'Evet': Çökmüş Osmanlı projesinde ısrar. Peki ya 'Hayır': ? - KEMAL OKUYAN

Erdoğan geriye gitmeden yapamayacak olan bir siyasetçi, bunu kanıtladı. Dolayısıyla, Türkiye gericiliğinin imparatorluk sevdasının ötesine geçen, Osmanlı’da kendisini koruyacak bir iklim gören birinin zorlamasıyla Türkiye aşılmış-tükenmiş-yıkılmış bir modele sığdırılmaya çalışılıyor.
İstikrar arayışı ve işçi sınıfı korkusu, kendisi baştan aşağıya gericileşen patron sınıfını aptala çevirmiş de olsa, Osmanlı’ya dönüş, çürüyen Türkiye kapitalizmi için bile çok fazladır. Bundan aşağı yukarı yüz yıl önce imparatorluğu modernize etme çabası karaya oturmuşken şimdi onun restorasyonunun “yeni vizyon” diye ortaya konulması sermaye sınıfının arayışına pek denk düşmüyor.
Düşmüyor ama Türkiye’de egemen sınıfın, yüzünü geriye dönmüş ve inatçı Erdoğan çizgisine karşı inandırıcılığı olan bir seçenek üretemediği de bir gerçek. Bugünkü iktidar, memleketi yağmalama ve halkı soyup soğana çevirerek kaynak yaratma becerisini “Osmanlı modeli”ne bağladıkça, Türkiye burjuvazisi bu modelle ilgili çekincelerini geriye çekiyor, yumuşatıyor; modelin kaçınılmaz çöküşüne kadar nimetlerinden yararlanıyor.


Yerleştirilmek istenen Osmanlı projesinin çöküşünün kaçınılmazlığı nereden geliyor?

Projenin kendisi bir asır önce çökmüştü. Taklidi ise birkaç yıl önce çöktü. 2013 Haziran Direnişi, 2010-2011’de ortaya çıkan bir gerçeğin, kendisini daha sert ve açık bir biçimde hissettirmesinden başka bir şey değildi: Türkiye AKP’nin öngördüğü modele sığmıyordu. Buradaki Türkiye, sermaye sınıfından ibaret değildir, Türkiye dediğimizde sınıf çelişkileriyle, ideolojik-kültürel dinamikleriyle, karmaşık toplumsal dokusuyla bir bütün olarak büyükçe bir ülkeydi ve Haziran 2013’te bu ülke Erdoğan’a sınırlarını gösterdi.

İçeride Osmanlı rüyası gerçeğe dönüşemezdi, dışarıda ise Suriye’den devam etmek isteyen proje sert bir duvara toslamıştı. Arap coğrafyasına Osmanlı sancağı dikme hayalleri aşağı yukarı Haziran Direnişi ile aynı anda yerle bir oldu.

Erdoğan ise devam ediyor. Çünkü Türkiye burjuvazisi, 1923 Cumhuriyeti’nden kurtulmaya karar veren aktör olarak, Osmanlı projesini durduracak temel aktör olan halkı mümkün olduğunca devre dışı bırakacak, onu sürüye dönüştürecek formüller aradıkça kendince popülist siyaset izleyen Erdoğan’a hayat hakkı tanıyor
Şimdi biraz duralım ve Erdoğan’ı Fethullah Gülen’le durdurma stratejisinin öyküsüne yakından bakalım.
1. Bu stratejinin önü Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan Erdoğan karşıtı toplumsal hareketin kontrol edilmesindeki güçlükler nedeniyle Türkiye burjuvazisinin ve emperyalist merkezlerin bir bölümü tarafından açıldı.
2. Bu toplumsal tepkiler bir yandan Fethullah Gülen fesatına bel bağlamaya zorlanırken, diğer yandan siyaseten düzen sınırlarını zorlamayan ve mevcut dünya sistemini kabullenen iki parti CHP ve HDP’ye aktarılmaya çalışıldı.
3. 2014 ve 2015’te 4 kez sandık başına sürüklenen halk, güven ve heyecan vermeyen, sürekli ehven-i şerlere dayandırılan tercihler yapmak zorunda bırakıldı.
4. Parlamento içi hesaplar tutmayınca ihale parlamentoyu bombalamayı dahi göze alan Fethullahçı bir darbe girişiminin üzerine kaldı. Yani önce Erdoğan’a karşı yükselen halk hareketinden korkup onu iğdiş ettiler, sonra da iktidarsızlaştırılan bir halkın sandıktan tavşan çıkaramayacağını anlayınca halkı evde oturmaya çağıran bir askeri müdahaleye başvurdular.
5. Gülen cemaati hep yüzünü gizleyerek, hep fesatla iş görmüştü; 15 Temmuz’un gücü ve zayıflığı aynı noktadan kaynaklanıyordu. Her yere sızmışlardı, bu kendileri açısından bir başarıydı ama darbenin topluma hitap eden yüzü, kimliği yoktu; herkes işin teknik örgütlenmesindeki zaaflardan söz ediyor, hikaye, başarısızlığın temel nedeni halk korkusuydu. Ancak bu korkunun Fethullah Gülen’de başlayıp onda bittiğini söylemek çok zor.
Şimdi…
Türkiye burjuvazisi, kendisine kalsa, uyum sağlayabileceği Osmanlı projesinin Türkiye toplumuna fazlasıyla geri ve dar geleceğini bildiğinden, bu projeye alternatif hazırlamak zorunda. Bu aynı zamanda projenin durdurulması için arayış demek. Aynı mantık biraz daha karmaşık nedenlerle güçlü emperyalist merkezler için de geçerli.

15 Temmuz darbe girişiminin bütün pisliği Gülen cemaatinin sırtına yüklendi. Gülen’den yararlanmaya devam edecekler, bu karanlık örgütlenme Türkiye kapitalizminin ve Türkiye kapitalizminin uluslararası bağlarının genlerine işlemiş durumda. Ancak “halksız” çözümde ısrar edemezler.

Toplumsal bir enerjiye gereksinecekler. Şu anda bu toplumsal enerjiyi sınırlayacak, istedikleri ideolojik-siyasal kanallardan akmasını sağlayacak mekanizmaları kurmaya çalışıyorlar. Çalışıyorlar diyoruz ama ortada belirgin bir aktör de yok bunu yapan çünkü kapitalizm her yerde giderek derinleşen ve boyutlanan bir kriz, bir çıkışsızlık yaşıyor.

Lakin Türkiye önemli bir ülkedir ve sermaye “ne yapalım Osmanlı’yı kabulleneceğiz, iyi para vururuz” noktasına gelemez. Halk korkusundan gelemez.
Bir kez daha halkı “halk”la kazıklamaya hazırlanıyorlar. Bu kaçınılmaz.
Referandum yaklaşıyor; bu referandumda iş bitmeyecek. Evet’ler fazla çıkarsa, Erdoğan bir dönemeci daha alacak ama asla huzur bulmayacak. Hayır’ların fazla çıkması ise bir yandan halka güven verirken hem kavgayı şiddetlendirecek hem de uluslararası tekellerin hazırlık ve arayışlarını hızlandıracak.
Kim bilir, belki süreç referandum öncesinde ivmelenir.
Peki bizim cephemiz ne yapacak?
Halkı “halk” ile kazıklamak isteyenleri saflarımızdan uzak tutacağız. Referandumun her şeyin başı ve sonu olduğu iddiası, kazıkçıların icadıdır. Uyarıyoruz; Erdoğan’a karşı halkın enerjisine ihtiyaçları var ve bu enerjiden ölesiye korkuyorlar. Osmanlı’ya kadar gidemiyorlar ama tarihsel ilerlemeden öcü gibi korkuyorlar.
Bu Türkiye burjuvazisinin krizidir. Bu krizden çıkışları yok. 1923 Cumhuriyeti’nden kurtulmak istediler, bunu becerdiler de. Ama yıkılan Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya kapı açıldı, kendileri geçecek de, Türkiye o kapıdan geçmez. Kaldılar iki arada bir derede. Şimdi istiyorlar ki Türkiye’yi iki arada bir deredeye sabitleyelim! İstiyorlar ki Osmanlı kapısını halk kapatsın ama o halk ters istikamette ileriye gitmesin!

Sınavımız budur.
İşin gerçeği Osmanlı projesini durdurmak, yeni bir Türkiye, eşitlikçi-özgürlükçü bir düzen için de gerekli enerjiyi yaratabilir. İddia edildiği gibi ilki kolay, ikincisi çok zor değil. Yeter ki, enerji doğru yerde biriksin.
İnadına bunu savunacağız. İnadına Türkiye’nin emekçi sınıflarını 100 yıl öncesinin “sınıf-mınıf yok, hepimiz aynı gemideyiz” yalanına karşı örgütleyeceğiz. Evet, halka, halkın enerjisine fena halde ihtiyaçları var. O enerjiyi yaratacağız ama halk düşmanı burjuvaziye, onun ajanlarına kendimizi kullandırmayacağız.
Osmanlı projesi kendisine Haremağası olarak Yiğit Bulut’u seçmiş, “vakıflar parası”nın yönetimini ona bırakmış gözüküyor. Bu saçmalıktan kurtulacağız ama “daha çağdaş” diye Türkiye’nin oligarklarının, kan emici tekellerinin soygununa katlanacağız diye bir şey yok.
Türkiye Osmanlı özlemcilerine kapıyı kapatırken başka bir kapıyı açmak zorunda; diğeri hep birlikte çürümedir.
O kapı sosyalizmdir.
Hayır derken, neye evet dediğimizi anlatmadan ne Osmanlıcı gericilerle hesaplaşabilir ne de önümüze konan tuzaklardan sıyrılabiliriz.
Yetmez ama hayır, doğrudur ve herkesin diline yapışmıştır. O halde adını koyalım, yetecek olan nedir?
Osmanlıcılık sevdasından vazgeçmiş bir Erdoğan rejimi mi?
Erdoğan’dan arındırılmış bir AKP mi?
AKP’nin geriye çekildiği bir burjuva diktatörlüğü mü?
Laik ama Amerikancı bir hükümet mi?
Nedir yetecek olan?
Hayır tek başına yetmez, yukarıdakilere ise aynı şiddette bir HAYIR!
Evet, o kapı sosyalizmdir ve EVET’in, yetecek olanın başka karşılığı kalmamıştır.

Kemal Okuyan / SOL
10 Şubat 2017 tarihinde Boyun Eğme Dergisinde yayınlanmıştır.

Mülkiye ve Cumhuriyet - EMRE KONGAR


Mülkiye adıyla bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin garip bir yakın tarihi vardır:
Dekanı Prof. Turhan Fevzioğlu 1956 akademik yılı açış konuşmasında:
“Asla ‘Nabza göre şerbet sunan, kötüye, zararlıya fetva veren bir sözde münevver haline gelmeyelim’ ” dediği için “Demokrasiyi” çoğunluk baskısı olarak yozlaştıran Demokrat Parti iktidarı tarafından görevinden alındı.

***
İsmet İnönü’nün ilan ettiği Çok Partili Düzen’de, kendisinden Demokrasiyi kurmak görevi beklenen toprak ağalarının temsilcisi Demokrat Parti...
1960 yılında seçimlere gitmeden önce ana muhalefet partisi olan CHP’yi kapatmak üzere, Meclis’te, hem askeri hem sivil, hem savcı hem yargıç yetkilerine sahip, kararları temyiz edilemez bir Tahkikat Komisyonu kurup Demokratik rejimi ve Anayasa’yı askıya alınca...
28 Nisan’da İstanbul’da Hukuk Fakültesi, 29 Nisan’da Ankara’da Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri ve hocaları protesto gösterileri yaptılar.
Polis bunları şiddetle bastırdı, İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar, yerlerde sürüklendi.
Ankara’da SBF binasına, önce Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç’ün bizzat emir verdiği askerler tarafından (namlular ikinci kata doğrultulmuş olarak) ateş açıldı, sonra da fakülte polis tarafından, insan boyu hizasında ateş edilerek basıldı.
27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra üniversitede yapılan tasfiye çerçevesinde SBF Amme Hukuku Profesörü Yavuz Abadan da, 147’ler arasında görevinden alındı. 

***
1971 yılında, 12 Mart Askeri Darbe sonrası, SBF Dekanı, Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal ders verdiği sınıftan alındı, hapse atıldı, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 6 yıl 8 aya mahkûm edildi.
***
1980 12 Eylül Askeri Darbe sonrası, SBF Anayasa Profesörü Bahri Savcı, emekliliğine 6 ay kala, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu çerçevesinde üniversitelerde yapılan tasfiye sonucu başka meslektaşlarıyla birlikte görevden alındı.
***
2017 yılında üniversitelerden KHK’lerle tasfiye edilen 4 binden fazla öğretim üyesiyle birlikte SBF’den, eğitimi aksatacak sayıda öğretim üyesi de 686 sayılı KHK ile atıldı, bunu 10 Şubat’ta fakülte önünde protesto eden öğretim üyelerine ve öğrencilere şiddet uygulandı.

***
Elbette üniversitelerde daha çok kurban var. En trajik olanı Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu. Ama bu yazıda örnek olarak sadece iki kurum üzerinde durmak istedim. 

***
Cumhuriyet Gazetesi’nin yakın tarihine gelince, o da Mülkiye’ninki kadar garip ve daha da trajiktir!
Zaman zaman Cumhuriyet’te yazıları yayınlanan:
Prof. Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979’da,
Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980’de,
İlhan Erdost 7 Kasım 1980’de,
Prof. Muammer Aksoy 31 Ocak 1990’da,
Prof. Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da,
Cumhuriyet’in ünlü köşe yazarları
Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te,
Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da
öldürüldüler.
2008’de gözaltına alınıp 2 gün 2 gece uykusuz sorgulandıktan bir hafta sonra kalp krizi geçiren ve açık kalp ameliyatı sonucu 2010’da aramızdan ayrılan İlhan Selçuk da otoriterleşen rejimin kurbanları arasında sayılabilir.
Birinci Silivri Trajedisi sırasında yıllarca hapis yatan Mustafa Balbay’ı ve İkinci Silivri Trajedisi sırasında içeri girip çıkan Can Dündar ile Erdem Gül’ü de kaydedelim. 

***
Siz bu satırları okurken, Cumhuriyet’in 10 yönetici ve yazarı 105 gündür, bir muhabiri 43 gündür hapiste. Bu arada çaycısı da hapse atılıp birkaç gün tutulduktan sonra bırakıldı.
Önder Çelik, Hakan Kara, Musa Kart, Turhan Günay, Güray Öz, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Akın Atalay, Mustafa Kemal Güngör, Bülent Utku 31 Ekim 2016 sabahı alındılar. Haklarında hâlâ iddianame hazırlanmadı.
Ahmet Şık, Birinci Silivri Trajedisi zamanında FETÖ aleyhinde yazdığı kitap daha yayınlanmadan hapse atılmıştı. Şimdi İkinci Silivri Trajedisi zamanında, tam ters bir suçlamayla, “FETÖ ile ilişkili” denilerek 29 Aralık’ta evinden alındı, 30 Aralık’ta tutuklandı, hapiste; o da hakkında iddianame yazılmasını bekliyor.
“Hapse at ve içerde unut” politikası, insanlık tarihinin ve hukuk uygulamalarının hangi aşamasına karşılık geliyor, doğrusu bilmiyorum!

***
Daha birçok medya mensubu, yazar, hapiste...
Medya mensupları dışında da, işinden atılan, hapsedilen, aralarında asker, polis, savcı, yargıç, öğretmen bulunan yüzlerce, binlerce, on binlerce kişi var.
Bu yazıda sadece iki Cumhuriyet kurumunun, Mülkiye’nin (ki kuruluşu Osmanlı dönemindedir) ve Cumhuriyet (ki adını Atatürk koymuştur) gazetesinin trajik yakın tarihlerine, kaba çizgilerle bakmaktı amacım:
Demokratik haklar kolay kazanılmıyor, verilen hakların korunması da hiç kolay olmuyor...
Bu iki kurum üzerinden bu noktaları vurgulamak istedim...
Demokratik hak ve özgürlükler için son direniş şansı 16 Nisan Referandumunda!


Emre Kongar / CUMHURİYET

İsyan daima vapurda başlar! - MİNE G.KIRIKKANAT

İnsanların en acıktıkları edinimin bilgi, en acil ihtiyacın sanat, en güçlü istemin özgürlük olduğu uygar bir ülke düşledim, ömrüm boyunca. Kapıda karşılaşan insanların, tanımasalar da birbirlerine “günaydın” ya da “tünaydın” dediği; sokakta erkeklerin kadınlara yol verdiği ve kadın ya da erkek, kazayla çarptığı kişiden özür dilediği vb. gibi nezaketin toplumsallaştığı bir ülke özledim, hep.
Olmadı, olmadı. Düşlerim gerçekleşmedi, özlediğime bir türlü kavuşamadım. Hatta, “selamünaleyküm” diye başlayıp... verahmetullah’a kadar uzatılan “aleykümselam” değiştokuşunun çağın hızına yetişemeyen ağır temposundan mıdır, yoksa kadının hiçe sayılmasından mı bilinmez; daha da beter oldu, ülke!
Oysa karınca kararınca epeyce uğraştım, didindim; 32 harfi milyonlarca kez yan yana dizerek düşümdeki ülkenin harcına kum taneleri taşıdım.
Üstelik bu yolda gazi bile sayılırım!
Dile kolay, otuz yıldır yazıyor, yazıyor, yazıyorum. Eh, her yazıda da görgü ve terbiye kuralları sıralanmaz; görgüsüzlükle alay ederek bir şeyler söylemeye çalıştığımda, çakma aydınlar tarafından linç edildim.
Çünkü bu ülkenin bu çakma aydınları, ancak hitap ettikleri kitlenin bilgisizliği ve görgüsüzlüğü ölçüsünde varlar. Edi’yle Büdü örneği, birbirlerinin çapsızlığından besleniyor ve zaten birlikte yok olacaklar.

***
Çünkü ülke çöküyor.
Bir Hıristiyan Masalı* başlıklı tarih kitabımın önsözünde, “Yaşadığımız topraklar, cehaletle elde tutulamayacak kadar stratejik, geçmişi bilmeyenin geleceğine egemen olamayacağı kadar önemli bir coğrafya” diye bir tümce vardır.
Oysa bizim muktedirler, bilmediklerini uyduran ve üstelik uydurduğunu tutturamayan türden...
Ve cehalete, gericiliğe, yobazlığa, kurnazlığa, haksızlığa, liyakatsızlığa, terbiyesizliğe, görgüsüzlüğe, aptallığa bunca yıldır yapılan yatırım, nihayet sonuç verdi. Dışarıdan bakanlara kahkaha attıracak bir kara komedi girdabında, resmen batıyor ülke; ekonomisiyle, sosyaliyle...
Bir süreden beri kendimi muhalefet milletvekili gibi hissediyorum. Aramızdaki yegâne fark onların çook yüksek, benim ise yoook denecek kadar alçak maaşlarımız. Tıpkı onlar ne dese gibi, ben de ne yazsam bir işe yaramıyor.
Düşündüm de, yazdığım binlerce yazıdan sadece biri somut bir sonuç vermiş; otuz yılda muhalif görüşün tek bir “zafer”ine hizmet etmişim, yazarak. O da müzik üzerine:
11 Mayıs 2014’te, bu sütunda “Hava kurşun gibi ağır” başlıklı bir yazım yayımlanmış. Bir gün önce Kadıköy- Beşiktaş vapurunda tanık olduğum bir isyanı anlatmışım: Müzik yapan gençlere “yassah” diye çıkagelen pehlivan boyutlarındaki çımacı, vapur yolcularının umulmadık direnciyle karşılaşarak geri püskürtülmüş ve müzik aletleri, yolcular arasında dağılıp Beşiktaş iskelesinde müzisyenleri bekleyen zabıta bertaraf edilmiş...
Yazıda anlatılan vapurdaki isyan, aynı gün sosyal medyadaki Aktroller tarafından, tabii ki küfürlü teşbihlerle benim hayal ürünüm olarak nitelendi.

***
13 Mayıs’ta, bir görgü tanığı Facebook’ta olay esnasında çektiği ve yazıda anlatılanları bire bir doğrulayan videoyu yayımladı.
Derken 20 Mayıs’ta Yunan medyasının “amiral gemisi” ve Türkçesi “özgür basın” demek olan Eleftherotypia gazetesi, muhabiri Aris Abatzis’in çevirisiyle “Hava kurşun gibi ağır...”ın tam metnini, hem de birinci sayfadan görerek basmasın mı?
Olayın ve yazının üzerinden bir değil iki yıl geçti.
20 Ekim 2016’da İBB, vapurların alt arka salonlarında canlı müzik icra edileceğini duyurdu. O gün bugündür, vapurlarda onca kovaladıkları müzisyenlere artık hayat var, dostlar.
Kuşkusuz yanılıyorum, ama bu minicik zaferden kendime bir pay çıkarıp kıvanıyorum.
Bir de hâlâ bir umut kıpırdıyor içimde.
O yazı var ya o yazı, “Sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem. Ama ufukta, hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor” sözleriyle biter.
Türkiye Cumhuriyeti’ne kalkan Bandırma vapurunu hatırlayın. 




Eğer bir referandum yapılırsa, Kadıköy-Beşiktaş vapurundaki isyanın tüm vatan sathına yayılması tarihin mükerrer bir cilvesi olacaktır, diye umuyorum.

Mine G.Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Kırmızı Kedi Yayınları, 2014

Rasputin’in yeni dünya düzeni - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Geçen hafta İtalyan başkentinin duvarlarında birdenbire “Papa karşıtı” posterler belirdi... Seçim propagandası afişleri gibi üzerlerinde dev Papa fotoğrafları bulunan posterler, Katolikliğin ruhani liderini yerden yere vuruyordu.


Bu “Papa posteri”yle ilk karşılaştığımda yanımda bulunan bir İtalyan arkadaşım “Aman tanrım!” dedi: “İlk kez kutsal pedere karşı böyle bir başkaldırıyla karşılaşıyorum. Eleştirilerini kilise kapısına asarak Vatikan’a bayrak açan Martin Luther’den beri böyle bir saldırı bombardımanı görülmedi. Ne oluyor? Bir yeni devrim mi yaşanıyor?”
İsa’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğundan “yanılmaz” sayılan ve “eleştiriden azade” tutulan Papa’ya yönelik bu saldırı dozu karşısında arkadaşımın yaşadığı “şok”u, 9 Şubat sayılı “International New York Times”ın başsayfasını gördüğümde daha iyi anladım.
NYT, Roma sokaklarındaki Papa karşıtı posterlerin bir resmini, sayfanın yarısını kaplayacak şekilde manşete çekmişti. Manşetin yanına da “muamma posterlerin” arka planını anlatan bir makale yerleştirmişti.
 
Vatikan’ı da karıştırdılar
Trump’ın danışmanı Vatikan muhaliflerince kahraman görülüyor” başlığını taşıyan yazı, “Beyaz Saray’ın Rasputin’i” Steve Bannon hakkındaydı.
Trump’ın başdanışmanı olan ve aşırı sağ, köktenci Katolik görüşleriyle tanınan Bannon, meğerse Beyaz Saray’a taşınmadan önce, Vatikan’ı ziyaret etmiş. “Göçmenlere kucak açan” ve “ırkçılığa tavır alan” sol görüşleriyle tanınan cizvit kökenli Papa Francis’e karşı cephe kuran muhalif kardinallerle toplantı yapmış.
Mevcut Papa’yı “Marksist”, “sosyalist/komünist” gibi sıfatlarla damgalayan Bannon, “kutsal pederin” altını oymak için lobi başlatmış.
Katolikliğin kalbi Roma’da Papa’yı hedef alan o ilanlar, kısaca Bannon lobisinin ürünüymüş. Bu lobi ile sürekli temasta olan Bannon, Washington’un Vatikan’a yollayacağı yeni (Papa karşıtı!) büyükelçi için sürekli akıl alıyormuş...
Bu Vatikan hikâyesini niye uzun uzun yazdım?
Steve Bannon damgasını taşıyan “Trump Beyaz Saray’ı”, 2 bin yıllık Vatikan dahil.. yerleşik düzenin tüm yapılarına savaş açıyor.
Brüksel’le “AB karşıtı büyükelçi” üzerinden başlatılan bilek güreşi de Papa Francis’le tetiklenen bilek güreşinden farklı değil. Washington, AB’ye açıkça söven Ted Malloch isimli bir işadamını Brüksel’e büyükelçi tayin etmek istiyor.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü için geçmişte büyük emek verdiğini söyleyen “Trump’ın büyükelçi adayı”, bugün benzer bir mesaiyi AB’nin çöküşü için harcayacağını söylüyor.
Brexit’i öven, Yunanistan’ın “Avro”dan çıkması için alkış tutan Malloch’un tahrik edici demeçleri Brüksel’i kızdırıyor. “Persona non grata” ilan edilen Malloch’u, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu Brüksel’de görmek istemiyor. Ama Meksika Duvarı ve “Müslüman yasağı” ısrarında olduğu gibi Trump-Bannon ikilisi, Avrupa’ya da böyle açıkça rest çeken bir büyükelçiyi Eski Kıta’ya göndermeye kararlı görünüyor.
Trump üzerinde çok etkili olduğu söylenen Bannon, bu süreçte bizzat ağzıyla “yeni bir siyaset düzeninin doğmakta olduğunu” ilan ediyor.

Fukuyama: Yanıldım 
Beyaz Saray’ın şekillendirmeye çalıştığı bu yeni düzende Vatikan’dan, AB ve BM’ye kadar uluslar üstü tüm kurumlar ve topluluklar hedef tahtasında.
Yanı sıra gelişmiş tüm büyük demokrasiler de Beyaz Saray’dan alkış alan demagojik popülarizmlerin taarruzu altında.
25 yıl önce “tarihin bittiğini”, küreselleşmenin ve demokrasilerin tarih önünde kesin zafer kazandığını ilan eden ve ABD’li “neocon”larca “Ortadoğu’ya demokrasi ihraç etmek” için sözü edilen düşünceleri yapı taşı olarak kullanılan Amerikalı düşünür Fukuyama bile artık çok endişeli.
Çeyrek asır önceki saptamalarını bugün “geri almak zorunda kalan” Fukuyama, Washington Post’a verdiği bir demeçte öngöremediği “göç” ve “mültikültüralizm” sorunları yüzünden dünyanın altüst olduğunu, ABD demokrasisi dahil tüm demokrasilerin bu nedenle içinin boşaldığını söylüyor.
Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyen ve ilerisi için artık bir yorum yapmayan “neocon”ların favori siyaset bilimcisi Fukuyama bile bunca endişeliyse.. gerisini siz hesap edin.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Üniversite senin neyine!.. - ALİ SİRMEN

1964 yılında hukuk fakültesinde okuduğum sırada Galatasaray İlkokulu’ndan bir öğrenciye derslerinde yardım ediyordum. Bir gün okula gidip yıllarca minnetle, iki yıldır da rahmetle andığım, efsanevi hocam Necdet Kut’a, çocuğun durumunu sordum. 
Pek umut verici şeyler söylemedi. Sonra da ekledi: 
- Biliyorsun burası değişik, ortaokul düzeyinde öğrenci yetiştiriyoruz. 
Gerçekten de öyleydi. 1940’ların sonları, 1950’lerin başlarında, konuları ana ders kitabının yanında, yardımcı kitaplara da bakarak hazırlama, sonra hep birlikte tartışarak pişirmeyi daha ilkokul sıralarında öğrenmiştik. 
Sorgulayıcı, aydınlanmacı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma çabası içinde gençler yetiştirmeyi amaçlayan eğitim seferberliğinin etkileri hâlâ sürmekteydi. Henüz eğitime kindar ve dindar nesiller ısmarlama aşamasına gelmemiştik. 
Necdet Kut Hocam ile bu konuşmayı yaptığım sırada İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 27 Mayıs sonrasının etkisiyle esen özgürlük rüzgârlarının oluşturduğu ortamdan yararlanıyordum. Ne var ki, aynı 27 Mayıs’ın estirdiği özgürlük rüzgârlarının yanı sıra, 147’liler olayı diye adlandırılan, 147 öğretim üyesinin keyfi gerekçelerle tasfiyesine de imza koymuştu.

***
Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, üniversitenin her alanda gelişmesi için zorunlu olan özgürlük ortamının yaratılması savaşımı verilmiştir. 
Hiçbir dönemde de tümüyle özerk bir üniversiteyi yaşama geçirebilecek, doyurucu bir sonuca ulaşılamamış olduğunu söylemek gerek. 
Ama devletin bütün kurumları gibi, üniversite de en büyük darbeyi 12 Eylül döneminde yemiştir. 
Daha doğrusu AKP iktidarına gelene kadar, öyle idi. 
AKP iktidarı döneminde yapılanların yanında, 12 Eylül uygulamaları solda sıfır kalmış, AKP iktidarı dönemindeki tasfiyeler askeri dönemlerdekinin yirmi katına ulaşmıştır. 
Büyük darbeden nasibini alan kurumların başında üniversite geliyor. 
Bu bir rastlantı değil, AKP üniversiteyi istemiyor. 
AKP aslında sorgulayıcı, aydınlanmacı eğitimi istemiyor, ona tabandan karşı. 
Bu durumun doğal sonucu olarak da üniversitedeki özgürlüğü, özerk bir kurum olarak üniversiteyi istemiyor. Çünkü özerk üniversitenin özgürlük demek olduğunu biliyor ve ikisini de istemiyor.
Üniversite yerine istenen “medrese”dir. 
Üniversitenin yerine medrese ikame edilerek, çağdaş bir topluma ulaşmak mümkün değildir. 
Üniversitenin yerine medreseyi ikame ettiğinizde, üniversiteden ortaokul düzeyinde insanlar yetiştirirsiniz. 
Daha eğitiminin ilk yıllarında, ortaokul düzeyini aşmaya çalışan ilkokulda okumuş biri olarak, ömrümün son yıllarında, ortaokul düzeyinin gerisine çekilmek istenen üniversiteleri görünce hüzünleniyor, umutsuzluğa kapılıyorum.

***
Haykırıyoruz: 
- Özerk çağdaş üniversite isteriz! 
Tersliyorlar: 
- Üniversite neyine!.. Sana medrese yeter! 
Ne yazık ki, her alanda durum böyle. 
Haykırıyoruz:
- Gelişmiş ileri demokrasi isteriz!.. 
- Gelişmiş demokrasi de neymiş? Otokrasi neyine yetmiyor! 
Haykırıyoruz: 
- Barış isteriz! 
Azarlıyorlar: - Barış da neymiş, doğru dürüst savaşmana bak! 
Yakınıyoruz: 
- Özel yaşamımıza saygı göster, karışma! Üzerimize yürüyorlar: 
- Özel yaşam da ne demekmiş!.. Mahalle baskısına rıza göster! 
Tüm gücümüzle haykırıyoruz: 
- Hakkımı çiğneme! Hakkımı ver. 
Silahlarını, hapishanelerini gözümüzün içine soka soka, göz dağı veriyorlar: 
- Hak da neymiş? Hak yok vecibe var! 
Hep birlikte koro halinde talep ediyoruz: 
- Bağımsız yargı, özgür basın, baskı altına alınmamış milli iradeyi egemen kılın! 
Öfkeyle yumruklarını sıkıyorlar: 
- Otur oturduğun yerde! O, her şeyi senin adına senden iyi düşünür, onun sultası neyine yetmiyor!
Ortam gibi, herkesin kafası da karışık, şu sıralarda çoğunluk aynı şeyi soruyor: 
- 16 Nisan’da neyi oylayacağız? 
Sorunun cevabı ise çok açık: 
- 16 Nisan’da işte bütün bunları oylayacağız.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

15 yıldır ne istedi de alamadı? - ZEYNEP ORAL

Üniversitelerde yaşananlar, atılan, konuşması yasaklanan, tartaklanan hocalar, postallar altın
da çiğnenen cüppeler, yerlerde sürüklenen öğrenciler...
Tam da bunların yaşandığı sırada, “Laik ve Bilimsel Eğitim Platformu”nu oluşturan 25 eğitim kuruluşu, üç aylık çalışmalarının sonuçlarını ortaya koydu. Ülkemizdeki gericiliği, bilimsellikten uzaklaşmayı, dinci, irticai örgütlenmeleri, eğitimdeki niteliğin düşüşünü sergileyen bir kitapçık hazırladı.
“Dindar ve kindar bir nesil” amaçlanmıştı... Yapboz tahtasına dönen 4+4+4 ucube sistemle, dindar değilse de dinci bir eğitimi hayata geçirdiler.
-İmam hatip ortaokulları 2012-13’te
1.099 iken, bugün 1.961... İmam hatip liseleri 2002-03’te 450 iken bugün
1.149.
-15 yıl içinde imam hatipli öğrenci sayısında artış, 20 katın üstünde!
-Okullaşma oranı giderek düştü.
-Zorunlu din derslerine eklenen seçmeli din dersleri muhafazakâr bölgelerde zorunluya dönüştü. Uzmanlar, dünyada 12 yıllık zorunlu eğitimde 33 din dersi bulunan başka ülke yok diyor. İran’da bile bizimkinden daha az din dersi var.
-Kız çocukların okullaşması azaldı. Liseyi bitirmeden ayrılma oranı yüzde 35.
-Eğitimde programı geliştirmek, bilimsel yöntemlerle sürdürülen bilimsel bir araştırma sonucudur. Oysa 2005’ten beri Milli Eğitim Bakanlığı uygulamanın eksiğini, yanlışını değerlendirmeden, neredeyse her bakan değişikliğinde akademik özellikleri belirsiz kişilere program hazırlattı.
-Tüm müfredat çağdaş normlardan uzaklaşıp dincileşti. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, din dersi bilgileriyle çeliştiği için iktidar zihniyetine uyduruldu.
-Eğitim kadrolarında bilgi, liyakat dışlanıp yandaşlık ve siyasal tercihler etkili oldu.
-“Proje okulları”yla neredeyse tümü Anadolu ve fen liselerinden olmak üzere binlerce öğretmen rotasyon listelerine alındı... Köklü başarılı okullardan deneyimli öğretmenler uzaklaştırıldı.
-15 Temmuz sonrasında FETÖ’cü diye tutuklanan “hoca”ların yazdığı, yanlış bilgiler içeren kitaplar yıllarca öğrencilere okutuldu.
-Müfredatta 2005, 2009, 2012, 2016’da ha bire “pardon” denilip değişiklikler yapıdı...
-Sonuçta: Matematik bilmeyen, kendi dilini konuşup yazamayan, soyut düşünemeyen bir kuşak yetişti...
Şu satır başlarıyla andığım her tümcenin altını doldurabilirsiniz. Tüm bilgiler ve daha fazlası “Laik Bilimsel Eğitim Platformu” kitapçığında... (İsteme adresi: sekreterya@cydd.org.tr ve tel: 0212.252 44 33 /137.) Çok önemli bir işlev yüklenen platformun oluşması için çağrıyı yapan beş sivil toplum kuruluşuna (ÇYDD, ADD, ÇEV, İKKB ve KAD) çabaları için sonsuz teşekkür ve minnet duygularımı iletiyorum.
***
Şimdi gelelim neden bu başlığı attığıma... Hani birileri FETÖ için “Ne istediler de vermedik” demişti ya... Hani kimileri “aldatıldık, kandırıldık” dediler ve ceza almadılar ya...
Şimdi biz de artık kandırılmayalım, aldatılmayalım diyorum... 15 yıldır ne istedi de alamadı, diye soruyorum.
Önümüzde bir referandum var:
“HAYIR diyenler FETÖ’cü, PKK’ci, vatan hainidir” deseler de “Parlamenter Sistem Pranga”dır deseler de adına gazete denen borazanlar bunları manşet yapsalar da işin doğrusu bilimsel verilere bakmak:
15 yılda laik ve bilimsel eğitimden verilen ödünlere HAYIR!
Çağdaş değerlerin daha fazla aşınmasına HAYIR!
On binlerce öğretmen ve akademisyenin açığa alınmasına HAYIR!
Özgür düşünceli bireyler yerine biat eden kul yetiştiren eğitim sistemine HAYIR!


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Şeytan - MUSTAFA K. ERDEMOL

Referandumda “evet” diyeceğini o son derece itici video kaydıyla açıkladıktan sonra Rıdvan Dilmen’in gelen tepkilere verdiği yanıt çok ilginçti doğrusu. Neden “evet” diyeceğini açıklarken bu kadar cümle kurmamıştı inanın. “Evet” için çok da ciddi kafa patlatmaya gerek olmadığından belki de. “Memleketin istikrarı için” dendi mi, bitiyor zaten.


Asıl söylemek istediğime gelmeden belirteyim, tek adamın istikrar getireceğini düşünmesi, Rıdvan’ın - eski futbolcu malum- hakemin sahada düzeni sağladığına inanmasından mı kaynaklanıyor nedir? Oysa futbolun güzel tarafı “paslaşmaların” olmasıdır, futbolda “şahsi” oynayanlardan pek hazzetmezler. Futbol “çok adamlı” güzel bir halk oyunudur çünkü. Rıdvan futbolculuğunda da “şahsi” oynardı, derler, “şeytan” lakabını hızlılığı yüzünden olduğu kadar bu özelliğine de borçludur belki.

Tabii ki şaka yapıyorum, olguları zorlayıp tuhaf bağlantılar kurduğum düşünülmesin. Rıdvan “evet”ten bizim asla anlayamayacağımız faydalar umuyor demek ki. Çok var bunlardan. Burcu Güneş adlı şarkıcı başkanlığa “Yenikapı ruhu” devam etsin diye evet diyecekmiş mesela. O da bu “ruh”un devamınınRecep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığıyla mümkün olacağına inanıyor. Türkiye’ye tarihinin en bölünmüş dönemini yaşatan kişinin bizzat Erdoğan olduğunu “unuttuğu” çok açık. Umarım şarkılarının sözlerini unutmuyordur Güneş.

Rıdvan’a dönelim biz. “Evet” için söyledikleri ikna edici kelamlar değildi. Bu tarafıyla ilgili değiliz zaten. Sonrasında söyledikleri şahsen beni ilgilendiriyor. Nasıl açıklamalardı onlar öyle? “Evet” demenin onu fırlattığı öyle bir yer var ki, işte bu nedenle “Atatürk’ü, laikliği nasıl da sevdiğini” anlatmak zorunda kaldı, okumuş, duymuşsunuzdur. “Evet”in sandığı gibi bir “demokrasi” cephesi olmadığını, çok eleştirilecek tarafı bulunan mevcut sistemden geri adım olduğunu, toplumun dinselleştirilmesinin bir aşaması olarak görüldüğünü bal gibi biliyor. O nedenle Atatürk, o nedenle laiklik vurgusu yapıyor zaten. “Evet”in sonuçlarının bu kavram ya da değerler açısından tehlike olarak görüldüğünü bildiği için yapıyor bunu. Biliyor da niye yapıyor peki? Bilmem, hayata bulunduğu yerden bakınca faydanın nerede olacağını bildiğinden ya da sadece “şeytanlık”tandır, kim bilir? Oysa, yönetmen arkadaşım Mustafa Kenen Aybastı’nın kamerasıyla dolaştığı “evet” kampanyalarında katılanlara sorduğu “neden evet?” sorusuna verilen “emeklilerimizle gazilerimiz daha rahat yaşayacak” yanıtı daha saf, daha naif, belli ki kandırılması kolay birinin vereceği basitlikte bir yanıt. Böyle bir yanıt verdiği için yanıt sahibinin “Atatürk’ü laikliği savunmak aklına gelmiyor. O gerçekten emeklilerimiz ile gazilerimizin daha iyi olacağına inanmanın “evet”i gerektirdiğini düşünüyor. Yani bir “şeytanlık” yok kafasında.

Rıdvan’ın sözlerine bakınca “ben ölmüş babamdan ileri, doğacak olan çocuğumdan geriyim” dizelerinin Nazım’ın sadece kendisi gibiler için geçerli olduğunu düşündüm. Rıdvan örneğin, babasından, hem de bir hayli geri bir adam. “Babam” diyor, “Türkiye İşçi Partiliydi, çocukken çok parti bildirisi dağıttım”. Kuşkusuz belli ki son derece saygıdeğer biri olan o baba, “evet” oyu kullanacağını söyledikten sonra bu yanıyla anımsatılıyor Rıdvan tarafından.Evet’in bir ayıp hali olduğunu düşünmese, bize o saygıdeğer babayı neden anımsatsın?

“Siz bakmayın benim rant ekonomisini desteklediğime, toplumun bir çoban tarafından güdülmesine inandığıma, memlekete demokrasi değil, dirlik düzenlik sağlayacak bir reisin gerekli olduğunu savunmama, benim iyi tarafım babamdır” demektir bu.

Bunu hep yapıyorlar. Şimdilerde yazdığı gazetenin genel yayın yönetmenliği için adı geçen, sürekli zıplayan yandaş çekirgelerden biri, bana laf kondurmuştu bir ara. Beni genç sandığından “bak solcu kardeşim, sen daha oyun oynarken, ben duvarlara yazı yazıyordum” türü cümlelerin geçtiği bir yazı yazmıştı. “Duvara yazı yazdığı” o kısacık dönem olmasa, bana vurmak (!) için anımsatacağı “tek soylu” bir eylemi yoktu yani. O demekti bu. “İyi ki hayatının bir döneminde solcu olmuşsun, bak hala sıkıştıkça o geçmişe sarılıyorsun” türünden bir yanıt vermiştim ben de.

Yani diyorum ki, “Evet” diyeceksen de kardeşim. Ne olduğunu öğrenir öğrenmez büyük saygı duyduğum babanı niye anımsatıyorsun bize Rıdvan?

Bak, hala, o kadar gerisinde kaldığın babana, onun o mücadelesine muhtaçsın işte. Baban üzerinden saygı devşirme peşindesin. Kızmaca yok.
Baba belli ki çok iyi adam.
Peki seni kim “şeytanlaştırdı” bu kadar?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Din ve ahlak bilgisi - ORHAN GÖKDEMİR

Diyanet İşleri Başkanlığı uçsuz bucaksız bir kurum. 100 bine yakın camiye hükmediyor, personel sayısı 120 bin civarında. Bütçesi en büyük 10 devlet üniversitesinin üzerinde, önde gelen bakanlıkları cebinden beşer onar çıkarır. Yani bir bakıma devletin en önemli, en besili kurumu. Boru değil, devletin din işi onun ukdesinde. Hal böyle olunca planlama yapmak kaçınılmaz. Geçtiğimiz hafta başkanlığın 2017-2021 yılları için hazırladığı stratejik plan basına yansıdı. Plan, haliyle bir mevcut durum analizinin üzerinde inşa ediliyordu.


Diyanet’in mevcut durum analizi, yaptığı plandan daha çarpıcı. Şöyle deniliyor: "Dine yönelik ilgi ve alaka artıyor ancak ahlaki değerlerdeki aşınma da yaygınlaşıyor. Personelde kurumsal aidiyet duygusu zayıf. İrşat dili zayıf. Kayırma yapıldığı algısı personelde yok edilemiyor. Personelin eğitim durumuna göre istihdamı yapılmıyor. Yetişmiş kalifiye personelin başka kurumlara geçişi devam ediyor. İlahiyat ve imam-hatip lisesi mezunu sayısı kontrolsüz. Mezunların nitelik sorunu bulunuyor. İslamofobi ve olumsuz İslam algısı yaygınlaştırılıyor. Kurumun üzerinde siyasi etki bulunuyor. Dernek ve vakıflar kontrolsüz şekilde cami ve Kuran kursu inşa ediyor. Hurafe ve batıl inanışlar yaygınlaşıyor. İnsana ve evrene dair yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Din, terör ve şiddet içeren yapılanmalarla ilişkilendiriliyor. Ulusal ve uluslararası din referanslı siyasal yapılanmaların sayısı artıyor."

Yani? Din yayıldıkça ahlak azalıyor. Din var ama iman yok. Dağ taş ilahiyat ve imam hatip ama din bilgisi zayıflıyor. Hatta dinden korku ve dinle ilgili olumsuz yargılar çoğalıyor. Dinle ilişki biçimsel bir ilişkiye dönüşüyor, hurafe ve batıl inanışlar dini teslim alıyor. Diyanet planında söylenenlerin Türkçesi bu.
Böyle olur, kalabalıklar elinin değdiği her şeyi kendi diline çevirir, dönüştürür ve kendisine benzetir. Hurafe ve batıl inançlar artmıyor aslında, din, hurafe ve batıl inanca dönüşüyor. Halk İslam’ı, kitabi İslam’a galebe çalıyor.

***

Neden böyle oluyor peki
“Yaşandı bitti saygısızca
Aldatmanın tadına varınca
Doğru söylesen kimin umurunda
Gözüme inanırım, haydi zıpla…”
Bir pop şarkısının nakaratıdır ve sanki dinci gericiliğin kısa tarihini anlatmaktadır. 1500 yılda biriktirileni 15 yılda harcamayı başardılar. 100 yılda kurulanları üç beş yılda yerle bir ettiler. Korku, dehşet, ahlaksızlık ve hırsızlıkla birlikte anılıyor adları artık. Fobi, bunların olağan bir yansıması. Ne yapılabilir ki başka? Sanki hiç yaşanmamış, sanki saygısızca yapılmış bir büyük aldatmacadan ibaret her şey.

***

Yaydıkları ahlaksızlığın en çok kanattığı kişiler, toplumsal piramidin en altında yer alan kadınlar ve çocuklar. Ülke dindarlaştıkça en çok çocuk ve kadın çığlıkları artıyor.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nu kapattılar. Yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığını kurdular. İlk bakanı Fatma Şahin. Arkasından Ayşenur İslam geldi. Ayşen Gürcan 7 Haziran’dan sonra bakan oldu, hükmü Kasım’a kadar sürdü. İcraatlarını bilmiyoruz. Özelliği ilk başörtülü kadın bakan olması.
Sema Ramazanoğlu bir yıl görev aldı. Türbanlı. Denizli milletvekili. Milletvekili ve bakan olmadan önce Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanıydı. Ensar Vakfı vakası onun zamanında patladı. 45 çocuğun tecavüze uğradığı bu tecavüz skandalının ardından yaptığı "Bir kere olması karalamak için gerekçe olamaz" sözleriyle ünlendi. Hakkında gensoru verildi. Gensoru reddedilince partisinin vekilleri önünde sıraya geçerek tecavüze uğrayan çocukların hesabını vermekten kurtulduğu için bakanı tebrik etti.
Fatma Betül Sayan Kaya türbanlı bakan geleneğinin son temsilcisi. Açıklama yaptı geçtiğimiz hafta. Çocuklara yönelik cinsel suçları önleme konusunda Türkiye’deki yasaların yeterli olduğunu söyledi. Çözüm olarak çocuklara mahremiyet eğitimi vermeyi planladıklarını, böylece çocukların kendilerini koruyabileceğini savundu. “Mahremiyet eğitimi de ne” diyeceksiniz. Özetle şu: Hayatı kadın ve erkeğin birbirine değmeyeceği bir şekilde düzenleyecekler. Cinsel suçlar ortaya çıkarsa saldırgan ile mağduru evlendirecekler. Tecavüz ediliyorsa suçu tecavüz edilenin kılığına kıyafetine yükleyecekler. Düşünün, çocuğa tecavüz eden sapığı bile “küçüğün rızası var” diye aklamaya kalkıştılar yakın zamanda!
Bakanlarda türban tamam ama sorumlulukları altındaki çocuklar ve kadınlar tüyler ürpertici çığlıklar atıyor. Durumu şu:
Ülkede 1 milyon çocuk işçi var. Bunların yarısı eğitim hakkından mahrum. Her üç çocuktan biri yoksul. Her üç çocuktan biri cinsel istismara uğruyor. Avrupa’da cinsel sömürü ve erken yaşta evliliğin en fazla olduğu ülke Türkiye.
2015 yılında çocukların cinsel istismarı vesilesiyle 17 bin dava açıldı. Aile Bakanlığı bu davaların sadece 2400’üne müdahil oldu. Hâlbuki bu davalara müdahil olmak bakanlığın asli görevleri arasında.
TÜİK verilerine göre tüm evlenmeler içindeki çocuk yaşta evlendirilen kız çocukları oranı yüzde 35. Yani 200 bin kız çocuğu “aile” olması için kurban seçildi. Türkiye, seks ticaretinde kullanılan çocuklar için transit ve kaynak sağlayan ülke konumunda. Suriye ile Türkiye arasında çocuk ticareti yapıldığına dair kanıtlar var.
Çocuk esirgemeyi kaldırdılar gerçekten. Çocuklar, kadınlar, yoksullar için az zamanda büyük bir cehennem yarattılar. Dinsel görüntünün arkasındaki gerçek dünya işte bu. Diyanet büyüttüler, dinselleşme artı ama ahlak azaldı. Aileyi korumak için yola çıktılar ama çocuğu, kadını diri diri cehenneme attılar. Bir yılda ülkenin sokaklarında, meydanlarında din adına paramparça edilen masumların haddi hesabı yok. Ve bu ülkenin bir şehrinde bir stadyum dolusu insan nahak yere parça parça edilen o masum insanları tekbir eşliğinde yuhaladı, ıslıkladı.

***

Din arttı ama ahlak azaldı. Aile ayakta ama çocuklar, kadınlar azapta. Yapabildikleri tek iş buldukları her yere beton dökmekten ibaret. Nedir peki esbab-ı mucibesi?
Cumhuriyet, Diyanet İşleri aracılığıyla bir devlet dini oluşturmaya girişmişti. Olmadı, yönetmek için devlette dinin dozunu sürekli arttırmak gerekti. Cumhuriyet dini kullanmak istiyordu ama sonuçta din cumhuriyeti kullandı. Devrimci cumhuriyetin ölü ele geçirilmesinin tarihidir bu. Türkiye Cumhuriyeti, şimdi, hızla bir din devletine dönüşüyor. “Din-İmam Düzeni” düzeni içinde geliştiği toplumu parçalayarak ilerliyor. Diyanet raporunda söylendiği gibi dinin arttığı ama ahlakın azaldığı bir tuhaf âlem ortaya çıkıyor.


Marx, Hıristiyan reformatör Martin Luther için “Bütün papazları laik yapmak istiyordu ama sonunda bütün laikleri papaz yaptı” der. Cumhuriyet de bütün imamları laik yapmak için yola çıkmıştı, sonunda bütün laikleri imam yapmayı başardı.
Artık sonuna geliyoruz. Yıkılan cumhuriyetin üzerine çöreklenen siyasal İslamcılar bütün laikleri imam yapmaya kalkıştı; Dağı taşı ilahiyatla, imam hatiple doldurdu. Fakat görülen o ki, tam tersine, bütün imamları laik yapmak üzere. Çünkü çürüttüler ve çürüdüler. Çünkü yıktılar ama kuramadılar. Ohal’dir ve sürdürmek için acil başkanlık gerekmektedir.
Diyanet plan yapmış; din artıyor ama cehalet ve ahlaksızlık artıyormuş. E kapatacaksınız o zaman imam hatibi, azaltacaksınız topluma enjekte ettiğiniz şeyi.

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Ortadoğu’da batağa saplanıp kalmak... - ŞÜKRAN SONER





Önceki günün ana haberlerinde, Rusya’ya ait bir savaş uçağının Suriye’de El Bab operasyonunda
çatışan TSK askerlerinin olduğu bir binayı yanlışlıkla bombalaması sonucu 3 şehit, 1’i ağır 11 yaralı askerimizin vurulduğu gerçeği ile yüzleştik. Rusya’dan özür notu ile öne çıkarılan ilk haberlerde, kaçınılmaz ABD’nin yeni yönetiminin çiçeği burnunda CIA başkanının ilk yurtdışı görüşmelerini Ankara’da yapmakta olduğu saatlerle de çakıştığının altı çiziliyordu. 

 
CIA başkanının Cumhurbaşkanı dahil en yetkin kişilerle yaptığı görüşmelerin görüntüleri, içeriği saklı tutularak verilen sonraki bilgilendirmeler, Trump-Erdoğan telefon görüşmelerinin ardından ikili Ankara görüşmeleri, Suriye IŞİD operasyonlarında, ABD-Türkiye işbirliğinin güçlendirilmesinin kapılarını aralıyordu. İktidarlarının ABD siyasetine yönelik temel yakınmaları, istekleri, FETÖ-PKK-PYD terör örgütlerine desteğin çekilmesi çıkışlarına yanıt niteliğinde hiç bilgi sızmasa da, ABD kaynaklı Türkiye’nin güneye inmesi, Rakka operasyonunda rol alması ambargosunun kalktığı, yeni askeri sorumlulukların yüklenildiği, ortak operasyonların senaryoları yazılmıştı. Türkiye saplanıp kaldığı bataklıkta daha da derinlere mi çekiliyordu?
 
El Bab kapısı operasyonunda yaşanan sıcak gelişmelerin ışığında Ortadoğu bataklığında saplanıp kalmanın belgesi yeni gelişmelerden birkaç ayrıntı... Rus kaynaklı Rus jeti vurgunu açıklamasında yanlışlıkla bombalama, TSK askerlerinin bulundukları yerin, konumun bilinmemesinden kaynaklanmış. Türkiye cephesinden hükümet açıklamasında da ortak operasyonlarda bundan sonra daha güçlü işbirliği gereğinin altının çizilmesi ile yetinildi. El Bab operasyonunda bugüne kadar 64 şehit vermiştik. Son iki günün 8 şehidinin cenazeleri bağlantılı gelen insan öykülerinde, Başbakan’ın yakın tarihlerde yaptığı askerleri moral ziyaretlerinde, iki şehidimizin birden kendileri ve aileleri ile yaptığı sıcak insancıl görüşmelerin görüntüleri, yaşanan insanlık dramını yeterince yansıtmıyormuş gibi... 

***

Türkiye’nin, İktidarlarının 15 yıllık tek başına üretilmiş stratejileri ile ulusal mutabakat aramadan, Cumhuriyet politikalarını terk etmesi, Ortadoğu’da büyük aktörlüğe heveslenmesi, bataklığın kaosunda hem emperyal merkezler, hem de bölge aktörleri arasında bir o yana bir bu yana zikzaklar çizmesi, dünya ölçeğinde göç yükü içinde en ağır bedellerin, Türkiye’ye yüklenmesini getirdi. Dünyanın zıt odaklı gibi görülen, kimileriyle önce işbirliği sonra karşı karşıya gelinen terör örgütlerinin en kanlı eylemlerinde Türkiye’yi ağırlıklı seçmeleri, üstüne İktidar ortaklığı içinden hortlayan yarım kalmış FETÖ’cü darbesi.. 
 
Çaresizliklerin, dibe vurmanın insanlık adına zorunlu barış, yeni dengeler arayışlarını da gündeme soktuğu zamanlardayız. Rusya düşürülen uçağı gerekçeli Türkiye’ye bedel üzerine bedel ödetirken, ABD çıkarları yandaşı havasındaki FETÖ’cü darbesine karşı İktidarlarının yanında açık desteği seçti. Erdoğan liderliğinde iktidarları da izlenen bölge politikaları nedeniyle bir tür ABD politikaları karşıtı bir çizgiye geçmişti. Türkiye Fırat Kalkanı harekâtıyla Suriye’ye girerken ABD’den çok Rusya’nın desteğini aldı. Astana görüşmelerinde “ben de varım” diyebilme noktasına geldiğinde ise, ABD açık açık PKK-PYD’ye TSK’de olmayan en donanımlı zırhlı silahları verme noktasına gelmişti.
Erdoğan’ın, hükümet sözcülerinin açıklamalarından ABD’nin IŞİD’e karşı savaşta havadan desteği bile vermekten sakındığını öğreniyorduk. ABD ile Rusya, bataklığın geldiği boyutlarda, IŞİD’e karşı ortak hareket siyasetinden vazgeçmediklerini ilan etseler, Irak’ta ABD, Suriye’de Rusya önceliğini tanımış görülseler de, dipten dibe yerel çatışmaları kullanmaktan vazgeçme niyetinde değil gibiler. Son tabloda ABD’de kendi beklentilerine göre Türkiye’ye yeniden roller biçerken, bu kez Rusya ile PKK- PYD yakınlaşması işbirliği çerçevelerinde rekabet kızışıyor. Bana sorarsanız yerel çatışmaların kızıştırılmasından, topu bir arada Irak, Suriyeliler içinden, önemli bir payda Kürtler de başı çekiyor. Ne var ki Kürt siyasal cephesi, siyasette, terör örgütlerinde var olma çıkmazında, ödenen bedelleri tartamamak noktasındalar. Sahi Kuzey Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye kaçarken Kürt Ezidi kadınlar neden can havliyle toprağı öperek, koşarak sınırı geçiyorlardı?

Şükran Soner / CUMHURİYET

El Bab’daki ateş çemberi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Peter Hopkirk’ün “Büyük Oyun” kitabını yeni bitirdim. “Büyük Oyun” uzmanlığıyla bilinen tanınmış gazetecinin daha önce Türkçeye “İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun” başlığıyla çevrilen diğer eserini okumuştum...
İki kitabında da “büyük güçlerin” Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki paylaşım serüvenini anlatan Hopkirk, “girizgâh”ında; “Tarihin aslında bir tekerrürden ibaret” olduğunu söylüyor; “İnsan gazete başlıklarına bakarken yüzyıl öncesinden bu yana fazla bir şeyin değişmediğini görüyor. Büyük oyun hâlâ güncelliğini koruyor” diyor. “
Büyük Oyun”, Hopkirk’ün ilk kitabı.
İlk kitapta Hopkirk, “gölgeler turnuvası” şeklinde tanımladığı “büyük oyun”u “Rusların sıcak denizlere açılma tutkusuyla” açıklıyor. 19. yüzyılı baştan sona şartlayan bu tutku giderek topraklarında güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun çıkarlarıyla çatışıyor. 19. yüzyıl başında Britanya İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasında başlangıçta 3 bin kilometre olan uzaklık; Rus genişlemeciliğiyle aynı yüzyılın sonunda 30 kilometreye iniyor. 


Tarihten ders almayınca
Rusların sıcak denizlere doğru günde ortalama 150 kilometrekarelik genişlemeyle durmaksızın ilerlemeleri, Hindistan yoluna kimseyi yaklaştırmak istemeyen İngilizleri huylandırıyor. Ruslar ilerlerken, İngilizler de ne pahasına olursa olsun... Bu gözü doymayan komşuları durdurmaya çalışıyor.
Bu sebeple kâh karşı karşıya gelerek çatışıyor, kâh rakip güçlere karşı kol kol kola giren Büyük Rus ve Britanya imparatorluklarının yüzyıllık tepişmesinde sahnelenen kirli tezgâhları ve şeytanın aklına gelmeyecek ali cengiz oyunlarını, sinsi tuzakları, ihanetleri anlatıyor Hopkirk.
Gerek Ruslar, gerekse de İngilizler; birbirlerini ezeli rakip görmelerine rağmen en büyük dolapları ve hinlikleri, hâkimiyet kurdukları topraklarda bilgi ve görgüden tamamıyla yoksun yerli Müslüman halklara uyguluyorlar. Bu halkların zenginlik ve gösteriş meraklısı liderlerini “pahalı hediyelerle” tava getiriyorlar; dinle yatıp sözde dinle kalkan ama dinlerini hiç bilmeyen cahil Müslümanları, “hacı” kılığına girerek “Arabistanlı Lawrence” misali kandırıyorlar.
Kafkaslar’dan Orta Asya’ya dek uzanan bölgelerde, Müslümanların zaafı olan “din”i devamlı istismar ediyorlar.
Bu “gölgeler turnuvasında” en dikkat çekici taraf, koca bir yüzyıl boyunca sahneye konan ve tekrar tekrar sergilenen, hayata geçirilen bu “emperyal oyun stratejileri”nin; Müslüman topluluklarda katiyetle bir “silkinme”, “ayma” farkı yaratmaması ve tarihten hiç ders çıkartılmaması. 



Reklam arasından sonra devam
Yüzyıllık reklam arasından sonra şimdi aynı oyun Ortadoğu’da yeniden sergileniyor. İngiltere’nin yerine ABD’yi koyduğumuzda yüzyıl öncesinin “paylaşım savaşlarının” Müslüman halklar üzerinde aynı topraklarda, aynen olduğu gibi devam ettiğini görüyoruz.
Trump’ın Putin’le seçim öncesi flörtleşmesi bakın hız kesiverdi. Rus lidere kampanyada toz kondurmayan ABD Başkanı; Oval Ofis’e taşınalı beri “Birbirimizi tanıyalım. Bekleyelim görelim!” moduna girdi. Yeni etapta Ortadoğu’da taraflar birbirini yoklarken CIA Başkanı Pompeo, ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye yaptı. Gezinin ajandasındaki en öncelikli konuların başında Suriye’deki Rakka operasyonu vardı. Ankara yeni CIA başkanıyla bu kritik görüşmeleri yaparken, El Bab’da Rus uçaklarının “yanlışlıkla üç askerimizi” şehit ettiği haberi geldi.
Bu durum Türkiye’de geniş çevrelerce bir “kaza” değil; “mesaj” olarak algılandı.
Kendisi bizzat KGB kökenli olan Putin’in Türkiye’ye ayağının tozuyla gelen yeni CIA başkanına verdiği bir mesaj olarak görüldü.


“Büyük oyun” mirasçılarının böyle “gölge turnuvalarının” hiç sonlandırılmadan sürdürüldüğü topraklara, tarihten ders almadan “stratejik derinlik” düşleriyle dalmanın çok acı olan bedeli bu.
El Bab’da bu ateş çemberine girmişken bir de içeride fabrika ayarlarını değiştirecek referandumlar ve “anayasa oylamaları” yapılıyor... Saatin yelkovanı, hem içeriden, hem dışarıdan... Tam yüz yıl öncesine dönüyor.


Nilgün Cerrahoğlu/ CUMHURİYET 

Kazansaydı, FETÖ de aynını yapacaktı - ALİ SİRMEN





7 Şubat 2017 tarih ve 686 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile, 330’u üniversitelerden olmak üzere 4464 kişi kamu görevinden çıkarıldı.
AKP iktidarının OHAL süresince devlet kadrolarından yaptığı tasfiyeler, FETÖ’cü sızmaların önünü açmış olan askeri dönemlerdeki tasfiyelerin yirmi (evet rakamla 20!) katına ulaşmış durumda.
Kanunlar ve anayasanın getirdiği güvenceler, OHAL KHK’leri ile bypass edilerek tüm hak ve özgürlükler çiğnenmektedir.
Bu durumun oluşmasında Anayasa Mahkemesi’nin birinci derecede rolü var.
Gerçekten AYM, CHP’nin KHK’ler ile ilgili başvurusu üzerine verdiği kararda, “olağanüstü hallerde çıkarılan, kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamaz” diyen anayasanın 148. maddesi hükmünü ileri sürerek, KHK’leri denetleme konusunda yetkisiz olduğunu belirtmiştir. Oysa, AYM daha önceki içtihadında, KHK’lerin OHAL’i gerektiren konularla ilgili olup olmadığını denetleme yetkisinin olduğu yönünde karar vermişti.
Mehmet Yılmaz dün Hürriyet’teki köşesinde son KHK’nin başlıklarından birini şöyle naklediyordu: “Yolcu ve eşya taşımalarında kullanılan araçların kış lastiği kullanmaları...”
Bunun OHAL’i gerektiren konularla ne ilgisi var? 


***

Anayasa Mahkemesi’nin hali yargının denetiminin tek kişinin eline geçmesinin ne sonuçlar doğurabileceğinin çok iyi göstergesi.
7 Şubat KHK’si, şu anda fiilen yasamanın, yürütmenin ve yargının dizginlerini elinde tutan tek adam rejiminin Türkiye’yi nerelere götürebileceğinin en güzel göstergesi ve halk oylamasında “hayır”ı savunanların kullanabilecekleri çok değerli bir sav.
Tek adam rejimi ile OHAL durumu, sürekli hale gelecektir.
Bilindiği gibi, bugün bütün anayasal ve yasal güvenceleri ortadan kaldıran ve demokrasinin köküne kibrit suyu eken durum, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminin sağladığı fırsatın ürünüdür.
Zaten bu yüzdendir ki, Recep Tayyip Erdoğan “15 Temmuz darbe girişimi Allah’ın bize lütfudur” demiştir.
Kırmızı dipli bal mumuyla davet üzerine devletin kadrolarını yıllar boyu her alanda ele geçirip parselleyen FETÖ, 15 Temmuz günkü girişimi kaybetti.
Kaybetti de ne oldu?
Hain darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine OHAL ilan edildi veeğer FETÖ kaybetmeyip kazansaydı ne olacak idiyse o oldu.
FETÖ kazansaydı, demokrasi ve laik Cumhuriyet karşıtlarına biat etmeyenler tasfiye edileceklerdi.
FETÖ kaybetti, ama yine demokrasi ve laik Cumhuriyet karşıtlarına biat etmeyenler
tasfiye edildiler.
Yani tam bir “kaybeden kazanıyor” durumu.
Eğer FETÖ kaybetmeyip kazansaydı laik, demokratik Cumhuriyetten yana olanlar FETÖ’cü olmadıkları gerekçesiyle tasfiye edileceklerdi.
FETÖ kazanmayıp kaybedince, tasfiye edilenler, bu defa FETÖ’cü oldukları gerekçesiyle tasfiye ediliyorlar.
Bunun en çarpıcı örneğinin İbrahim Kaboğlu olduğunu söylemekle yetinelim. Başka söze hacet yok!

***

Olayın can alıcı noktası şudur:
FETÖ kazansaydı, tasfiye edilecekler kimler olacak idiyse, kaybettiğinde tasfiye edilenler de yine aynı kişiler olmaktadır.
Bu arada kimsenin hakkını da yemeyelim, FETÖ kazansaydı, demokratik, laik Cumhuriyeti savunan ve biata karşı çıkanların yanına, bir miktar da FETÖ’ye biat etmemekte direnip, Reis’e biatta ısrar edenler eklenecekti. FETÖ kaybedince ise bunların yerini hâlâ Reis’e biat etmeyip FETÖ’ye biat da ısrar edenler almaktadır.
Ama esas hedef değişmemiştir: Biat’ı reddedip laik, demokratik Cumhuriyete arka çıkanlar.
Yani ana yemek değişmemiş, sadece garnitür değiştirilmiştir.
Durumu böylesine açıklıkla görünce, kimin kazanıp kimin kaybettiği sorusu bambaşka bir boyut kazanmakta ve her ahvalde, kaybedenin laik, demokratik Cumhuriyet olduğu anlaşılmaktadır.
Evet, yukarıda vurgulanan gerçeğin altını bir kez daha çizelim:
“Kaybeden kazanıyor.”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Eskiden vatan hainiydi, şimdi terörist oldu! - AHMET İNSEL

1982 Kasım’ında yapılan halkoylaması öncesi, hayır kampanyası yasaktı. Askeri iktidar ve onu destekleyen sivil güçler ve medya, hayır oyu kullanacak olanları vatan hainliğiyle suçluyorlardı. Hayır oyunun ince beyaz zarfın içindeki mavi pusulayla belli olacağı ve sandık çıkışı tutuklanacakları korkusu seçmende hâkimdi. Sandık başında asker bekliyordu. Yüzde 91.3 katılım oranıyla, sandıktan yüzde 91.4 oranında evet çıktı. 
 
Evet oyu verenlerin arasında aşırı merkeziyetçi devlet yapılanmasını, milliyetçi-otoriter ideolojiyi, TSK’nin siyasal konumunun güçlendirilmesini destekleyenler herhalde çoğunluktaydı. Bir de korkudan evet oyu verenlerle, “aman bir an önce başımızdan gitsinler” diyerek beyaz pusulayı zarfa koyanlar vardı. Bu sonuncuların oranının epey yüksek olduğu iddia edildi. O zamanlar kamuoyu anketleri gelişmemişti. 1982’de kalben evetçi olanlarla korkudan veya defi belâ kabilinden evet oyu verenler arasındaki oranları bilmiyorum. 
 
İki ay sonra yapılacak halkoylaması, 1982’de getirilen anayasal düzeni daha ileriye götürüp, askeri cuntanın beyin takımının çok özeneceği bir merkezileşmeyi öngörüyor. “Ülke bölünüyor, anarşi her yeri sardı!” temasını işleyip, halk oyuyla seçilen bir emekli generalin bütün bu yetki ve kuvvetleri elinde toplamasını, 1980 darbecilerinin beyin takımı heyecanla desteklerdi. Zaten aradaki benzerlikler çarpıcı. 1982’de hayır diyenler vatan haini ilan edilirken, şimdi bir mertebe daha yükseltilip terörist oldukları ima ediliyor. 1982 halkoylaması öncesi, ünlü 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanarak on binlerce kamu çalışanı “ihraç” edilmişti. Hapishaneler dolup taşıyordu. Büyük bir devlet terörü dalgası toplumun üzerine sinmişti. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen Başkan Evren’in emriyle idam cezaları aralıksız infaz ediliyordu. Halkoylamasında anayasanın kabul edilmemesi halinde, askeri cunta yönetiminin hep iktidarda kalacağını cuntacı güçlerin borazanları açıkça söylüyorlardı. 

 
Bugün idam cezasının uygulanmaması dışında, Türkiye’nin hali 1982 sonbaharına birçok açıdan çok benziyor. Yürürlükteki anayasayı ilan ettiği her KHK’de çiğneyen iktidar, “ben istediğimi yaparım” umarsızlığı içinde sürekli yetki suiistimali yapıyor. Bazı açılardan, 1980 cunta yönetiminin bile aklına gelmeyen veya yapmaya cüret etmediği tasarruflarda bulunup özel mülkiyete idari kararla el koymakla yetinmeyip, yargı kararı olmadan müsadere ediyor. Dalga dalga yayımladığı keyfi “atılanlar” listeleriyle, sadece hukuk devletini ayaklar altına almıyor, bütün kamu çalışanlarının üzerinde büyük bir baskı yaratıyor. Tutukluluk, yargısız infaz yöntemi olarak, kitlesel biçimde uygulanıyor. “Taraf olmayan bertaraf olur” sözünü yıllardır tekrarlayan bir otokratın peşine takılanlar, bütün yetkilerin bir kişinin elinde toplanmasına, cumhuriyetçi sultan rejimi kurulmasına karşı çıkanları vatan haini ve dahi terörist ilan ediyorlar. 
 
AKP sözcülerinin pek sevdiği bir söz, bugün onlar için bütünüyle geçerli: “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır!” Bugün iktidarın sergilediği zihniyet ve tavır, anayasa değişikliği kabul edilirse yapacaklarının en açık teminatıdır. Önümüzdeki halk oylamasını 1982’den farklı kılan olgulardan biri burada yatıyor. Bu anayasaya evet demek, “aman başımızdan gitsinler” anlamına gelmiyor. Tam tersine, yürürlükte olan bütünüyle keyfi yönetim tarzının anayasalaşmasını, kalıcılaşmasını ve kurumlaşmasını kabul etmek demek. AKP ve MHP seçmenleri arasında, ya bu yetki tekelini istemeyen, bundan korkan ya da “buna ne gerek vardı” diyen bir kesim var. Evet oyu verme motivasyonunun şimdilik düşük olduğunu AKP yandaşı gözlemciler de dile getiriyor. Halk oylaması kampanyasında hayır oyu vermeyi teröristlikle bir tutulmasını isteyen irade de bunu esas olarak kendi seçmenindeki çekinceyi kırmak, onları terörize etmek için yapıyor. Çünkü iktidardaki zihniyet için millet kendine koşulsuz evet dediği, biat ettiği sürece millettir. Aynı 1980 askeri cuntasının zihniyeti gibi.


Ahmet İnsel / CUMHURİYET

Yeni müfredat programı III - RIFAT OKÇABOL

Bilindiği gibi, AKP’nin eğitim alanında gerçekleştirdiği piyasacı ve gerici dönüşümler kısaca şöyledir: 2005 müfredat değişikliği ile girişimci, 2011’de çıkarılan 652 sayılı KHK ile rekabetçi, 2012’de çıkarılan 4+4+4 yasası ile dindar ve kindar öğrenci yetiştirilmesine başlanmıştır. 2013’te, ortaöğretim yönetmeliği değiştirilerek “sorgulayan, eleştiren ve araştıran öğrenci” yetiştirilmesinden vazgeçmiştir. Okullar imam hatibe dönüştürülüp yeni imam hatipler açılırken, TEOG’da başarılı olamayanlar bu okullara gitmek zorunda bırakılmıştır. Bakanlık gerici kuruluşlarla yaptığı işbirliğini yoğunlaştırmıştır. İslam üniversitesi açılmış, milli eğitime alternatif olacak ve mütevelli heyeti üyeleri AKP’li olan Türkiye Maarif Vakfı kurulmuştur.  Diyanet işleri her kanaldan toplumu din toplumuna dönüştürme çabasına girmiştir. Bu dönüşümler, itaatkar-girişimci-rekabetçi-molla şablonunda öğrenci yetiştirerek toplumu çağ dışında bırakacak dönüşümlerdir.

 
Ancak AKP’nin tüm gayretlerine karşın, gençlerin önemli bir bölümü, Gezi olaylarında da, proje okullarındaki tepkilerinde de, statlarda ve salonlarda da AKP’nin şablonuna uymadıklarını ve uymayacaklarını göstermişlerdir ve göstermektedirler. Oysa AKP, öğrencinin bu şablon dışında, “Laik, bilimsel ve özgür; fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür; okuyan, soran eleştiren ve araştıran” ya da bir başka şekilde ifade edilebilecek çağdaş nitelikler kazanmasını istememektedir.
Bu nedenle yeni müfredat hazırlanmış ve evrim konusu müfredattan çıkarılmıştır. Çünkü evrim konusu, kişiye olaylara inanç penceresi dışında bakma alışkanlığı kazandırdığı gibi, gerçekçi olma,  sorgulama, irdeleme ve araştırma düşüncesi, yaklaşımı ve alışkanlığını da kazandıran bir konudur. Kişinin nakli bilgiler üzerinden değil, denenebilen, gerçekçi ve akılcıl bilgilerle dünyayı algılamasının,  yaratıcı, özgüvenli ve sorun çözücü olmasının anahtarıdır. Merak duygusunu harekete geçiren, öğrenme ve bilgi sevgisini artıran bir araçtır. Evrim kuramı çıkarılarak, bu tür gelişmelerin önü tıkanıp öğrencinin hafızasının yaratılış düşüncesi ve dini içerikle doldurulup şablona uygun yetişmesi süreci ve de kolaylaştırılmıştır.

Ders müfredatına  “cihat” konusunu eklenmesi de, öğrencinin şablona uygun şekilde yetişmesini güvence altına almak içindir. Yeni müfredattaki “cihat” erkek adı değil, “din uğruna savaş” demektir. Günümüzde, çağdaşlığın, evrenselliğin ve insan haklarının ön koşullarından biri, inançlara saygıdır, inançların eşdeğerde oluşudur. Gelişmiş ülkelerde çocuklara diğer inançlara saygı duyulması öğretilirken, bizde, cihat konusunun yeni müfredat içine alınmasının bir tek sonucu olacaktır: Çocuklarımızı çağ dışında bırakmak. Çocuklarımızın çağdaş değerlerle değil 14 asır öncesinin değerleriyle büyümesini sağlamaktır. Çocuklarımızı, türban kullanmayan, camiye gitmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan ve birilerinin fetvalarıyla konan (kürtaj yaptırmak, kolsuz ya da kısa etekle dolaşmak, erkeklerle dolaşmak, … gibi) yasaklara uymayanlara karşı kullanmak içindir. Evrim kuramı olmayınca, çocuk, “Cihat” gibi çağdışı yaklaşımları sorgulama şansı da bulamayacaktır. Onun için, din adına yapıldığı söylenen her şey, doğru olacaktır.

Cihat anlayışıyla yetişecek çocuğun, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi eşitlik anlayışlarını benimsemesi hiç kolay olmayacaktır. Onlar için mutlak gerçek, onlara öğretilenler olacaktır. Onlara, bir önceki diyanet işleri başkanı gibi pek çok ilahiyatçının, “Kuran’da kadının başını örtmesini gerektirecek bir ifade yoktur” demeleri öğretilmeyecektir. Onlara yobaz bir anlayışa dile getirilen (fal bakmak günah gibi) din kitabında olmayan konular da öğretilecektir. Cihat anlayışıyla yetişen çocuk özgürleşemeyecek, kendi egemenliğinin bile ayrımına varamayacak, dolayısıyla yurttaş da olamayacaktır.

Yeni müfredatta inkılap tarihinin ileri sınıflara kaydırılıp 1. sınıftan itibaren, henüz kesin olarak ne mene darbe girişimi olduğu ortaya çıkmayan bir konuyla ilgili olarak, “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü”nün çocuklara anlatılması da, öğrencileri AKP’lileştirmek içindir.
Bu müfredatı getirenlerin gözü o denli kararmıştır ki, yapacaklarının üstünü örtmek için gerçekleri alt-üst etmekten bile çekinmemektedirler. Örneğin bakanın, “Atatürkçü yaklaşımı öğreteceğiz” açıklaması böylesine bir açıklamadır. Cihat anlayışıyla yetiştirilecek çocuğa Atatürkçü yaklaşımın öğretilmesi mümkün değildir. Çünkü bu iki anlayış birbirine taban tabana zıt olan anlayışlardır. Bakanlık müsteşarı ise, “24’üncü madde anayasada oldukça din kültürünü okutmakla yükümlüyüz” demekte, ancak AİHM’nin kararı gereği bu anayasa hükmünün değiştirilmesi gereğinden söz etmemektedir! Müfredatta Peygamberin cihatlarına yer verilirken, bu yetkili, “Cihat Arapça çabalama anlamına gelmektedir” diyerek işi sulandırmaya bile kalkmaktadır. Bu yetkiliye göre, bebelere dini bilgiler ve Allah korkusu öğretmek çocukların düzeyine uygundur ama, “Evrim kuramını öğretmek çocukların düzeyine uygun değil”dir! Yeni müfredatta, ezbere dayalı dini içeriğin- nakli bilgilerin- ağırlığı artarken bu yetkili, “Ezberciliği azaltmaya çalışıyoruz” diyebilmektedir!

Bakanlık, 2015 stratejik planında, düşünen, sorun çözen, yaratıcı ve öz güvenli öğrenci yetiştirmeyi hedeflemiştir. Ancak yeni müfredat, çocuklara bu niteliklerin tam da tersini kazandıracak bir müfredattır. Bu müfredat, değişik inanç ve etnik topluluklarından oluşan toplum yapımıza tamamen ters bir müfredattır. Laik, bilimsel ve evrensel değerlerden uzak olan bu müfredat, eğitim boyutu sınırlı kalan öğretim anlayışından kazandırmayı hedeflediği bin dört yüz yıl öncesine özgü edinimlerine, hazırlanması aşamasından içeriğine ve uygulanmasının getireceği sarsıntı ve sonuçlara kadar, tümüyle terk edilmesi gereken bir tasarıdır.

Bu müfredat uygulandığında, kısa sürede tüm devlet okullarının imam hatipleşmesi; öğrencinin kendine yabancılaştığı gibi dindar olan ailesine bile yabancılaşıp IŞİD ya da benzeri akımlara kapılması; ailelerin çocuklarını tanıyamayacak duruma gelmesi; egemenliğin halkta olduğu anlayışının yok olması, toplumun küresel güçlerin oyuncağına dönüşmesi gibi hiç istenmeyen gelişmeler kaçınılmaz olacaktır.

Bu müfredatı engellemenin yolu, öncelikle başkanlığa “HAYIR” demekten geçmektedir.

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Cadı avı, kimlikkırım, diaspora - TAYFUN ATAY

İki yıl önce bir başka bağlamda söz konusu etmiştim ama şimdi KHK ile ihraç edilen, aralarında bazı yakın dostlarımın da bulunduğu BAK imzacısı akademisyenlerin durumunu değerlendirirken tekrar gündeme getirme gereği duyuyorum.
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da pek çok insan, Avrupa tarihinde karşımıza çıkan cadı-avı çılgınlığını Orta Çağ’ların karanlık atmosferinde vuku bulmuş sanır. Bu yanlıştır. Yüzbinlerce insanın “şeytani cadılık” suçlamasıyla geniş çaplı ve sistematik katliamı, 15’inci yüzyıldan itibaren, yani Yeni Çağ’la birlikte karşımıza çıkar. Tepe noktasına ise 16’ıncı ve 17’nci yüzyıllarda erişir; erken modern dönemin iki diğer önemli olayı, Protestan Reformu ve Din Savaşları ile birlikte…
Bu buluşmanın, yani cadı avları ile Hristiyanlık-içi bir “çatışkı”nın aynı zaman kesitinde karşımıza çıkmasının nedeni nedir sorusuna pek çok cevap verilmiştir. Bunlardan birisi, her ne kadar tartışma ve sorgulamaya da fazlasıyla açık olmakla birlikte hayli çarpıcı ve düşündürücüdür.
İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper’a göre cadı avları, Katoliklikle Protestanlık arasında 16’ncı yüzyıldan itibaren başlayan rekabet ve çatışmanın sonucu olarak şiddetlenmiştir.
Cadılar, yani Avrupa’nın Hristiyanlıkla hiç ilişkisi olmayan ve doğa tapımına dayalı paganizmle büyüsel işlemleri buluşturmuş inanç pratisyenleri, Hristiyanlığın kendi içindeki kavgada kilise babalarınca kitlelerin dikkatini bu iç çatışmadan uzaklaştırma, başka noktaya sevk etme yolunda hedef gösterilmiş, kurban edilmişlerdir.

***
Kotarılış ve sahneye konuş sürecinde hâlâ mevcut bir dolu karanlık noktayı, boşluğu, belirsizliği bir yana bırakarak ileri sürüyorum: 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da din referanslı bir iç-iktidar çekişmesinin çirkinlikleri ifşa oldukça, Hristiyanlık-içi bir çatışma sürecinde cadıların başına gelmiş olanlar, ne AKP ne de FETÖ ile ilişkisi olmayan, dünyaya ve insana bambaşka gözle bakan insanların başına geliyor Türkiye’de...
Bizler… Solcusuyla, sosyal demokratıyla, sosyalistiyle, liberaliyle, Kemalist’iyle, feministiyle, LGBTİ’lisiyle, çevrecisiyle… Siyasi aktivistler, gazeteciler, akademisyenler,  öğretmenler, öğrenciler, sendikacılar, sanatçılar, edebiyatçılar…
Ve dahi paylaştığı birkaç sosyal medya mesajı ile canı yakılan sade insanlar…
Bizler, 10 küsur yıllık iktidar ortaklığından sonra vuku bulan bir iktidar çatışmasının, AKP-FETÖ kavgasının, o kavgadan kaynaklı kanlı bir darbe girişiminin aslî sorumluluğunu taşıyanların suç bastırma ve hedef şaşırtma yolunda seçtiği kurbanlarız.
Kendi hitap ettikleri dindar-muhafazakârların gözünde de olup bitenlerdeki sorumlulukları gayet iyi bilindiği, bu her vesileyle tekrar tekrar ayyuka çıktığı için dikkati başka yöne sevk etme yolunda ha bire “cadılar” üretiyorlar.
Bu “üretim” sürecinde an itibarıyla en elverişli “malzeme” de BAK bildirisine imza atmış olup iktidarın en üst perdesinden lanetlenmiş, karanlık addedilmiş, şeytanlaştırılmış akademisyenler…
Onlar da dâhil yukarıda sıraladıklarımızın, gazetecisi, sendikacısı, sanatçısı, edebiyatçısı ve diğerleriyle tüm “cadı”ların ortak paydası, laik/seküler kimlik ve yaşam biçiminin taşıyıcısı olmaları…

***
Yaygın kamusal bilinirliği de olan soykırımın yanı sıra etnikkırım (“ethnocide”) ve çevrekırım (“ecocide”), sosyal bilimlerde sıkça işlerliğe soktuğumuz kavramlardır. Bunlara artık bir de “kimlikkırım” kavramını ekleme ihtiyacının doğduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de “15 Temmuz” fırsatından istifade bir “kimlikkırım” politikası da uygulanıyor.
Dinbaz hesaplarla laik/seküler kimlikli toplum kesimini marjinalleştirme ve minimalleştirme yolunda bu kimliğin kamusal temsilinde niteliksel ağırlığıyla öne çıkanları enterne ediyor ya da etkisizleştiriyorlar.
Ankara Siyasal, İLEF ve DTCF’de yoğunlaşan son akademik kıyım da bunun bir parçası.
Sonuç ne olacaktır?
Kuvvetle muhtemel ki bu nitelikli insan gücü; okuldan, okumaktan, okutmaktan, öğrenmekten, öğretmekten ve yazmaktan başka bir şey bilmeyen bu üniversiteliler, “üniversal” çağrılara kulak verecektir.
Varlık sebeplerini oluşturan bilgi ve düşünce üretimini gerçekleştirebilecekleri başka diyarlarına açılacaklardır yeryüzünün…
KHK’larda boğulan Türkiye’de bu cadı avı ve kimlikkırımın sonucu, korkarım “diaspora” olacaktır.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bir ‘Guguk Devleti(!)’nde... - Meriç Velidedeoğlu

Yaklaşık “70 yıllık” bir “Cumhuriyet” okuru olarak, gazetemizin yazarları, çizeri, yöneticileri, avukatları olan; “Akın Atalay’ın, Murat Sabuncu’nun, Kadri Gürsel’in, GürayÖz’ün, Hakan Kara’nın, Turhan Günay’ın, Musa Kart’ın, Önder Çelik’in, Bülent Utku’nun, M. Kemal Güngör’ün”, tutuklu günlerinin “100.”sünde olumlu bir karar çıkar diye bekledim durdum...
Oysa bir “hukuk devleti”ne değil, “tek adam rejimi”ne -kısaca- bir “diktatör”ün buyruklarıyla yönetilecek bir “rejim”e, “diktatörlüğe” doğru koşturulmakta olduğumuzu unutmamalıydım.
Evet doğru, unutmamalıydım, böyle bir yönetimde “yargıdan”da “hukuksal” bir değerlendirme ortaya konulamayacağını... 
 
Ne var ki değerli dostlar, tam da bu ortamda, gerçekten unutulmaması gereken, “yaşamsal” diyebileceğimiz bir “ilke”, bir “tutum” var: “Umut”. 
 
Bu sözün türlü türlü tanımı, açıklaması vardır kuşkusuz; bunlar arasında, “Hıfzı Veldet Hoca”nın, yıllar yılı çalışma masasının camı altında duran bir değerlendirmeyi -izninizle- bir kez daha paylaşalım; bu değerlendirme “Birinci Dünya Savaşı”nda görevli Fransız Generali F. Foch’a (1851-1930) ait; Alman Ordusu’nun ünlü “Sonbahar Saldırısı”yla, iyice gerileyen, şaşkınlaşan “İtilaf Devletleri” birliklerinin durumu karşısında şöyle seslenir: “Eğer param, varlığım ‘yok’ olmuşsa ‘epey şeyimi’, eğer ‘sağlığım’ elden gitmişse ‘çok şeyimi’, ama ‘umudumu’ yitirmişsem ‘her şeyimi’ kaybetmişimdir!” diyerek görüşünü açıklar. 
 
“İtilaf Devletleri”, son bir çözüm olarak, birliklerinin komutasını ona verirler; kısa bir aradan sonra karşı bir saldırıya geçip Almanları püskürtürler.
“General Foch”un bu değerlendirmesini, yazarlarımızın, çizerimizin, yöneticilerimizin, tutuklulukları “100” günü doldurduğu halde, iddianamenin hâlâ yazılmamış olması karşısında duyduğum kızgınlığı, üzüntüyü bir türlü üstümden atamadığım sırada anımsadım.
O gün “Cumhuriyet”i yeniden elime alıp, “Akın Atalay”ın Silivri’den bize gönderdiği, “Güzel günler göreceğiz dostlar, güneşli günler...” başlıklı mektubunu okuyunca “umud”un anlamını, değerini bir kez daha anladım. 
 
Çünkü, ne ile suçlandıklarını tam bilmeden, üstelik “OHAL” koşullarında, olağan döneme göre, “daha çok yoksunluk, sıkıntı ve mağduriyet” yaşanmasına, üstelik, “...kendisi FETÖ üyeliğinden ağır suçlamalarla yargılanan bir savcının adaletine değil ataletine karşı, metanetimizi ve sabrımızı korumaya çalışıyoruz...” diyerek belirttiği ağır olumsuzluklara karşın da şunu söylüyor: “Ama biliyoruz ve inanıyoruz ki, bu böyle devam etmeyecek” ve ardından da “güzel günler göreceğiz...” ile noktalamak, dayancın, “haklı” oluşun yalın bir anlatımıdır, kuşkusuz “umud”un da... 
 
Ayrıca “Cumhuriyet”in Genel Yönetmeni “Murat Sabuncu” da, “100. tutukluluk gününde”, Silivri’den sesleniyor, “Cumhuriyet” okurlarına -daha doğrusu-“bu ülkede yaşayan herkes”e, “M. Luther King”ten yaptığı şu alıntıyla: “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik her yerde adalete yönelik bir tehdittir!.. Bir kişiyi doğrudan etkileyen şey, herkesi dolaylı olarak etkiler...” diyerek... 
 
“Murat Sabuncu”nun bu çok anlamlı anımsatmasını okuduğumda, Silivri’deki “Kumpas Davaları”na uzandım; duruşmalarda mahkeme salonunun kapıları açılıp kapandıkça, binadan az ötedeki alanda toplanan on binlerce destekçinin haykırdığı sloganları duyardık; bunlardan en çok seslendirilen, “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” olurdu.
Bugün -her ne denli sesler kısılmak istense de-bu sloganı sürdürmeliyiz diye düşünüyorum; bilmem ki ne dersiniz değerli dostlar?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İkbal yabancılaşması - ÇİĞDEM TOKER





Adalet ile ikbal arasındaki bağlar muhtelif.
Altın varaklı görgüsüz bir otel olacakken, ek adliyeye dönüşmesi uygun görülmüş o binayı tarifte kullanılan lokantayı kastetmiyorum.
Evet o da Ankara’da. Fakat başkentte salgına dönüşmüş öteki ikbalden söz ediyorum şimdi. Bu “çağ yangını”nın anahtar kelimesinden.
Malum iki anlamı var ikbalin: Baht açıklığı ya da yüksek bir makama erişmiş olma durumu. Söz ettiğim, ikincisi.
Öğretim üyelerini, onların kimliğinde, Cumhuriyetin köklü üniversitelerini tasfiye eden “bir kısım” kadronun halini de anlatan ikbal.
Erişilen yüksek makamda -artık bakanlık, rektörlük ya da dekanlık, hangisi ise-olabildiğince uzun süre kalmak, öylesine vazgeçilmez bir amaca dönüşmüş, hukuki ve insani değerlerin cümlesinin birden öyle önüne geçmiş ki, altına imza atılmış ihraçların, bireysel-toplumsal sonuçları ile bağların kopması kaçınılmaz hale gelmiş. 


***

İkbal yabancılaşması diyoruz biz buna.
“OHAL’de referandum olmaz” diyen Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, dünya çapında orkestra şefi İbrahim Yazıcı ile terör örgütleri arasında ilişki kurduracak, bundan mahcubiyet duyurmayacak ölçüde devasız bir hastalık.
“Kırmızı çizginiz nedir? Kaç kişi daha atılırsa o görevde durmazsınız?” sorusunu duymazdan geldiren bir yabancılaşma.
Ne bilime adanmış onca yıl, ne -bir kısmı ikbal sahiplerinin çocuğu yaşındaki-öğrencilerin geleceği, ne üniversitelerde o kadroların bir daha nasıl yetişeceği, oluşacak büyük zamansal ve birikim kaybı, özlük hakları da ellerinden alınan hocaların nasıl mutfak alışverişi yapıp çocuklarını nasıl okutacağı...
Öyle derin bir yabancılaşma, insani olandan öyle ürkütücü bir uzaklaşmadır ki bu, gece yastığa baş koyunca “Ya ne yaptım, bugün bir imza attım ama, hangi hayatların, hangi emeklerin nasıl canına okundu? Kimlerin geleceğini çalmış olabilirim? Bu ülkeyi kaç yıl daha geriye düşürmüş olabilirim?” gibi düşüncelerin kazara o başa üşüşme ihtimali yoktur.
Varsa yoksa, sahte bir tevazuyla maskelenen iktidar ortaklığı, ilişkileri ya da adacıkları. 

***

Kabinede Mülkiye mezunu bakanlar var mesela. Tıp, hukuk okumuş olanlar.
Devlete girerken, terfi alırken ne kadar önemliydi o diplomalar kimbilir.
O diplomalarla edinilen makamlarda atılan imzaların, bugün; kimisi büyükleri, kimisi küçükleri kimi dönem arkadaşları onlarca hocanın hayatını karartmaya araç oluşu nasıl hissettiriyor ki kendilerini.
Ha şunu da not düşmeden geçmeyelim: OHAL KHK’lerindeki bazı imza sahiplerinin, o imzaları “falanca öğretim üyesi ihraç edilsin” diye bilip atmamış oluşu muhtemeldir. Eski bir Ankara geleneği faslından, boş kararnameye atılmış imzaların üstünün sonradan doldurulması, altına ihraç listelerinin eklenmesi akla uzak ihtimal değil. Tabii bu da dramın bir başka sayfası. Ama o bile bize dram işte. İmza sahiplerine değil.
O kadar ki, imzasını yüzlerce hoca, onbinlerce öğrencinin geleceğinin karartılmasına amade kılanların, yarın bir kürsüde Ar-Ge inovasyon, eğitime yatırım konuşmalarını art arda sıralaması işten bile değildir.
Böyledir ikbal yabancılaşması. İnsanın zekâsına dahi hakaret etmeye kalkar.
Lakin gücü tek bir kilidi açmaya yetmez:
Makamla değil, emek ve sevgiyle kazanılmış saygınlıktır o kilidin adı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Türkel Minibaş’a mektup... - ÖZLEM YÜZAK

Sevgili Türkel, 9 yıl geçmiş sen aramızdan ayrılalı. Hallaç pamuğu gibi savrulduğumuz koca 9 yıl. Gel eskiden yaptığımız gibi biraz dertleşelim can dostum. İnan çok ihtiyacım var. Son dönemeçteyiz. Ve önümüzde sadece 65 gün var. 16 Nisan’da Türkiye’nin geleceği referandum ile halkın onayına sunulacak. Ya ‘Bu ülkede sadece benim dediğim olur’ diyen tek adam ve ‘parti devlet’ sistemine ‘evet’ diyerek geçit verilecek; ya da ‘hayır’ ile “dur bakalım, buraya kadar” denecek.
Sen iyi bir iktisatçıydın Türkel. Ama sadece iktisadı öğrencilerine anlatmak değildi işin. Ülkesini seven bir aydın olarak kaygıların vardı, bu yüzden yazıyordun, tartışma programlarına katılıyordun. Yetmiyordu. Toplumda bir şeyleri düzeltmek, iyileştirmek adına sivil toplum kuruluşlarında aktif görev almaktan hiçbir zaman kaçınmadın. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki katkılarını unutmak mümkün değil. Ama hepsinin ötesinde önemli bir özelliğin vardı: “Haksızlığa asla sessiz kalmazdın.”


 
Evet Sevgili Türkel,
Bugün geldiğimiz noktada, ülkede yaşanmakta olan rejim değişikliği ile ilgili kaygıları olan; olan bitene seyirci olmak yerine bunu çeşitli demokratik ve barışçı yollarla (yazarak, konuşarak, imza vererek...) dile getirenlere yönelik sistematik bir saldırı var. Bunun son örneğini önceki gün 170 akademisyenin daha, sadece Barış Bildirgesi’ne imza attıkları için Kanun Hükmünde Kararname ile görevlerinden uzaklaştırılmaları ile yaşadık. Aralarında senin meslektaşların, belki öğrencilerin de var. 


Kıyım büyük, kıyım acı...
Üniversitelerinden, öğrencilerinden, araştırmalarından uzaklaştırılan pırıl pırıl bilim insanlarından bahsediyorum. Suçları ‘barış istemek’. Onlarla birlikle ülkenin geleceği de kapı dışarı ediliyor. Bilim istenmiyor, onun yerine biat isteniyor Türkelciğim. Akademik özgürlüklerin olmadığı bir sistemde bilimin de yeşeremeyeceği, bilimin olmadığı bir ortamda ekonominin de gelişemeyeceği gerçeği umurlarında bile değil. Türkiye’de bilim yapmanın zorluğunu gören birçok insan çareyi yurtdışına yönelmekte buluyor. Ne acı değil mi geleceğimizin böyle şekilleniyor olması...
Tıpkı basının da aynı şekilde susturulduğu gibi. “Yaşamımda benim için en değerli 2 unsur var. Biri akademik kariyerim, ikincisi de Cumhuriyet gazetesinde yazmak” derdin hep. Ne yazık ki ikisi de susturulmak isteniyor sevgili dostum. Cumhuriyet gazetesinin yazarları, yöneticileri 103 günden beri özgürlüklerinden yoksunlar. 98 günden beri ne ile suçlandıklarını bilemeden iddianamenin hazırlanmasını bekliyorlar. 


Sevgili Türkel,
Şaşırmanın da bir sonu olmalı değil mi? Ama olmuyor. Her gün değil, her saat yeni bir karar, yeni bir uygulama çıkıyor karşımıza. Yangından mal kaçırırcasına... Varlık Fonu aldatmacası altında dev kamu şirketleri ve arazileri tek çatıda toplanıyor. Halka ait gelirleri, bütçe denetimini dışına taşınıyor, çiftlik gibi kullanımının yolu açılıyor. 


Siyasi ve toplumsal kutuplaşmanın neredeyse son noktasındayız.
Prof. Daron Acemoğlu birkaç ay önce bir uyarıda bulunmuştu “Türkiye’de akademisyenlerin durumu çok kötüleşti. Akademik özgürlük çok önemli, bunu da kaybediyoruz. Düzeltmek için çok az vaktimiz kaldı. Türkiye’de siyasette de ekonomide de durum acil. Siyasi kurumlar ve ekonomik kurumlar birbirini tamamlıyor. Geleceğin büyümesini sağlayabilmemiz için, kaliteli bir büyüme için kapsayıcı kurumları güçlendirmemiz lazım. Sivil toplumu ve bağımsız yargıyı güçlendirmemiz lazım” diyerek... Acemoğlu’nun vurguladığı o “çok az vakit” sona ermek üzere...
Ne yapmalıyız Türkel? 


Sen gerçekleri ortaya koyarken, umut aşılamaktan da vazgeçmezdin. Şimdi de sesini duyar gibiyim: “Birleşin. Birleşerek direnin...” Zaten başka çaremiz yok sevgili dostum. Rus yazar Mihail Bulgakov’un, dünya edebiyatında önemli bir yere sahip olan “Usta ile Margarita”sında sıkça dile getirilen bir özdeyiş vardır: “En büyük ahlaki çöküntü korkaklıktır.”
Bugün iktidar elindeki tüm güçleri kullanarak bir korku toplumu yaratıyor. Ya buna teslim olacağız ya da birleşerek güçleneceğiz...


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...