7 Ekim 2016 Cuma

Bıktıran güzelleme - MESUT ODMAN/SOL

Muhalif, muhalif duruş, hele hele “muhalif kimlik”…

Yok mu bunlara ilişkin, çok eskiden beri gündemden düşürülmeyen bir güzelleme? Kimse olmadığını söyleyemez. Hem de başlıkta vurgulandığı gibi bıktıracak ölçüde…
Öyleyse, muhalif kimlikti şuydu buydu derken,  işin ucu nerelere varabilir, çok da uzatmadan, şöyle bir harmanlayalım bakalım.
Arapçadaki muhalefet sözcüğünden geldiğini ve karşı çıkan, aykırılık içinde olan, uymayan, uygunluk göstermeyen anlamlarını taşıdığını biliyoruz.
İyi de, bu niye kendi başına bir olumluluk taşısın, bir erdem olarak görülsün, yere göğe konulamasın?

Şuradan başlayalım ki, öfkemiz biraz daha katmerlensin: Bu güzelleme de bir ucundan demokrasiye bağlanır; şu hep ortalıkta dolanan, düşünmeyi de yol almayı da hatta kıpırdamayı da güçleştiren “kutsal ineğe”… Aşağı yukarı aynı sözcüklerle sık sık yinelenir durur: “İktidar her rejimde var, muhalefet ise yalnız demokraside bulunur.”
Böylece, muhalefetin varlığını umutla, kederler içinde yahut boş vermişlikle seyrederek, hatta dilerseniz ve imkân, güç, ruhsat, istek, cesaret bulursanız, muhalif oldukları söylenenlere  katılmaya bile yeltenebileceğiniz bir düzen içinde yaşayıp gidersiniz. Yaşayıp değil de yuvarlanıp gidersiniz, demek daha doğrudur. Bütün pislikler aynı kalır, hatta çoğu kez dayanılmaz ölçülerde birikir; ama siz muhalif konumlanışınızla pisliğe bulaşmadığınızı sanarak gül gibi, o kadar olmasa bile, basbayağı geçinir gidersiniz.
Ayrıca, emperyalist dünyanın çok yaşamış, çok da kötülük etmiş en berbat kişiliklerinden Winston Churcill’in yaptığına benzer cin fikirli muziplikler de sergileyebilirsiniz: “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir; bugüne kadar zaman zaman denenmiş bütün öteki yönetim biçimlerini saymazsak.”

Bir soruyla devam edelim: “Muhalif” her zaman ya da genellikle olumlu tip midir?
Bana sorulursa, hayır derim. Özellikle de müzmin muhalif, olumlu ne söz, birlikte bulunulması, hele hele ortak iş yapılması düpedüz ömür törpüsü, argo deyişle, gıcık bir tiptir. Bunu müzmin muhaliflerin en zararsızından en katlanılmazına kadar her türü ile bir arada olmak, dahası iş yapmak zorunda kalmış biri olarak söylüyorum.

Bu tipin bazı örneklerinde görülen bir özelliğe de değinmeden geçmemeli. Bu özellik, işi yokuşa sürme, her zaman olurunu değil olmazını öne çıkarıp savsaklama ve kaytarma, biçiminde özetlenebilir. Kendi yaşantılarım içinde bu tipin çarpıcı bir örneğinin bulunduğunu söyleyebilecek ve iki cümle ile anlatabilecek durumdayım. Çoktandır aramızdan göçük, çok eski bir arkadaşımızdı. Birçok sevimli yanı olan bir insandı; bununla birlikte, ondan söz ederken, “bir işin nasıl yapılmayacağının kırk tane yolunu bulup söyler” derdik.

Öte yandan, müzmin muhalifin, muhalefet etmeyi hemen hemen her durum ve koşulda vazgeçilmez bir alışkanlık edinmiş kişinin, örgüte de bir hayrı yoktur; hangi tipte örgüt olursa olsun. Daha açıkçası, muhalifliğini süreğenleştirmiş bir kimsenin, örgüt insanı olması hemen hemen imkânsızdır. Denebilirse, o, örgütlenmeye de muhaliftir. Başlıca iki nedenle böyledir: Birincisi, örgüt, esas olarak, muhalefet için değil iktidar içindir ve, genellikle, muhalif kimliğin gözünde “iktidar” en uzak durulması gereken kavram ve iddiadır. İkincisi, müzmin muhalif, örgüt açısından, en iyimser deyişle, yavaşlatıcı bir öğedir; eğer tümüyle durdurucu değilse. Bunun yanı sıra, onun, aykırı ve ayrıksı özelliklerini her durumda öne çıkararak, örgütün farklı nitelik ve büyüklükteki kitlelerle bağ kurmasında güçleştirici bir rol oynayabileceği de unutulmamalıdır.

Bunları yazıp giderken, bir de, sık sık duyduğumuz bir söz aklıma takılıyor. Biraz bağlamın dışında görünse de değinilebilir.
“Sanat muhaliftir” denilir. Kimileyin cümlenin öznesi “sanatçı” ya da “sanat ve sanatçı” biçiminde değiştirilerek ve “her zaman” vurgusuyla pekiştirilerek söylendiği de olur.
Öyle midir gerçekten?

Eskilerin deyişiyle “zaman ve zemin” bağlamından kopartılmış bu saptamada bir geçerlilik ve yol göstericilik aramak boşunadır. İster gerçekliği kavramanın ve yeniden yaratmanın bir yolu olarak ister tarihin belli bir döneminde piyasanın koşullarına ve istemlerine yanıt veren bir kültürel üretim alanı olarak isterse başka biçimlerde anlaşılsın, sanatın muhalifliğinden söz etmek anlamsızdır. Sözgelimi, kapitalizm koşulları altında muhalif bir konumda bulunmak genel olarak sanat ve sanatçılar için değil, ancak onların bir bölümü için söz konusu edilebilir ve bu konumun kökten değişmiş toplumsal-ekonomik koşullarda değişmeksizin korunacağını öne sürmek saçmalıktır.

Neyse… Oldukça farklı boyutları bulunan bu başlık altında sözü uzatmamakta yarar var. Değinip geçmiş olduk.

Pek de uygun olmayan koşullarda yazmaya çalışırken, muhalif ve muhalefet güzellemesinden gına geldi, saptamasından yola çıktık; gide gide, muhalifi ve muhalefeti yerin dibine batıran bir noktaya mı ulaştık yoksa?

Öyle değil aslında.

Bütün sorun ya da sorulması gereken asıl soru şu: Bir, neye ya da kime ve neden karşısın; iki, karşı olup da ne yapıyorsun?

Mesut Odman
SOL

Şaşılası durumlar!- Rıfat Okçabol/ SOL

Darbe girişimi sonrasında Lozan Antlaşması’nın 93. yıldönümü olan 24 Temmuz 2016’da, Başbakan Yıldırım, "Cumhuriyetimizin ilk siyasi başarılarından biri olan Lozan Barış Antlaşması, aziz milletimizin canıyla, kanıyla ve kararlılığıyla zafere taşıdığı milli mücadelemizin bir neticesidir" diyor. Aynı gün,  “Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir” diyen Cumhurbaşkanı, Eylül sonunda ise şöyle konuşuyor:  “… Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik…”

Şaşılacak bir durum değil mi?

İtalyanlarla 1912’de yapılan bir antlaşmayla, Trablusgarp’a özerklik tanınıp Rodos ve çevresindeki adalar ile on iki ada geçici olarak İtalyanlara terk ediliyor. Yunanlılarla 1913’te yapılan antlaşmayla da, diğer Ege adaları Yunanistan’a bırakılıyor. Yani adalar, Lozan’dan çok önce Osmanlı zamanında kaybediliyor. Üstelik Sevr Antlaşmasıyla Türkiye 480 bin kilometrekareye sıkıştırılmışken, Lozan antlaşmasıyla Türkiye toprağı 736 bin kilometrekareye çıkıyor. Ayrıca 1912’de kaybedilmiş adalardan İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları da, Lozan’da geri alınıyor.

Lozan’da toprak kazanılırken, Yunanistan’ın Egede 17 ada ile pek çok kayalıklara son yıllarda el koymasıyla AKP zamanından bu topraklar kaybedilmiş oluyor!
Bu gerçekler ışığında Cumhurbaşkanı’nın söylemi bir kez daha şaşırtıcı olmuyor mu?
Osmanlının en güçlü padişahlarının arasında, amca, baba, kardeş, evlat ve torun katilleri bulunuyor. Herhangi bir meziyetleri olduğu ya da halk seçtiği için padişah olunmuyor; padişah sülalesinden gelen büyük erkek çocuk, deli olsa bile padişah olabiliyor. Padişahların genelde cariye sayısı bilinmiyor eş sayısı iki elin parmaklarını geçebiliyor. Osmanlıda saray ve yakın çevresi Osmanlıcayı, halklar da kendi dillerini kullanırken Müslüman okullarında Arapça ve Farsça okutuluyor. Padişah II. Mustafa’dan (1695-1703) itibaren gerileme devrinin 8 padişahı ile çöküş devrinin 8 padişahı zamanında, Osmanlı sürekli toprak kaybediyor. Bu padişahların halife olması, ne toprak kaybını önlüyor ne çocuk katilliğini, ne de cariyeliği. Hatta Balkan Savaşlarında Müslüman Arnavutlar ve I. Dünya Savaşı’nda da Müslüman Araplar halifeye/Osmanlıya karşı savaşıyor.

Bu halife-padişahlardan 1839-1861 yıllarında padişahlık yapan Abdülmecit, eğitimde çağdaş okullar açmaya ve Avrupa’ya öğrenci gönderilmesine başlamışsa da, Osmanlıyı borç batağına sokup Avrupa’nın “Hasta adamı” haline getiriyor. Avrupa’nın isteği üzerine, Tanzimat Fermanı ile Islahat Fermanlarını ilan ediyor, Kırım Savaşı’ndan sonra dışarıdan borç almaya başlayıp aldığı borçların bir kısmıyla, Dolmabahçe Sarayı ile Beykoz ve Küçüksu Kasrını yaptırıyor.  

Bu halife-padişahlardan II. Abdülhamit zamanı (1876-1909) ise en çok toprak kaybedilen dönemlerden biri oluyor. Osmanlı donanması Haliç’te çürürken Kıbrıs’ın yönetimi İngilizlere devrediliyor. Fransızlar 1881’de Tunus’u, İngilizler de 1882’de Mısırı işgal ediyor. 1887’de (93 Harbinde), Ruslar doğuda Erzurum’a ve batıda da Yeşilköy’e kadar geliyor. Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Romanya elden çıkıyor, Ardahan Batum, Kars, Doğubeyazıt Ruslara ve Teselya Yunanlara bırakılıyor. 1897 yılında yapılan savaşlarda Atina işgal edilmiş olsa da, yapılan barış ile Yunanistan kaybettiği toprakları geri alıyor ve Girit’e özerklik veriliyor. İlk Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi’yi ilan edip Meclis-i Mebusan’ı 19 Mart 1877'de açsa da, 1878’de meclisi kapatıp Kanun-i Esasi’yi rafa kaldırıyor! 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kuruyor. Batı ülkelerine öğrenci gönderilmesi uygulamasına son veriyor. Osmanlı borçlarının yönetimi, ödeme ve vergilerin toplanması işleri, 1881’de kurulan ve yabancı bankerlerden oluşan Duyunu Umumiye bırakılıyor. Onun zamanında, yalnız Protestan okullarının sayısı yerli okulların sayısını geçiyor. Bağdat ve Hicaz demiryolu inşaatında, arkeolojik eserlerin Almanlar tarafından götürülmesine izin veriyor. Onun dönemine "Devr-i İstibdâd" (İstibdat Dönemi), ona da, “Kızıl Sultan” deniyor.

Bu halife-padişahlardan V. Mehmet Reşat zamanında (1909-1918), Balkan savaşlarında tüm Balkanlar elden çıkıyor ve Osmanlının sonunu getirecek I. Dünya Savaşı’na giriliyor.
Bu halife-padişahlardan Vahdettin zamanında (1918-1922), I. Dünya Savaşı sonunda, Mondros ve Sevr antlaşmalarını imzalıyor. Suriye, Irak, Ürdün, Filistin, Mekke elden çıkıyor; Anadolu’nun önemli bir bölümü yabancı ülkeler tarafından paylaşılıyor. Başta İngilizler olmak üzere işgalcilerle işbirliği yapan Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiltere’ye kaçıyor!
İnsanların kendi iradeleriyle başbakanı ve cumhurbaşkanını seçebildiği günümüz Türkiye’sinde, ülkeyi düşman işgalinden kurtaran, halk egemenliğinin kaynağı olan Cumhuriyeti kuran, ülke insanının kul/ümmet değil yurttaş olmasını sağlayan olanağı sağlayan Cumhuriyetin kurucularına değil de, padişahlara hayranlık artıyor! Şaşılası bir durum değil mi? 

Cumhuriyetin kurucuları hakkında hemen hiçbir olumlu söz söylemeyen AKP’li TBMM Başkanlığı, 17 Kasım 2011’de, Osmanlıyı emperyalistlerin oyuncağı haline getiren Abdülmecit için Sempozyum düzenliyor! Cumhuriyetin kazanımları unutturulmaya çalışılırken, Cumhuriyet rejimiyle ilgili bayramların kutlanmasından vazgeçilirken ve fırsat buldukça, “İki ayyaş” gibi söylemlerle Cumhuriyetin kurucularına hakaret edilirken, demokratikliğin ve halk egemenliğinin beşiği olan TBMM’nin AKP’li başkanı, kızıl sultan II. Abdülhamid için, “Vefa borcunu ödedik” dediği bir sempozyum düzenliyor!
Şaşılacak bir durum değil mi?

Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923'te imzalanırken, halifelik 3 Mart 1924'te çıkarılan bir yasayla (meclis iradesiyle) kaldırılıyor; bir AKP milletvekili, “Lozan'da en büyük ihanet halifeliğin kaldırılmasıdır” diyebiliyor!

Şaşılacak bir durum değil mi?

Bu şaşılası gerçekler ışığında, “Hedef 2023” söyleminde şaşılası bir şey kalmıyor.

Rıfat Okçabol/ SOL

Yeni Bir ‘Enkazcı’ - Meriç Velidedeoğlu

15 Temmuz’da Meclis’in bombalanmasıyla yıkıntıya dönüşen bölümün enkazının, kaldırılıp kaldırılmaması bir sorun oldu; bu “enkaz”, ülkeye gelene gidene gösteriliyor, yaygın söylemle bir “show” bağlamında sunuluyor; artık iyice maskaralaşan bu “show”a muhalefet karşı çıkıyor. 

Ne var ki, iktidar direniyor; bu “enkaz gösterisi”ni izlemek zorunda kalanların, “vah,vah!”, “aaa!” dermiş gibi bir görünüm vermekte ne denli zorlandıklarını “TV”lerde gördükçe insan -ister istemez- “90 yıllık” enkazı kaldıran “Emine Hanım”ı anımsıyor; bu sorunun çözümü için iktidar neden bu “Hanım”a başvurmuyor ki? Hiç olmazsa “enkaz” sorununun çözümünde böyle bir “liyakat”ı değerlendirseler iyi olmaz mı?
 
Ne var ki değerli dostlar, bu “önerimi(!)” değerlendiren iktidar, devlette boşalan kadrolara alınacaklarda da “liyakat” aramayı düşünmüş; ilk olarak “içki içmek” ya da “içmemek”“liyakat”la ilişkilendirilmiş; Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, başvurular için, “liyakatı olanlar, içki içen de içmeyen de gelsin!” diye çağrı yapmış. (Cumhuriyet, 15.8.2016)
 
Ayrıca bu “içki özgürlüğü”nün, devlet kadrolarının “FETÖ’ taraftarlarınca işgaline engel olacağını” dolaysiyle “FETÖ’ye ihtiyaç duyulmayacağını” da bu çağrıya eklemiş Bakan N. Kurtulmuş... 

Böylece “liyakat”ı, “içki”ye indirgeyen Bakan’ın, “FETÖ”ye karşı savaşım için ortaya sürdüğü bir önerisi daha var, “Medreseleri yeniden inşa edelim!” diyor... 
İnsan şaşırıyor; bu ne doymazlık? Ülkemizi bir “örümcek ağı” gibi sarmış, tüm “orta eğitimi”i ele geçirmiş yüzlerce “İmam Hatip Okulu” yetmiyor; ayrıca “Medrese”oluşturulmasını, yeniden açılmasını istiyor... 

Dolaysiyle, “cumhuriyet rejimi”nin “laik” nitemini -daha doğrusu- “laik yapısı”nı sağlayan “üç yasa”yı içeren, “3 Mart 1924” tarihli “Devrim Yasası”nı “hiç”e sayıp yadsıyor. 
“Laik, çağdaş bir hukuk devleti” olduğu anayasasında yazılı olan “TC Devleti”ninoluşumunu sağlayan yasalardan birinin, “TC Hükümeti”nin bir bakanınca yadsınması, kesinlikle kabul edilemez. 

Bilindiği gibi, toplumsal yaşamın, günlük yaşamın -1400 yıllık dinsel çıkışlı yasalara bağlı- “şeriat” yönetiminden bütünüyle çıkıp, “laik toplumsal düzen”e geçebilmek için, “ilkin” yapılması gerekenin -üç yasadan oluşan- “3 Mart 1924”ün “Devrim Yasası”nın kabul edilmesi “yadsınamaz” bir gerçektir. 

Kurtulmuş’un dile getirdiği “medrese” konusu, üç yasadan biri olan “Tevhid-i Tedrisat” (Eğitimin Birleştirilmesi) Kanunu”nun, “Medreseler kapatılacaktır” diyen maddesinde yer alır; yasanın gerekçesinde de “Medreselerin verdiği eğitimle, çağın gereği bilimsel eğitim, bir ülkede iki türlü insan yetiştirir ki, bu çok tehlikelidir!”vurgusuyla ortaya konur. 

Bakan Kurtulmuş’un “medrese” önerisine -AKP iktidarının, bunun gibi ortaya sürdüğü konularla, uygulamalarla savaşmak zorunda kalan- başta “CHP” olmak üzere, tüm Atatürkçü “STK”lar, kuşkusuz halk olarak, yine de karşı çıkmalıyız; çünkü bu “medrese” isteğini geçiştirirsek, gereken ölçüde karşı koymazsak, dahası bunu sürdürmezsek, “3 Mart 1924 Yasası”nın öteki maddeleri de yavaşça, adım adım yola çıkarılabilir; zaten Kurtulmuş’un “medrese” atılımının, bu yolun açılması için bir başlangıç olduğu gözden kaçmamalıdır!
 
Öteki iki yasaya gelince, bunlardan biri, halkın güncel yaşamını -Kimisi Kuran çıkışlı değişmezdinsel yasalarla düzenleyen Osmanlı’nın “Şeriyye (Şeriat) ve Evkaf(Vakıflar) Vekâleti’nin kaldırılmasıdır ki, bu görevi artık “TBMM”“laik” yasalarla düzenleyerek yürütecek; “din” ile ilgili bütün düzenlemeler de kurulacak “Diyanet İşleri Başkanlığı”nca yürütülecektir. 

Ve bugün “Şeriat Bakanlığı”nın kaldırılmasından “92” yıl sonra, “Diyanet”in bütçesi kimi bakanlıklarınkini aştığı, haberlerde sık sık yer alır, ayrıca “siyasal”konularda da, sık sık görüş bildiren bir kuruma dönüştüğü de görülmektedir. “3 Mart 1924”ün üçüncü yasası “Hilafet’in İlgası”dır (Kaldırılması); bu yasanın kabulü Meclis’te konuşulurken, İslam dünyasında çok tanınan bir “din” bilgini olan Adalet Bakanı Seyyit Bey“Başımızda ‘heyula’ gibi bir ‘halife’ bulundurmanın ne anlamı vardır” sorusuyla da bu “makam” tarihe karışır... 

Bilmem ki, anımsatmaya gerek var mı, bir ara Erdoğan’ın “Halife” düşleri kurduğunu... 
Demek ki, l Medreselerin Kaldırılması, Şeriat Bakanlığı’na Son Verilmesi, Halife Saltanatı’nın Bitirilmesi’nden oluşan, “3 Mart 1924 Yasası’nın ilki olan “Medrese”konusunu, “Medreseler yeniden inşa edilmelidir!” diyerek devletin bir“Bakanı”nca gündeme oturtulması ve “hükümet” tarafından da bu konuda herhangi bir açıklama gelmemesi, öteki “iki yasanın” da yavaş yavaş konuşulmaya başlanacağının göstergesi mi?


Ne dersiniz?


 Meriç Velidedeoğlu
 CUMHURİYET

6 Ekim 2016 Perşembe

Yanaşma gazetecilere İran uyarısı- AYŞE YILDIRIM

Bu ülkenin halkı bir zamanlar “Türkiye İran olacak mı?” diye çok korktu. Korkulan şey başka türlü gerçekleşiyor. Bugün Türkiye basın özgürlüğüne vurulan darbeler konusunda İran ile yarışır hale geldi.

Gerçek medya teker teker susturulurken asıl “korku” adım adım size yaklaşır hale geldi Saray’ın kalemşorları. Böyle giderse halinizin İran’daki iktidar yanlısı medyadan farklı olmayacağından emin olabilirsiniz. Çünkü AKP iktidarıyla olan “cep” bağınız nedeniyle gazetecilik yapmayı unuttunuz, anladık. Gazeteciliğin temelinde kimsenin sormadığı, soramadığı soruları sormak; tüm iktidar ve yönetim odaklarını kamu adına denetlemek vardır (Bizim için hâlâ var). Bu yapısı itibarıyla gazeteciler mesleklerini yapabilmek için faaliyetlerini muhalif bir perspektifle gerçekleştirmek durumundadır. Ama iktidara yamanınca bu mesleki özelliği unuttunuz, sonra görevini gerçek anlamda yapmaya çalışan bütün gazetecileri “kara muhalefet” olarak nitelendirdiniz. Giderek yabancılaştınız gazeteciliğin temel kurallarına. İktidara yapışıklığınız arttıkça daha önce “kara muhalefet” olarak gördüğünüz gerçek gazetecilere güç odaklarının kötücül mercekleriyle bakıp “terörist”, “FETÖ’cü” yaftası yapıştırmaya başladınız.

Haklıydınız. Çünkü kendinizi ancak böyle koruyabilirdiniz. Saray gazeteciliğiniz karşısındaki gerçek gazeteciler rahatsız ediyordu sizi. Ruhunuzu aşağılık kompleksinden kurtarmanın tek yolu vardı; kendinizin gazeteci olduğunu iddia edecektiniz, karşınızdakini de terörist. Elbette bu sizin kompleksinize bir süre iyi gelebilirdi ama sizi Saray yalakası olmaktan kurtaramazdı. Bir zamanlar FETÖ’ye yaptığınız övgüler ayağınızın altında muz kabuğu gibi duruyordu. Her an kayıp yere yapışabilirdiniz. Bundan kurtulmanın tek yolu da hayatında FETÖ’yle yan yana gelmemiş gerçek gazetecilere “FETÖ’cü” çamurunu yapıştırıp kendinizi gizlemenizdi. Bir çamurdan diğer çamura atladığınız için bir türlü temizlenemediğinizi fark edemediniz.

Olmadı... Dünün iktidar gazetecileri dostlarınızın gazeteleri kapatılırken ohh çekip alkış tuttunuz, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen meslektaşlarınız hapse atılırken suçlu göstermek için elinizden geleni yaptınız. Polis oldunuz, savcı oldunuz, yargıç oldunuz... Onu da anladık... Ama yine olmadı... Bize bir şey olmasın, işimden olmayayım, aman patron kızar deyip bir tokata yenilip yukarıdaki daha da yukarıdaki koltuğa kapak atmak için yarıştınız... Olmadı... Yaranamadınız, yanaşamadınız... Önceki gün demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen görüntülerle televizyonlar, radyolar polislerce basıldı, mühürlendi; işkenceyi, haksızlığı, hukuksuzluğu haber yapan meslektaşlarınız saçlarından sürüklenip işkenceyle gözaltına alındı. Sustunuz... Olmadı... Sadece İMC TV’de çalışan 150 emekçi artık işsiz. Onlar sizin gibi uçaktan haber yapmayan gazeteciler. Sahada çalışan, gözaltına alınan, davalarla boğuşan, basın kartları iptal edilen, buna rağmen yılmayan haberciler. Hiç düşündünüz mü? “Muhalif” basın tamamen susturulduğunda sıranın size gelebileceği aklınızın ucundan geçti mi?

Dönün İran’a bir göz atın. Reporters Without Borders’in (Sınır Tanımayan Gazeteciler) Mart 2016 raporuna göre dünyanın en büyük beş medya hapishanesinden biri olan İran’dan bir haber: Nisan 2016’da İran’da dört gazeteci ulusal güvenliğe karşı faaliyette bulunmaktan suçlu bulundu. Aslında 6 ay önce tutuklanmışlardı. Nisan ayında görülen davada ise farklı suçlardan itham edilip hüküm giydiler. “İslam devletine karşı propagandayı yaymak”, “yabancı hükümetlerle irtibat” da suçlamalar arasındaydı. İşte o dört gazeteciden biri kimdi biliyor musunuz? Hükümetin sahibi olduğu bir gazetenin yazarı...

Sanıyor musunuz ki “muhalif” basın susturulduğunda rahat rahat yazıp duracaksınız. Size o zaman ihtiyaç kalacak mı? Aynı haberleri veren TRT Haber ve TRT Türk gibi iki ayrı kanala, aynı başlıkları atan onlarca gazeteye para yatırmanın gereği kalacak mı? Ya da kıyasıya girdiğiniz kim daha çok Erdoğancı yarışında arkadaşınızı rahat rahat ihbar edebilecek misiniz? Farkında mısınız bir gazeteci eskisi olarak değerli yalnızlığınızla baş başa kalma yolunda hızla ilerliyorsunuz. İşte o zaman, sustuğunuz için sıra size geldiğinde, dönüp arkanıza bakmayın. Çünkü sadece sizi arkanızdan kovalayan öbür yandaş gazetecilerden başkasını bulamayacaksınız.

Ayşe Yıldırım
CUMHURİYET

10 yıl önce Anna Politkovskaya...- Zeynep Oral

Bundan tam on yıl önceydi: 7 Ekim 2006 günüydü. Rusya’nın ve dünyanın en önemli gazeteci yazarlarından biri Anna Politkovskaya, Moskova’da yaşadığı apartman dairesine girerken öldürüldü. Kurşunlar bedenini delik deşik etmişti. 


O gün bugün cinayet aydınlanmadı. Anna Politkovskaya Rusya’nın bağımsız gazetelerinden birinde “Novoya Gazeta”da çalışıyordu. Putin’in Çeçenlere karşı yürüttüğü savaşa karşıydı. Polis teşkilatındaki şiddete, devlet kadrolarındaki yolsuzluğa karşıydı. Baskıya, yıldırmaya, yasaklara, tacize, tecavüze karşıydı. Bunları yazıyordu, hiç korkmadan yılmadan. Hem Rus, hem Çeçen yetkilileri eleştiriyordu. Baskı ve tehditlerin sonu gelmiyordu. “Kirli Savaş”; “Cehennemde BirKöşe”, “Putin’in Rusya’sı” adlı kitapları dünyanın her yanında okunuyordu. 
Bugün dünyanın birçok ülkesi, Anna Politkovskaya’yı dünyada sesi kısılan, baskı altına alınan, tehdit edilen gazeteci ve yazarlarla birlikte anıyor. Bu anma törenlerinin biri de Uuslararası PEN Kongresi’nin kapanışında yaşandı.

Yıldız tarlasında hüsran
 
İspanya’nın Galiçya Özerk Bölgesi’nde, Dünya Yazarlar Birliği’nin 82. PEN Kongresi’nin kapanışı yapılacaktı... 
Bu kapanış töreni için Galiçya’nın başkenti Santiago de Compostella seçilmişti. Yıldız Tarlası anlamını taşıyan bir kent adı. Ortaçağdan kalma, kutsal haç mekânlarından biri. UNESCO Dünya Mirası’na ilk girenlerden... Kelt mitolojisine göre denizlerin ötesindeki güneşe uzanan yolun başlangıcı... 
Avrupa kıtasının belki de en çok yağış alan bir bölgesinde, pırıl pırıl güneşli bir cumartesi sabahıydı. Çok yoğun, çok tartışmalı, çok uzun saatler kapalı konferans salonlarında geçen bir haftanın sonunda dünyanın her yerinden gelmiş 300 kadar yazar hem Anna’yı anacak, hem de “kapanış eğlencesi” yaşayacaktık... 
Gelin görün ki “Kongre eğlenemedi”... Hava muhteşem, kent muhteşem, sokaklar cıvıl cıvıl, insanlar güler yüzlü, her köşede muhteşem müzik, her köşede neredeyse bedavaya yenilen deniz mahsulleri... Bizdeki bir bardak fiyatına bir şişe dünyanın en leziz şarapları... Ama kongre eğlenemedi... Çünkü cep telefonlarımıza haberler akmaya başlamıştı bile... Yıldız Tarlası bir anda gözyaşlarına boğuluverdi...

Şimdi dünya Murat Özyaşar’ı izliyor 

Yıldız Tarlası’na yıldız değil, Murat Özyaşar ve Renas Jiyan’ın gözaltına alınıp hapse tıkılması haberleri yağıyordu... 
Dünyanın her yerinden gelmiş yazarlar, PEN Türkiye temsilcilerinin başını sarıp bu olaya odaklandı. Soruların sonu gelmiyordu. Polis baskını? Tam da bebeğin süt saatinde? 21 günlük bebeği olanın kaçmasından mı korktular? Neden tutuklu yargılanacak? 
Türkiye’de birçok yazarın sormayı düşünmediği ya da sormaya korktuğu soruları soruyorlardı. 
Uluslararası PEN’in Başkanı Jennifer Clement, kapanış töreninde Anna’yı andıktan sonra Murat Özyaşar’la ilgili bir konuşma yapmamı istedi. Ondan sadece “Ayna Çarpması” kitabını okumuştum. Hazırlıksızdım. İnternet imdadıma yetişti. Kitabının tanıtımındaki evrensel satırları paylaştım: 
“Pavese’den bir cümleyle başlıyor Ayna Çarpması; ‘Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.’ Ve Beatles’tan bir dizeyle kapanıyor: ‘Bu sabah aynaya baktım kimseyi göremedim.’ Her şey bu iki cümle arasında olup bitiyor; çarpışmalar, bölünmeler, kırılmalar ve dağılmalar... Yani bir hayatla hesaplaşmanın tüm sancıları...”

Süt saatinde baskın
 
Bir kongre daha sona ermişti. Anna, Aslı, Cihan, Necmiye, Nuriye, Nazlı, Ahmet,Mehmet, Mustafa, Murat, Zeynel, Zana... Listenin sonu yoktu... 
Türkiye’ye dönünce PEN Türkiye Yönetim Kurulu olarak şu açıklamayı yaptık. Belge olsun diye burada paylaşıyorum: 
“Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi, edebiyatımıza nice güzel öyküler kazandırmış yazar ve öğretmen Murat Özyaşar İstanbul’daki evine polis tarafından düzenlenen bir baskınla gözaltına alındı. Bu baskın 21 günlük bebeğinin sabaha karşı süt saatine rast geldi. Murat Özyaşar, kızının doğduğu gün öğretmenlikten açığa alınmıştı. Baskının ve gözaltının, tam da Uluslararası PEN Dünya Yazarlar Birliği Kongresi’nin kapanış gününde gerçekleşmesi tüm dikkatleri bir kez daha Türkiye’ye ve hapisteki yazarlara yöneltti. İstanbul’dan alınıp Diyarbakır’a götürülen Murat Özyaşar, 6 Ekim Perşembe günü Diyarbakır’da savcı karşısına çıkartılacaktır. PEN Türkiye Merkezi, Diyarbakır ve çevresindeki üyelerinden duruşmaya katılanların, izlenimlerini paylaşmalarını isterken, dava sürecini yakından izleyeceğini de bildirdi.”

Zeynep Oral
Cumhuriyet

5 Ekim 2016 Çarşamba

İtibar nasıl kaybedilir?-Aydemir Güler/SOL

Erdoğan küfürbazdır ve aşağılayıcıdır ya… Öyle olduğu için de, istediği kadar sesini yükseltsin, hakarete uğrayanlar itibar falan kaybetmez. Tayyip beyin esip gürlemesi karşısında dizleri çözülen olursa, sebebi başkadır.

Tersini söylemeyeceğim. Kalkıp “düşmanın küfretmesi bizi yüceltir” demeyeceğim. Eninde sonunda Erdoğan iktidarda olduğu için böyle atıp tutabiliyor. Sömürülüyor, eziliyor, yönetiliyor olmaktan erdem çıkartamazsınız. Hele sömüren, ezen, yöneten takım görülmemiş bir cahiller güruhuysa.

Bu adamların küfründen ne yıkılırız ne göneniriz. Sormak için hesap tutarız. Hesap gününü yakınlaştırmak için mücadele ederiz.

Küfreden, aşağılayan cahilin tepki görmesi, gördüğü tepkilerin yayılması kaçınılmaz oluyor. Çoğunlukla sessiz kalan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye içinden geçirdiği tahmin edilen, etliye sütlüye pek bulaşmayan kişiler bile kendilerini tutamıyorlar. O kadar haksız ki karşı taraf ve saçma sapan lafları teşhir etmek o kadar meşru ki…

Ancak bu durum, bizim taraf açısından bir başka itibarsızlaşma sonucu veriyor.
Lozan meselesi o kadar aptalca ki, konuşma metnini yazdığı tahmin edilen gerici gazeteci ek argümanlar çağırmak zorunda kaldı. Hilal Kaplan’ın niyeti İsmet Paşanın adaları sattığı şeklinde bir uydurmayı bilinçli olarak yaymak değildi bence. Yazanın kendisi, onun yazdıklarını alacak, gözden geçirecek, redakte edecek, onaylayacak ve okuyacak kişiler kadar cahildi!

Ve kimse cehaletinin açığa çıkmasından haz almaz. Nasılsa kaç kişi okuyor ki, muhtarlara yuttururum diyemez. Kimse okumasa da, geniş kesimler sürüleşmek ne kelime, bir tarafının kılı olmaya razı gelse bile, durum açık: Erdoğan takımı Lozan tartışmasına yanlış girdi ve battı.

Bu aleni durumu görüp, hemen koşup, batan geminin üstünde tepinenlerin bazıları AKP rejiminin aklı başında eleştirisine güç katmaz.
Tersini söyleyeceğim. Cumhuriyetin kazanımlarını ciddiye almamış olanlar, Osmanlı ailesini magazin tarihçiliğinin eğlencesi yapanlar, bilgiyi böbürlenme aracı, caka satma sahası, hatta para kazanma vesilesi olarak kullananlar… Bunlar Tayyip beyi veya Hilal hanımı biner defa çamura sokup çıkarsalar kaç yazar? Bundan gerici cepheye fazla bir şey olmaz.
Dahası, gericilik eleştirisi güçlenmez.

Bize, maruz kaldığımız küfür itibar kaybettirmiyor. Ama gericiliği eleştiren cephenin bu şekilde genişlemesi kaybettiriyor.

İsim vereceğim. İlber Ortaylı’nın iktidarla derdi gericilik, emperyalizme oyuncak olmak, sömürü, kadın, emekçi, çocuk, insan düşmanlığı falan değildir. Murat Bardakçı’nın Lozan savunusu da Osmanlıcılığa direnmek, Cumhuriyette ısrar değildir. Sadece kişiler değil, mekânlar da böyle. CNN Türk ekranından AKP eleştirisi dinlemek, ne karşı tarafa kaybettirir, ne bize kazandırır.

Ben, malumatını Gülen hoca efendiyle de paylaşmakla övünenlerin Erdoğan’a veryansın etmelerinden yarar ummuyorum. Osmanlı ailesi için gözyaşı döküp Hilal Kaplan gibi zırcahillere cesaret verenlerin Cumhuriyetçiliğini zerre kadar ciddiye almıyorum. 15 Temmuz’da kuyuya merdiven niyetine cep telefonu uzatan, CEO’sunun AKP’den “biz” diye söz ettiği belgelenmiş bir kanal laik veya yurtsever zannedilirse, olan laikliğe ve yurtseverliğe olur.

Bunu, burada verdiğim ama hiçbir biçimde takıntım olmayan, tersine kimilerinden bir sürü şey öğrenmenin mümkün olduğu kesin isimlerle de sınırlamıyorum. İsimleri çoğaltabilir, listeyi uzatabilirsiniz.

Birileri karar verecek. Kürt sorununu İslam kardeşliği mi çözer, yoksa laikliği mi savunuyorsunuz? AB’den uzaklaşmak demokrasiden uzaklaşmak mıdır, yoksa savaşa karşı mısınız?

Yok, öyle kalsın mı? Karışık mı olsun? Hem o hem bu mu?

Gidin, şöyle biraz kenarda verin laiklik veya cumhuriyet mücadelenizi…

Aydemir Güler/SOL

AKP'nin gençlik gelişim kampları: 'Reis'e biat etmiş kindar nesil eğitimi!-Ahmet Çınar/SOL

15 Temmuz süreci ve "demokrasi" mitingleri sonrasında başlayan "AKP Gençlik Gelişim Kampları" devam ediyor. Ekim sonuna dek sürmesi planlanan kamplarda, hamasi nutuklar, 15 Temmuz edebiyatı, şehitlik söylemi güçlü vurgularla yineleniyor, Kamplar adeta “Reis”e biat ve bağlılık seremonisine dönüşüyor. AKP bu kamplarda elden geçirdiği gençlere bir süre daha “paramiliter” görevler yüklemeye, “moral” ve “motivasyon” aşılamaya devam edecek görünüyor.

AKP’nin Kızılcahamam kampları neredeyse bu parti kurulduğunda beri yapılagelir. Bakanlar, milletvekilleri ve partinin üst düzey yöneticileri çeşitli periyotlarda hafta sonları bir araya gelerek TBMM kulislerinden, genel merkez odalarından,OTELlobilerinden ya da lüks lokantalardan uzak bir ortamda buluşurlar.

AKP’de son iki aydır, Ağustos’tan beri, bir diğer deyişle 15 Temmuz darbe girişimi ve hemen ardından düzenlenen “demokrasi mitinglerinden” sonra “Gençlik Kolları Gelişim Kampları” düzenlenmeye başlandı. Türkiye’nin çeşitli illerinde, ilçelerinde, mahallelerinde iş bulunarak, maaş bağlanarak, burs verilerek, çeşitli nakdi ve ayni yardımlar yapılarak “taraftar” haline getirilen AKP’li gençler, sekiz haftadır Erzurum, Afyonkarahisar, Kahramanmaraş ve Kızılcahamam'da bir araya getiriliyor.

Bu toplaşmaların adına da “Gençlik Kolları Gelişim Kampı” deniliyor, kamplarda “Büyük Türkiye’nin Güçlü Gençliği” sloganı kullanılıyor. Ekim’de de devam edeceği anlaşılan kamplarda, AKP yöneticilerinin dilinden düşürmediği “Darbe tehlikesi henüz geçmedi” söylemine adeta hazırlık yapılan bir süreç işliyor. Haziran direnişi, Soma katliamı gibi olaylarda yükselen kitlesel ve toplumsal muhalefete alternatif olarak “sokağa sürülen”, kimi zaman elinde pala, bazen de sopayla görülen, kimi zaman da "kefen" adı altında beyaz çarşaflara bürünüp "AK" polislerin koruması altında boy gösteren AKP’nin paramiliter güçleri, öyle anlaşılıyor ki bu kamplarda motive ediliyor. Hamasi nutukların, 15 Temmuz edebiyatının, şehitlik söyleminin güçlü vurgularla yinelendiği bu kamplar, adeta “Reis”e biat ve bağlılık seremonisine dönüşüyor.
  
Tayyip Erdoğan’ın “dindar ve kindar gençlik” söyleminin hakim olduğu kamp konuşmalarında, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi konusu odakta yer alıyor.

"ŞEHADET ŞERBETİ" EDEBİYATI
Nitekim geçtiğimiz hafta sonu Kızılcahamam’daki “Gençlik Gelişim Kampı”nda konuşan Başbakan Binali Yıldırım, sözü 15 Temmuz gecesi yaşananlara getirerek, “O gün şehadet şerbetini içen gençler arasında AK Parti Gençlik Kolları'nın mensubu 12 kardeşimiz var" demesi de, kampa katılanları bu konu üzerinden motive etmeye yönelik bir hamleydi.
Yıldırım’ın, konuşmasının merkezine 15 Temmuz’u yerleştiriyor ve şunları söylüyordu: “15 Temmuz ülkemizin karanlık bir girdaptan milletimizin cesareti, feraseti ve basiretiyle kurtulduğu gündür. AK Parti davasının kurucu Genel Başkanı, liderimiz Türkiye sevdalısı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla meydanlara inen, en önce meydanları dolduran sizlerdiniz gençler. Gençleri sürekli tenkit ettiler, 'gençler apolitik, Türkiye’nin sorunlarına Fransız’ dediler. Gençlere çok şey söylediler ama o gençler 15 Temmuz'da Türkiye'ye sahip çıktılar, alçaklara bu ülkeyi teslim etmediler. Gençlere öncü olan sizlerdiniz."

YILDIRIM: 15 TEMMUZ GECESİ MELİH'İ ARAYIP 'TEŞKİLATI HAZIRLA DİRENECEĞİZ' DEDİM!
Yıldırım, 15 Temmuz gecesi 22.30’da partinin gençlik kolları başkanı Melih Ecertaş’ı aradığını da anlatarak, "Melih hazır olun, teşkilatını hazırla. Cumhurbaşkanımız ile konuştuk, direneceğiz, ölümüne direneceğiz, hiçbir kimseye hiçbir haine bu bayrağı teslim etmeyeceğiz" dediğini söylüyordu.
Böylece AKP “taraftarı” gençlere biçtiği görevi, bu cümlelerle tebliğ ediyordu.

PARAMİLİTER MOTİVE ETME SEANSLARI
“Gençlik gelişim kamplarının” Ekim sonuna kadar süreceği biliniyor. AKP bu kamplarda elden geçirdiği gençlere bir süre daha “paramiliter” görevler yüklemeye, “moral” ve “motivasyon” aşılamaya devam edecek görünüyor.  


Ahmet Çınar/SOL

Nuray Mert ile Soner Yalçın'ın ortak noktası-Volkan Algan/SOL

"Türkiye’de sol sınıfını unuttu, sınıf solunu. Başka tercih şansı olduğunu düşünüp kaçak güreşenlere artık daha fazla diyebileceğimiz bir şey yok, ama milyonlarca emekçi için mücadele asıl şimdi başlıyor."


15 Temmuz’daki darbe girişimi herkes için yeni bir durumu ortaya çıkardı. İktidarın belirlediği Türkiye sağı da, onun karşısında konum alan, Türkiye’nin çağdaş yüzünü temsil edenler de eskisi gibi değiller artık. Bunda şaşılacak bir şey yok, eşyanın doğası gereği böyle olmak durumunda.
AKP tabanını şimdilik bir kenara koyalım, çok da derdiğimiz değil aslında. Biz kendi tarafımıza bakalım.
Büyük bir kopuş oldu anlamında söylemiyoruz bunları, her şeyi en baştan tartışmayacağız elbette. Herkesin malumu olan sorunlar yerli yerinde durmaya devam ediyor.
Ama, 15 Temmuz’dan sonra, Türkiye’nin uzun süredir kendince bir “istikrara” kavuşan istikrarsızlık haline alışmış, içten içte bunun bu şekilde devam edemeyeceğini, bir gün, bir şekilde ve yine birileri tarafından dur denileceğini düşünenler şimdi bu metafizik inançlarını da yitirmiş derin bir bunalım halindeler.
Şimdi o metafizik, yenilerini doğuruyor, zaten başka türlü olamazdı. Çünkü yaşananlara bir açıklama getirmekte zorlanıldığı gibi, eldeki son avuntu da gitmiş oldu darbe denemesinden sonra. (Avuntudan kastımız darbe beklentisi değil sadece, bazıları için öyledir elbette ama Erdoğan’ın bir şekilde götürüleceği inancını kastediyoruz)
Şimdi ülkeyi terk etmeyi düşünenlerden, küçük dünyasında tutku arayanlardan, hobisel işlere gömülenlerden, "hayat kısa-vur kendini yola" diyen gezgincilerden, olmadı özel okula veririzcilerden... geçilmiyor ülke.
Tabii bunlara imkanı olanlar için söylüyoruz, ya hayat gittikçe katlanılmaz hale gelen, darbe denemesinden sonra bir kalemde çıkan emek düşmanı yasalarla elindeki son hakları da bir bir tırpanlanan milyonlarca emekçi ne olacak...
Demek ki yeni bir tartışmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

**
AKP karşıtı, modern değerlerin taşıyıcısı toplumsal kesimlerin bugüne kadar bir türlü anlamak istemediği, kabullenmekte zorlandığı şey AKP’nin sınıfsal karakteri oldu. Gericilik, cehalet, sanat, çevre, doğa ve tabii insanlık düşmanlığında çok kolay birleşiliyordu; gelgelelim tüm bu özelliklerin temelinde AKP’nin sermaye sınıfının, patronların partisi olması vasfının yattığına sıra geldiğinde aynı coşku ve kararlılığı göremiyorduk.
En berrak ve kararlı halini Gezi’de almış olan AKP karşıtlığının da zayıf karnı burasıydı. 10 milyona yakın yurttaşın sokağa aktığı bir direniş, açık ki bir emekçi tabana yaslanıyor demektir, bunda tartışılacak bir yan yok. Ama bu, hareketin emekçi karakter taşıdığı anlamına gelmiyor. En temel nosyonu özgürlükçülük ve laik hassasiyetler olan Gezi, tam da emekçi karakteri baskın hale gelemediğinden, hemen arkasından gelen manipülasyonlara karşı koyamadı.
O günden 15 Temmuz’a kadar da aslında AKP karşıtı toplumsal kesimlerin temel motivasyonu değişmedi. AKP’nin gerici karakteri, onun patron partisi olma vasfını hep gölgede bıraktı, aradaki bağ bir türlü kurulamadı, aynı tuzaklara defalarca düşüldü.
Üstelik AKP’ye karşı muhalefet cephesi öylesine genişledi ki, hiçbir biçimde yan yana gelemeyecek isimler şimdi fiziken olmasa da siyasi tasnif gereği aynı cepheye düşmek zorunda kaldılar. Bu cephe sosyalist hareketten liberallere, eski cemaatçilerden AKP küskünlerine kadar çok geniş bir alanı tarıyor: Artık herkes laik, herkes demokrat, herkes AKP düşmanı...
Buradan ne bir inanç, ne de enerji çıkar. Çıkmıyor da. Aynısının laciverdini denemek artık kimseye bir heyecan vermiyor, işte bu nedenle de en tehlikeli andayız, kabullenme tehlikesiyle... Ve belki de en umutlu.

**
İçten içe Erdoğan’ın bir gün bir şekilde gideceğine kendisini inandırmış, belki kendine itiraf etmese bile bu ülkeye bir şekilde katlanmak için kendi motivasyonunu buradan sağlamış geniş bir toplumsal kesimin yaşadığı travmanınsa bir başka hayırlı tarafı olabilir. Büyük toplumsal travmalar, büyük sorgulamaları da beraberinde getirebiliyor, tarih bunun örnekleriyle dolu.
Bu travma Erdoğan’ın kalıcı hale geldiğini düşündüğünden değil sadece, zaten nasıl olabilir ki bu, ama belli ki bu muhalif kesimler darbe öncesi içinde düştükleri konformizmin artık sürdürülemez olduğunu fark ettiklerinden yaşanıyor. Anlaşıldı ki beyaz ya da mavi yakalı, sanayi ya da büro çalışanı tüm emekçiler bir sınıf kimliği ile siyasete dahil olmak zorundalar.
Yaşanan derin bunalım ve ümitsizliğin temelinde bu karar anının geldiğinin içten içe hissedilmesi var.
İnsanlar her şeye alışabilirler, hayat tarzı bunların arasında en hafif olanı belki de, çevrenize baksanıza, on yıl önce milyonları sokağa döken uygulamalar bugün vakay-ı adiyeden, günlük, kısa bir cık cık hayıflanması ile geçilir hale geldi.
Hiçbir koşulda alışılamayan, gizlenemez ve giderilemez olan çelişki ise sınıf farkı oluyor. Şimdi o noktadayız.

**
Bazı Erdoğan muhalifleri Stockholm sendromuna tutulmuş durumda: Kimler yok ki burada, Nuray Mert’ten, Soner Yalçın’a kadar, kimi sevdiğimiz kimi sövdüğümüz bir sürü isim. Haksızlık etmeyelim, elbette Erdoğan’a hayran değil bunlar, hatta çoğu değil, ama ondan medet umar hale gelmenin hayranlıktan kalır yanı var mı?
Nuray Mert malum, Erdoğan için “olmasaydı, olmazdık” noktasına gelmiş. Soner Yalçın’sa bugünkü yazısında AKP’nin toplumdaki gerginliği düşürmediğinden yakınıp, gerilimi artıracak uygulamalardan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Niye böyle yapıyorlar sorusuna verdiği yanıtsa parmak ısırtacak cinsten: Devlet yönetmeyi bilmiyorlarmış... Eh yani, o kadar araştırmacı yazar diye bilineceksin, sonra da bunların gericiliğini, hesapçılığını, siyasi dengeleri falan bir yana bırakıp... Neyse daha fazla bir şey demeyelim. Demeyelim çünkü bu bilgi meselesi değil.
Bu iki ismi örnek verdik, çünkü bir tanesi liberal demokrat muhalefetin, diğeri ulusal-sol toplumsallığın sözcüsü olarak kabul görünen ve çok okunan isimler.
Bu bilgi meselesi değil gerçekten, sınıf meselesi. Yanılgının, teslimiyetin temelinde sınıfsal bakış eksikliği yatıyor. Bugün Türkiye siyasetine baktığında emekçileri göremeyenler düzen siyasetinde tek gerçek siyasi aktör olarak kabul ettikleri Erdoğan’dan medet umar hale geliyorlar.
Türkiye büyük bir kapitalist devlettir, düzen bloğundaki tüm kavgalar, gürültüler de bu kabul üzerinden yorumlanabilirse ancak bir sonuca varılabilir. Aksi halde nereye savrulacağınız hiç belli olmaz, hele bu kaosta.
Normal zamanda asla mümkün olmadığı halde OHAL fırsatıyla Meclis’ten alelacele geçirilen emekçi düşmanı yasaların Türkiye solunun gündemini bu kadar az meşgul etmesinde hiç mi gariplik yok? Oysa dananın kuyruğunun koptuğu yer orasıydı, şimdi işçiler kendi kendine tartışıyor bireysel emeklilik konusunu.
Türkiye’de sol sınıfını unuttu, sınıf solunu.
Başka tercih şansı olduğunu düşünüp kaçak güreşenlere artık daha fazla diyebileceğimiz bir şey yok, ama milyonlarca emekçi için mücadele asıl şimdi başlıyor.

Volkan Algan/SOL