ve her adaya eşit miktarda ve seçmene nakdi ya da ayni dönüş yapılmayacak şekilde tahsis edilmelidir. Zaten kapitalist sistemdeyiz. Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı ve başbakanın aday olmaları durumunda görevlerinden ayrılmalarına gerek olmadığı şeklinde, üstelik de bunu görevlerinin gereği olarak yorumlayan, bir garip kararı var. Şimdi şu Anayasa Mahkemesine soralım: bu görevdeki insanlar vefat dahi edemez mi, ya da hastalık nedeniyle malul olamaz mı, o zaman ne yapılacak. Bu kişiler görevleri gereği malul olamaz ya da vefat edemez diye de bir Anayasa Mahkemesi kararı da var mı acaba! Bu garip karar üzerine, bir de mendil açıp para toplamak! Tek kelime ile, AYIPTIR NOKTA! İşte size mutlak özgürlük ortamına salınmış otorite! Asker gücü ile iktidara gelen veya iktidarda kalmaya çalışanları (kimler ise!) eleştirenler, ne hazin bir toplumsal manzara ki, bugün polis, medya ve baskı gücü ile belirli makamlara çıkmayı hedeflemektedir! İtalyan faşizmini tarif eden Primo Levi'ye kulak vererek bugünkü yazıyı sonlandıralım: "Bu rejim, İtalya'yı haksız ve hasta bir savaşa sürüklemekle kalmamış,aynı zamanda bunu yüceltmiş ve emeğin sömürüsüne, düşünen ve esir olmak istemeyenlerin sessizliğine dayalı sistematik, hesaplı yalanların üzerine kurulmuş tiksindirici bir hukuk ve düzenin bekçisi olmuştur."
Bugünlerde içinden geçtiğimiz hazin ve antidemokratik süreci değerli dostum Esen Aslandoğan'la konuşurken, onun da yardımı ile, böyle bir yazı ortaya çıktı. Umalım, hepimizin kafasında bazı çağrışımlar yapar, umarım otoriteyi özgürleştirmemede başarı sağlarız!
İzzettin Önder/ SOL

Ortaçağ Karanlığı ve Teknolojik Devrim-ÖZLEM YÜZÜAK

IŞİD belası, bölge coğrafyasını ortaçağ zihniyetinin çok daha derinliklerine sürükleyen ölümcül karanlık yanı başımızda iken teknolojik devrimleri, yaşam alışkanlıklarımızın sil baştan tanımlandığı yeni süreçleri konuşuyoruz. 

Intel’in yeni teknolojilerden sorumlu Başkan Yardımcısı Ayşegül İldeniz ile 8 ay aradan sonra yine beraberiz. Daha önce Intel’in Türkiye, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Başkanlığı’nı yürüten İldeniz, geçen yıl Silikon Vadisi’nde yeni görevine başlamıştı. Çalışkan, heyecanlı ve azimli bir kadın. Daha doğrusu, dünya teknolojisinin kalbinin attığı Silikon Vadisi’ndeki en kıdemli Türk kadın yöneticisi. Sabah kahvaltısında buluşuyoruz. Moğolistan’da Gobi Çölü’nde aralarında Nasuh Mahruki’nin de bulunduğu bir grup arkadaşı ile birlikte motosikletle çıktığı tatilden yeni dönmüş. Yol yorgunluğuna karşın alabildiğine enerjik. Yanındaki poşetten bir oyuncak bebek, bir kol saati, bir kulaklık ve bir şarj kâsesi çıkartıp masanın üzerine koyuyor; “İşte biz bunların üzerinde çalışıyoruz” diyerek. Bahsettiği konu artık literatüre “nesnelerin interneti” olarak girmiş bir kavram. Nesnelerin internetinin temelinde algılayıcılar (sensörler) var. Örneğin kol manşetinde kalp atışını ölçen akıllı gömlek... Ya da cep telefonuna gelen bütün bilgileri, mesajları görebildiğiniz akıllı bilezik... Veya bebeğin giysisine takılan, nefes alışını, hareketlerini izleyen, uyandığını anneye içtiği kahve fincanının rengini değiştirmek suretiyle haber veren, aynı zamanda süt ya da mama ısıtıcısını devreye sokan bir çip. 
Peki akıllı kulaklığa ne dersiniz? Siz araba sürerken size o gün annenizin doğum günü olduğunu hatırlatan, hatırlatmakla kalmayıp yol güzergâhınızdaki en yakın çiçekçiyi kendiliğinden tespit eden bir minik alete... İldeniz, “Bugün dünyada 7-8 milyar akıllı nesne var. 2025 yılında bu sayının 30 ila 50 milyara varacağını öngörüyoruz. İnsanlar ve nesnelerin birbirlerinin farkında olduğu, birlikte bir işlev kazandığı bir dünyadan bahsediyoruz” diyor. Deloitte tarafından hazırlanan “Elektronik Haberleşme ve Eğilimler 2011” raporuna göre de 2020 yılına kadar cep telefonu, sabit telefon, bilgisayar, ev ve araba içi cihazları, müzikçalar, TV, elektronik kitap okuyucu ile endüstriyel makine ve algılayıcılardan oluşan 50 milyar kadar cihaz yaygın iletişim ağları üzerinden haberleşecek. Bu da dünyadaki her bir insana karşılık altı aygıttan fazlası anlamına geliyor. Bireyleri ise yaşam alışkanlıklarının baştan tanımlanacağı bir süreç bekliyor. 
Teknoloji devi Intel, nesnelerin internetini günlük yaşama yerleştirmek için ciddi bir çalışma içinde. İldeniz, “Ekibimin içinde etnolog ve antropologlardan oluşan bir çalışma grubu da bulunuyor. Onlar insanların davranışlarını gözlemliyorlar, geleceğin teknolojilerini buna göre oluşturuyoruz” diyor. 
Örneğin, Jarvis“sürekli online” bir kişisel asistan. 
Kulağınıza takıyorsunuz, herhangi bir konuda yardım istemek için telefona uzanmak gerekmiyor, sadece sormak yeterli. Bu derhal akıllara son dönemin en başarılı bilimkurgu filmlerinden olan “Her”ü getiriyor.“Akıllı kâse” bir diğer örnek; şarjı biten telefonunuzu ve diğerlerini, “akıllı kâse”nin içine atıveriyorsunuz ve kendi kendine şarj oluyor. Kısacası priz, şarj kablosu aramak da yakında tarih olacak ve evet, buna hiç üzülmeyeceğiz. Giyilebilir teknolojilerin bir de “moda” ayağı var. İldeniz bunu da“insanlar artık teknolojiyi estetik görüntü ile birlikte istiyorlar” diye açıklıyor. Intel ve tasarım evi Opening Ceremony, tasarımı Opening Ceremony tarafından yönlendirilecek ve Intel teknolojisi üzerinde çalışacak bir akıllı bileklik için birlikte çalışıyorlar. Bu akıllı bileklik, Barney’s New York’ta satılacak. 
Keza spor yaparken müzik dinlediğiniz kulaklığın kullandığı enerjiyi müzikten elde etmesi... Tüm bunların hepsi bu yılın son çeyreğinde piyasaya çıkacak. Intel bünyesinde 4 bin mühendis bu yeni fikirleri ürüne dönüştürüyor.
 

Bu arada Intel’in geçen mayıs ayında İstanbul’da İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) içinde açtığı yeni Ar-Ge Merkezi hakkında da konuşuyoruz. Burası Intel’in Avrupa’daki üçüncü açık Ar-Ge yani Paylaşılan Ar-Ge merkezi. Başında gencecik bir bilim kadını var: Aslı Eşme Aslan. Burada mühendis ve yazılımcılar hem yeni yazılımlar üzerinde Avrupa’daki merkezlerle ortak çalışıyorlar hem de gelişmekte olan pazarlara yönelik farklı ürünlere odaklanacaklar. Tüm bunlar iyi hoş da nesnelerin interneti ile birlikte zaten şimdiden fazlasıyla ihlal edilmiş olan özel yaşamlar tamamen açığa çıkmış olmuyor mu? İldeniz, 2 ayda bir bir araya geldikleri moda devlerinin “sattığımız ürünün ne sıklıkla ve nasıl kullanıldığını keşke bilsek” diye taleplerinin olduğunu söylüyor. Düşünsenize, satın aldığınız bir çantanın içine takılan bir çiple her an izleneceğinizi... Hadi bunlar masumane diyelim ama ya ötesi? Teknolojik devrim tamam iyi de yeni dijital dünya hukuk, kişisel yaşama saygı ve güvenlik gibi bir dizi düzenlemeyi de beraberinde getiriyor. Onların olmaması ve teknolojik gücün kötü ellerde kullanılması, bugün yaşadığımız dünyayı daha iyiye götürmek yerine çok daha derin bir karanlığın içine de sürükleyebilir. Ne yazık ki henüz hukuk teknolojik gelişim hızının hayli gerisinde. Bu yüzden aman dikkat...  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Çok yönlü bir yaratıcı-Evin İlyasoğlu

Ünlü müzik insanı İlhan Mimaroğlu’nu iki yıl önce yitirmiştik.
Özellikle Amerika ve Fransa’da ünlenmiş bir elektronik müzik bestecisiydi ama aynı zamanda radyo programcısı, eleştirmen, klasik müzik ve caz tarihçisi, plak yapımcısı, müzikolog, köşe yazarı ve ‘karşı görüş’ü içselleştirmiş bir düşünürdü.


iki yıl önce 17 Temmuz’da aramızdan ayrılmıştı. Ünlü Mimar Kemalettin’in oğlu, köklü bir İstanbul-Moda ailesinin çocuğuydu. Hani fotoğrafı 20 Türk Lirası’nın üstünde yer alan, 1. Ulusal Mimarlık Akımı’nın öncüsü Mimar Kemalettin Bey’in! 
İlhan Bey bir yaşındayken babasını yitirmiş. Hiçbir zaman ünlü birinin oğlu olmakla övünecek bir karaktere sahip değildi. Yine de eğer yaratıcılık soya çekimse, İlhan Bey’in çok yönlü yaratıcılığında bunu izlemek olasıdır. Özellikle Amerika ve Fransa’da ünlenmiş bir elektronik müzik bestecisiydi ama aynı zamanda radyo programcısı, eleştirmen, klasik müzik ve caz tarihçisi, plak yapımcısı, müzikolog, köşe yazarı ve“karşı görüş”ü içselleştirmiş bir düşünürdü. 
Galatasaray Lisesi’ni, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. 1966’da elektronik müzik konusunda Columbia Üniversitesi’nden “master” derecesi almıştı. Çağdaş Türk müziği tarihindeki yeriyse ilk kuşak bestecilere tepki olarak ortaya çıkan ikinci kuşağın içindeydi. 
Eşi Güngör Mimaroğlu ile 1961’den başlayarak New York’ta yaşadı. Mimaroğlu, elektronik yapıtlarını, çağın nice öncü bestecisi, örneğin Milton Babbitt veyaUssachevsky gibi Columbia- Princeton Üniversitesi’nin elektronik laboratuvarında bestelemişti. 
Şimdi orada bestelediği elektronik yapıtların kayıtları “Mimaroğlu Arşivi” adı altında Columbia Üniversitesi’nde yer alıyor. Diğer müziklerinin notaları ve dosyalar Harvard Üniversitesi’nin arşivine katıldı. Ayrıca MOMA’nın (Modern Sanat Müzesi) yazışmalar bölümünde, başta John Cage ve Jean Dubuffet gibi kişiler olmak üzere nice mektuplaşması yer alıyor. 
Mimaroğlu’nun yaratıcı dünyasında müzik kadar görsellik de önemli yer tutar. Örneğin usta bir fotografçı olarak binlerce kare resim çekmişti. Onlar da diğer belgeler gibi arşivlendi. 
Mimaroğlu’nun elektronik yapıtları her ne kadar soyut dil konuşsalar da mutlaka ya bir mesaj taşırlar, ya görsellikle ya da şiirle birleşip yeni bir soyutlamada yeniden doğarlar. 
Fellini’nin 1969’daki “Satyricon” filminin müzikleri Nino Rota ile Mimaroğlu’na aittir. Hepimiz onun Varlık Yayınları’ndan çıkan “Müzik Tarihi”yle büyüdük, “11 Çağdaş Besteci” kitabıyla 20. yüzyılı tanıdık. 

Caz müziğini Türkiye’de ilk tanıtan kişilerden biri olmuştu. Radyoda uzun yıllar “Caz Saati” programları hazırlamış; 1958’de “Caz Sanatı” adlı kitabı çıkmıştı. Bu kitap yayımlanmasından 55 yıl sonra 2013’te PAN Yayıncılık tarafından yeniden basıldı ve büyük ilgi gördü. 
Güncelerinde ve köşe yazılarında bilgece dünyaya kafa tutan, bazen çocuksu bir saflıkla soru soran, bazen aydınlatan, düşündüren yazılar yazmıştı. Müzik eleştirmenliği konusunda da Türkiye’deki öncülerdendi. 
Ertegün Kardeşler’le yaklaşık 30 yıl çalıştığı Atlantic Plak şirketinde, bugün tarihe geçen albümler üretmiş; kendi yapıtları da İdil BiretMeral GüneymanDoris HayesCharles MingusFreddie HubbardJanis Siegel gibi yorumcular tarafından kayda alınmıştı. 
Ne mutlu ki Mimaroğlu’nun bıraktığı tüm yapıtlar ve belgeler şimdi emin ellerde. Darısı diğer bestecilerimizin başına.  

Evin İlyasoğlu
CUMHURİYET

13 Temmuz 2014 Pazar

Meğer AKP de Kemalistmiş- Haluk Hepkon Odatv.com

Papağanların konuşması taklide dayanır. Bu yüzden doğada özgür yaşayan papağanlar konuşamaz. Buradan yola çıkarak taklidin bir esaret alışkanlığı olduğu söylenebilir. Kısacası özgürlük ile yaratıcılık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Esir yaratmaz, yalnızca taklit eder.
Ülkemizdeki yazar çizerlerin taklide olan merakının nedenini de bu türden bir bağımlılıkla açıklayabiliriz. Duyduklarını, gördüklerini ya da bir yerlerde okuduklarını tekrarlamayı, düşünmek zannetmektedirler. Buna “Papağan Sendromu” diyebiliriz. Bağımlı bir ülkenin düşün hayatında taklit her zaman geçer akçedir.
Türkiye’deki komplo teorisyenlerinin durumunu da “Papağan Sendromu”ile açıklamak mümkündür. Bütün sözde eleştirilerine rağmen bağımlıdırlar; bu yüzden mahreci Batı olan her lafa hayran olurlar. Burada taklit yaltaklanma ihtiyacının farklı bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonominin ve siyasetin temel kavramlarını anlamaktan acizdirler. Bu darlık yüzünden Batı’daki aşırı sağcıların saçma sapan hurafelerini tekrarlamakta; sürekli CFR, İlluminati, masonlar, Yahudi lobisi demeyi siyaset yapmak sanmaktadırlar. Yaratıcılıktan uzaktırlar; söylediklerinde ya da yazdıklarında orijinal hiçbir şey yoktur.
KOMPLO TEORİLERİNİ DEĞİL ANTİEMPERYALİZMİ HEDEF ALMAK
Eğer konu “Papağan Sendromu”ysa, sadece komplo teorisyenlerinden bahsetmek haksızlık olur. Ülkemizde benzer bir durum komplo teorilerini eleştirenler arasında da mevcuttur. Bu “eleştirmenler” de ideolojik gıdalarını Batı’dan almaktadırlar. Yaptıkları,komplo teorilerini eleştiri adı altında Batı’da piyasaya sürülenleri parlatıp cilalamaktan ibarettir.
Biraz açalım. Batı’da Daniel Pipes, Bassam Tibi, Bernard Lewis, Antoine Vitkine gibi isimlerin başını çektiği bir “eleştiri geleneği” hakimdir. Siyasi muhtevası en az eleştirdiği hurafeler kadar berbat olan bu “gelenek”antiemperyalist her türlü analizi karalar; emperyalizme karşı Ezilen Dünya’daki bütün tepkileri komploculuk diye yaftalar. Buna göre, örneğin, ABD’nin Ortadoğu’da ya da Türkiye’de bir takım hesapları ve ilişkileri olduğunu söylemek komploculuktur, paranoyaklıktır. Emperyalizmin dünyanın büyük bir bölümünü ezdiğinden, sömürdüğünden bahsetmek bağışlanmaz bir hatadır. Bunu söyleyen günahkârların zihin yapıları Batılılardan farklıdır. Araplar, Türkler, Ortadoğulular, yani Doğulular hastalıklı bir zihin yapısına sahiptir.
KEMALİZMİN GÜNAHI NE
Noam Chomsky, ABD’nin kendisini eleştirenleri “komplo teorisyeni”diyerek karalamaya çalıştığını söyler.[1] Ülkemizde komplo teorileriyle mücadele etme adına Pipes ve benzerlerinin tezlerini tercüme etmekle yetinenlerin kendilerine başdüşman olarak ulusalcılığı seçmeleri eşyanın tabiatına uygundur. Doğan Gürpınar’ın yeni çalışması Komplolar Kitabı’nı da bu çerçevede ele almak gerekiyor. Geçerken belirtelim; Gürpınar kitabında Pipes ve Tibi’yi oryantalistlikle eleştirmektedir. Fakat Pipes ve Tibi’nin ayırt edici özelliği oryantalizm değil Ezilen Dünya’daki antiemperyalist hareketlerden nefret etmeleridir. Bütün tezlerini ulusalcılığı eleştirmek üzerine kuran Gürpınar, Pipes ve Tibi’nin antiemperyalizm konusunda gösterdiği tutumu bire bir benimsemektedir.[2]
Gürpınar’a göre ülkemizde komploculuğun yaygın olmasının nedeni Kemalizmdir. Komplo teorileri Kemalizmin iki ana unsuru olan antiemperyalizm ile gericilik karşıtlığını birbirine bağlamaktadır ama Kemalizmin günahı bununla sınırlı değildir. Kemalizm komploculuk aracılığıyla ulusalcılığa dönüşmüş; bununla da yetinmemiş, solu ve İslamcılığı da kendine benzeterek komplocu yapmıştır. Kısacası ulusalcısından, İslamcısına, sosyalistinden milliyetçisine kadar memleketteki herkes komplocudur; bunun nedeni de Kemalizmdir. Bu hastalıklı zihin yapısına karşı bağışıklığı olan sadece Gürpınar ve arkadaşlarıdır.
Gürpınar’ın “her kötülüğün nedeni” olarak Kemalizmi ve ulusalcılığı görmesi aslında ironiktir. Onun bu tuhaftavrıyla kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri ya da masonları görenlerin paranoyaklıkları arasında ciddi hiçbir fark yoktur. Gürpınar yakın tarihimizi mutlak bir iyilik ve kötülük zıtlaşmasıyla açıklamaktadır. 1908’den beri bütün olan biteni Sabetaycıların faaliyetleriyle açıklayanlardan tek farkı onun dünyasında mutlak kötülüğü Kemalizmin ve ulusalcılığın temsil etmesidir.
ULUSALCILIK VE KOMPLOLAR
Peki, Gürpınar tamamen haksız mıdır? Türkiye’de ulusalcılığın komploculukla ve komplo teorileriyle ilişkisi ne durumdadır? Bu soruya yanıt vermeden önce siyasi analiz yapmak ile komplo teorilerini savunmak arasındaki fark üzerinde durmak gerekiyor.
Türkiye ve Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan gelişmeler herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Irak parçalanmıştır, Suriye parçalanmak istenmektedir, Türkiye’de yaşananlar ortadadır ve Gürpınar dışındaki bütün dünya emperyalizmin Ortadoğu’daki faaliyetlerinin farkındadır. Bu durumu tespit etmek ile dünyayı masonların ya da CFR’nin idare ettiğini söylemek arasında ciddi bir fark vardır. Gürpınar ise uyduruk bir “komploculuk” tanımıyla bu ikisi arasındaki farkı muğlaklaştırmaya çalışmaktadır. Gürpınar’ın Türkiye’ye dayatılan emperyalist senaryolara karşı çıkışları karalamasıyla Pipes’ın ve benzerlerinin Ortadoğu’daki her türlü emperyalizm eleştirisini komplo teorisyenliği ile itham etmeleri arasında hiçbir fark yoktur.
Kuşkusuz komploların varlığı komplo teorilerini meşrulaştırmaz. Her siyasi akım içerisinde olduğu gibi ulusalcılık içerisinde de komplo teorilerine inanan kesimler mevcuttur. Fakat bu durum Türkiye’de komplo teorilerinin bayraktarlığını İkinci Meşrutiyet’ten beri İslamcı akımların yaptığı gerçeğini değiştirmez. Gürpınar’ın bu durumu gözardı ederek bütün faturayı Kemalizme kesmesinin, hatta İslamcı akımların komplo teorilerine başvurmasını bile Kemalizmin ve ulusalcılığın bir günahı gibi göstermesinin nedeni tamamen ideolojiktir. Gürpınar ulusalcılığa karşı duyduğu nefreti meşrulaştırmak için gerçekleri tahrif etmekten çekinmemektedir.
AKP ELEŞTİRİSİNİN ZAMANLAMASI
Komplo teorileriyle ilgili her lafı döndürüp dolaştırıp ulusalcılığa getiren Gürpınar’ın AKP’ye bakışı da son derece ideolojiktir. Aslında Gürpınar’ın AKP’ye karşı tavrını iki ayrı döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem AKP’nin güçlü olduğu dönemdir. Gürpınar’ın bu dönemdeki tavrını daha iyi anlamak için “öğretim görevlisi” olarak katıldığı “Komplo Avcıları Meslek Yüksek Okulu” etkinliğinden bahsetmek gerekiyor. Gürpınar, o dönemde şimdilerde “komploculukla” suçladığı AKP’nin yan kolu olan Genç Siviller tarafından düzenlenen bu etkinliğe katılmakta bir mahzur görmemiştir. Söz konusu etkinliğe Gürpınar’ın yanı sıra AKP’nin her yaptığında boncuk aramasıyla tanınan Ceren Kenar, solculuğun komploculuk olduğunu vaaz etmesiyle ünlü Halil Berktay, “Ergenekon öyle bir örgüt ki ona üye olduğunu bilmeyenler var” diyerek her taşın altında Ergenekoncu arayan Yıldıray Oğur, bir dönem İstanbul Belediyesi’nin kanalizasyon kapaklarında Allah yazdığını iddia eden Ahmet Turan Alkan gibi isimler katılmıştır. Söz konusu “yüksek okulun” müfredatından ve muhteşem kadrosundan Gürpınar’ın o dönemde AKP’nin “komploculuğu”nu fazla da dert etmediği anlaşılmaktadır.
Fakat Gürpınar 2014 yılında yayımlanan kitabında farklı bir tavır göstermekte ve bu kez AKP’yi “komploculuk”la eleştirmektedir. Ona göre“AKP ve reformcu İslamcı hareket kendisini bir liberalleşme ve demokratlaşma dalgasının üzerine konumlamış ama 2010’lardan başlayarak söylemsel bir geri dönüş yaşanmıştır”. Gezi Olayları’yla zirve yapan komploculuk AKP’li ve İslami entelijansiyayı kendine çekmiştir. Gürpınar’ın yazdıklarından, bu durumun onun AKP karşısındaki tavrını değiştirmesine neden olduğu sonucu çıkmaktadır.
Peki, bu doğru mu? Yukarıda bahsedilen “Komplo Avcılığı Meslek Yüksek Okulu”nun faaliyet tarihini hatırlarsak, Gürpınar’ın bu iddiasını ciddiye almanın mümkün olmadığı ortaya çıkacaktır. Gürpınar’ın AKP ile yolları ayırması yakın zamanda olmuştur. Esas ayrım Gezi Olayları’ndan sonradır. Geçen Haziran’dan itibaren AKP’nin sallanmaya başlaması liberallerin tavrını da değiştirmiştir. Gemi su almaktadır ve farelerin artık batacağı belli olan bu gemide işleri kalmamıştır. Gürpınar’ı harekete geçiren bu durumdur. ABD’nin açık destek vermekten vazgeçtiği AKP bu tarihten sonra derhal “komplo teorisyeni” ilan edilmiştir.
LİBERALLER VE KOMPLO TEORİLERİ
Devam edelim… Gürpınar’ın AKP’nin liberallerden koptuktan sonra komplo teorilerinin etkisi altına girdiği tezi de doğru değildir. İktidara gelişini Sabataycı Beyaz Türklere karşı bir zafer olarak sunan AKP’nin komplo teorileriyle arası her zaman iyi olmuştur. Liberallerin de bu duruma hiçbir itirazları olmamıştır. Ahmet Altan’ın 2009 yılında Atatürk’ün Türkiye’yi Selanik haline getirmeyi amaçladığını, cumhuriyetle birlikte halkın ‘Yeni Selaniklilerin’ esiri haline geldiğini” yazması bu durumun en güzel kanıtıdır. Cumhuriyetin tasfiye edilmesini destekleyen liberaller AKP’nin bu iş için komplo teorilerine sarılmasına ses çıkartmamış, hatta bu sürece yardım etmişlerdir.
Bu yüzden şimdilerde Dreyfus Davası’ndan dem vuranlar Balyoz Tertibi’nde ağızlarından salya akarak Yahudi general avına çıkanlara, Ergenekon ile masonluk arasında ilişki kurmaya çalışanlara, “Ergenekon Terör Örgütü”nün Agarta ile bağlantılı olduğunu söyleyenlere itiraz etmemiştir. Veli Küçük’ü, İlhan Selçuk’u ve Doğu Perinçek’i Ermeni, Çevik Bir’i Yahudi ilan eden Mehmet Baransu’nun bavulundan çıkan ve en az Siyon Protokolleri kadar uydurma olan belgeler bu çevreler tarafından sevinçle karşılanmıştır. Markar Esayan, Eser Karakaş, Mehmet Altan gibi isimlerin Ergenekon’un İttihatçı kökleri hakkında yazdıkları arşivlerdedir.[3]
Komplolar Kitabı Gezi Olayları sonrasında liberallerin gericilikle olan ilişkisini, şimdilik kaydıyla, askıya aldığını göstermesi açısından önemlidir. Pipes gibi emperyalizmin yeminli savunucularının söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey yapmayan, tamamen ideolojik kaygılarla hazırlanmış bu çalışmanın başka da ciddiye alınacak bir tarafı bulunmamaktadır. Gürpınar’ın kaleme sarılıp geçmiş günahlarından kurtulmaya çalışması, kısa bir süre önceye kadar birlikte yol aldığı AKP zihniyetini bir çırpıda “komplocu” ilan etmesi bundandır. Havadaki değişim sezilmiş ve hemen yeni duruma uygun pozisyon arayışına girilmiştir. Bu mide bulandırıcı tutum Türkiye’deki liberallerin meşrebine uygundur. Daha fazlasını beklemek hayalcilik olur.
Haluk Hepkon
Odatv.com

"Üniversite"ye ihanet!-Rıfat Okçabol/SOL

Üniversitelerden gelen ve üniversite” anlayışıyla bağdaşmayan haberlerde artış görülüyor. Örneğin Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ), Ömer Faruk Kırnıç’a, Gezi Parkı olayları sırasında “Duran İnsan” eylemi çerçevesinde, “Rektörlük Binası A Blok önünde izinsiz kitap okuma eylemi" nedeniyle soruşturma açmıştı! Üniversite, 2012-2013 öğretim yılı bahar dönemi bütünleme sınavında öğrencilerine, “Gezi ve Taksim olaylarının türevlerini inceleyerek minimum ve maksimum noktalarını belirleyiniz” şeklinde soru soran Kırnıç’a bir başka soruşturma daha açmış ve sonunda Kırnıç’ın görevine son verilmiş! Bu soruşturma başladıktan sonra, aralarında o sınava girmeyen öğrencilerin de bulunduğu birkaç öğrenciden satır, paragraf ve içerik olarak aynı şikayet dilekçeleri alınmış! Bu kin, haksızlık ve uygunsuzluk “üniversite”ye yakışır mı?
Bilindiği gibi, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışan Dr. Emrah Altındiş, o üniversitede konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, "Türkiye'de insanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz?" diye soru yöneltmişti. Emrah bu sorusuyla tüm mağdurların gönlünde taht kurmuştu. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (SOMÜ) Genel Sekreteri Selahattin Özyurt’un, twitter hesabından Dr. Altındiş'e küfürlü eleştirilerde bulunması bir üniversite sekreterine yakışır mı? Bu gibi tutumlar üniversiteyi yıpratmaz mı?
Ankara Üniversitesi (AÜ) rektörlüğü, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe hakkında, 28-30 Mayıs 2014 tarihleri arasında, "izinsiz olarak görev yerini terk ettiği" savıyla soruşturma açmış! Dekanın, o tarihlerde fakülte yönetim kurulu kararıyla görevlendirildiği Basın İlan Kurumu Genel Kurulu toplantısına katılmış olması ve durumu 10 gün önceden rektörlüğe bildirmesi ve hatta o süreç için bir akademisyeni dekan yardımcılığıyla görevlendirmiş olması bile soruşturma açılmasını engelleyememiş. Çünkü gazete haberlerine göre, dekan gericilerin hedefi! Dekan, 2012’de üniversitenin açılışına Başbakan davet edilince, kendi fakültesinde alternatif açılış yapıyor. Fakültenin geçen yıl yapılan geleneksel İnek Bayramında, Gezi Direnişi sürecinde polisler tarafından öldürülen gençlere sahip çıkıyor. Başbakan’ın “Çapulcular” dediği gençleri övüyor ve “Hiçbir can, kamu malından değersiz olamaz” diyor. Rektörlüğün bu yıl yapılmamasını istediği İnek Bayramını gerçekleştiriyor ve bu arada, bula bula kaçırılmamaları için çocuklara “Çığlık atmayı öğretin” diyen bakana, “Siz Ali İsmail’in çığlıklarını duyabildiniz mi?” diye soruyor.
ÇOMÜ ve SOMÜ göreceli olarak yeni üniversiteler olduklarından yanlış tutumları belki acemiliklerine verilebilir. Ancak köklü bir üniversite olan AÜ’ne bu soruşturma yakışır mı?
Bilindiği gibi, 1800’lerin ikinci yarısında açılmış olan Darülfünun, cumhuriyet döneminde 1933 yılında İstanbul Üniversitesi (İÜ) adını almıştır. 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve 1946’da da üçüncü üniversite olarak AÜ açılmıştı.
AÜ rektörlüğünün bugünkü tutumu, bu üniversitenin henüz bir yaşında 1947 yılında yaşadığı olumsuzluğu anımsatmaktadır. Bir grup Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) öğrencisi, yıllardır Berkes, Boran ve Boratav gibi ilerici öğretim elemanlarını şikayet etmektedir. 1946 seçimlerinden sonra, Hasan Ali Yücel yerine milli eğitim bakanı olan R. Şemsettin Sirer’in dayatması sonunda AÜ Senatosu, bu üç eleman hakkında soruşturma açmış ve 9 Ocak 1948’de bu elemanların öğretmenlik mesleğinden çıkarılmasına karar vermiştir. Yücel zamanında çıkarılan 18 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı üniversite yasası gereği bu konuda son kararı, eğitim bakanının başkanlığında toplanan Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) verecektir. ÜAK, bakanın tüm ısrarlarına karşın, başta İÜ ve İTÜ rektörlerinin üniversite özerkliğine sahip çıkmaları üzerine, bu kişiler hakkında disiplin soruşturması açılmasına gerek olmadığına karar vermiştir (bkz. Üniversitede cadı kazanı: 1948 DTCF tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın müdafaası, M. Çetik, 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınları). Ayrıca Danıştay da Senato kararını iptal etmiştir.
Kısaca, o zamanlar AÜ’nün (acemilik) ayıbını örtecek Danıştay ve ÜAK vardır. Günümüzde AÜ’nün ayıbını örtecek, kendisinden başka bir kurum yoktur. Üstelik AÜ ve de özellikle siyasal bilgiler fakültesi, Menderes, 12 Mart ve 12 Eylül istibdadına karşı fakülte dekanları Turhan Feyzioğlu, Mümtaz Soysal ve Cevat Geray’ın duruşlarıyla AÜ’de üniversiteye yakışır bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu geleneği bozmaya ve “üniversiteye” ihanet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Üniversite rektörlüğünün bu yanlıştan dönmesi, rektörlüğün aymazlığa devam etmesi halinde AÜ’lülerin buna izin vermeyeceği beklenmektedir.
Rıfat Okçabol
SOL