4 Mart 2017 Cumartesi

Onlar Külliye’ye bağlı, biz Mahalle’ye! - Bilgin Gökberk

 
Okuyucu niye sık yazmıyorsun diyor.
 
Anlatalım.
 
***
Hürriyet'in  Genel Yayın Yönetmeni 1 gün sonra  gidiyordu.
 
Bütün medya onu yazarken  eski genel yayın yönetmeni Warren Beatty'yi yazdı
 
Herkes  Sedat Ergin'in niye gideceğini  yazıyordu. Ertuğrul Özkök niye estetikçiye gitmeyeceğini yazdı.
 
***
 
Beatty'nin mimikleri yok olmuş,bu duruma düşmemek  için yüzünü yaptrmayacakmış.
 
***
 
Ergin ertesi gün gitti. Almanya İtalya Fransa medyası bile Ergin'i yazarken,Özkök, Rod Stewart'ı yazdı.
 
Millet, Ergin'in nasıl gittiğini merak ediyordu. O ,Stewart'ın konserine nasıl  gittiğini anlatıyordu..
 
***
 
Yiğit Bulut'u, Beyaz Saray  danışmanını, seks istismarı sayılarının İngilizleri nasıl  şok ettiğini, Rod Stewart'ın taytını, Yunanlı şarkıcı Padelis Padelidis'i ve bu yaz hangi şarkıları dinleyeceğini de yazdı.
Ergin için tek satır yazmadı.
 
***
 
Dün baktım; külotunu  bile yazmış.
 
Sedat Ergin'i yine yazmamış.
 
Valla billa; külotunun markasını yazmış.
 
***
 
Alınmasın darılmasın ama,okurken benim kalbim sıkıştı.
 
Ben utandım.
 
***
 
Hürriyet'te her tip yazar olmalı bu yüzden büyük gazete diyen  ama 'kuvöz'de  yaşadığı için Mehmet Yılmaz hariç bütün yazarlarının tek tip olduğunun farkedilmediğini  zanneden, her konuda yazan Ahmet Hakan da sanki Milliyet Genel Yayın Yönetmeni gitmiş gibi bu konuda hiç bişey yazmadı.
 
***
 
Bu medyadan bu yüzden sıtkım sıyrıldı.
 
Köşesini 1 kere  verip kurtulacağına hergün ruhunu verenlere bu yüzden artık dayanamıyorum.
 
Okurken bile midem bulanıyor.
 
***
 
Hürriyet'te en az alan en çok okunan bendim.
 
En ekonomik eleman bendim, ama 'ekonomik' gittim.
 
***
 
Benden 10 misli alandan en az  10 misli fazla okunuyodum.
 
Teşekkür zam  mam beklerken,telefon çaldı,açtım.
 
Ekonomik sebeplerden  işine son verdik dediler.
 
***
 
Arıf Kızılyalın tweet atmış.
 
Geçen hafta spor medyasında en çok tık'lanan benmişim.
 
Normal; hep öyle.
 
***
 
Çünkü; spor yazmıyorum.
 
Çünkü; çalıştığım her gazeteden tv'den kovdurta kovdurta kartopu yaptılar.
 
Okumayan da meraktan okumaya başladı.
 
Allah razı olsun onlardan.
 
***
 
Çünkü; onlar külliye'ye bağlı ben mahalle'ye.. 
 
Çünkü; onlar hesabı külliye'ye veriyor biz Kalamış'a mahalle'ye veriyoruz.
 
***
 
Ee, okuyucu cin gibi, görüyor olan biteni..
 
Biliyor kimi okuyacağını.
 
***
 
Yeni Türkiye medyasında  ya para kazanacaksın ya okuyucu.
 
Ben ikinci şıkkı  seçtim, hepsi bu.
 
***
 
Arif spor medyası demiş.
 
O ne ? Yenir mi?
 
***
 
Hangi spor medyası?
 
Federasyon başkanının, havuzun gazetelerinde yazıp, iktidarın Trt'sinde, Katarlı kanka'nın, havuz'un, yandaşın, Doğuş'un tv''lerinde konuşanlar mı?
 
Futbolu Akp'bol haline geitren saraya yakın belediyeciyi yılın spor  adamı seçenler  mi?
 
***
 
Kendi kulübünü sahte evraktan Uefa'lık eden, doping yapan  federasyon başkanlarını,külliyenin yakınlarını zırt pırt ekrana çıkarıp  cevaplarını sorulandırıp 'ak'layanlar mı?
 
***
 
Gezegenlerimiz farklı.
 
Bu yüzden basın kartı almadım; spor yazarları  derneğine üye bile olmadım.
 
***
 
Hangi spor medyası?
 
Katarlının patron olduğu tv'ye bile Ankara'dan icazet alınarak atananlar  mı?
 
Kovulduğumu daha kovan bile bilmezken sağa sola mesaj atıp müjdeleyen eski topçular mı?
 
Cuma'ya bile  külliyenin yakınlarının peşine takılıp gidenler mi?
 
Orda bile businnes yapanlar mı?
 
Camide bile iş kovalayanlar mı?
 
***
 
Bırak okuyucuyu. Alllah biliyor kimin ne olduğunu.
 
***
 
Klasik olacak ama..
 
Devir borç ödeme devri.
 
Bu ülkeye ,Cumhuriyet'e, kuranlara, Mustafa Kemal Paşa'ya  borcumuz var. 
 
Net.
 
Bazen elde avuçta ne varsa satarak, bazen aileden arkadaşlardan  borç alarak
 
Yanlış bile yazsak kendi doğrumuzu yazarak..
 
Borcumuzu ödemeye çalışıyoruz.
 
Hepsi bu.
 
***
 
Ne bedel ödüyorsak helali hoş  olsun.
 
Bu vatanı kurtarıp bize sunanlara, bu Cumhuriyet'i kuranlara da feda olsun.
 
***
 
Anamızdan 'köşe'yle doğmadık.
 
Yazabildiğimiz kadar yazarız.
 
Yazamazsak da çekip gider başka iş yaparız.
 
***
 
Kadıköy çocuğuyuz..
 
Bu antin kuntin boş beleş spor ortamına tişört bile fazla da ..
 
Rtük var işte,ekrana çıkarken el mecbur bişey giyiyoruz.
 
Ama, ülke bu haldeyken..
 
Fazla şekil, kravat  mendil yelek melek..
 
Sonra tv'ye çıkıp stoper bek mek demek..
 
Bizi bozar, sarsar.
 
***
 
Az 'dön'sek biraz 'yanaş'sak belki külliye'ye filan gireriz de.
 
Maazallah bi daha mahalle'ye giremeyiz .
 
***
 
Bilmem anlatabildim mi Arif ?
 
Nokta. 
 
Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek - ORHAN ERİNÇ

Atatürk Cumhuriyeti’nin ve Anadolu Aydınlanması’nın önemli yıldönümlerinden üçü dün geride kaldı. Geride kalmış olması değerini yitirdiği anlamına gelmiyor. Aksine yaşadığımız bu süreçte ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğu daha iyi anlaşılıyor.
3 Mart 1924’te çıkarılan üç yasayla hilafet kaldırılmış; Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuş; bütün eğitim kurumları uzunca bir süre adına uygun görev yapan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı. 

***
Yasaların çıkarılmasıyla Atatürk Devrimi kapsamında yapılanları Prof. Dr. Suna Kili’nin (1929-29 Temmuz 205), Türk Dil Kurumu’nun 1981 Bilim Dil Ödülü’nü aldığı “Türk Devrim Tarihi” kitabında şöyle anlatıyor:
“Saltanatçıların, hilafetçilerin, tutucuların davranışlarına dört ay kadar dayanılmış, konu İzmir’deki savaş oyunları sırasında Mustafa Kemal tarafından ordu komutanlarına da açılmış ve artık hilafetin kaldırılması gereğinin Meclis gündemine alınması kararlaştırılmıştır. 1 Mart’taki bütçe görüşmelerinde Osmanlı hanedanına, Halife’ye verilecek ödenek nedeniyle konu ortaya atılmış ve birbirini izleyen kararlarla 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, hilafet kaldırılmış, Osmanlı soyundan gelenlerin tümü yurtdışına sürülmüş, ülkedeki tüm bilimsel kuruluş ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Hilafetin kaldırılması sırasında gerek ülke içinden, gerekse ülke dışından halifeliği kabul etmesi için Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e pek çok öneri gelmiş, fakat Gazi bunları üzerinde bile durmadan geri çevirmiştir.
Hilafetin kaldırılması, Osmanlıların yurtdışına çıkarılması, eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, Atatürk Devrimi’nin henüz adı konmamakla birlikte laiklik ilkesinin ilk ve en büyük uygulamasıdır. Devrim artık padişahsız, halifesiz, laik, usçu bir yolda gelişecek, bu doğrultudaki atılımlar birbirini izleyecektir. Ama her yenilikçi adım, yeni bir tutucu akımla karşılaşacak, onunla uğraşacak, başaracak, fakat toplumdaki tutucuların hınçlarının birikimine, fırsat kollamalarına neden olacaktır. Bu, tüm devrimlerin yazgısıdır, bunu değiştirmenin yolu yöntemi bulunamamıştır. Bu yazgının belirtileri günümüzde de görülmektedir.” 



Suna Hocanın 1980’lerin başında “belirti” olarak niteliği geriye gitme girişiminin bugün vardığı boyutlar tedirgin edici bir görüntü yaratıyor.
Bu durum daHayır demenin gerekçelerinden birini oluşturuyor.

ORHAN ERİNÇ / CUMHURİYET

Muavin - IŞIK KANSU

Binali Yıldırım diyor ki: 

“Bir direksiyonda iki tane kaptan olmaz.”
Demek ki, nisan ayındaki halkoylamasından “evet” çıkarsa Başbakan “muavin” olacak.
Çay, kahve dağıtacak, “20 dakika ihtiyaç molası” duyurusu yapacak, bagaj bileti kesecek.
O kadar... 

IŞIK KANSU / CUMHURİYET

Evde oturan ölür - ORHAN GÖKDEMİR

“Evde oturan ölür” diyor bir Çingene sözü. Biliyoruz sözüne sadıktır Çingeneler, oturmazlar ölüm tuzağı evlerde. Çünkü dünyanın belki de son özgür ruhlarıdır onlar. Ama bedeli var özgürlüğün. Zaman zaman çok ağırlaşan bir bedel hem de. Çingeneler yüzyıllardır hiç kimseden hiçbir şey istemeksizin ödemekteler o bedeli.

Evde oturan ölür… AKP iktidarı bizim Çingeneleri iki oda bir salon TOKİ konutlarına hapsetmeye çalışıyor uzun zamandır. Çingenelerin yaşam biçimine ters, aç gözlülük abidesi ve piyasa harikası o dört duvar içine. Bahçesi yok, penceresi düş geçirmez, bacasız evler… Konuyu bilenler ilgili bakanı uyarmış Çingenelerin yerleştirileceği evlere baca yapılsın diye. Çingene nereden ödeyecek her ay ısınma aidatını? Yanaşmamışlar bu küçük düzenlemeyi yapmaya. Şimdi bütün evler Çingene usulü bacalı.


TOKİ’ci bunlar, rant yaratmaktan ve dağıtmaktan başka bir şey bilmezler. Yıllar önce bir mimar arkadaşım anlatmıştı. Zeyrek’te yıkık dökük bir evde oturan yaşlı karı kocayı alıp Çingeneleri kapattıkları türden yeni bir eve taşımışlar. Bir iki ay sonra yaşlı çift yeni evi terk edip Zeyrek’e geri dönmüş. Bizim yeniye tutkulu muhafazakârlar anlam verememiş bu nankörlüğe. Mimar arkadaşım, “sebebi basit oysa, yaşlı çifte çayı çorbayı mahalleli veriyordu” diyor. Dört duvarı yapıp, içine akıl ve vicdan koymayı başaramayan bir iktidar dönemindeyiz. Kuşsuz, düşsüz, ağaçsız; sade insan doğasına aykırı evler yapıyorlar içlerinde oturalım diye. Dur demezsek bu çılgınlığa, bu yağmaya bir gün hepimizi öldürecekler.

                                                                           ***

Hacer Yıldırım Faggo, gazeteciliğe başladığım yıllarda tanıştığım cevval bir gazeteci arkadaşım. Sektör hepimiz gibi Hacer’i de kustu, attı dışarı. En alttakileri yazardı içindeyken de zaten, işsiz kalınca o da gidip er alttakilerin yanında saf tuttu. Uzun zamandır Türkiye’deki Çingeneler Hacer’den soruluyor. Çünkü onlarla birlikte yatıp, onlarla birlikte kalkıyor. “Yazsana bunları” dedim, “vakit yok ki” dedi. Haklı, soluksuz mücadele istiyor ezilenlerin yanında durmak. AKP her alanda olduğu gibi burada da saldırıda. Yoksul-mazlum Çingeneleri topluyor, ulufe dağıtıyor, reise şiir yazdırıyor, kendi amaçları uyarınca örgütlemeye çalışıyorlar.


E haliyle onlara bakarsan Hacer yıkıcı ve bölücü. Bana sorarsanız giderek azalmakta olan insan neslinin canlı yaşayan nadir örneklerinden biri. Salı günü artık Araplaşmış Talimhane’de karşılaştık, çay içip dertleştik. Domlardan söz etti bana; perişanlıklarından, çektikleri acılardan. Saklamaya çalıştığı çaresizliği ve öfkesi yüzünde acı bir gülümseme olarak tezahür ediyordu.

                                                                              ***

“Dom da ne” diyeceksiniz. Ortadoğu Çingeneleri… Hacer bana kızacak ama “Çingene” benim için toplumdaki ikiyüzlülüğün verdiği anlamı ifade etmedi hiç. İşçi sınıfı, proletarya, plep gibi bir anlamı var benim için Çingenenin. Bundan gocunması gereken Çingeneler değil, sırf farklı diye bu kelimeyi aşağılama ima eder biçimde kullananlar. Zaten işçi sınıfına da “ayak takımı” demiyorlar mı? Onurumuzdur bizim bu aşağılamalar. Çünkü kapitalistin içinde debelendiği alçaklığın yanına bile yaklaşamaz hiçbiri. Ezilen halkların özgür ruhlarıdır Çingeneler. Aşağılamak ne kelime, ancak imrenebiliriz…

Yaklaşık üç milyon Suriyeli göçmen var ülkemizde. 260 bini 10 ildeki 26 toplama kampında yaşıyor. Geriye kalan 2,7 milyon insan ülkenin her yanına dağılmış durumda. Domlar Suriyeli göçmenlerin en alt gurubu. Etnik kökenleri, inançları ve yaşam biçimleri sebebiyle göçmenler arasında da horlanıyor, itiliyor, kakılıyorlar çünkü. Mezhepçi devletin onlara bakışını söylemeye gerek yok.

Bir de şu: Domlar 10-15 aileden oluşan gruplar halinde komünal bir yaşam sürdürmekte. Aralarında dayanışma, birlikte yaşama ve paylaşma geleneği sürüyor. “Kutsal” mülkiyete nanik yapan bir topluluktan söz ediyoruz yani. Bu komünal yaşam onları dış tehditlere karşı da daha dayanıklı bir hale getiriyordu. Suriye’deki savaş Domların bu düzenini de kırıp parçaladı. Şimdi sistem karşısında daha yalnız daha çaresizler. Hacer’in anlattıklarına göre geçici barınma merkezlerinde yaşamak istemiyorlar. Zaten kamptakiler de onları istemiyor. Kamplarda etnik, dinî ya da siyasî kutuplaşmalar; özgürlüklerin kısıtlanması, giriş-çıkışlarda sıkı denetim, izolasyon ve hapsedilme hissi Domlara göre değil. Hepimiz biliyoruz ki o kamplarda ÖSO var, IŞİD var. Yan bakıyorlar Çingenelere. Yanaşmamışlar kamplarda kalmaya haliyle. Dağınık, derme çatma çadırlarda, yıkıntılarda konaklıyorlar. İşleri yok, gelirleri yok, yardımlar onlara ulaşmıyor.

Özetle Suriyeli mülteciler arasında en çok ayrımcılığa maruz kalan kesim Domlar. Avrupa Roman Hakları Merkezi (ERRC) desteğiyle hazırlanan “Suriyeli Dom Mültecilerin Türkiye’deki Durumu: Çaresiz Kalmak” isimli rapor Domların, Suriyeli mültecilerin yaşadıkları sıkıntılara ek olarak, etnik kimlikleri ve yaşam tarzları nedeniyle yetkililer, yerel halk ve diğer Suriyeli mülteciler tarafından ayrımcılığa uğradığını söylüyor. Her yerde böyle; Suriye’de cihatçı katiller “yeterince Müslüman olmadıkları” gerekçesiyle evlerine ve mallarına el koyup, vurup öldürmüşler. Baas rejimi ise yıllardır dışladığı bu topluluğu çetin iç savaş koşullarında göçe zorlanmış. Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye, İdlip, Rakka, Münbiç, Afrin ve Cizire’den kalkıp Türkiye’ye gelmişler. Pasaportsuz, kimliksiz, kayıtsız… Bir de bakmışlar ki geldikleri yer göçe koyuldukları yerden daha zor. Dedik ya en alttakilerden söz ediyoruz… Kolluk da sevmiyor onları haliyle, yakaladıklarını toplama kamplarının olduğu illere gönderiyor, çadırlarını yakıyor, sınır dışı ediyor. Kalanlar nadiren yardım ya da destek alabiliyorlar. Sağlık hizmeti yok, yemek yok, çocukları okulsuz, aç, susuz...

                                                                                     ***

Suriye’de yaşanan iç savaşta da genel kural bozulmadı, Domlar hem rejimin, hem de birbiriyle savaşan değişik grupların ilk hedefi oldu. Kapitalizmin tunç yasasıdır bu. Parçalanan Dom toplulukları ülke içinde değişik yönlere doğru kaçarken selefi katillerin hedefiydiler. Namaz kılmayan, camiye gitmeyen kâfirlerdi onlar nihayetinde. Hayvanlardan daha aşağılıktılar. Kürtleri, Çingeneleri, dinsizleri temizleyip şeriatı getireceklerdi bu kanla yıkadıkları topraklara. Kime, ne için lazımsa artık! Suriye’de savaş başlayınca tarafsız kaldılar her şeye rağmen onlar. Bir yaşlı Dom bu konuda şunları söylüyor: “Ne zaman bunlar birbiriyle savaşsa en çok acıyı biz çekiyoruz. Önce bizim evlerimize saldırıyorlar. Bizi istemiyorlar. Oysa biz sadece ekmeğimizin derdindeyiz. Kimseye, ne onlara ne diğerlerine zararımız olmadı. Ama onlar bizi istemiyorlar.” İstemezler, görmezler, iterler, döverler, öldürürler, hesabını tutmazlar. Alman faşizminin Çingene katliamı yaptığını kim hatırlıyor? Irkçılık, ayrımcılık, yobazlık, şiddet, katliam insanlığı yiyip bitiren bir insanlık hastalığıdır. Bazen milliyetçilik kılığında, bazen din kılığında, mezhep kılığında çıkıp gelir. Ve kan kalır geride.

                                                                                    ***

“Kan var batan kelimelerin altında” diyor şair. Ama evet, umulmadık bir gün olabilir bugün. Yolun kıyısında size elini açan yalınayak o esmer kız çocuğunun gözlerine bir de böyle bakın şimdi. Ne görüyorsunuz?

Evet, kan var bütün kelimelerin altında ve mecburuz artık bugünü umulmadık bir gün yapmaya!

Orhan Gökdemir / SOL

Suriyeliler sevişiyor! - L. DOĞAN TILIÇ

Kendi küçük dünyalarımızda yaşadıklarımızla, büyük dünyada yaşananlar arasında ilişki kurabilmek insanı sürüden ayırır.
Erdem, o ilişkiyi kurabilmekte gizlidir. Moda diye sorgusuz sualsiz beyazlatılmış bir kot satın almayan; bu küçük kişisel eylemi ile 20’li yaşlarında ciğerlerini yitirip ölen kot taşlama işçilerinin hayatı arasında ilişki kurabilen biri, sürüden ayrılmış, özgür ve erdemli bir birey olmaya adım atmış demektir.

Küçük dünyası ile büyük dünya arasındaki ilişkiyi kuramayanlar bazı şeyleri, kimi fikirleri kolayca satın alırlar!

İşsizliğin arttığı, ekonomik sıkıntılarla boğuşulan toplumlarda yabancı düşmanlığının, “öteki” sayılana hücumun altında yatan da, sizi sıkıntıya sokan durumların büyük dünyada gizli gerçek nedenlerini görememektir.

Bu girişi dün bir gazetenin attığı manşet yüzünden yaptım. Adı önemli de değil, ama atılan manşet, kolay alıcı bulan tehlikeli bir fikri yansıttığı için, çok önemli.

“Türk askeri savaşıyor, Suriyeli sevişiyor!” diyor milliyetçi çizgideki gazetenin manşeti. Haber metnine baktığınızda, bu manşeti doğrulayacak en küçük bir veri yok. Türkiye’deki Suriyeli sayısının 4 milyon olduğunu, iç savaş bitse bile ülkelerine dönmeyeceklerini, vatandaşlık elde edenlerin referandumda oy kullanacaklarını anlatan haber, bir siyasiden alıntıladığı “Bizim askerimiz Suriye’de savaşıyor, Suriyeliler Türkiye’de sevişiyor” cümlesinden manşet çıkarmış.

Suriyelilerin kiminle seviştiği de net değil, ama galiba cümlenin gizli anlamı Suriyeli delikanlıların Türk kızlarıyla seviştiği! Sevişmek tek kişilik bir eylem değil ve “ş” harfi ile üretilen bu sözcük bir zorlama da içermeyip, iki tarafın gönüllü ilişkisini anlatıyor.

Ancak, o manşeti kolayca satın alacak kitlelerin bu açıklamaları anlayacak hali yok. Ana muhalefet partisi CHP’nin bir yöneticisinin bile, Suriyeli gençlerin ülkelerinde savaşmayıp, Mehmetçik onlar yerine ölürken, burada kafelerde Türk kızlarıyla gezdiğini söyleyebilmesi, manşetin çok geniş kesimlere ne kadar kolay nüfuz edebileceğini gösteriyor.

Bu hale, geçen yazılardan birinde, insanlığımızın ölümü demiştim!

Gerçekliğin, herkesin kolayca satın almaya hazır olduğu bu manşetle uzaktan yakından ilgisi yok. Basit bir gazete taraması, Suriyeli erkeklerin burada publarda, kafelerde günlerini gün etmediklerini, en acımasız sömürü koşullarında çalıştırıldıklarını gösteriyor.

Kadınlar ise tacize, tecavüze uğruyor, öldürülmüş bulunuyorlar. Ya da ikinci, üçüncü eş olarak alınıyorlar Türkiyeli erkekler tarafından. Kastedilen “sevişme” bu mecbur bırakıldıkları “kocalar”la ilişkileri değil herhalde!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2016 yılına ilişkin Evlenme ve Boşanma İstatistiklerini açıkladı. 2016’da bir önceki yıla göre yüzde 1,4 daha az evlenmişiz. Evlenmelerimiz azalmış! Genel olarak evlenmelerimiz azalırken, Suriyeli kadınlarla evlenmelerimiz artmış!
2016’da toplam sayısı 22 bin 583 olan “yabancı gelin”lerimizin 6 bin 495’i Suriyeli imiş. Ya istatistiklere girmeyenler?
Pasaportları olmayan, evliliklerinin hiçbir yasal dayanağı olmayan Suriyeli kadınlar, “Suriyeli çocuk gelinler”!
Paragöz adamların üç kuruşa çalıştırdıkları Suriyeli erkekler mi sevişen yoksa “karıgöz” adamların ikinci, üçüncü eş olarak “satın aldıkları” Suriyeli kadınlar mı?

El Bab’dan sonra Menbiç, Rakka dedikçe; Suriye’de çıkılması zor derinliklere girdikçe, öldükçe oralarda, böyle manşetler daha da artacak. Ne kadar sorun varsa kendi küçük dünyalarımızda yaşadığımız, onların büyük dünyadaki nedenlerini görmeyip, her yerde gözümüze çarpan Suriyelileri günah keçisi yapacağız.

Suriyelilerin vatandaş yapılmasının, referandumda ya da seçimde oy kullandırılmalarının başka, burada bulunmalarının başka şey olduğunu düşünmeyeceğiz. Vatandaş yapılıp oy kullanmaları sağlanırsa, bunun sorumlusunun kendileri olmadığını da düşünmeyeceğiz.


Bazılarımız da böylesine ciddi bir konunun “sevişiyorlar” denilerek ucuzlatılmasına “HAYIR” diyeceğiz!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kılıç artığı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Devlet Bahçeli’nin Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’ye “kılıç artığı” demesi elbette bir “devlet” söylemi. Bu söylemden haberdar olanlar için hiç de duyulmadık bir sıfat değil yani. Devletin bu ya da buna benzer ne kadar nitelemesi varsa tümünü “ideolojisi” haline getirmiş olan Devlet Bahçeli meşrebine, dolayısıyla mezhebine uygun bir sıfatlandırma yapmış demek ki.


Malum, Selvi yandaş bir gazeteci, ancak, o her ne kadar terk edip devletin “resmi mezhebi”ne sonradan dahil olsa da, Alevi kökenli bir zat. Hani şöyle ufaktan bir “muhalif” oluverdiği andan beri o terk ettiği mezhebiyle zaman zaman vururlar Selvi’ye. “Ufaktan” muhalif diyorum çünkü sıkı bir Evet’çi. Fehmi Koru gibi “Hayır oyu vereceğim” demiş de değil. Selvi’ye daha önce de mezhebi kökenini anımsatan İslamcı kalem erbabı olmuştu. Şimdi bu koroya milliyetçisi de katılmış oldu.
Bahçeli, usta bir konuşmacı falan değil bilindiği gibi. Hatta kötü ötesi biri. Ama Alevi’ye dönük, “Hepinizi kesemedik, sen de kesemediklerimizdensin” anlamına gelen “kılıç artığı” gibi bir nitelemeyi kolayca yapmasına yarayacak bir “tarihe” dayanıyor, dolayısıyla devlet zulmüne ait kavramları dile getirmede doğal bir ustalığı var.

Rahat adam haliyle. Egemen olan ne varsa, egemen millet, egemen mezhep egemen dil, egemen hars, hepsinin mensubu olduğu için ötelenmiş olmanın psikolojisini bilmez de. Adı bile “Devlet” daha ne olsun? Alevi kökenli olmak Selvi’yi yaralayacak bir durum Bahçeli’nin gözünde demek ki. Bahçeli gibiler, egemen olmanın şımarttıkları yani, karşılarındakilerinde “kusur” saydıkları ne varsa bunları dile getirmede pek perdesizler. Selvi’nin bir kolu, bir bacağı olmasaydı korkarım hakaretler bu “eksiklikler” üzerinden yapılacaktı, emin olun. Sağın hastalıklı, kibirli zihin dünyası dile böyle yansımıştır hep. Densiz bir yandaş “kalem” örneğin, Şafak Pavey’in engelli oluşunu bile diline dolamıştı, anımsarsınız.

Kusur, eksiklik, çeşitli nedenlere bağlı olarak herkeste olana sahip olmama halleri, hepsi bunların dillerinde birbirlerine karşı kullanılacak malzemeler olabiliyor. Oldu da. Bunların ağababası Necip Fazıl, insanların çirkinlikleriyle, engelli oluşlarıyla düpedüz alay eden bir adamdı. Oysa Devlet Bahçeli de, Necip Fazıl’ın “iyi öğrencilerinden” biri olan Recep Tayyip Erdoğan’ın son derece acımasız “bel altı” vuruşunun muhatabı olmuştu. Bahçeli’nin şu İslamcıların meşhur Kabataş yalanına ilişkin olarak sarf ettiği ‘’Kabataş bir yalan, özür dile. Türk’ün örfünde başörtülü kadına el uzatmak yoktur’’ sözlerine Erdoğan “ MHP’nin başındaki beyefendi, aile çoluk çocuk nedir bilmez böyle bir derdi yok” sözleriyle yanıt vermişti sözüm ona. Hiç acımaları yok bunların. Aynı Erdoğan, CHP’nin başındayken Deniz Baykal’a da “gelmişsin yetmiş yaşına” diye başlayan sözlerle vururdu. Yaptığı düpedüz “ageism”di (yaşa ayrımcılığı) oysa. Savunmasını hakaretler üzerine kuran sağ için tüm insanlık halleri küfür gerekçesi olabilir. Çocuk sahibi olmamak da yaşlı olmak da.

Böyle yetişiyorlar. Türk-İslam Sentezi bunları böyle yetiştirdi. Kendi seçimi olduğu için söylenecek bir şey yok elbette ama Selvi’nin, sığındığı, içinde yer alarak “eski mezhebine” karşı alınan ne kadar yıkıcı, kırıcı politika varsa destek verdiği Türkçü/Sünni kültür işte budur. “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözü bile ilk dile getirildiği andan farklı anlamlara bürünmüş durumda. “Yaratan olmazsa hiç birini sevmem” saklıdır bu sözde, bu adamların dilindeyken özellikle. “Sevmek” kendi iradeleriyle değil, aşkın bir gücün verdiği korku sonucu duyabildikleri bir histir bunlar için. Ne kadar tuhaf. Ne var ki, Selvi’nin terk ettiği anlayışta “incinsen de incitme” gibi muhteşem bir ilke var. “Haklılığını kimseye karşı bir baskı ya da küçümseme aracı olarak kullanma” demektir bu. Oysa, Bahçeli gibiler, diyelim ki, haklıdırlar öfkelerinde, bu haklılıklarını, muhataplarını yaralamaya, kırmaya, ötelemeye yeterli bir neden sayabiliyorlar. Bu nedenle karşısındakilerin, Selvi etkilenmemiş olabilir ama, kalbini kıracak en acıtan yeri bulabiliyorlar. Müthiş bir maneviyat işkencecisidir bunlar.
“Kılıç artığı” diyerek atalarının büyük günahını kabullendiklerini de hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan ilan ediyorlar Bahçeli gibiler. Yani son derece bilinçle, kılıcın gücüne inanmış olmanın verdiği imanla yapıyorlar bunu.

Egemenin şımarıklığı, vahşetiyle baş başa gider.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

İktidar kaygılı Aydın Bey “rahatsız” - Ayşenur Arslan

Hürriyet’in “KARARGAH RAHATSIZ” manşeti, Hürriyet’e bir operasyona daha mal oldu. Zaten suyu çok önceden kaynamaya başlamış olan Sedat Ergin koltuğundan oldu. Gazetenin okunabilecek birkaç isminden Mehmet Y. Yılmaz’a yol göründü.


Vesaire!

Ama bu vesileyle bir şey çok net ortaya çıktı: EVET CEPHESİ çok kaygılı. Referandum öncesi şaşkın tavuk gibi.

O kadar ki, gazetenin birinci sayfası da değil iç sayfasındaki manşete razı oldu. Mağduriyet devşirebilmek için AKP tabanını bile ikna etmeyen bir darbe senaryosu yazmaya koyuldu.
Sandık sonucunu şimdiden bilmek çok zor, elbette. Ancak EVET cephesinin halini görünce keyifleniyorum doğrusu. İlk kez ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Bir gün af balonu salıyorlar ortaya.. Ertesi gün şu kadar yüz bin kadro masalını..

Başbakan’a bakıyorsunuz; bir gün ülkücü işareti yapıyor, ertesi gün Kürdistan bayrağı ile Barzani’yi ağırlayıp MHP’yi çileden çıkartıyor.
“İşler iyi gitmiyor. Başkanlık gelsin de düzelsin” diyecek oluyorlar. 14 yılda ne yaptıklarını açıklayamıyorlar.
“İşler şahane. Başkanlık gelsin daha da uçalım” deseler.. İşler şahane falan değil. Kulak veren olmuyor.
Tabii, bir de –son günlerin en açık sözlü yazarı- Ahmet Taşgetiren’in dile getirdiği durum var: “Referanduma sunulan proje AK Parti’nin projesi gibi görünüyor, oysa farklı partilerin desteğinin alınması lazım. Diğer parti mensupları bu projeyi nasıl milli – herkesi buluşturan bir proje olarak algılama noktasına getirilecek?”
Taşgetiren, yazısına “KAYGININ ANALİZİ” başlığını atıp Saray’ı kızdırmayı göze almış belli ki. Ama, yine de Erdoğan’ı açıktan hedef alamamış. Onun yerine, sorumluluğu AKP’ye yüklemiş.
Oysa, -Taşgetiren’in de seçtiği sözcüğü kullanarak- “Bu benim şahsi projem” diyen Erdoğan değil mi! Başkanlık sisteminin Erdoğan’ın kişisel “davası” olduğunu bilmeyen mi var!
HAYIR cephesi ise, tam aksi bir tablo çiziyor. Liderlerden ve hatta siyasi kamplardan uzakta dalga dalga büyüyor. İlk kez, hesabı olanlar hesaplaşmayı sandık sonrasına erteleyerek sandığa gidiyor.

                                                                        • • •

Manzara böyle olunca, iktidar, fırtına kopartabilmek için bir bardak suya razı oldu. Hürriyet haber üzerinden dövüldü de dövüldü.
Aslında herkes farkındaydı. Haber genel olarak hem Genelkurmay Başkanı’nın hem de Saray’ın hoşuna gidecek bir denge tutturmuştu. Ama ah işte o “RAHATSIZ” sözcüğü yok mu! Erdoğan’ı da EVET cephesini de çok rahatsız etmişti.
Nitekim, Erdoğan (yanında sivil ve kusura bakmasın pek kılıksız kıyafetiyle oturan Genelkurmay Başkanı ile) Pakistan seyahati öncesinde bunu fazlasıyla açık etti. “Manşet ve başlık çok çirkindi” dedi. Haberin içine, içeriğine girmedi.
Girse, dönecek bir yer bulabilir miydi acaba! Muhtemelen bulamazdı, bu yüzden de “manşet ve başlığa” kızmakla yetindi. Yine de, bu kadarı bile Hürriyet’e gazap ateşleri yağdırmasına engel olmadı.
Daha önce birkaç kez yazdım, vurguladım. Aydın Doğan yayın grubunu Saray’ın ellerine teslim etmedikçe rahat edemeyecek.
Adamlarını tek tek kurban verirken, sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünmüyor olamaz.
Sıra kendisine geldiğinde de, emin olabilir, onun için üzülecek kimse bulamayacak.
“Türkiye yansın, ama alevler benim evime ulaşamasın”.. Yok böyle bir şey. Eğer ülkeyi diktatörlüğe teslim edersek, hepimiz yanacağız. Aydın Beyciğim siz de!

                                                                            • • •

Geçen hafta sonu Ankara’da, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin düzenlediği panelde moderatördüm. Son KHK ile okullardan, kürsülerinden atılmış öğretim üyeleri, asistanlar, anayasa hukukçuları, sosyologlar katıldı. Başlarına geleni anlattılar.
Üniversitelerin geldiği vahim durumu özetlediler.
Meslekleri, gelecekleri, kısacası hayatları bir anda ellerinden alınıvermişti. Ama hiçbiri “kendisinden”, örneğin geçim kaygısından söz etmedi. Hiçbiri yakınmadı. Yalnızca Türkiye’yi, üniversiteleri, bilim dünyasını konuştular. O dünyanın “kimlerin eline” bırakıldığını anlattılar.
Üstelik, esprilerle.. Faşizmin karanlığına inat kahkahalarıyla..
Hele bir isim vardı ki.. Sosyolog Veli Saçılık.
O da son KHK ile okulundan, mesleğinden ihraç edilmişti.
Üstelik bu, hayatının ilk büyük darbesi değildi. 2000 yılında, cezaevi operasyonu sırasında kolu dozerle kopartılmıştı.
Ama o, azimle hayata tutulmuş.. Okula dönmüş.. Türkiye’yi anlama ve anlatma çabasına kaldığı yerden devam etmişti. Son KHK’ya kadar..
Aslında, meslekten ihraç edilmek de durduramamıştı onu. İhraçları protesto amacıyla eyleme başlamıştı. Tabii defalarca gözaltına alınma pahasına!
Ankara’daki toplantıda o anları şöyle anlattı Veli Saçılık:
POLİS: Çabuk dağılın buradan
SAÇILIK: Hayır!
POLİS: Kimliğini ver..
SAÇILIK: Hayır!
POLİS: Yürü Emniyet’e gidiyoruz..
SAÇILIK: Hayır!


Neredeyse haftada bir yaşanıyordu bu sahne. Ve sık sık da gözaltı ile sonuçlanıyordu.
Ama ortada bir sorun vardı!!!
Polis, Veli Saçılık’ı gözaltına alırken kelepçe takamıyordu. Çünkü, bu devletin “yetkilileri” cezaevi operasyonlarında sınır tanımamış.. Ve cezaevine dozerle müdahale etmiş.. Dozer de Veli Saçılık’ın kolunu koparmıştı.
Bu yüzden polis, ona nasıl kelepçe takacağını bilemiyordu.
Bütün bunları sakin bir sesle ve gülümseyerek anlattı sosyolog Veli Saçılık.
Kaygılı da değildi, rahatsız da..
Ya, Aydın Beyciğim.. Böyle şeyler yaşanıyor bu memlekette. Bilim insanları üniversitelerden atılıyor. Gazeteciler (gazetecileriniz) cezaevlerine konuyor.
Siz bütün bunların yazılmasını, anlatılmasını istemiyorsunuz elbette. Bu yüzden gazete ve televizyonlarınızda artık müdür yerine komiser istihdam ediyorsunuz.
Ama olmuyor işte.. Olmuyor.. Olmayacak.. Yaranamayacaksınız. “Kahraman” kızınız Hande Fırat bile yaranamadı, baksanıza!
Ya Aydın Beyciğim!


Ayşenur Arslan / BİRGÜN