İktidarları ittifaklarının ‘BOP’ projesi değil mi? - ŞÜKRAN SONER

Gündemimizin odağında, gelişmelerini yüreğimiz ağzımızda izlemekte olduğumuz sınırımıza uzanmış, ülkemizi Ortadoğu iç savaşlar, çatışmalar bataklığına çekmekte olan gelişmeler, bal gibi de “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında değil mi? 

 
Hani tek kutuplu yeni dünya düzeninin, emperyal liberal düşlerin, ideolojik evriminin tamamlandığının ilan edildiği günlerdi? İki kutuplu dünya düzeni sonlandırılmış, Marksist, eşitlikçi ama demokratikleşemeyen blok, Sovyetler merkezli cephe parçalanmıştı... 
 
Zengin kuzey dünyasının egemeni çokuluslu şirketler, sermaye örgütlenmeleri üzerinden cephesini oluşturacak zengin kuzey dünyası, tek kutuplu düzenin cephesinde yer alabilecek ülkeler olacaktı... Siyaset, ekonominin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik, ekonomik-sosyal-siyasal gelişmelerin düzenlemesinden yükümlü, ideolojisinde, insan hakları, demokrasi algısındaki değişimlerini üretirken... Geleneksel, emperyal liberal demokrat ideolojinin, Marksist, eşitlikçi, paylaşımcı ideo lojiden, iki kutuplu dünyadaki etkisi, saldırısından etkilenmiş, insan odaklı sosyal devlet, örgütlü sendikal haklar paylaşımından sapmalar yaşanabilirdi... 
 
Tek kutuplu dünyanın insan hakları, demokrasi algısının önceliklerinde, ideolojik sınıf, çoğunluk insanın eşitlikçi paylaşım hakları, örgütlülüklerinden ödünler verilebilirdi. Sosyalist enternasyonalin yıllar içindeki belgelerinde eşitlikçi haklar algısındaki değişim çok çarpıcıdır. İnsan hakları algısında öncelikte sendikal hak ve örgütlülükler gündemden düşürülürken, alt kimlikler, cinsiyet, ırk, din, her türden inanç ayrımcılığının öne çıkarılması öncelikle yoksul güney dünyası, sonrasında zenginler dünyasına da sıçrayan çatışmaları, kuralsız düzeni kuralsız savaşlarının yan ürünü terörü fışkırtmıştır...
***

Amerikadaki ikiz kuleler saldırısı, 12 Eylül’ün terörünün şokunda, Amerika’nın tek kutuplu dünyanın lideri olarak kendisini tehdit eden terör örgütleri ile odağında, ülkelerinde savaş verme karar günlerine geçelim... Irak işgali sürecinde stratejik ortak Türkiye’den beklentiler yükselmişti. Türkiye deprem yıkımının üzerine gelen büyük ekonomik, bankalar krizi ile katlanarak yıpranmış Ecevit koalisyon iktidarı döneminde. Ecevit, Türkiye üzerinden Amerika’nın Irak işgali projesine kesinret yanıtı veriyor. Önce ekonomiyi düzeltme adına Dünya Bankası’ndan gönderilmiş Kemal Derviş üzerinden liberal, sosyal demokrat (nasıl olabiliyorsa?) kimlikli bir deneme düşünülmüş olsa da hemen vazgeçiliyor... 
 
Liberal demokrat, merkez sağdan umutlu bir oluşum üretilememiş olmalı ki... Milli Görüş hareketi içinden, Erbakan’ın parti geleneğinden, Fazilet’in çatısı altından, Erdoğan liderliğinde AKP’nin kuruluşu gündeme giriyor... Kimliklerini, “muhafazakâr demokrat” partilerinin seçmen tabanındaki algısını da “Ak Parti” olarak ilan ediyorlar. 
 
Kuşkusuz sürpriz Irak işgali süreci için Amerika’ya stratejik ortaklık sözü vermeleri...
Güçlü medya destekli hızlı 2002 iktidara geliş süreçlerinde siyasal İslamcı kavramı, algısı kullanılmadan, Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet süreçlerinin devlet algısının karşıtlığına oturtulması... İktidarları, hele de derin devlet icraatlarının İslam inançları, özgürlükleri karşıtı diktatoryal içerikli suçlamalar ağırlıklı olması...
 
Bugünün FETÖ’cü terör örgütlenmesi, İktidarlarının iktidara geliş sürecinin baş tacı edilen Gülen Cemaati, iktidarlarının kamu kadrolaşmalarında en yaşamsal görevlendirmelerde öncelik verileni... İktidarlarının Amerika, AB ülkeleri katında stratejik ortak olarak baş tacı edilişinde, Ortadoğu, BOP, İslam dünyası projelerine dönük biçilmiş, “ılımlı İslam - yeni Osmanlıcılık” vizyon görevlendirilmeleri üzerinden Cemaat ortaklığı etkisinde, söz söylemek bize düşmez.. 

***

Kuşkusuz o günlerden bugünlere aynı Büyük Ortadoğu Projesi bağlantılı Ortadoğu gelişmelerinde köprülerin altından çok sular aktı... Ancak Ortadoğu’da haritaların; ırklar, dinler, mezhepler ağırlıklı çelişen iç çıkarlar çatışmaları eksen yapılarak emperyal, Amerika, AB, İsrail, yeni güç odakları Rusya, İran faktörü gözetilerek, petrol yataklarının paylaşım dengelerinin atlanmaması koşulları içinde yeniden çizilmesi var...
 
Bağdat’ta Saddam’ın heykelinin Amerikan işgalci gücünün aracı ile yere indirilmesi görüntülerine, Musul, Kerkük’ten nüfus ve tapu kayıtlarının çuvallarla peşmergeler eliyle yaktırılmaları eşlik ediyordu. Haritalarda Irak’ta Amerika, Suriye’de Rusya ağırlıklarının eklenmesiyle birçok değişim yaşanacaksa da, özdeki BOP yeni parçalanmalar mantığı yerinde kalacak. 
 
Stratejik ortaklık düşleri yıkılmış, yerle bir olmuş İktidarlarının sorumluluk, daha doğrusu ülkemiz çıkarları ölçeğinde bağışlanamayacak sorumsuzluklarına sevinecek halimiz olamaz... 
 
Ülkemizin, çocuklarımızın geleceği adına, kurtuluş, kuruluş destanlarının yazılımında öncü liderimiz, Mustafa Kemal Atatürk devrimlerinin ışığında, laik Cumhuriyet’in rejim, toprak bütünlüğü, barış, insan hakları, hukuk devleti düzeni, parlamenter demokratik düzenini ayakta tutacak yaşanmışlıklardan birikimlerimiz... Güvencemiz...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Ekmek için Ekmeleddin Küfür için Yobazeddin! - ORHAN GÖKDEMİR

Furkan Vakfı tarikat benzeri bir yapılanma. Vakfın Kurucusu ve şeyhi Alparslan Kuytul da pek tabii “dini konularda” açıklamalar yapan bir âdem. 2015 yılında tesettür ve cinsellik gibi alengirli konularda açıklamalar yaptı. Müritleri açıklamaları videoya çekti ve vakfın internet sitesinde yayınladı. Şöyle diyordu; "Ne diyor İslam, annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor. Hayal âleminde değil İslam. Tozpembe hayallerde gezmiyor İslam. 'Olmaz canım, annesiyle olur mu, bacısıyla olur mu?' İslam hayal kurmuyor, gerçeği söylüyor. 'Olur' diyor. Biri yapmazsa biri yapar. 'Olur mu?' diyenlerin başlarına geliyor."

Daha kurumsalı Diyanet. Vergilerimizle ayakta duran, devletin en büyük kurumlarından biri. Emrinde yüz bine yakın cami, sayısını bilemediğimiz memur var. Bizim paramızla bizim adımıza mezhepçilik yapıyor. Haliyle fetva da veriyor. Şaka değil, verdiği fetvalar kamu hizmetidir. Kuruma bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu” var. Soruyorsunuz soruyu, alıyorsunuz fetvayı. Vatandaşın biri “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?” diye sordu. Nasıl, ne tür bir sapık vatandaşsa artık? Dini Bilgilendirme Platformu soruyu soran vatandaşa “çüüüş” demedi tabii, alışkındı böyle sorulara. “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” diye cevapladı. “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir” diye ekledi. Soruyu soran sapık, bu cevaptan sonra kızına tecavüz etse sorumluluk kimin olur, siz karar verin.

Ülkedeki yeni toplumsal, psikolojik iklim böyle. Haliyle tarikat, cemaat yurtlarında yobazın insafına terk edilen çocuklara yapılan tacizlerin, tecavüzlerin haddi hesabı yok. Karaman’dan, Ensar’a hepsinin üzeri kapatıldı, gömüldü. 5-6’ya indirdiler taciz, tecavüz yaşını. Uçanla kaçan kurtulabiliyor sadece ellerinden. Şöyle ülkeden uzaklaşıp “büyük resme” baksan ülkenin yürüyen erkek tenasül organlarından oluştuğunu sanabilirsin!

Yalnızca cinsellik mevzuları mı? İktidarın gayrı resmi fetvacısı ve havuz yazarı ilahiyatçı Hayrettin karaman hırsızlığa, devletin soyulmasına müthiş bir gerekçe bulmuştu hatırlayacaksınız. “Günah işleme özgürlüğü”nü kullanıyordu devleti soyanlar. Çaldın ve günah işleme özgürlüğünü kullandın diyelim, öte dünya olmasa bile bile bu dünyada cennet garantiydi. Çalamadın ve günah işleme özgürlüğünü kullanamadıysan, öte dünya şüpheli olduğu gibi bu dünyada cehenneme düştün demekti. İlahiyatçımızın Sözlerinin “Hermeneutik” açıdan yorumu böyle. Dinde müthiş bir açılım demek aynı zamanda bu. Din ile ahlak arasında olduğu varsayılan bağın temeline dinamit yerleştirmek ve fitilini ateşlemek gibi bir şey yani. Nitekim dinin arkasına saklanıp çalanlardan bazıları yakalanınca ayakkabı kutularındaki paraya “cami yaptıracaktık” diye mazeret buldu. E makul bir gerekçe. Çünkü sordular Diyanet’e, “haram parayla yaptırılan camide namaz kılmak caiz midir” diye. Caizdir cevabı aldılar. Boru değil, fetva!

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun yakınması da bunlara yazarken düştü haber sitelerine. Bardakoğlu, "Müslümanlık" ile "ahlak"ın birbirinden ayrıldığını ifade ederek, "Geçenlerde bir hocamız alan araştırması yaptı. Bir soruya canım çok sıkıldı. Soru şuydu: ‘Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi?’ Cevap verenlerin yüzde 70’i ‘hayır gerektirmez’ cevabını verdi" dedi. Yani? Müslümanların yüzde 70’i ahlaksızlığa meyilli. Dinen bir sakıncası olmadığını düşündüklerine göre bunu rahatça söyleyebiliriz. AKP din ile ahlakın bağını kopardı. Ahlaksız bir inanç inşa ediyorlar şimdi. Emevi dönemine dönüyoruz hızla.

                                                                           xxx

“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” girizgâhıdır bu. “Dinimize” sövenler işte bunlardır.
Toplanıp “derin” tarih mevzularına giren bir avuç “dindar” şarlatan da uzun süredir Cumhuriyete ve kurucusuna küfür edip duruyordu. En sonunda işi kurucunun manevi kızıyla yattığına, annesinin de zaten genelevde çalıştığına kadar vardırdılar. Annesinin diz kapağından tahrik olan, öz kızına şehvetle sarılan, hırsızlığı makul gören, çoluğa çocuğa dadanan bir “cemaat”in saldırısı bunlar. Üstelik onlarınki açık, belgeli, kuşku götürmez.

Daha açıklısı şu: Yayınladıkları küfürnamenin danışma kurulu üyelerinden biri CHP’nin “laik cumhuriyeti kurtarmak” için bulup önümüze koyduğu ve “tıpış tıpış oy vermeye” çağırdığı bir şahsiyet. Durumumuz hakikaten acıklı. İktidarıyla, muhalefetiyle cumhuriyete, laikliğe, aydınlanmaya sırtını dönmüş bir ülkede bir çıkış yolu arıyoruz. Dindarı ahlaksız, laiki üçkâğıtçı. Hepimizi hapsetmeye çalıştıkları denklem belli: Ekmek için Ekmeleddin, küfür için Yobazeddin!
Sanmayın dertleri Mustafa Kemal’dir. Dertleri cumhuriyetin laik geleneğidir, dertleri sizsiniz. Size küfrediyorlar, size çamur atıyorlar. Yıkmak istedikleri sizsiniz.

Mücadele etmenin tek yolu var; Aydınlığı arttırmak. Yan yana geleceksiniz, ışığı çoğaltacaksınız. Örgütleneceksiniz yani. Var mı başka yolu?

Hadi o zaman!

Orhan Gökdemir / SOL

Kininin davacısı olmak ve sorgulamak - RIFAT OKÇABOL

Gençlerin “dindar” olmalarını istemekle yetinmiyoruz; ayrıca onların “Dininin ve kininin davacısı olmasını” istiyoruz. Sonra da, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Tabii ki, olmuyor!

Gençlerin dininin ve kininin davacısı olması için, 4+4+4 yasasını çıkarıyoruz. Çocukların süt kuzusuyken imam hatibe gitmesini sağlıyoruz. İmam hatip ortaokuluna gitmeyen çocukları, ya TEOG’da başarısız diye ya da okullarını imam hatibe çevirerek, imam hatibe gitmek zorunda bırakıyoruz. Güzel sanat, beden eğitimi ve felsefe derslerini azaltırken, onları din dersleri bombardımanına tutuyoruz. Yetinmiyoruz, camiye götürme, umreye gönderme, kutlu doğum, değerler eğitimi ve kompozisyon yarışması gibi etkinlikler yanında gerçeklere yabancılaştırarak öğrenciyi, dinin ve kininin davacısı olacak şekilde yetiştiriyoruz. Hatta ortaöğretim yönetmeliğinden gençlerin “soran, araştıran ve eleştiren kişiler olarak yetiştirilmesiyle” ilgili maddeyi çıkarıyoruz.

Sonra da,  “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Olmuyor tabii!
Olmuyor ve olamaz da. Çünkü son yıllarda, yukarıda özetlenen uygulamalarla, çocuğun bilişsel ve duyuşsal gelişimini inanç öğretisiyle sınırlıyoruz. Çocuk kendisine öğretilen inançla ilgili konuları, sorgulamadan, eleştirmeden ve tartışmadan öğreniyor. Öğretilen dışında bazı gerçeklerin olduğunun ayrımına varması bile engelleniyor. Bilişsel gelişimi öğretilen inançla ve duyuşsal gelişimi de, korkuyla, şükranlık duygusuyla, cihat anlayışıyla, dualarla, sabırla, kaderle, itaatle ve kindarlıkla şekilleniyor. Bu arada öğretim süreçlerine girişimciliği ve rekabetçiliği de katarak, kişisel yarar için itaatin ne anlama geldiğini de öğretiyoruz. Bunları okulda öğretemiyorsak, cemaat türlü yapılanmalarla yazılı ve görsel yandaş medya bu konuda elinden geleni yapıyor.

Kişi, televizyondan, gazetelerden, aile içi ya da arkadaşlar arasındaki konuşmalardan itaat etmenin faziletlerini, karşı çıkmanın, eleştirmenin ve hak aramanın da nelere mal olduğunu öğreniyor. Kişi, televizyonda, parti başkanından farklı düşündüğünü açıklayan bir yetkili siyasetçinin, söylediklerini lideri beğenmediğinde ertesi gün sözünü geri aldığını görüyor. Eleştiren, düşündüğünü açıklayan ve hakkını arayan kişilere açıkça hakaretler yağdırıldığını, işlerinden atıldığını ya da hapse atıldığını gören kişi, daha da itaatkar oluyor. Kişinin yaşam anlayışı da, vicdani gelişmesi de, dünyayı ve geçekleri algılaması da bunlarla sınırlı kalıyor. Bilişsel ve duyuşsal gelişimimizin sınırlı olduğunu, hem PİSA sınavları hem de OECD’nin yaptığı yetişkinlerin yeterlik düzeyi araştırmaları gösteriyor.
Cemaatlerin son yıllardaki gelişimi de, bu nedene dayanıyor. Dininin ve kininin davacısı olarak yetiştirilen kişi, kim önce kapmışsa onun (Fetönün, cüppelinin, ahmetin, mehmetin, …) elinde kalıyor. Bu nedenle bir cemaatten canı yananların çoğu anında, güçlü olduğunu düşündükleri bir başka cemaate ya da cemaat benzeri yapılanmalara kapağı atıyor.

Ektiğini biçenlerin, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demesi, gerçeklerin üstünü örtme çabası dışında bir anlam ifade etmiyor.

Çünkü “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demek için, AKP’nin 2011’den bu güne yana eğitim ve kültür yaşamında yaptıklarının tümünden vazgeçmesi gerekiyor. Çocukları küçük yaştan, kendi inançları doğrultusunda yoğurmaya yönelik süreçler yerine, onları özgürleştirecek bilimsel süreçlerle güzel sanatlara yer vermesi gerekiyor.

Çünkü gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılıp dinin ve kininin davacısı olacak kişinin, kan davası anlayışıyla yetişmiş bir kişiden pek farkı olmuyor; davasına bağımlı kalmaktan kendini kurtaramıyor; davası dışında bir şey düşünemiyor, o konu dışında sorgulayamıyor. Dava inanç, kin ya da kan üzerinden olunca, bağımlılık kaçınılmaz oluyor. Bağımlı insanın düşünme, sorgulam, sağlıklı irdeleme ve karar verme şansı pek kalmıyor.

Gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılmış konularda davası olanlar değil de, emek davası, hak davası, eşitlik davası güdenler, kendileri için değil de, doğa, insan ve toplum için davası olanlar, sorgulayabiliyor, eleştirebiliyor ve özgürleşebiliyor.

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

AKP İslamcılığın bağrı değil morgudur! - TAYFUN ATAY

Çok iddialı gelebilir belki ama İslamcılık İran’da Humeyni ile başladı ve bitti.
O yüzden dünyaya “postİslamizm” i takdim etmiş Asef Bayat, kavramına açıklık getirme yolunda en çok Humeyni- sonrası İran’ına göndermede bulunur.

Bana da post-İslamizm, İslamcılığın “simülasyon”dan ibaret hale geldiği evreyi işaret ediyor.
Simülasyon (Baudrillard’a saygıyla!), olmayan bir şeyi var gibi göstermektir.
Gerçeğin tüm “gösterge”lerine sahip olduğu halde gerçeğin kendisi olmayandır.
Aslında son dönemlerde sıklıkla gündeme gelen “post-truth”, yani gerçek-aşı(nı)mı kavramı da simülasyonla aynı (postmodern) sürekte karşımıza çıkmakta denilebilir.
Bunların İslami iklimde tezahürlerinin de post-İslamizm kavramıyla anlamlandırılabileceğini kaydetmek, dolayısıyla şu, “AKP’de İslamcı tasfiyesi yapılıp yapılmayacağı” tartışmasına da gülüp geçmek gerekir.
***
İslamcılık, Batı modernitesi karşısında bir çırpınışın sonucuydu.
Onun ilk temsilcilerini ayırt eden motif, “apoloji”dir. Yani Batı’yı “modern” yapan ne varsa (bilim, akılcılık, felsefe, hümanizm, insan hakları, demokrasi, parlamento, vd.) bunların hepsi İslam’da zaten var diyerek İslam’ın değişmeye, gelişmeye, ilerlemeye mani ve uyarsız olduğu iddialarını karşılamak, göğüslemek… Ortadoğu’da Cemaleddin Afgani’den Muhammed Abduh’a, Hint yarımadasında Seyyid Ahmed Han’a açılan yelpazede böylesi bir “modernist” eğilim, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından 20’nci yüzyılın başlarına kadar İslamcılığı karakterize eder.
Sonra sadece “modern” Batı’da olan değil olmayan, daha doğrusu onda eksik olan da İslam’da var diyen, “apoloji”yi bırakmış, püriten ve reaksiyoner, bir anlamda da modernitenin içinde ama anti-modernist bir İslamcılık yaygınlaşır 20’nci yüzyılda.
Mısır’da Reşid Rıza, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Pakistan’da Mevlana Mevdudi, İran’da Ali Şeriati, en karakteristik figürleridir bu çerçevedeki İslamcılığın… 

***
Bizim coğrafyamızda ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslamcı düşüncenin temsilcisi bir dizi önemli isim olmakla birlikte (ki burada da İsmail Kara’ya saygıda kusur etmemek gerekir!) özellikle siyaseten akla gelen isim Sultan II. Abdülhamid’dir.
Bu, ilginç bir büyük haksızlıktır.
İslamcılık (daha doğrusu “İttihad-ı İslam” ya da Panislamizm) Abdülhamid’den önce Yeni- Osmanlı düşüncesinde (Namık Kemal’le) sökün eder ve İslamcılık, Abdülhamid’den sonra asıl II. Meşrutiyet döneminde esaslı bir ideolojik çehreye bürünür. 

***
Basitleştirmemize izin verilirse İslamcılığın, modernitenin altyapısını oluşturan endüstriyel kapitalizmi sağlıksız addedip onu sağaltma girişimi olarak ortaya çıkmış Marksist sosyalizmin motivasyonuna İslami bağlamda sahip olduğu söylenebilir.
Bu sağlıksız “modern” dünya halini ve işleyişini, onu “veri” alarak Kuran ve hadislerden hareketle sağaltma girişimidir o... Ve elbette kapitalizmi olduğu kadar sosyalizmi de karşısına alır.
Necmettin Erbakan’ın naif ve fantastik “Milli Görüş” (devamında “Adil Düzen”) söylemi, bu çerçeve içerisine dâhil edilebilirdir.
Ama hepsi bu!.. AKP, bu çerçevenin dışındadır. 

***
AKP, kapitalizmin küreselleştiği aşamada, onun karşısında bir seçenek olmak yerine onun bünyesinde bir “renk” olarak sökün etmiş bir hareket.
Kapitalizm karşısında İslamcılık adına olsa olsa teslim bayrağının çekildiği bir hareket.
Kapitalizmi “haram” sayan İslamcılığa nazaran, kapitalizmi “helâl” sayan bir hareket.
Bana sorarsanız onun içinde İslamcılığın tortusunu bile aramak abes ve “simülasyon”, durumu tam anlamıyla açıklığa kavuşturan anahtar kavram: İslamcılık AKP’de olmayan, ama varmış gibi gösterilen bir “değer”... 

***
2000’ler başından itibaren sistemin krizine çare olarak dünyanın hemen her yerinde “kentsel dönüşüm” adı altında işlerliğe sokulan inşaat kapitalizminin Türkiye taşeronu olarak çıkış yakaladılar.
Memleketi şantiyeye çevirdiler; betona hafriyata boğdular; “İnşaat ya Resulullah” der oldular.
Bu arada İslamcılığı da “simülatif” olarak elde tuttular.
İktidar, onları zehirledi, yozlaştırdı, vicdansızlaştırdı, acımasızlaştırdı, yalnızlaştırdı, “yapayalnız”laştırdı, acizleştirdi.

O aczle başlangıçta kapitalizme ram olurken beslendikleri liberallerin terkiyle oluşan boşluğu bir yandan yaşlı ve demode bir “Devlet”çi milliyetçilikle (İslamcı terminolojide “kavmiyetçilik”), diğer yandan lümpen mi lümpen, yandaş mı yandaş bir troller ordusuyla doldurmaya çalışıyorlar.
Ve trol cehaleti, İslamcılığın “simülasyon”unu gerçek sandığı/saydığı için bir “AKP’de İslamcılık” tartışmasının önü açıldı. Ama bu tartışma da bir simülasyon...
AKP bu memlekette bitmiş bir İslamcılığın uzun ölümünün yatırıldığı bir morgdan ibaret.
O, post-İslamizme emsal teşkil ederek yola koyuldu.
Şimdi “post-mortem İslamcılık” örneği olarak yola devam ediyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘73 yıllık’ bir ‘Cumhuriyet’ okurundan! - Meriç Velidedeoğlu

Geride kalan pazar günü, “1923 Devrimi”nin gazetesi olan, adı da “Devrim’in Önderi Atatürk” tarafından konulan, Cumhuriyet’in ilanından yalnızca “6 ay” sonra doğan, gazetemiz “Cumhuriyet”, “93” yaşına girdi.

 
“Cumhuriyet”, ülkemizin, “İslam” dünyasında tek “laik” ve “çağdaş” devlet olması dolaysiyle, bu ilkeleri korumanın, bir “Devrim Gazetesi” olarak taşıdığı, sorumluluğun bilinci içinde olmayı sürdürecektir, diye düşünüyorum, her ne denli, “laik” yerine “seküler”, “laiklik” yerine “sekülarite”, “çağdaş” yerine “modern”, “çağdaşlık” yerine “modarnite” denilmesinin, daha “doğru” olacağı söylenip, yazılsa da...
 
Yıllarca kutlanan “7 Mayıs” gününü, bu yıl, “Cumhuriyet”in İmtiyaz Sahibi Orhan Erinç’in yaptığı konuşmada, “Sizlerle bu mutluluğu paylaşmak bizim için de geleneksel bir yaklaşımdı, ama ne yazık ki içerdeki arkadaşlarımız nedeniyle ‘kutlama’ sözcüğünü kullanmak içimize sinmedi. ‘Etkinlik’ diye adlandırmak zorunluluğunu duyduk!” diyen haklı vurgulamasıyla andık. Yine gazetemizin bahçesinde yine kalabalık bir okur topluluğuyla, Cumhuriyet’in tüm çalışanları, görevlileri, yöneticileriyle, yazarları Prof. Dr. Erol Manisalı ve eşi, Zeynep Oral, Aydın Engin, Şükran Soner ve konuklarla birlikte, bir etkinlik bağlamında, Cumhuriyet “93” yaşına girdi.
 
Silivri’deki canlarımızın tek tek anılmasıyla, hele “Hakan Kara”nın eşi “Sinem User Kara”nın yaptığı konuşmayla -daha doğrusu seslenişle- “onlar” hepten yanımızda oldular...
Ne var ki, “O. Erinç”in konuşmasını -haklı olarak- gazetemizin, “hem ceza davası, hem vakıf davası” konusuna özgülemesi, “73 yıllık” bir Cumhuriyet okuru olarak içimi burktu; dolaysiyle eve dönüş yolu boyunca, yıllar önceki “Cumhuriyet” ile birlikteydim... 
 
“1940”lı yılların, ilkokullarının birinci sınıfında “gazete okuma” saatleri vardı; gazete sırası gelen öğrencinin -çoğunlukla akşam iş dönüşü babanın getirdiği gazeteyi- ertesi sabah sınıfa getirmesiyle sağlanırdı; çoğunluk çoğu kez Cumhuriyet’te olur, ardından “Son Telgraf”, “Son Posta”, “Akşam” gazeteleri gelirdi; çok sürmedi bu uygulama, “1950”ye varmadan kaldırıldı. 
 
O yıllarda, dahası uzun süre; ‘7 Mayıs’ kutlamaları yalnızca “gazete” bağlamında olsa da, ertesi gün de yazarların çoğu, türlü açılardan, az-çok değinirlerdi bu kutlamaya ve Cumhuriyet’e; okurlar tarafından da -sanırım- beklenirdi bu değinmeler, anımsamalar... 
 
Ee, dile kolay, “73 yıllık” bir okuyucu olarak, Cumhuriyet’in “93.” yılını, kutlamaya “gelemeyenler” dışında, açıkçası gelmeyenlerce pazartesi günkü yazılarında, gazetemizi, bir-iki sözle de olsa anacaklarını düşünmekten yine kendimi alamadım... Üstelik, pazartesi günü anılan, sözü edilen bir “gazete” vardı da, “Cumhuriyet” değildi; son günlerde adı sıkça duyulan, henüz bir yıllık, “Karar” gazetesiydi bu. 
 
Bu şanslılığın (!) nedeni, önceki İstanbul müftülerinden Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın, “Tek-bir” başlıklı yazısının “Karar”da, yayınlanmış olmasıydı (3.5.2017); kuşkusuz, “Tekbir”in “yerli, yersiz” seslendirilmesiyle ilgili tutumun, yalnızca “Cumhuriyet” okurları için değil -yazarının dediği gibi- “Diyanet”in ciddi ciddi ele alması gereken bir konu... 
 
Eh, “Tekbir” yer alınca, “Müslümanlık” üzerine “dini” bir yazı da buna eşlik ediverdi, “7 Mayıs”ın ertesindeki pazartesi günü. 
 
Bilmem ki değerli dostlar ne dersiniz, özellikle “tarikatlar”la ilgili oldukça “etraflıca” ya da “derin” yazılar biraz sıklaştı gibi gazetemizde? 
 
Kuşkusuz, “Cumhuriyet” yazarları konularını seçmekte, bütünüyle özgürdürler... 
 
Benimki de “Tahir Efendi”nin dediği gibi “dinozorluk” işte... 
 
“24 Temmuz”da Silivri’deyiz değerli dostlar, yavaş yavaş hazırlanalım diyorum.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Kadın ve yargıç bir Danıştay Başkanı! - EMRE KONGAR

Değerli okurlarım, ben kendimi “Feminist” olarak nitelerim.
Bu nitelemede ne denli haklı olduğumu bilmiyorum ama, bütün hayatım boyunca, bir Toplumbilim hocası olarak kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından yana tavır koydum:
Çünkü henüz din/tarım toplumunun erkek egemen feodal değerlerinden kurtulamamış olan Türkiye’de bir kadının bir yere gelebilmesi için kendisiyle aynı niteliklere sahip erkeklerden çok daha fazla gayret sarf etmesi, çok daha fazla bedel ödemesi gerektiğini biliyorum.
Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, bir kadındır.



Bir kadının böyle bir göreve gelmesi sadece Atatürk Türkiye’sinin başarısı açısından değil, kadın hakları bakımından da büyük bir sevinç uyandırmıştır. 

***

Bütün akademik yaşamımı ve yazarlık kariyerimi “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti”nin gelişmesine adadım.
Bu açıdan, ailemden aldığım terbiyeyle de tam bir uyuşma halinde, hukukçulara, özellikle de yargıçlara büyük bir saygı besledim.
Onların daima benim gibi ortalama vatandaşlardan daha yüksek bir meslek ahlakına, dolayısıyla daha üstün bir hak, hukuk ve adalet duygusuna sahip olduklarına inandım ve bunu savundum.
Zerrin Güngör, bir hukukçu ve bir yargıçtır.
Sadece bu niteliği bile kendisine büyük bir saygı ve güven beslenmesinin nedenidir. 

***

Danıştay, ülkeyi yönetenlerin bütün yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleyen, insanları iktidarlara karşı koruyan, ayrıca Anayasa’nın “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” ilkesini kollayan en üst idare mahkemesidir.
Öğretim üyesi olarak, Danıştay’daki kültür ve sanatla ilgili davalarda defalarca “Bilirkişi” görevi yaptım. Ne denli titiz ve hukuka uygun çalıştıklarına bizzat tanık oldum.
Müsteşarlık yaptığım dönemde, Bakanlıkta alınan bütün kararların hukuka uygun olmasına özen gösterdim; “Danıştay ne der” sorusunu hep aklımda tuttum.
Zerrin Güngör Danıştay Başkanı’dır.
Bu niteliği ile de benim toplumsal hiyerarşik değerler sistemimin en üst sıralarında yer almaktadır. 

***

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıl Dönümünde, (bence tarihe geçecek) bir konuşma yapmış:
Tüm yetkileri tek elde toplayan, Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini, Hâkimler Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını atama hakkına sahip kılınan Cumhurbaşkanı’na, tüm adalet mekanizmasını belirleme, ülkeyi KHK’lerle ve seçilmemiş yöneticilerle idare etme olanağı veren...
Böylece kuvvetler ayrımını ortadan kaldıran Halkoylamasını hatırlatıp:
“16 Nisan 2017 tarihinde halkoylamasına sunulan ve kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir” diyebilmiş.
Yüz bini aşkın kişinin işten atıldığı, binlerce yargı mensubunun, sivil ve asker bürokratın, medya mensubunun hapsedildiği, şirketlere, yayın organlarına el konduğu, Halkoylaması koşullarının baskı altında zehirlendiği...
OHAL dönemi ve OHAL’de çıkarılan KHK’ler konusunda da:
“Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK’lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir biçiminde konuşabilmiş. 

***

Danıştay Başkanı Sayın Zerrin Güngör bu konuşmasıyla, Anayasasında “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde artık hiç kimsenin idare (iktidar) karşısında güvencesi kalmadığını ilan etmiş...
Ayrıca benim yaşamım boyunca inandığım ve savunduğum bütün toplumsal, siyasal ve akademik değerleri de sıfırlamış bulunmaktadır!
 
BEN BU DEĞERLERİM İÇİN DİRENMEYİ SÜRDÜRECEĞİM!

Emre Kongar / CUMHURİYET

Veba ile kolera arasında...- ERGİN YILDIZOĞLU

Bir gözlemci, “Fransız halkı veba ile kolera arasında kalınca kolerayı seçti” diyordu, ben de, “yeni bir seçenek yaratılamazsa, 2019’da biz de kendimizi benzer bir konumda bulacağız” diye düşündüm. Neyse, biz şimdilik Fransız “halkının” sorunlarına odaklanalım. 


Rahat bir nefes...
Başkanlık seçimlerini Macron kazandı, sağdan sola kurulu düzen rahat bir nefes aldı: “Popülist dalga kırıldı”, “Avrupa Birliği kurtuldu” filan... Gerçekteyse tehlike geçmedi. “Popülist” dalgaya enerjisini veren ekonomik sosyal kültürel kriz aşılamıyor, Ulusal Cephe’nin oyları artıyor.
Buna karşılık, Macron’un ve yeni kurulan partisinin gelecek ay yapılacak genel seçimlerden de başarıyla çıkabileceğini, programının, Fransa ekonomisini durgunluktan çıkarabilecek, işsizliği azaltabilecek, “Avrupa Birliği”ni bir arada tutabilecek, göçmenler sorununa bir çözüm olabilecek, yabancı düşmanlığına yol açan “kültürel stresi” azaltabilecek formülleri içerdiğini söylemek çok zor.
Başkanlık seçimlerinde Le Pen’e ve Macron’a oy veren kesimleri karşılaştırınca, gelecek ay yapılacak genel seçimlere, 2022’deki başkanlık seçimlerine ilişkin iyimser olmak zor.
Başkanlık seçimlerinde 18-24 yaş arası gençlerin yüzde 44’ü, erkeklerden daha çok kadınlar, el emeğiyle çalışanların yüzde 63’ü, Le Pen’e oy vermiş. Le Pen’i destekleyenlerin, sanayi işçileri, kamu çalışanları ve polis içindeki oranı artmış. Ek olarak bu kesimi birleştiren milliyetçi, ırkçı kültürel platformun, genel olarak muhafazakâr seçmenin duyarlılıklarına yabancı olmadığı da söylenebilir. 

Merkezci popülist
Macron’u da, muğlak bir programla, birçok sınıfa birden dayanmaya çalışması açısından “merkezci popülist” olarak tanımlayabiliriz. Bu özelliğinden dolayı yüzde 65 ile kazandığı “büyük bir zaferin” dayanaklarının aslında çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz.
Macron’un, yeni kurulan partisi, kültürel olarak homojen bir sosyal tabana, bir siyasi geleneğe dayanmıyor. Macron’un daha dün şekillenmiş örgütsel, yapılanmasının genel seçimlerde sergileyeceği performansı önceden bilmek zor ama, sol ve muhafazakâr sağ seçmenin kendi partilerine, adaylarına döneceğini, Macron’un aldığı desteğin parçalanacağını düşünebiliriz.
Diğer taraftan Macron’un, işsizliği azaltmaya, ekonomik büyümeye yönelik etkin politikalar tasarlaması, uygulaması da çok zor. Macron, küreselleşmeci neoliberalizmin ürettiği bir politikacı olarak iki basınç arasında kalacak: AB’nin ve Fransa’nın neoliberal güç merkezleriyle bağları, Fransız devletinin planlama geleneğine ilişkin güçlü “algısal kilitler” düşünce ve manevra alanını kısıtlayacak. Diğer taraftan, Macron işsizliği azaltmaya kalktığında eğer “emek piyasası esnekliği” üzerinden giderse sendikalarla, devlet harcamaları yoluyla istihdamı arttırmaya çalışırsa, mali sermaye ile çelişmek durumunda kalacak. Göçmenlik sorunu, güvenliği arttırma önlemleri de Macron’u eğitimli, liberal, sol kesimin arzularıyla karşı karşıya getirecek.
Gelecek ay yapılacak genel seçimlerde Macron’un bloğunun dağılması, muhafazakâr partilerin toparlanması, Le Pen’in partisinin mecliste grup kuracak sayıya ulaşması, devlet başkanı olarak Macron’un, ekonomi, Avrupa Birliği, göçmenlik/güvenlik konularında kendisinden farklı düşünen bir hükümet ve meclis ile çalışmak zorunda kalması güçlü bir olasılık.
Tüm bunlar, Macron’un getirdiği “rahatlamanın” kısa süreceğini, merkezin dağılmaya devam edeceğini, faşist hareketin 2022 başkanlık seçimlerine, Marine Le Pen ya da, çok daha katı ve dindar Marion – Maréchal Le Pen liderliğinde daha da güçlenerek girme olasılığının çok yüksek olduğunu düşündürüyor.
Artık veba ile kolera dışında, kapitalizmin bu hasta ufkunun ötesine yönelik bir hareket geliştirmek için birleşmek, bu birliğe uygun dili kurmaya çalışmak gerekiyor. Yoksa, bu gidişle, bünyemiz koleradan iyice zayıflayacak ve biz sonunda vebadan öleceğiz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’in yıldönümünde - ZEYNEP ORAL

Hava inadına güneşliydi... Günlerden pazardı... Gazetenin yıldönümüydü. Kutlamaya benzemeyen bir kutlamaydı. Bizimkiler “Bugün pazar/ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” bile diyemeyeceklerdi, bunu biliyorduk. Ama işte yine de güneş
topladık onlar için...
Ben sırtımı, bizim gazetenin dış duvarına dayamış, bir yandan Orhan Erinç’i Zülfü Livaneli’yi, Ekrem Ataer ve Halk Korosu’nu, Haluk Levent’i dinlerken, Rutkay Aziz’le, Nur Sürer’le ve daha nice sanatçıyla, yazarla kucaklaşırken gözlerimi tam karşımdaki afişten ayıramıyordum.
Afiş kocamandı. “Yalnız Değilsiniz, Yalnız Değiliz” yazıyordu. Harfleri onların gülümseyen yüzleri çepeçevre sarmıştı. Zaten en büyük alkışı da onlar aldı. 



Onlar, hapisteki arkadaşlarımız. İsimleri tek tek okundukça, avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlıyorduk.
Ahmet Şık! Alkışlar, boyun eğmemeye!
Akın Atalay! Alkışlar, doğrudan ve haktan şaşmamaya!
Bülent Utku! Alkışlar, ödün vermeden ilkelere sahip çıkmaya!
Güray Öz! Alkışlar, bilgiye, birikime!
Hakan Kara! Alkışlar, topladığımız bu güneşi ve umutlarımızı size yolluyoruz demeye!
Kadri Gürsel! Alkışlar, bütün dünyanın gözü sizin üzerinizde!
Murat Sabuncu! Alkışlar, emeğe saygıya!
Musa Kart! Alkışlar, gülümseyerek direnmeye!
Mustafa Kemal Güngör! Alkışlar: Bu güzelim memleket bir gün elbet aydınlığa çıkar inancına!
Önder Çelik! Alkışlar, adalet, hak, hukuk hasretine!
Turhan Günay! Alkışlar, kalbimiz, aklımız, vicdanımız isyanda diye haykırmaya!
Yunus Emre İper! Alkışlar, özgürlüğe!
Onları alkışlarken aklıma içerideki öteki gazeteciler düşüyor. Tanıdıklarım, tanımadıklarım, adlarını bile bilmediklerim... Tanrı aşkına, iktidar partisinin Fethullah Gülen’e döktürdüğü övgülerin yanında, Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan ya da Mehmet Altan’ın söyledikleri sivrisinek vızıltısı gibi kalmaz mı?
Cumhuriyet’in tel örgülerle çevrilmiş bahçesinde kutlamaya benzemeyen kutlamada, kimin hapis, kimin özgür, kimin esir olduğu pek belli değil. Birer direnç abidesine dönmüş “eşler”, bana sorarsanız, en az içeridekiler kadar, belki de daha büyük kahraman! 

***

Tel örgülere Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın yazıları büyütülüp asılmış... İlhan Selçuk’un “Saat kaç” başlıklı yazısından birkaç satır gözlerimi buğulandırıyor, genzimi yakıyor...
“Türkiye bugün uygarlık kapsamında topun ağzındadır.
Dinci devlete geri dönüşü savunan partiler, gazeteler, televizyonlar, tarikatler, cemaatler, kurumlar, okullar seferberlik durumundadırlar... Tümü de Atatürk düşmanıdırlar...
İnsanlık tarihinde bir olağanüstü uygarlık devrimini gerçekleştirmiş kişiyi yakmak istiyorlar.
Evet, tekrar soruyorum. Biz bu seferberliğe karşı ne yapıyoruz?
Türkiye topun ağzındadır...
Top ne zaman patlayacak?
Saat kaç?”
7 Mayıs Pazar günüydü. 93. yılı kutladık. Biraz hüzün, biraz coşku, bol sarılma, bol kucaklaşma, bol dayanışma, bol hasret, bol umut... Hepsi birbirine karıştı. İçimde Nâzım’ın dizeleri kaldı:
“Bugün pazar...
Bugün, beni ilk defa
Güneşe çıkardılar.
Ve ben, ömrümde ilk defa
Gökyüzünün
Bu kadar benden uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,
Kımıldamadan durdum
Sonra, saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım...”

ZEYNEP ORAL / CUMHURİYET

Boğaziçi’nde bir direniş günü - NAZIM ALPMAN

Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) öğrencileri ve mezunlarının davetiyle hafta başında (8 Mayıs 2017) İstanbul’un en güzel okuluna gittim. Kapıdan girer girmez kendinizi başka bir gezegene gelmiş gibi hissediyorsunuz. Dünyada ve İstanbul’da olduğunuzu, çiçeklenmiş erguvan ağaçları arasından kuş bakışı gördüğünüz İstanbul Boğazı manzarası sayesinde anlayabiliyorsunuz.

Bu köklü okulun temelinde var olan özgürlük havası bütün çabalara karşın varlığını korumaya devam ediyor.
Ancak bu hava eskisi kadar rahat ve kendi halinde esmeye devam edecek gibi görünmüyor. Özgürlük havası için Boğaziçililerin biraz okullarına el atması gerekecek gibi gözüküyor.
Boğaziçi denilince akla gelen ilk şey akademik özgürlüktür.

Beni davet edenler “Tarihin Nöbeti” adıyla kurulmuş bir aktivite çadırında konuşma yapmamı istemişlerdi. Yazışma sonunda“gazetecinin yolu” temalı bir sunum yapacaktım. Meslek güzergahı üzerinden toplam bir saatlik beraberlik hedefliyorduk.

Ama öyle olamadı. Burası Boğaziçi Üniversitesi idi, ne zaman hangi sürpriz ile karşılaşacağınız belli değildi.

Tarihin Nöbeti çadırı bir gün önce alınan kararla Rektörlük binasının önüne taşınmıştı. Ve alan çok hareketliydi. Okulun özgür öğrencileri toplu halde Rektörlük Kapısına dayanmışlar ve hocaları için eylem yapıyorlardı.

•••

Boğaziçi öğrencilerini ayaklandıran gelişmeler Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) bir tasarrufu ile başlamıştı. YÖK, BÜ Sosyoloji Bölümünden Prof. Dr. Abbas Vali ile Tarih Bölümünden Doç. Dr. Noemi Levy-Aksu’nun çalışma izinlerini iptal etmişti.

Bu gelişme üzerine öğrenciler “Hocama Dokunma” pankartı astıkları Tarihin Nöbeti çadırını kurdular.

Öğrenciler de “nitelik” eylemi yaptıklarından çadırlarını ve nöbetlerini bilimsel toplantılarla renklendiriyorlardı. Başta tarih bölümü olmak üzere BÜ öğretim üyeleri Tarihin Nöbeti çadırına geliyorlar, öğrencilere dersler veriyorlardı.

•••

Tarihin Nöbeti 14 Mart 2017’de kurulmuştu. Benim konuk olduğum 8 Mayıs’ta da Rektörlük önüne taşınmıştı.
Aslında Rektör Prof. Dr. Mehmed Özkan “fena” bir insan değildi. Bu tarihi okulun en üst makamına geldiğinde, “Boğaziçi’nin özgürlükçü yaşam geleneğine sahip çıkacağım” şeklinde bir açıklama bile yapmıştı. Zaten o da Boğaziçili idi.
Sadece atanma biçimi bu okulun özgürlükçü geleneğiyle pek örtüşmüyordu. Kendisi aday değildi. Okulda hiçbir meslektaşının oy desteğini de talip olmamıştı. Cumhurbaşkanı atama yetkisini kullanıp, Mehmed Özkan’ı Rektör yapmıştı.

Bizim “Tarihin Nöbeti” söyleşimiz sürerken okulun merkezi alanı olan Rektörlük önündeki çayırın öte yanında başka öğrenciler voleybol oynuyorlardı. Bir başka grup tef çalarak protestosunu sürdürüyordu.

Tam konuşmamın ortasında bir genç gelerek izin istedi. Çok önemli bir gelişme olmuştu. Bununla ilgili duyuru yapacaktı. Okuldan uzaklaştırılan Prof. Dr. Abbas Vali ile Doç. Dr. Noemi Levy-Aksu’nun avukatları bir üst kuruma yaptıkları itirazlarına BÜ rektörlüğü “olumsuz” yanıt vermişti. Bunun için saat 17.00’de bütün öğrencileri Rektörlük önüne beklediklerini ilan etti.

Ben de o sırada insan hakları gazeteciliği üzerine konuşuyordum. Birden böylesi bir sıcak direnişin içine düşünce haliyle bir anda eski günlere doğru uzanıp, Metin Göktepe gazeteciliğinin zirve yaptığı yılları anlatmaya başladım. Umutsuz gibi görünen bir sürecin sonunda gazetecilik direncinin katilleri yargı önüne getirdiğini ve mahkum ettirdiğini söyledim.

Önemli olan direnen kitlenin niteliği idi. Haklı ve doğru kendiliğinden kabul görmüyordu. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de Rektörlük kapısında hocalarına sahip çıkmanın onurunu taşıyorlardı.
Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen öğrencilerle geçirilen bir gün, yarınları olan umudunuzu perçinliyordu.

Nazım Alpman / BİRGÜN

İki onurlu insan; Nuriye ve Semih!.. - FİKRİ SAĞLAR

16 Temmuz FETÖ kalkışması sonrası iktidar, kendisine bahşedilen “Allah’ın lütfunu”, iyi değerlendirdi.
O güne kadar devleti teslim ettiği ve tüm icraatı birlikte yaptığı, Cemaat’çi yol arkadaşlarından kurtulmanın yöntemini KHK’lerle buldu.
Yüz binleri geçen ve zamanında kendisinin atadığı kamu görevlilerini FETÖ’cü diyerek işten attı. Açığa aldı ya da tutukladı. Kısaca müthiş bir senaryo ile kadroları boşalttı.
Bu arada solcu, yurtsever, barış yanlısı akademisyen, memur, ne kadar muhalif varsa, onları da FETÖ torbasının içine koydu.


• • •

Soruşturma yapmadan, belge delil koymadan, iddia oluşturmadan insanları suçladı.
Hukuka adalete, hakka ve insanlığa sığmayan bu durum kabul edilemez.
Nitekim onurlu olan insanlar tepkilerini göstermekten geri durmadılar.

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça böyle bir vahşi davranışa boyun eğmedi.
Türkiye için yüz karası olan, saygınlığını yitirten, insanlığı, haklarını yok eden bu duruma kendi yaşamlarını ve bedenlerini koyarak karşı çıktılar.
184 gündür eylemdeler!..
120 gün haklarını, işlerini, ekmeklerini geri almak için mücadele ettiler. İktidar duymadı!..64 gündür de açlık grevindeler!..
Dün CHP Milletvekilleri Ali Şeker, Mehmet Tüm, Orhan Sarıbal, Nefi Kara, Barış Yarkadaş ve ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’la birlikte Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı ziyaret ettik. Destek olduğumuzu söyledik.

• • •

Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Vedat Bulut, Genel Sekreteri Dr. Mine Önal ve Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Metin Başbuğ, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yla ilgili bir basın toplantısı yaptı.
Toplantıdaki açıklamaları çok önemsedim... Paylaşmak isterim;
Açlık grevlerinde ölümler olmasın, insanca yaşamı savunuyoruz…
Ankara Tabip Odası olarak daha önce Tokyo ve Malta Bildirgelerinden kaynaklanan hekimlerin açlık grevlerine olan yaklaşım ve sorumluluklarını kamuoyu ve basınla birçok kere paylaştık.
Ankara Tabip Odası ve İnsan Hakları Komisyonumuzun ortak çalışmalarıyla açlık grevi başlatan Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’nın gerekli muayenelerini başlattık ve açlık grevi sırasında uyulması gereken kuralları kendilerine aktardık.
Günde 1 lt su, 5 çorba kaşığı şeker, 2 çay kaşığı tuzun ve B1 vitamininin günlük olarak alınmasını önerdik.
Bu süreç içerisinde her iki vatandaşımız 15 kg üzerinde kilo kaybı yaşadığı gibi, iki gündür Sn. Nuriye Gülmen’in sağlığı giderek bozulmuştur. Tansiyon ve nabız düzensizlikleri başlamış, bulaşıcı hastalıklara karşı savunmaları zayıflamıştır.
Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça kan ve biyokimya değerleri bu açlık grevinde giderek kötüleşmiştir.
Özellikle açlık grevlerinin kritik dönüm noktası olan 45. gün aşılmış ve 63. güne girilmiştir. Her iki vatandaşımızda algılama, duygu durum bozuklukları, zihinsel ve motor faaliyetlerde bozulmalar dikkat çekicidir. B1 vitamini desteği almalarına karşın bu belirtiler Wernicke-Korsakoff Sendromununöncü belirtileridir. Bu hastaların %10-15’i yaşamını kaybetmektedir ve %77 si ileriki dönemlerde enfeksiyonlarla kaybedilmektedir. %25 kadarı uzun süreli hastane ve özel bakım gerektiren bedensel ve ruhsal sağlık sorunlarından etkilenmektedir.
Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’yla görüşmelerimizde bilinçleri kapanması durumunda müdahale şansı ve izinleri Ankara Tabip Odası tarafından ısrarla istenmiş, ancak kendileri bu onayı vermeyeceklerini ve tedavi olmak istemediklerini defalarca beyan etmişlerdir.
Amaçlarını kendi ölümlerinin ve etkilenmelerinin KHK nedeniyle haksız ve hukuksuz bir şekilde işlerinden, aşlarından edilen diğer on binlerce vatandaş için bir umut olabileceği şeklinde açıklamışlardır.
Ulusal ve uluslararası basın ve kamuoylarının dikkatini bu yöne çekmek ve kendilerine yapılan haksızlığı bu şekilde protesto etmek istedikleri anlaşılmıştır.
Bu trajedi Ankara’nın göbeğinde, TBMM’den 500 mt uzakta, gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Hekimler olarak elimizden bir şey gelmemesinin ıstırabı ve acısı içerisindeyiz. Nihayet açlık grevleri yapan bireyler ölümlerinin zulme karşı bir çığlık olacağını, bu şekilde kendilerini açlıkla terbiye etmeye çalışan hükümeti protesto ettiklerini ifade etmişlerdir.
Tüm dünya kamuoyunun gözü Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’nın üzerindedir. Göstermelik komisyonlarla AİHM’e hile yapma ve uluslararası imza koyduğumuz sözleşmeleri yok sayma anlayışı ülkemizi bir çağdaş ülke olmak konumundan çıkarmakta, Türkiye’nin onurunu zedelemektedir.
Türkiye bu trajediyi ve bu gencecik insanların ölümünü hak etmiyor...”

• • •

Görüldüğü gibi Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumu kritik. Yaşam tehlikeleri var.
Bugünden sonra ölüm riskleri giderek artıyor.
İnsan olmanın erdemiyle kendileri gibi haksızlığa uğramışlar adına mücadele ediyorlar.
Ne denli saygın bir duruş! Ne denli haysiyetli bir karar!..
İlkeleri, onuru ve hakları uğruna bir kişi ölümü göze almışsa, o kişinin kararlılığı ve haklılığı ölçülemez!.
Önünde saygıyla eğilinir!..
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya bir şey olursa, tek sorumlusu bugünkü iktidardır!..

Fkri Sağlar / BİRGÜN

Döviz sorusuna manidar yanıt - ÇİĞDEM TOKER

İhtimal o ki, “yüzde 1621 oranında artış” diye bir ifadeyi daha önce görmediniz. Kulağa öyle tuhaf geliyor ki, bir yanlışlık olmasın diye dönüp tekrar okuyor insan. Ocak-nisan döneminde Hazine kasasındaki nakit açığı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 1621 artarak 26.2 milyar TL’ye çıkmış. Bu hesap, uzun yıllar Hazine müsteşarlığı yapmış bir isim olan Faik Öztrak’tan geldi. Tekirdağ milletvekili Öztrak, Hazine rakamlarını yorumladığında mali disipline neler olduğunu daha iyi görmek mümkün. 

 
Referandum ayı nisanda ise 12 aylık nakit açığı bütün zamanların nakit açığı rekorunu kırmış: 62.9 milyar TL: 
 
Şimdi bu tabloya biraz daha netlik ayarı yapan bir başka gelişmeden söz edelim. Köşenin düzenli okurları anımsar. Hazine’nin bu yılın başında Ziraat Bankası aracılığıyla döviz piyasasında 250 milyon dolar sattığı yolundaki duyumu ve bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e yöneltilen sorulara yer vermiştik. 
 
Bu sorular önemliydi çünkü normal koşullarda Merkez Bankası’nın yapması gereken işlemler Ziraat Bankası’na yaptırıldığı kuşkusu doğmuştu. Yasaya göre Ziraat Bankası, Merkez Bankası’nın mali ajanı. Diyelim ki, bir ilçede -Merkez Bankası şubesi olmayacağı için- Hazine’den çıkan maaş ödemeleri, Ziraat Bankası kanalıyla yapılıp, daha sonra Merkez Bankası’na aktarılıyor. Bu işin, harcama kısmı. Ziraat’in Merkez Bankası’yla “muhabir banka” ilişkisi, gelirler yönünden de benzer nitelikte. Yani X şehrinde toplanan vergiler Ziraat Bankası üzerinden aktarılıyor. 

***

Konunun özü, sahipliği Hazine’de bulunan Ziraat Bankası, ancak Merkez Bankası şubesinin olmadığı yerlerde Hazine işlemleri yapabiliyor. İzmir Milletvekili Aytun Çıray’ın 5 Nisan 2017 tarihli soruları, ayrıntılı ve iktidarın referandum döneminde yaptığı kuşkusu yaratan hesapsız harcamaları da ima ediyordu. Mesela, Merkez Bankası’nın yasal ve teknik altyapısı yeterliyken, satışın niye Ziraat aracılığıyla yapıldığı, işlemin bir defalık olup olmadığı, sebebin, siyasi mi yoksa ekonomik mi olduğu, eğer bir zarar ortaya çıkarsa, bu zararı Ziraat’in mi Merkez Bankası’nın mı üstleneceği gibi...
Her biri diğerinden önemli sorulara, (vergilerimizi ilgilendirdiği için) beklenenden kısa bir sürede yanıt gelmiş. Hazine Müsteşarı adına Kamu Finansmanı Genel Müdür vekili Mehmet Emre Elmadağ’ın imzasını taşıyan yanıt, kısa ama fazlasıyla manidar. 
 
4 Mayıs 2017 tarihli yanıtta, Merkez Bankası’nın Hazine’nin mali ajanı olarak hareket ettiği bilgisi tekrarlanıyor. Keza, yasaya göre Ziraat’ın, eğer Hazine isterse, gerek yurtiçi gerekse yurtdışında her türlü Hazine işlemlerini yapabileceği veya yaptırabileceği vurgulanıyor.
 
İkinci paragraf şöyle:
“Bu kapsamda operasyonel ihtiyaçlar çerçevesinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş arasındaki yurtiçi muhabirlik hizmetleri anlaşması dahilinde ve Hazine Müsteşarlığı ile eşgüdüm içerisinde, zaman zaman yurtiçi muhabir banka aracılığıyla da işlemler gerçekleştirilebilmektedir.”
 
Sorularda net olarak ifade edilen dövizin tutarı, müdahale sayısı, müdahale zamanı, sıklığı anılmıyor. Ama bu genel cevaptan, soruların birçoğunun teyit edildiği yorumunu çıkarabiliriz. Eğer Ziraat Bankası gerçekten döviz piyasasına müdahale etmemiş olsa, cevabın bu berraklıkta verilmesinin önünde ne engel vardı? Belli ki ayrıntıya girme cesareti gösterilmese de yapılan işlemler bütünüyle cevapsız bırakılmak da istenmemiş. Hazine’nin kurumsal olarak kendisini pek konforlu hissetmediği verilen cevaptan hissediliyor. Yanı sıra, piyasa müdahalesinde ağırlık merkezinin Merkez Bankası’ndan Saray’a doğru kaydığı da anlaşılıyor.
 
Merkez Bankası için anılan “amaç ve araç bağımsızlığı”nın sahipliği Hazine’de, dolayısıyla “siyaset kurumunda” olan Ziraat Bankası’nda bulunmadığını anımsatalım. Ve tabii en büyük ve en köklü kamu bankasının Türkiye Varlık Fonu kapsamında olduğunu da.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Bizi kitabın şerrinden koru ya Rabbi!’ - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen 17. Uluslararası Münazara Turnuvası’nın ödül töreninde yaptığı konuşmada okumanın, araştırmanın, muhakeme ve mukayese etmenin önemine değindikten sonra, “Okuma derken 140 karakterlik sosyal medya okumalarından bahsetmiyorum” diye eklemiş. Arama motorlarındaki kaynağı belirsiz bilgi kırıntılarını da malumatfuruşluk (bilgiçlik taslama) olarak niteleyip sözü gerçek anlamda okumaya, yani “yazılı kültür”e getirmiş.
Herkesin altına imza atacağı şu ifadelerine bakalım onun:
“Batı’da onar bin, onar bin, hatta yüzer bin, yüzer bin basılan kitapların bizde bin, bin basılması ve doğru dürüst satılmaması üzerinde çok düşünmemiz gerekir diye düşünüyorum. Elimizdeki cep telefonlarının görünürlüğü kadar kitapların görünürlüğünü sağlamadan bu meseleyi çözemeyiz. Kendimizi kandırmayalım. Ülkemizdeki mesele, kitap bulamama, kitaba ulaşamama değil, kitap okumama sorunudur.”



Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini gazetelerde okuduğumuz aynı gün Cumhuriyet’te yer alan bir başka haber, Belge Yayınları’na yapılan polis baskınında 2200 kitaba el konulduğunu bildiriyordu!..
40 yıllık yayınevinin, bandrol yasası olmadığı 1970’lerde ve 80’lerde basılmış kitapları herhangi bir toplatma kararı bulunmadığı halde “bandrolsüz kitap” bahanesiyle, adeta baskın basanındır dercesine toparlanıp götürülmüş. 

***

Cumhurbaşkanı’nın “Kendimizi kandırmayalım” deyişinden hareketle açalım tartışmanın önünü!..
Evet, kendinizi kandırmayınız! Kitabı böyle sözde önemser görünseniz de özde önemsemek şöyle dursun, kitabı da, kitap okuyanı da, kitap yazanı da tehdit ve tehlike saydığınız, hissettiğiniz, addettiğiniz ortada.
Batı’da onar bin, yüzer bin basılırken bizde biner biner basılan kitaplardan bahsediyorsunuz da işte biner biner polis tarafından da toplatılıyor o kitaplar. Onar, yüzer bin basıldığında bu, polisin işini zorlaştırmaktan, külfeti artırmaktan öte ne işe yarayacak ki?!
Evet, kendinizi kandırmayınız! Değil mi ki “Bizleri bilhassa okumuşların şerrinden muhafaza eyle ya Rabbi” diyen imamların dualarına âmin dediniz.
Değil mi ki okuma oranları arttıkça kendisini hafakanlar bastığını söyleyen, cahil ve okumamış halka daha çok güvendiğini belirten yandaş üniversite yöneticileriniz, akademi bürokratlarınız var.
Değil mi ki iktidarınızın temeli, kitabî öğrenme, değerlendirme, çözümleme, muhakeme ve münazara etme takatine sahip olmayan, şifahî, hamasî ve sathî bilgiyle yetinen okumaz-yazmaz kitlelere dayanıyor en çok.
Referandum sonuçları göstermedi mi? Sadece AKP’ye karşı olan değil, ama AKP’li eğitimli kesimden bile “Hayır” oyları fışkırdı.
Demek ki eğitim düzeyi arttıkça, kitapla ilişki sıklaştıkça, seyrin sarhoşluğundan okuma ile ayıktıkça AKP’nin de, onun reisinin de işi zorlaşmakta.
Eğitim düzeyi düşükse, kitapla aramız yoksa, seyrin ezici hâkimiyeti geriye sadece 140 karakterlik mesajları okumaya yetecek enerji bırakıyorsa, orada bu iktidarın eli güçlü oluyor. 

***

Daha önce yazdık, tekrar kaydedelim: Türkiye, sözlü folk kültürden görsel kitle kültürüne sıçrama yapmış bir toplum.
Bizim dişe dokunur, Batı’da olduğu gibi yüzyıllara yayılmış bir yazılı kültür evremiz olmadı. Halk masallarından, âşık koçaklamalarından, kahramanlık menkıbelerinden önce Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat’lara, şimdilerde de işte “Polat Alemdar”, “Diriliş Ertuğrul”, “Payitaht Abdülhamid”lere ışınlanmış bir kitle var ortada.
AKP’nin de, Erdoğan’ın da beslendiği kitle bu…
O yüzden Cumhurbaşkanı’nın başta işaret ettiğimiz “isabetli” sözleri, aslında kendi bindiği dalı kesmesine neden olabilecek mahiyete sahip.
Çünkü Erdoğan, siyaseten tam bir kitle kültürü fenomeni.
Sözlü kültürden görsel kültüre sıçramış, itaatkârlıktan eleştirelliğe yönelimin önünü açacak yazılı kültür evresini es geçmiş bir “dinleyici ve izleyici” kitlenin, bu Türkiye ortalamasının haline karşılık geldiği ölçüde bugün olduğu yerde o…
Yazılı kültür, sadece okuryazarlık da değil. Yazılı kültür insanı, okumadan duramayan insandır.
Okuyan, hep okuyan, okumadan duramayan, insana duya duya artık kabak tadı vermiş klişelerle;
“Bir olalım, iri olalım, diri olalım”la;
“Tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek millet”le;
“Beraber yürüdük biz bu yollarda” ya da “Dombra-Recep Tayyip Erdoğan” nakaratlarıyla;
Rabia işaretleri, vesaire ile etki edemezsiniz. 

***

O yüzden başkasını aldatsak da…
Evet, aynen dediğiniz gibi, lütfen kendimizi aldatmayalım!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ekonomide üç tehlikeli sinyal - HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Enflasyon, döviz pozisyonları ve kamu maliyesi Türkiye ekonomisine dair tehlikeli sinyaller veriyor. Orta-uzun dönemde ekonominin selamete çıkması ihtimali düşüyor. 

16 Nisan referandumu sonrası, “belirsizliğin ortadan kalkması”, “istikrar arayışı” benzeri argümanlarla ekonomide bir iyimserlik rüzgârı estirilmeye çalışılıyor. Bol kepçe krediler, vergi indirimleri, garantiler, referandum ulufeleriyle piyasada geçici bir hareketlilik yaratılması, 2017 ilk 6 ay büyüme rakamlarının göreceli yüksek gelmesi mümkün. Ne var ki, üç kritik noktadan, “enflasyon, döviz pozisyonları, kamu maliyesi” tehlikeli sinyaller geliyor. Orta-uzun dönemde ekonominin selamete çıkması ihtimalini aşağı çekiyor.

Enflasyon şaha kalktı
Bilindiği gibi Nisan ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bir önceki aya göre %1,31 arttı. Bu 2016 Aralık ayından bu yana %5,71 sıçrama anlamına geliyor. Yıllardır bir türlü tutturulamayan “%5 enflasyon hedefini” henüz dördüncü ayda aşmak “başarısı” gösterildi. Mayıs ayında %0,79’luk bir artış bile, 2017 orta vadeli programdaki (OVP) %6,50 tahmininin üzerine çıkılması anlamına gelecek. Merkez Bankası Nisan Enflasyon Raporu’nda 2017 TÜFE beklentisini %8,50’ye çekti. Bu da ilk dört ayda hedefin %67’sinin şimdiden tüketildiğini, sekiz aya ancak %33 kaldığını gösteriyor.
Nisan rakamlarıyla yıllık TÜFE enflasyonu %11,87’ye dayandı. Halbuki 2016’nın aynı döneminde %6,57’de, yani %5,30 daha aşağılardaydı. Özellikle döviz kurlarında yükselişin etkisiyle enflasyonun niteliksel bir artış trendi içerisine sürüklendiği gözleniyor. 2016’nın Mayıs-Eylül’ü içeren 5 aylık döneminde enflasyon toplam %2,10 artmıştı. Demek ki, önümüzdeki 5 ayda enflasyondaki küçük bir kıpırdama bile son çeyreğe iki haneli enflasyonla girilmesine  neden olacak. 2016’nın Ekim-Aralık döneminde, “dolar etkisi”nin de devreye girmeye başlamasıyla tüketici fiyatlarının yönü %3.60 yukarıydı. Belki 2017’nin son çeyreğinde enflasyonda göreceli bir düşüş gerçekleşse de, 2017’nin tek haneli rakamlarla kapatılması mümkün görünmüyor. Zaten IMF’nin enflasyon tahmini de %10,1’e çekildi.

Yurt içi üretici fiyatları da (Yİ-ÜFE), Nisan ayında 0,76 artışla, son 12 aylık dönemde %16,37’ye tırmanmış oldu. 2016’nın aynı ayında Yİ-ÜFE, enerji fiyatlarındaki düşük seyrin de etkisiyle sadece %2,87’ydi. Demek ki 1 yılda %13.50 lik bir artış gerçekleşmiş. Bunun da tüketici fiyatlarına yansıması kaçınılmaz hale gelmiş. Son 1 yıllık artış imalat sanayiinde %18.27, ara mallarında %22,12 olmuş. Dünya Gazetesi Emtia Fiyat Endeksi’ne göre bakırda %48,5, kalayda %46,6, kurşunda %35,7, mazotta %30,1 fiyat artışı gerçekleşmiş.

2002’de iktidara geldiğinden beri piyasa toplumuna teslim olmuş, ama onun gereği faiz artışlarını zamanında gerçekleştiremeyince, dövizin patlamasını engelleyememiş bir rejimin enflasyonun önü niye alınamıyor diye şikâyet etmeye hakkı yok. Bu artıştan geçim koşulları en fazla etkilenen emekçilerin ve emeklilerin ise, önümüzdeki dönemde hak kayıplarını en aza indirmek için direnmekten başka çareleri bulunmuyor.

Dövizde tuhaf hareketler gözleniyor
Dolar kuru 2017 Ocak’ında 3,92’leri gördükten sonra, küresel iklimdeki rahatlamanın da etkisiyle geçen hafta 3,55 düzeyinde dengelenmiş göründü. 4 aylık dönemdeki bu aşağı doğru hareket, doğal olarak ekonomik aktörlerin TL’ye güvenlerinin arttığı, dövizden yerel paraya döndükleri izlenimini verebilir. Gelgelelim rakamlar bu tezi yalanlıyor.
ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283781-1.

Şöyle ki, dövize yönelip yastık altına para atanlara, otoriter rejimden tedirgin olup yurtdışına fon aktaranlara ilişkin çevremizden duyduğumuz izlenimleri bir yana koysak dahi, döviz tevdiat hesaplarında düşüş bir yana, ciddi bir artış gözlemleniyor. Tablo- 1‘den görülebileceği gibi toplam döviz mevduatı 2016 sonundan bu yana 23.7 milyar dolar artmış. Referandum ertesindeki 1 haftalık dönemde ise 7 milyar dolar yükselmiş. Düşen dövizle pozisyon açığını kapatmaya çalışan reel şirketler tezi de durumu tam açıklamıyor. Çünkü gerçek kişiler de, tam 7 milyar dolarlık alım yapmış.
ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283782-1.
“Yabancılar borsaya, DİBS’lere yöneliyor, TL piyasasından alım yapıyor,” yaklaşımı da trendi açıklamaya yetmiyor. Tablo-2’den görüleceği gibi, o lanetlenen “Hanslar-Georgeler” gerçekten Türk varlıklarına bir ölçüde iltifat etmişler, ne var ki toplam para girişi 3 milyar dolar civarında kalmış.

Merkez Bankası brüt döviz rezervleri de, 2016 sonunda 92,1 milyar dolardan, 28 Nisan’da 85,0 milyar dolara gerilemiş. 7,1 milyar dolarlık erozyon bir ölçüde TL’ye destek olarak yorumlanabilir. Öte yandan rezervlerdeki bu kanamanın TL’ye olan güveni zedeleyip, dövize yönelişi tetiklemesi de beklenebilirdi. Öyleyse, resmi döviz hareketlerinden izini bulamadığımız ciddi bir para girişi gerçekleşti. Sınırlı parite etkisini bir yana bırakırsak, bu döviz akını doları aşağı çekerek 3,55’lere getirdi. Halk arasında ilginç “tevatürlere” konu olan, kaynağını teşhis edemediğimiz bu esrarengiz paranın yarın ülkeyi terk etmesi söz konusu olursa, görün o zaman gümbürtüyü…

Kamu maliyesi de çatırdıyor
RTE rejiminin ekonomi cephesinde başlıca silahı, piyasa jargonuyla çıpası, “mali disiplin”di. Aslında küresel koşulların da izin vermesiyle, faiz yükündeki ferahlamanın etkisiyle, çok sınırlı bütçe açıklarıyla gemiyi yürütmek mümkün olmuştu. 2016’da, büyümenin %2,9’da kalması, kamu maliyesinde bir gevşemeyi meşru kılabilirdi. IMF bile sınırlı bir manevra alanı bulunduğunu teslim etti. Ama görünen tablo, referandum rüşvetlerinin de etkisiyle ipin ucunun kaçtığını gösteriyor.Merkezi yönetim bütçesi Mart ayında 19,5 milyar TL açık verdi. Bu tutar tarihi bir açığa denk geliyor. Ancak tüm 2016’da gerçekleşen 29,2 milyar TL, tüm 2017 için hedeflenen 46,8 milyar TL merkezi bütçe açığı rakamlarıyla karşılaştırınca durumun vehameti anlaşılabilir.

Görüldüğü gibi harcamalar patlarken, gelirlerin çakılması kötü bir gidişata işaret ediyor. Ocak-Mart 2017 bütçe rakamlarının alt kırılımlarına bakınca, personel giderleri 2016’nın aynı dönemine göre sadece %8,4 artarken, “sağlık, emeklilik, sosyal yardım” giderlerinin %42,9, tarımsal desteklerin %60,7 sıçradığı gözleniyor. Dahilde alınan KDV’de %2,9’luk, enflasyonun çok altında bir kıpırdama ise iç piyasadaki durgunluğu kanıtlıyor. Bu tablo bir yönüyle de referandumda oyları ayartmaya yönelik bir manipülasyonu gözler önüne seriyor. İşveren sigorta primi indirimi için Hazine’ye aktarılan 19,8 milyar TL, aslında menfaatin sade yurttaşa değil, sermaye kesimine sağlandığının vesikası. Beyaz eşya ve mobilya ürünlerindeki vergi indirimlerinin Eylül sonunda sona ermesi hem fiyatlarda artışa, hem de talepte bıçak gibi bir kesilmeye neden olabilir; dolayısıyla durgunluk içinde enflasyonun, yani “stagflasyonun” kapısını aralayabilir.

Kamu maliyesinde asıl kalıcı bozulmaya neden olacak üç mecra Demokles’in kılıcı gibi ekonominin üzerinde sallanıyor. Birincisi, Kredi Garanti Fonu (KGF) limitinin 250 milyar TL’ye çıkarılması, isteyene bol keseden kredi saçılması sonucu tahakkuk edecek 20 milyar TL’ye kadar zararlar, Hazine’ye dolayısıyla bizim gibi vergi mükelleflerinin sırtına yıkılacak. İkincisi, kamu-özel sektör işbirlikleri için verilen taahhütler giderek daha fazla bütçenin başını ağrıtacak. Üçüncüsü, portföydeki kamu işletmelerinin kârlarının ve özelleştirme gelirlerinin Türkiye Varlık Fonu’na aktarılmaya başlaması kamu açıklarını daha da tırmandıracak. Sonunda cari açığın yanına kamu açığı da eklenince, ekonomi “ikili açıkla” yüz yüze gelecek.





ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283783-1.

Hangisi Kahraman? - ÖZGEN ACAR

Yücel Demirel’in yayına hazırladığı “Atatürk Belgeler, Elyazısıyla Notlar, Yazışmalar” adlı belgesel kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
24 Nisan 1920… Meclis Başkanlığı’na seçilmesinden sonra kürsüde yaptığı konuşmanın el yazılı belgesi, o günkü ve bugünkü Türkçesi de kitapta yer alıyor. Konuşmadan alıntılar şöyle: 
(…) Hayatımın bütün evrelerinde olduğu gibi son zamanların krizleri ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve rahatımı ve her türlü kişisel görüşlerimi ulusun mutluluk ve esenliği adına feda etmekten zevk duymayayım. 
Gerek askerî ve gerek siyasî yaşamımın bütün dönemlerini kapsayan uğraşılarımda her zaman ilkem, ulusun iradesine dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu amaçlara yürümek olmuştur. 
Bugün saygıdeğer kuruluşunuzun genel oyuyla oluşan ulusal güveni lâyık olduğumun çok üstünde görmekle beraber şahsım için bir gaye olarak değil, birlikte giriştiğimiz kutsal mücadelenin yöneldiği amaçlara ulaşmak için milletin bağışladığı bir dayanak olarak kabul ediyorum. 
Bu ulusal birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorum ve hepiniz de bilirsiniz ki pek ağırdır. 
İçinde yaşadığımız eşi bulunmayan dakikaların güçlüğüne rağmen bu ağır ulusal sorumluluğun altına ancak saygıdeğer kurulunuzun yardımlarından ve daima doğruluk yolundaki mücadelelere yoldaş olan Allah’ın yardımından ümitli olarak çalışacağım. (…)”


***
Bugün o koltukta oturan İsmail Kahraman’ın yaşamından bazı kesitlere göz atalım: 
3 Mayıs 2017… TBMM Başkanlık Divanı toplantısından sonra üyelere verdiği yemekte HDP’li Sırrı Süreyya Önder’e dönerek “Sırrı Bey yemek duasını siz yapar mısınız” diye sordu. Önder, “Ben sekülerim (laikim)” deyince, AKP’li İdare Amiri Erdoğan Özegen’e duayı yaptırdı. 
23 Nisan 2017… Halkoylamasından sonraki bırakın Atatürk’ün adını ağzına almak, o koltukta oturmasına borçlu olduğu Anıtkabir’i bile ziyaret etmedi. 
22 Eylül 2016… Anıtkabir’e gitmedi, ama Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan “Sultan 2. Abdülhamid Han ve Dönemi Sempozyumunu” açtığı konuşmasında “Hal edilmeseydi, Meriç Nehri ile Ağrı Dağı arasına sıkışmış olmayacaktık. Sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!” dedi. 



25 Nisan 2016… “İslam İlkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin (AY-BİR)” toplantısında “1982 Anayasası’nda Allah ifadesi geçmiyor. Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” diye konuştu.
***

7 Eylül 1967… Adli yılın açılışı töreninde dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem şunları söyledi: 
“Türkiye’de bir İslâm Devleti ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti’ni dini esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczûb, ruh hastası veya dini, kazanç metası haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar -o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler- evet bunlar ve bir takım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışardaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır.”

***
16 Şubat 1969… Dolmabahçe açıklarında demirleyen 6. Filo’ya karşı öğrencilerin yürüyüşüne işçi sendikalarının, meslek kuruluşlarının temsilcileri de katıldı. 
“Komünizmle Mücadele Dernekleri” ile “Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)”, “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…” çağrısı yaptılar. 
Çağrı sonrasında 2 kişi öldü, 100 kişi yaralandı, bu olay tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti. O tarihte MTTB Başkanı Kahraman’dı… 
1 Mayıs 1969… Dincilerin, bu sözlerini unutmadıkları ve görevdeyken ölen Öktem’e tepki olarak, dönemin MTTB’si “Dinsiz Öktem’in cenaze namazının kılınmasını önleme amacıyla” bir çalışma başlattı. 
3 Mayıs’ta 1969… Ankara Maltepe Camisi’nde Öktem’in cenaze töreni basıldı. Çoğunluğunu çember sakallı kişilerin oluşturduğu kalabalık ve bazı MTTB üyeleri namazın kılınmasını engellemeye çalıştılar. 
İmamlar da namazı kıldırmak istemeyince, İsmet İnönü CHP İl '42aşkanı Rauf Kandemir’e “Namazı kılınmadan gitmem” demiş ve orada bulunan Yargıtay üyelerinden Abdullah Polat Gözübüyük’ün kardeşi İzzet Gözübüyük namazı kıldırmıştı. 
Sonrasında tepkiler sürtüşmelere dönünce polislerin arka kapıdan çıkarma önerisini kabul etmeyen İnönü, öfkeli kalabalığa doğru yürüyünce, Tuğgeneral Nabi Alpartun tabancasını çekerek kendisine yol açmıştı. İnönü olaylar hakkında “Bu ikinci 31 Mart vakasıdır!” demişti. O tarihte MTTB Başkanı Kahraman’dı…
***

Yedi düveli yenip TBMM’yi kuran ilk başkan mı, yoksa günümüzdeki başkan mı kahraman?

Özgen Acar / CUMHURİYET

Önce tekbirler bozuldu! - TAYFUN ATAY

Başlık, bu gazeteye on yıllarını vermiş bir isim olan Oktay Akbal’dan esinlenme; onun 1946 yılına tarihlenen ilk kitabının adı, “Önce Ekmekler Bozuldu”dan…
Akbal, kitapta yer alan aynı adlı hikâyesinde İkinci Dünya Savaşı’nın kendi çocukluk ve gençlik döneminde yol açtığı ruhsal tahribatı anlatır. Şu satırlara bakalım:
“Ne olduysa o sonbahar oldu. Birden ‘savaş başladı’ dediler. Her şey birden değişivermişti. Biz barışta kaldık, yani vücutlarımız barışta kaldı, fakat ruhlarımız şehit düştü.
Aynen o hesap, dinin kutsal, ruhsal, manevi ve ahlaki önceliğini yitirip şu yalan dünyaya (“masiva”), onun çekişmesine, şiddetine, öfkesine, rüşvetine, kirine, pisliğine bulanmışlığını da “önce tekbirler bozuldu” diye değerlendirmek mümkün bugün...
Yani biz, yani vücutlarımız dinde, ibadette kalsa da imanımız şehit düşmüş durumda!..

                                                                             ***
 
Bu meseleyi geçen ay kitapçı raflarında yerini alan son kitabım, “Parti, Cemaat, Tarikat”ın giriş bölümünde işledim; “Tekbir ve Tekme” başlığı altında.
Orada tekbirin, Allah’ın büyüklüğünü, özellikle insanın insana zulüm, hiddet ve eziyetini ret yolunda vurgulayan, dolayısıyla insanda alçak gönüllülüğü (tevazu) öne çıkarmayı hedefleyen bir deyiş olarak ibadetin ayrılmaz parçasıyken;
Bugün, din adına kendi koydukları ölçü doğrultusunda toplumun bir kesimini ötelemeyi, ötekileştirmeyi, tekfir etmeyi (kâfir saymayı) iş edinmiş dinbaz siyaset erbabınca nasıl slogana ve bir kitlesel şiddet aracına dönüştürüldüğünü işaret ettim.
Tekbirin (Soma maden faciasında bir işçinin karnına AKP’li başbakanlık müşavirince patlatılan) “tekme” ile nasıl muteber ve eşdeğer hale getirildiğini kaydettim.
Tekbirin ve tekmenin böylesine hemhal oluşunu AKP’nin ayırt edici karakteristiği olarak not ettim.

                                                                                ***
 
Bunlar zor, hassas ve tehlikeli konular.
Çünkü birisi çıkar, kim olduğunuza, nerede yazdığınıza bakar ve sizin tekbire hakaret ettiğiniz çarpıtmasında bulunur.
Siz, tekbiri slogana dönüştüren karanlık ruh halinin dine zarar verdiğini anlatmak istiyorsunuzdur, ama bunu göz ardı eder, ettirirler.
Ta ki dindar kesimden biri, samimiyet ve cesaretle aynı soruna değinene kadar…
Geçen hafta böylesi bir yürekli ses, Karar gazetesinde Mustafa Çağrıcı’dan geldi.
İslam düşüncesinde ahlak anlayışı üzerine saygın çalışmalarıyla ve ibadette, camilerde kadının yeri ve temsili üzerine cesaret dolu “modern” yorumlarıyla tanıdığımız eski İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, 3 Mayıs 2017 tarihli köşe yazısını “Tekbir” başlığı altında kaleme almış.
Orada bizim yukarıda eleştirisine gittiğimiz aynı hususta o da İslami söylem ve pratiğin içerisinden bir üslûpla serzenişte bulunuyor.

                                                                               ***
 
Çağrıcı hocanın, “dine ait olan bir şeyi –mesela tekbiri- dinin dışında kullanmak dine zulümdür” sözü, yazısının özeti niteliğinde.
Ancak yazı boyunca bu söze getirdiği açılımları da es geçmek mümkün değil. Mesela:
“Elbette bir Müslüman, Rabbi ile baş başa olduğunu düşündüğü zaman ve ortamlarda Allah’ı zikreder, tesbih ve tekbir okur, bu bir ibadettir. Ama bir statta, tezahüratta, protesto yürüyüşlerinde, din ile ilgisi olmayan bir toplantı ya da gösteride ‘Allâhu ekber’ gibi mübarek ve mukaddes dinî değerlerin ne işi var! (…) Dini, gönül dünyamızdan çıkarıp slogana, etikete, afişe taşıdığımızda bunun en büyük zararı dine, onun kutsallarına, samimi inananlarına olmaktadır.”

                                                                                ***
 
Prof. Çağrıcı yazısını, en başta Diyanet yetkililerinin bu meseleye ilişkin konuşması, yazması ve bu yanlışları yapanları bilgilendirmesi gerekmez mi sorusuyla noktalamış.
Yok, Hocam olur mu, Diyanet bu gibi “dini içten yıkan” meselelerle uğraşır mı hiç!..
İnsanların yılbaşını kutlayıp kutlamayacağı; nişanlıların flörtleşip flörtleşmeyeceği, el ele tutuşup tutuşmayacağı; kadınların kaşlarını, kıllarını, tüylerini aldırıp aldırmayacağı gibi mühim mi mühim hususlarda fetva kesmekle meşgul o!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...