24 Temmuz 2017 Pazartesi

İslamcı Ankara: Berlin’in habis algısı? - OSMAN ÇUTSAY

Sonda söyleyeceğimizi başlıktan bağırmış olduk. Bu sorunun yanıtı olumludur. Koşullar, Alman siyaset sınıfının ve büyük sermayenin “Bu kadar oyun yeter!” noktasına gelip dayandığını, İslamcı Ankara’nın, tıpkı ünlü film dizisindeki “Alien” gibi Almanya’yı da gözüne kestirdiği korkusunun Berlin’de yayıldığını gösteriyor. İslamcı Ankara’nın Almanya’da da habis bir ur gibi kontrol dışı büyüdüğünü düşünenlerin sayısı ve ağırlığı artıyor.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkçe çağrısını başka nasıl yorumlayabiliriz? Adam resmen “Sizler bizim bir parçamızsınız” diyor Türkçe konuşan en az 3 milyonluk bir halk topluluğuna ve onların İslamcı politikaların çekim alanına girmesine bu nedenle daha fazla izin veremeyeceklerini hatırlatıyor. Alman Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier de bu çıkışı desteklediğini, Türkiye’de olan biteni öylece sineye çekemeyeceklerini ilan ediyor.
Belki de, bu habisleşen urun (“İslamcı Ankara”) Türkiye’deki doğumunu destekleyenler arasında Berlin’in sosyal demokratlarıyla yeşillerinin ilk sıralarda yer aldığını unutturmaya çalışıyorlardır: Hepsi oradaydı çünkü; Erdoğan ve siyasetini pek demokrat buluyorlardı, “Müslüman Demokratları” yere göğe koyamıyorlardı; Birikimci döküntülerin, Hasan Cemal ve Ahmet Altan türünün AB’deki ağababalarıydılar, şimdi işler tersine döndü.

Aslında ne mi oluyor?
Galiba şu: Berlin, sonunda ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu, içerideki istikrarı tehlikeye atamayacağını Ankara ve diğer Avrupa’ya eylemli bir biçimde kanıtlamak zorunda kaldığını düşünüyor. Avrupa’nın hegemon ülkesi sonuçta: Almanya, sürekli kaçındığı bir çatışmanın resmen “üzerine üzerine” geldiğini gördü ve artık kaçamayacağını ilan etti. İslamcı Ankara ve onun “majestelerinin demokratik muhalefetini” de istediği gibi yönlendirebilen “reisi”, Berlin’i seçimlere iki ay kala çok zor durumda bırakacak adımlar atmayı sürdürüyor. Ancak Berlin de yanıt vermeye başladı.

Tepkilerin ilk analizi şu sonucu veriyor: Berlin, daha doğrusu Alman siyaset sınıfı, açık bir biçimde, İslamcı Ankara’nın Almanya’da bir habis ura dönüştüğü duygusuna kapılmış görünüyor.
Bizler 15 yıl önce “Felaketin farkında mısınız?” diye bağırır ve bu gerici iktidara direnme çağrıları  yaparken, “milliyetçilikle” suçlanıyorduk dışarıdaki siyaset sınıfının içerideki militanlarınca... Şimdi o büyüttükleri urun Türkiye’yi dağıttığını, ama doymadığını ve dağıtıcı iştahını Almanya’ya da yönelttiğini gördüler. En önemlisi, “reis” ve şürekasının Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını da süzmeye başladığını fark ettiler. Erdoğan’ın Trump ABD’sini arkasına alarak Almanya Avrupası’nı didiklemesi, kendisine yönelik nefret ateşini harlamaktan başka bir işe yaramadı.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçen hafta ortasında tatilini yarıda kesip zehir zemberek açıklamalarla Erdoğan’a esip üfürmesi, bu arada medyaya, silah ambargosunun bile düşünülebileceği, Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman şirketlerinin, Türkiye yatırımlarının gerekirse durdurulabileceği haberlerinin sızdırılması, havayı iyice soğuttu. Silah satışının yanı sıra Alman ihracatıyla dış yatırımlarının destekçisi Hermes kredilerinin de masaya yatırıldığı haberleri, ortamı daha bir gerginleştirdi.

Gabriel, özelikle Alman şirketlerini adları terör destekçiliğine bulaştırılınca “mülkiyet haklarını hatırlatarak” duruma müdahil oldu.
Üstelik diplomatik teamülleri zorlayarak.
Mesele, gerçekten de, uzaklarda bir yerlerdeki çıkar çatışması mı?
Sigmar Gabriel’in çıkışını çeşitli üst düzey kurum ve kişilerden gelen ağır yorumlar izledi. Ankara, “Valla biz Alman şirketlerine bir şey demedik, hem siyasetle ekonomiyi karıştırmayın” tarzı bazı geri adımlar attı. İslamcıların “şanzımanı” fena dağıttığı anlaşıldı.
 İşte bu şanzıman dağıtma belirtilerinin Berlin’i “İslamcı Ankara” karşısında önlem almaya ittiği anlaşılıyor.

Berlin’in veya bir başka büyük devletin, İslamcı Ankara’nın şanzımanı dağıtmasından pek çekindiğini kimse düşünmesin. Etkileri Türkiye sınırları içinde kaldığında, ülke parça parça olsa  bile, bu pek umurlarında değil. Şanzımanın on yıllardır dağılma sürecinde olduğunu, bu yüzden bu coğrafyanın ellerine kaldığını/kalacağını iyi biliyorlar. Asıl sorunları, dev şirketlerin Alman sermayesinin beklenmedik sınırlar ve el koymalarla karşı karşıya kalma tehlikesi, mal varlıklarına ve kâr transferlerine “halel getirecek” yeni bir ortamın doğması. Ayrıca Almanya içindeki sosyal barışın etnik bir cepheleşmeyle zıvanadan çıkma olasılığı... Bu nedenle Gabriel, ağzındaki baklayı çıkardı ve bizim burada aylardır söylediğimiz bir şeyi, asıl endişesini bağırdı: Mülkiyet güvencesi kalmamıştı... Ankara, Erdoğan’ın ağzından telaşla “Valla garanti veriyoruz” dedi.

Öyle nazilikler, insan hakları aktivistlerinin tutuklanması, Alman gazetecilerin aylardır içeride olması falan önemli değil. Onları çözerler. Ama Alman yatırımcıların çıkarlarına yönelik imalar, yeni ve tuhaf sinyaller, Berlin’i “Biz bu İslamcıları artık kontrol edemeyebiliriz, iş Almanya’da da karışacak” noktasına getirip bırakmış olabilir.

Bütün bunlar, Almanya dışında bir bölgedeki antidemokratik sürtüşmelere yanıt arayışları mı?
İstanbul Büyükada'da 5 Temmuz’da katıldığı bir çalıştayda gözaltına alınan ve sonra da tutuklanan Uluslararası Af Örgütü aktivistlerinden Peter Steudtner, sonuçta bardağı taşıran küçük bir damlaydı. Merkel hükümeti, geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak son bir yılda 22 Alman vatandaşının gözaltına alındığını, bunlardan 9’unun halen cezaevinde olduğunu bildirmişti. Steudtner, 10’uncu isim.

Steudtner, bir simge: Alman siyaset sınıfının kendi yurttaşlarını korumaktan aciz ve bu arada da Suudiler ile Erdoğan gibi “İslamcı diktatörlerin” elinde oyuncak olduğu söylemi, halk katında güç kazanıyor. Ama, dedik ya, ondan çok daha önemlisi var: Alman tekellerinin yurtdışındaki çıkarlarının bu tür diplomatik uyarı ve terbiye yöntemiyle korunamayacağı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Merkel ve Alman siyaset sınıfı için asıl önemli sorun, Peter Steudtner’in kaderi değil,  devletin Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarıyla kâr transferlerini güvenceye alacak araçlara sahip olup olmadığı ve Almanya içindeki istikrarı nasıl koruyacağı... Dev şirketlere kolayca el konulan bir Türkiye’nin siyaset sınıfı her an tarihin derinliklerine itilebilir. Bu küstahlığın Almanya içinde kitleselleşmesi halinde, zengin mutfağında beklenmedik iç savaş sahneleri de yaşanabilir.
Birleştirerek bakalım mı?

Berlin’den Ankara’ya baktığımızda manzara: Almanya, Türkiye için artık bir iç politika sorunu. Bunun temelinde Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesinin güvenlik arayışları yatıyor. Ekonomik dev, siyaseten bununla at başı gittiği söylenemeyecek bir gücün eksikliğini çekiyor. Askeri bir cüce olduğu ise İncirlik ve Konya’daki üs ziyaretleri konusunda atmak zorunda kaldığı geri adımlardan çıkartılabilir. Bu asimetriye, dünya dış ticaret fazlası şampiyonluğunu yıllardır bırakmayan bir ihracatçı ülke daha fazla tahammül gösteremez. Diplomatik uyarılarla bir sonuç alınamayacak noktaya gelindi. Yaptırımları ve bu yaptırımların ciddi altyapısını gözden geçirmek zorunda kalacaklar.

Ankara’dan Berlin’e baktığımızda manzara: İslamcı Ankara, Alman iç politikasının giderek büyüyen ve ülkeyi sarsabilecek boyutlar aldığı anlaşılan bir unsuru çoktandır. Ciddi iç ve dış komplikasyonlar yaratabilecek büyüklükte bir unsur, hatta bir ur bu. Böyle algılanıyor artık. Bunun habis olup olmadığı konusunda henüz tam bir karar verilmiş değil. Kesip atılmasını isteyenler daha çok “sağ popülizme” (AfD) yakın. Tedavinin mümkün olduğunu (“diplomasi”) düşünenler şimdilik ağırlıkta, ama aşağıdan gelen basınca dayanma güçleri de kalmadı.

Berlin, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in bizzat sergilediği bir çıkışla, ekonomi kartını oynamaya karar verdiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier, Ankara üzerinde baskı için ekonomik olanaklar bulunduğu görüşüne katıldığını belirtti. Bunlar, bazı Alman devlerine Ankara’dan gelen terör destekçiliği suçlamalarına bir yanıt gibiydi. Hermes ihracat kredileri üzerinden “düşünmeye başlayan” Berlin’in Türkiye’ye ihracatı tırpanlaması halinde, bundan Türkiye’nin değil Almanya’nın zararlı çıkacağına inanan dinciler var. İslamcı Ankara o kadar cahil ki...
Tornavida bile üretemeyeceklerini ve ekmek bile dağıtamayacaklarını yakında anlarlar  mal ve finansman akışı kesilince.. Hermes kredileri ve silah, yedek parça vs. transferi durdurulursa hele...

Her neyse...

Eğer Alman medyasındaki ilk gündem maddesini devleti yıllardır ele geçirmiş ve sol düşmanı kemalistlerin desteğiyle cumhuriyeti resmen çökertmiş Türk İslamcıların Almanya’daki her türden faaliyeti oluşturuyorsa, Alman Dışişleri Bakanı Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendilerinin bir parçası olduğunu iki dilde hatırlatıyor ve hele hele Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Merkel politikalarının yılmaz savunucusu, Alman sağının günlük entelektüel gıdası bir etkili gazete de artık “Erdoğan Almanya’ya ateş ediyor” ve “Erdoğan Berlin’le cepheleşme rotasında” başlık ve manşetlerini kullanıyorsa, İslamcı Ankara’yı çok zor günler bekliyor demektir. Tabii, Berlin’i de.

Osman Çutsay / SOL

AKP’ninki dik duruş değil, çaresiz yalnızlık - İLKER BELEK

Herkesle sorunlular.
Almanya ile yaşananlar ortada. ABD’de bir grup vekil, korumalarının estirdiği terörden dolayı özür dilemediği taktirde Erdoğan’ın ABD’ye girişine izin verilmesin diye Senato önünde eylem yaptı. İsveç’li bir grup parlamenter savaş suçlusudur gerekçesiyle uluslar arası mahkemeye başvurdu. Bu günlerin tek müttefiki Katar terör örgütü listesini yenileyebileceğini açıkladı, anlaşılan O’nun niyeti de AKP’yi yalnız bırakmak.
Ama durumu en veciz biçimde Irak eski başbakanı Maliki özetledi: “Türkiye ihtirasları için çok güçsüz.”
Yalnızlıkları derinleşiyor, yalnızlık saldırganlaştırıyor.

                                                                            *****
AKP’nin sarıldığı ilk hikaye AB üyeliğiydi. Oysa AB’nin Türkiye’yi kabul etme niyeti yoktu. Amaç kendisine hiç benzemeyen, yüksek nüfus artış hızına sahip bu koca ülkeyi küçültünceye kadar kenarda bekletmekti.
Şimdi şimdi anlıyorlar, anladıkça nelere yol açabileceğini anlamayarak geriyorlar, çaresizliklerini kahramanlık diye yutturmaya çalışıyorlar.
                                                                           *****
Sonra rotayı mecburen değiştirdiler. ABD’nin yıpranmış İsrail’in yerine Ortadoğu’da yeni bir oyuncuya ihtiyacı vardı. “One minute” şovu tam buraya denk getirildi. Bu müsamere, Siyonizm’e haddini bildirmek, İslam direnişi olarak pompalandı. Müslüman başkentlerde Erdoğan posterli gösteriler yapıldı. Yeni Osmanlı projesi piyasaya sürülüyor, padişahlık kutlanıyordu.
Ardından Suriye’ye taşınan savaş fırsata çevrilmeye çalışıldı. Şam Yeni Osmanlıcılığın başkenti olarak belirlendi. Fethedilecek, “diktatör Esed” devrilecekti.
Olmadı, oyun başlamadan bitti. Telaş hatalara yol açıyor, Suriye’de İsrail ile aynı safa yerleşmenin “one minute” şovunun maskesini düşüreceği görülemiyordu. AKP Suriye’de yalnızlaştı.

                                                                          *****
Emperyal bir heves olarak Yeni Osmanlıcılık olacak iş değildi.
Ortadoğu’da herkesin planı vardı, ama herkes bu planını yerleşik ittifaklar üzerinden yürütüyor, eldekini heder etmemeye özen gösteriyordu.
2008 krizi ABD’nin karizmasını çizince, AKP emperyal hevesleri için krizin ürettiği hegemonya boşluğunu fırsata dönüştürmeye, kendi başına iş çevirmeye kalktı.
Tam manasıyla çuvalladı:
Esad rejimini yıkacağım derken Rusya faktörünü dikkate almadı, Rusya’nın savaşa dahil olmasının dengelerde yarattığı değişimi göremediği için ABD ile bozuştu, bu gelişme cihatçıları organize etmek için uzun dönem birlikte hareket ettiği Suud rejimiyle soğukluğa neden oldu, yalnızlığı Rusya ile giderme telaşı İdlib’i teslim ettiği Nusra’nın uzantısı Tahrir ile başını belaya soktuğu gibi NATO ile de ilişkileri gerdi, referandumu kazanmak için İslamcılığı Avrupa’ya taşımaya kalkınca AB merkezleriyle kavgaya tutuştu, Erdoğan Mescit-i Aksa’yı bombalayan İsrail’i kınarken damadı İsrail enerji bakanıyla doğalgazdan pay kapma pazarlığına tutuştu, inandırıcılık o pazarlık masasında bir kez daha teslim edildi.
                                                                          *****
Manzara ağır bir yenilgidir.
AKP’nin emperyal niyetleri dışında somutlaşmış hiç bir stratejisi yoktur.
Güncel gelişmelere anlık tepkiler üretmekten başka şey yapamamaktadır.
Akıl dışı, gerçekliği kavrayamayan bir idealizmle olayların peşinde sürüklenmektedir.
Kendisine zaman kazandıran ve yaptıklarına göz yumulmasını sağlayan şey emperyalist hegemonya krizidir. Buna rağmen herkes “artık yeter” noktasındadır. En sonunda Alman dışişleri bakanı nezaket sınırlarını da aşarak durumu özetlemiştir: “Türkiye’ye çok sabır gösterdik.”

                                                                           *****
AKP yalnızlığını kendisi yarattı.
Söz konusu olan dik duruş değildir. Antiemperyalizmle, büyük güçlere direnmekle, mazlumların yanında olmakla, Türkiye’yi ileriye taşımakla, güçlü liderlikle alakası yoktur.
Tersine AKP bölgenin dini, etnik farklılıklarını hiç dikkate almayan, kendi dinci ideolojisini siyasal bir rejim olarak dayatan fırsatçı, çapı küçük bir aktördür.

                                                                           *****

Sonuç çaresiz yalnızlık olunca bunu bir şekilde pazarlamaları gerekiyor: “Güçlenen Türkiye’yi çekemiyorlar” yalanını bunun için uyduruyorlar. Bu yalan tabanı konsolide etmek için özellikle gerekiyor.
AKP dışarıda kaybettikçe acısını içeriden çıkarıyor.
Her yeni rejim kurucu bir zafere yaslanmak zorundadır. AKP’nin zaferi yoktur. Yeni Osmanlı çökmüş, AKP’nin eli boş kalmıştır. Tek referansı dinciliktir ve o da referans olacak nitelikte değildir. Türkiye AKP sayesinde her tür müdahaleye uygun bir zemindedir.
15 Temmuz’a biçilen kurucu anlam da bunlarla ilişkilidir.

İlker Belek / SOL

23 Temmuz 2017 Pazar

Bir tutuklunun Anıtkabir güncesi - Mine G. Kırıkkanat

Anıtkabir’i yerle bir etmek isteyen, hatta üstünde tepinmek arzusuyla yanıp tutuşanların elbette bir planı var. Anıtı önce sıradanlaştırmak, ardından görünmez kılarak halkı yokluğuna alıştırmak, sonunda da yıkmayı amaçlıyorlar. 



Sıradanlaştırmak aşaması Genelkurmay eliyle kurulan ve kamuoyunun tepkisi üzerine kaldırılan oyun parkıydı. Başaramadılar, ama ikinci aşamaya geçmekten de geri durmadılar: Savunma Bakanlığı ile Ankara Belediyesi’nin ortak hazırladığı iğrenç komplo, Anıtkabir sit alanını yapılaşmaya açmak “gizli” planı, hafta başında ortaya çıktı!
Aşağıdaki satırlar, kadim dostum, 20 yıllık meslektaşım, 266 gündür tutuklu değerli gazeteci Kadri Gürsel’in Anıtkabir’i yok etme planının birinci aşaması, Genelkurmay eliyle kurulan oyun parkı hakkında geçen yıl yayımlanan köşe yazısından alıntıdır: 

***
Kaydıraklı Anıtkabir’in kısa ve acı tarihi
Genelkurmay ve Anıtkabir Komutanlığı bilmeyebilir, unutmuş ve hatta önem de vermiyor olabilir ama Anıtkabir bu ülkenin çağdaş hafızasının en önemli ve eşsiz mekânıdır. Bir ülkenin en büyük, en önemli “hafıza mekânı” en derin saygıyı hak eder, orada ciddiyetsizliğe ve laubaliliğe tahammül edilmez. “Hafıza mekânı”, bir ülkenin ve halkının, coğrafi konum bakımından en merkezi, anlam açısından en kavramsal ve kapsayıcı, entelektüel bakımdan en muhkem ve nihayet yapısı ve çevresiyle en somut ve görkemli varlığıdır. İşte Anıtkabir böyle bir mekândır.
Bu bir saptamadır. İster İslamcı olunsun, ister komünist ya da Kürt milliyetçisi, hatta liberal demokrat, bu gerçeklik hiçbir açıdan değişmez. Orada, olduğu gibi durur.
Dünyanın kendisine saygısını koruyan bütün büyük halklarının köklü devletlerinde hafıza mekânları böyle anlaşılır ve bu anlayışa göre hareket edilir.
Siz, Washington DC’deki Lincoln Anıtı’nda minyatür bir “roller coaster” kurulabileceğini hayal edebilir misiniz? İmkânsızdır.
Kremlin Duvarı’nın Kızıl Meydan’a bakan tarafında Lenin’in mozolesi vardır. Duvarın hizasında da Josef Stalin başta olmak üzere Bolşevik Devrimi’nin diğer önderlerinin mezarları... Onların kurduğu Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır belki ama Kremlin Duvarı Mezarlığı ve Kızıl Meydan, Rusya’nın hâlâ en önemli hafıza mekânıdır. Orada dönme dolap kuramazsınız.
Paris’te Pantheon da böyledir. Fransız Devrimi’nin ve cumhuriyetler tarihinin büyük figürlerinin mezarları oradadır. Pantheon’da atlıkarınca olmaz. Böyle bir maymunluğa kalkışanları en avantgarde, en züppe, en bohem, en vatansız Parisliler bile kovalar.
Ne yazık ki Anıtkabir’e tahterevalli, kaydırak ve salıncak kurulabildi... Bu nasıl mümkün oldu? Sorunun kısa cevabı için AKP ve TSK’nin çatışmalı tarihine bakmak lazımdır.
Bir Cemaat-AKP ortak projesi olan Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davaları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki vesayeti yıkılırken, hukuksuz, ahlaksız ve vicdansızca hareket edildiği için ortaya çıkan bir sonuç da ordunun yıkımı oldu. Kurumun kendi kimliğine ve görevine saygısı da felaket seviyesinde tahribata uğradı.
Bu davaları izleyen tasfiyeler sayesinde hem Cemaat 15 Temmuz darbesine kalkışacak kadar güçlendi, hem de 2011’den itibaren üst kademeye eyyamcılık, adam-sendecilik ve korku hâkim oldu. Öncesinde, 1 Mart 2003 tezkeresinin reddine giden süreçteki komuta kademesinin elini taşın altına koymak ve tarihi sorumluluğu üstlenmek yerine idare-i maslahatçılığa meyletmesi vardır. 2003’teki liderlik açığının bedeli çok ağır ödenmiş, ABD faturayı TSK’ye çıkarmıştır. Çuval olayı sadece bir başlangıçtı. Devamı 2007’deki e-muhtıra gafletinin ardından başlayan “iç savaş”ta TSK’ye karşı İslamcılara verilen tayin edici dış destekle geldi.
Anıtkabir’e oyun parkı 23 Nisan’da kurulmuş. Darbe teşebbüsünden 3 ay önce...
15 Temmuz’da ise milli sandığımız ordunun aslında milli olmadığını kan ve acıyla öğrendik. Bir yandan Balyoz ve Ergenekon hiyerarşiyi terörize ederken diğer yandan da Cemaat’in iç işgali 2012’den itibaren üst kademelere doğru hızlanarak tırmanmış ve bütün bu faktörlerin neticesi orduda şuur kaybı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli hafıza mekânına askerin kurduğu salıncağın kısa tarihi budur.
Kadri Gürsel
27 Eylül 2016
***

Gördüğünüz gibi, Türkiye’de içerde olması gerekenler dışarda, dışarda olması gerekenler içerde, sevgili okurlar. Çünkü aslında hukuk tutuklu, adalet mahpus. Hem de yıllardır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Ortadoğu’da patronluk...- ÖZLEM YÜZAK

5 Haziran’da Suudi Arabistan’ın, yanına Bahreyn, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri’ni de alarak “asi çocuk” Katar’a had bildirme girişimi ile başlayan süreç Ortadoğu’da çok oyunculu jeopolitik denklemi de yeniden kurguluyor. Arap ülkelerinin yanı sıra, İran ve Türkiye’nin ve tabii ABD’nin ve tabii Rusya’nın da dahil olduğu, Avrupa ülkelerinin her zamanki gibi derinden ve sessizce oyuna süzülmeye çalıştığı bu kurgunun gerçek nedenleri üzerine varsayımlar çeşitli. Şimdilik görünen büyük aktör Suudi Arabistan ve yola çıkış noktası “Patronun kim olduğunu bölgedeki diğer monarşilere bir kez daha hatırlatmak”... Ama bu şimdilik büyük resmin sadece küçük bir parçası. Dillendirilmeye başlanan bir diğer konu daha var. O da Trump’ın iktidara gelmesi ile “ABD’nin Suudi Arabistan’da İran ve IŞİD’e karşı bir Arap NATO’su oluşturmanın adımlarını atmaya başlaması.
 
Seçim döneminde Suudi Arabistan’ı düşman ilan eden ve bunu her fırsatta tekrarlayan Donald Trump, başkanlığa seçildikten kısa süre sonra çark etti. İlk sinyal, ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmesiydi ve tabii bu, imzalanan 110 milyar dolarlık silah anlaşması ile de taçlanmıştı. 
 
Riyad-Washington hattının siyasi ve ekonomik boyutunu biraz hatırlatırsak:
- ABD’nin her ne kadar kaya gazı olsa da, hâlâ Suudi petrolüne ihtiyacı var. Üstelik günde 1 milyon varil kadar.
- Suudi Arabistan Amerikan silah sanayiinin ve savunma şirketlerini bir numaralı müşterisi Patriot füzelerinin ve Blackhawk helikopterleri satışlarının azalmasını göz ardı edemez. Küçük bir örnek verecek olursak; ABD’li silah şirketlerinin 2011 yılında sattıkları 78 milyar dolarlık silahların 34 milyar dolarlık bölümü Arabistan’ın silah alımından oluşuyor.
- İkilinin ortak düşmanı İran.

Le Monde Diplomatique dergisi bir diğer önemli unsuru daha ekliyor buna. O da Suudilerin yıllar içinde sabırla ördükleri ilişkiler ağı ve bunun için ödedikleri onlarca petro-dolarlar.. Danışmanlar, think tank kuruluşları, lobiciler vs...
Le Monde Diplomatique’e göre, 2015 yılından beri Riyad’dan bunlara akan para 18 milyar doların üzerinde. Dergi örnekler de veriyor.
Atlantik Konseyi’ne 2015 yılında BAE ve Riyad’dan 2 milyon dolar akmış.
CSIS’e (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi) 600 bin dolar, Abu Dabi ve yine Riyad tarafından
CAP’yi (Amerikan Kalkınma Merkezi) fonlayan 1 milyon dolar ile BAE. Ve Hillary Clinton’nun seçim kampanyasının eski direktörü John Podesta.
Brooking Institution’a 2011’den beri 21.6 milyon dolar hibe ve 2014 ortasından beri de BAE’den 3 milyar dolar. 
 
Tüm bunlarda başı İran ve Suriye’ye karşı kampanyaların finansmanı çekiyor.
Dünyada bilinen 1 trilyon 333 milyar varillik petrol rezervinin yüzde 19.8’ine yani 267 milyar variline sahip. 
 
Gelirleri ağırlıkla petrole dayanan Körfez ülkeleri, son yıllarda dibe vuran petrol fiyatları ile birlikte döviz fazlası olan ülke niteliklerinden çok şey yitirdiler ve cari açık vermeye başladılar. Örneğin Suudi Arabistan’ın 2015’te 32 milyar doları bulan cari açığı, yani döviz açığı, 2016’da da 42 milyar dolara ulaştı. Buna karşın askeri harcamalarından kısmadı. Milli gelirinin yüzde 10-13’ünü buna ayırıyor. Dünya ortalaması yüzde 2.
Bu arada 28 milyon nüfuslu ülkede halkın yüzde 30’unun gecekondularda oturduğunu ve yoksulluk sınırında yaşadığını da söyleyelim. 
 
Türkiye bu yeni kurguda şimdilik tercihini Katar’dan yana yaptı. Biraz da bu tercihin ekonomik verilerine göz atalım: Suudi Arabistan yurtdışına yaptığı 43 milyar dolarlık yatırımdan sadece 2 milyar dolarını Türkiye’ye yöneltmiş. Katar’ın ise 52 milyar dolarlık yatırımının 1.2 milyar doları Türkiye’de. Ekonomi Bakanlığı verilerine göre ise 2016 sonunda Türk müteahhitleri yurtdışında 12.7 milyar dolarlık proje bedelli inşaat sürdürürken bunun 2.4 milyar doları Katar’da, 2.4 milyar dolarlık projeler de Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’te. 
 
Başta da dediğimiz gibi Ortadoğu’daki oyun çok bileşenli. Süreç ilerledikçe ve oyun şekillendikçe “şimdilik” politikalar da haliyle değişecektir. Oyunun kaybedeni ise her zamanki gibi halk ve özellikle de yoksullar olacaktır.

ÖZLEM YÜZAK / CUMHURİYET

Telekom krizi yayılıyor - ÇİĞDEM TOKER

Türk Telekom’un işletme hakkı Suudi Oger’de. 



Altyapı tesisleri kamu mülkiyetinde. Kamu çıkarını korumak üzere de “altın hisse” bizim Hazine’de.
Kredi kullanırken Türk Telekom hisselerini teminat gösteren Oger, 580 milyon dolar vadesi geçmiş borcunu ödemiyor. Hazine yakın zamanda Oger’e bir mektupla 23 Ağustos’a dek ödenmezse yönetime el konulacağını bildirdi.
Elektrik Mühendisleri Odası Samsun Şube Başkanı Mehmet Özdağ’dan bir ileti aldım. Telekom’un Samsun Bölge Müdürlüğü’nde yönetici olarak görev yaparken akdi tek taraflı olarak feshedilmiş. (“yenileşme/bütünleşme/ sadeleşme”...diye başlayan bir gerekçeyle)
Özdağ, Telekom sorunlarının borçla sınırlı olmadığını belirtiyor:
Oger’e 5.7 milyar dolar kâr payı
İki de çarpıcı bilgi paylaşıyor:
- Türk Telekom bünyesinde sekiz şirket var. Toplam çalışan sayısı 34 bin 147.
Oysa özelleştirildiği 2005 yılında sadece Türk Telekom’un personel sayısı 51 bin 737’miş. Yani bizlerin vergileriyle kurulup geliştirilen bir kamu şirketinde 17 bin 590 kişilik istihdam yok edilmiş.
- İkinci veri, kamu çıkarları adına daha feci: Bugün 580 milyon dolar kredi borcunu ödeyemeyen Oger Grubu, Telekom’daki yüzde 55’lik A grubu hissesi karşılığında 10 yılda 5.7 milyar dolar kâr payı kazanmış. (Bizzat şirketin açıkladığı mali raporları dikkate alarak, ortalama yıllık döviz kurları üzerinden.)
10 yılda 5.7 milyar temettü kazanıyorsun, ama Telekom hissesini rehin bırakarak aldığın kredi borcunu ödemiyorsun. Bunun faturasını da kurumda yıllarca emeği geçen çalışanlara kesiyorsun. Ne güzel! 

Dumankaya’nın konut mağdurları
 
15 Temmuz darbe girişimi birbirine benzemez mağdur kesimleri yarattı. Çoğu ağır hak ihlalleriyle kıyaslandığında fark edilmiyor bile. Ama on binleri etkiliyor.
Zaman ilerledikçe mağduriyet büyüyor.
FETÖ’ye finasla bağlantı gerekçesiyle TMSF’ye devredilen şirketlerle yaratılan mağduriyetten söz ediyorum. Eski sahibi “Kandırıldım” diyen Dumankaya İnşaat bunlardan biri. Beş ayrı konut projesinde 10 bine yakın mağdura yol açmış.
Kimisi yüzde 80 düzeyine ulaşmış inşaatlar çivi çakılmadan çürüyor.
Vaktiyle belediyenin verdiği ruhsata, bankanın ikiletmeden sağladığı konut kredisine, noterin resmi sözleşmesine güvenip yüz binlerce TL borç altına girmişler. Yüzlercesi hem banka kredisi, hem de ev kirası ödüyor.
Konutların teslim tarihi çoktan geçmiş. Tek istedikleri kendilerine bir teslim tarihi verilmesi. Ama ne zaman TMSF’nin Dumankaya için CEO’luğa atadığı Polat Sağır’a gitseler “sabır” telkininden başka bir şey alamıyorlar.
Yeni Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli, düne kadar TMSF’den sorumluydu.
18 Mayıs’ta “Mağduriyetler çözülecek” sözünü hatırlıyor mudur?
Dumankaya mağdurları bugün bir basın açıklamasıyla seslerini duyurmaya çalışacaklar.
Merak edilesi bir konu daha var bence:
Dumankaya’nın CEO’su AKP Üsküdar Belediye Başkan aday adayı imiş.
Onca insan, hiçbir dahli bulunmayan kanlı bir darbe girişiminden dolayı hak etmediği bir mağduriyet yaşarken, buralara CEO diye atanan AKP’lilerin bu görevler karşılığında ne kadar maaş aldığını öğrenmek hakkımız. (Kamu kaynaklarından ödendiğini varsayıyoruz tabii.)
Yani bunca insan evleri çürümeye bırakılmış ve aynı anda banka kredisi ile kira öderken, bu maaşların hakkı nasıl veriliyor? 

Arkadaşlar
 
Yarın sabah Çağlayan’a sizi görmeye geleceğiz. Koşar adımlarla.
Varsın birileri duvarların ardına tıkıldıktan 267 gün sonra mahkemeye çıkmanızı rövanş zannetsin. Hakkı verilerek yapılan gazeteciliğin, dünyanın en şahane işi olduğunu bilerek orada olacağız biz.
Ne yazsak, duvarların ardında geçen 266 günü anlatamayacağımız doğrudur.
Avukata, aileye “iyiyiz” dense de dokuz ay boyunca koğuşta kim bilir kaç kez tıkanan nefesleri, haksızlık duygusunun öfkesiyle yaşaran gözleri, temiz havaya, denize, bir parça maviliğe, tek dal yeşile, tatlara, kokulara, dokunuşlara, güzel şarkılara, sokaklara, esen rüzgâra duyulan özlemi anlatamayız; bu kesin.
Yine de geleceğiz.
Sizi sevenler kadar, haysiyetle tanışmamış, dalkavuklukla edinilmiş dünya nimetlerini kaybetme korkusuyla kötülükte sınır tanımayan o güruh da görecek dayanışmanın, haklılığın ne demek olduğunu.
Başına farklı sıfatlar getirilse dahi, onlar ile aynı meslek adıyla anılmak bile hanidir çok ağır bir yük. Tabii anlamıyor değiliz.
Hırstan kasılmış yüzleriyle onlar da farkında; günün birinde bir şeyler değiştiğinde iz bırakmış bir tane haber, anlatabilecekleri bir tane onurlu hikâyelerinin olmayacağının.
Ne olmadıklarının o kadar farkındalar ki, mesailerini, çirkin ruhlarından akan amatör kurgulu, kara iftiraları yan yana dizmekle geçirmeleri bundan.
Suratlarının ortasındaki bu kirli gülüşün nedeni de bu.
Günler, aylar ve mevsimler uç uca dizildikçe ağırlaşan haksızlığı anlatmaya kelime yetmese de.
Sadece gazetecilik yapmış olmanın, gerçeğin yanında olmanın, gücün yanında hizalanmamış, mesleği “zenginleşme” vesilesi olarak kullanmamış olmanın kıvancıyla geliyoruz.

Hacamat, sülük ve şehir hastaneleri
 
Hizmetleriyle bu milleti bizimki kadar düşünen bir Sağlık Bakanlığı’na rastlamak zordur. Bir de kafamızı karıştırmasa iyi olacak.
Bir yanda kupa terapisi, hacamat gibi modern tıp karşısında bilimsel kanıtı olmayan yöntemleri hastanelerde başlatıyor, kurallarını belirleyip meşrulaştırıyor.
Diğer yandan da dünyanın en gelişmiş inşaat ve medikal teknolojilerini içeren şehir hastaneleri yaptırıp toplayamadığı vergilerimizi kira diye ödüyor.
Bir yanda 203 milyar Japon Yeni’ne mal olacağı açıklanan dünyanın en büyükleri arasında yer alacak İkitelli Şehir Hastanesi’nde 2000’den fazla sismik izolatör anlatılıyor, diğer yandan da sülük tedavilerinin faydaları.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı da yapmış Rönesans’ın yapacağı bu hastanenin toplam yatırım tutarı 203 milyar Japon Yeni olarak açıklandı.
Bu rakam, güncel kurla yaklaşık 6.5 milyar TL’ye karşılık geliyor.
Rönesans şirketi asıl gelirini görüntüleme, otopark, restoran, temizlik, güvenlik gibi alanlardan kazanacak.
259 milyon TL’yi bir kenara not edin. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta finansman törenine katıldığı İstanbul İkitelli Şehir Hastanesi’nin yıllık kirası bu. Yani Sağlık Bakanlığı’nın şirkete ödeyeceği tutar tabii.
2014 fiyatlarıyla diye de not düşeyim. 

Yeliz’in cihadı
 
@yelizadeley kullanıcı adıyla genel kurul salonundan Periscope yayını yapan bir milletvekili vardı. Ahmet Hamdi Çamlı



Modern bir kız ismini, “ecnebi” bir isimle birleştirerek müzikhol şarkıcısı çağrışımı yapan bu sahte hesabın hesabını veremeyen, TBMM özgeçmişine, Türkiye’de denkliği bulunmayan Newport Üniversitesi eğitimini koyan, iktidarda partisinin bulunduğunu unutarak “Daha bir araba yapamıyoruz ey CHP” demişliği bulunan Çamlı, cihadı bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin yararsız olacağını buyurmuş.
Murathan Mungan’ın sözü, çoktan atasözüne dönüştü galiba:
“Türkiye’de her şey olabilirsiniz, rezil olamazsınız.”

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Tarihin müziği - ORHAN GÖKDEMİR

Nuriye ve Semih’e…


Sanattan, edebiyattan, müzikten uzaklaştık çok uzun zamandır. Ülke boğazına kadar gericiliğe, yobazlığa battığından gerilimde dur durak yok. Sanki görünmez bir el bizi 21. yüzyıldan yaka paça alıp Ortaçağ’ın tam ortasına attı. Fal, büyü, melek, din, inanç, cadı avı, cehalet, dogmatizm, şiddet ve zulüm eşitsizliğin kazanında kaynatılıp uğursuz, ölümcül bir iksir yaratıldı. İçiriyorlar hepimize, içtikçe büyük kalabalıklar halinde cahilleşiyoruz. İçki günah, deve sidiği şifa; öylesine bir sapkınlık içindeyiz. Emperyalist bir düzenin Gregor Samsalarıyız artık. Duygusuz, ışıksız, çaresiz, yaşama sevinci yitik böceklere dönüştürüldük. Bir avuç cahil gericinin peşinde sürükleniyoruz.

İşte tablo ortada; Evrimi sildiler, cihat öğretecekler çocuklarımıza. Cumhuriyet ve laiklik tehlikeli, monarşi şahane. Acımasız cellatların insan boğazlaması iyi, kurucu lider tu kaka. Vatanına, halkına, diline, kültürüne düşman büyük kalabalıklar türedi ki, kıyamet alameti. Hukuksuzluk kanıksandı, ölüm kutsandı. Hangi kelimeyi kaldırsan altında bir yığın kan. İnsanlığın bakıp utanacağı bir aralıktan geçiyoruz evet. Kötülüğün çaresiz esirleriyiz. Nereye baksan bir zifiri karanlık.

Karanlık her zaman vardı ama bu kadar çirkin ve tiksindirici olması yeni. Ortaçağın çürümüş, kurtlanmış hali... Sanata, edebiyata, müziğe yer kalmıyor haliyle. Duyulan tek ses uzun, acıklı bir sala. Ölüp çürüdüğümüzü ilan ediyor, cenazeye çağırıyor hepimizi.

İnsanı, insanın insani yanını bitirip tüketen bir süreç bu. Çürüyeni görüyoruz ve insan kalmanın yolunu arıyoruz. Yazdıklarımın büyük çoğunluğunu böyle özetleyebilirim, insan kalma mücadelesidir.

Bu, direnişi zorlaştırıyor evet ama öte yandan yeni tariflerin önünü açıyor, görüşü berraklaştırıyor. Şimdi açık bir biçimde söylüyoruz: Komünizm, kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. Teorik bir gerekliliğin ötesinde insani mecburiyettir bu, pamuklara sarılmalı ve kıskançlıkla savunulmalıdır.

                                                                             ***

Ama ne yazık yitirdiklerimizin acısıyla yoğruluyordu uzun zamandır sanat, edebiyat ve müzik. Onu da kuşatıp düşürdüler. Gericilik ve piyasa el ele vermiş tepiniyor esir aldıklarının üzerinde. Yıllar önce “Körler Düşerken”de sözünü etmiştim bu çaresizliğin, tekrarlayayım:
“Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Geride bıraktığın şehir, nüfus kâğıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın. Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bu kez de o şehir terk eder seni, fark edersin ki nüfus kâğıdında kaydı bile yoktur bu terk edişin.

‘Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at’ diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Kaybedilmiş şehirlerin hüznüdür bu; yanarken, harlı yanmak istersin; sığ sularda boğulurken derin denizlerde kaybolmak istersin. Bilirsin ki, derinlerde bir yerdedir kaybedilmiş şehrin acısı, dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.
O insansız şehirler ki, körler düşsün diye imal edilmiş çukurlardır sadece…”
Kimin çukuru bu, kim itti bizi o çukura? Büyük sorular bunlar. Bir makalenin boyunu aşar, hatta belki kitaplara da sığmaz. Ama şarkılar bizi daha kolay yaklaştırır gerçeğin sınırına.

Yukarıda sözü geçen Ege türküsü “Rembetiko”dan. Costas Ferris’in 1983 yapımı filminde söylenen bir şarkı. Adı “Kegome”. “Yanıyorum” demek. İstanbul ve İzmir batakhanelerinde toplaşmış alt sınıflar bir de savaş ve göç acısını omuzlamak zorunda kalmışlar. Nasıl yanmasınlar? Acı, acı ise azı çoğu olmaz. En iyi alt sınıflar bilir bunu.

Şöyle yangının devamı:
“İnsan doğduğunda,
Bir dert (acı, keder) doğar,
Savaş şiddetlendiğinde,
Kan ölçülemez.

Gözlerinin üstüne yemin ettim,
Ki onlar benim için bir İncil gibiydi
Bana vermiş olduğun bıçak yarasını
Sana bir gülücük yapayım.

Fakat sen cehennemde derinde,
Zinciri kır ve eğer beni yanına çekersen
Kutsanmış olursun.

Yanıyorum, yanıyorum, ateşe daha fazla yağ dök
Boğuluyorum, boğuluyorum, beni derin denize at…”
Acının şiiridir işte bu. Acıyla mücadelesinden sağ çıkmayı başarmış insanın çığlığıdır bütün insanların kapısına bırakılmış. O çığlığı taa içinizde duymanız mümkündür birbirine tutunduğu için az sonra çukura yuvarlanacak körlerden olmaya direnmişseniz.
Kegome’yi dillendiren kadın sesi kim bilmiyorum. Ama o coğrafyadan başka seslere aşinayım. Üstelik biri gerçekten Ege göçkünü. Eleni Vitali ve “İzmirli” Haris Alexiou’yu dinlemelisiniz. Bana sorarsanız dünyanın en güzel iki sesi. Acının sesi olmaları rastlantı değil yani!

                                                                               ***
Ortaçağda aşk da yoktur. Karanlık insanlıktan çıkarır insanı, vahşileştirir, ilkel bir yaratığa dönüştürür çünkü. O ilkel yaratığı dizginlemenin tek yoludur din. Din demem sözün gelişi; Ortaçağın dini korkudur. O korkunun dizginlediği insanlar, “kara ölüm” ile dizginlerinden kurtulmuş, bulabildiği her şeye korkunç bir hırsla saldırmıştır. Veba, dinsel korkunun zapturapt altına aldığı insanın zincirlerinden boşanmasına yol açmış, bir anlamda özgürleştirmiş, önce cinselliği, sonra aşkı öğretmiştir. Korku korkunun panzehridir.

Dedim ya bir yeni Ortaçağın tam ortasındayız. Kapitalizm, o Ortaçağın dini. Yersiz korkularla esir aldı insanı, köleleştirdi. Her şey artık bir avuç Dolar için. Haliyle yüce değerlere vakit yok. Mehmet Aksoy’un “İnsanlık anıtı”nı yıkıp yerine 24 saat sala okuyan bir top diktiler o yüzden. Bu, içinden geçtiğimiz dönüşümün özetidir işte.

Sanat, edebiyat ve müzik yoksa aşk da yoktur. Tersi de doğrudur bunun. Karanlık büyük bir aşksızlıktır. Karanlığın ve aşksızlığın şiiri olmaz.

Aşkın şiiri ise bizden birinden, NeşeDertaşk’tan. Adı “Yare Gidem…” Sözleri şöyle:
“Yâre gidem, yâre gidem
Yareliyim nere gidem
Bu derdimin dermanını
Almaya ben yâre gidem

Saçlarını ben öreyim
Buna dayanmaz yüreğim
Seni vermem ezraile
Ben öleyim ben öleyim

Yar elinde yar elinden
Yareliyim yar elinden
Dermansız bir derde düştüm
Dermanı var yar elinden…”
Yârin açtığı yâredir aşk ve genellikle yanık kokuludur!

Yanıyorsan Neşet Ertaş gibi yâre gitmenin bir yolunu bulacaksın çaresiz. Bizim için açılan bu kör çukuruna düşmemek için direneceksin. Coşkunu eksik etmeyeceksin göğsünden. Hüzünlü şarkılar dinleyeceksin düzenin popuna inat. Edebiyatla, sanatla, müzikle, şiirle direneceksin.

Demek, direnmek için şiir, müzik, edebiyat, hüzün, coşku ve aşk şart. İçinden geçtiğimiz karanlık dönemin bize öğrettiğidir bu. Komünizm kapitalizme inat insan kalma mücadelesi değilse nedir başka?

Bu yangın bizim, körükleyin ateşimizi!

Orhan Gökdemir / SOL

İktidarın rehin alma politikası - AHMET İNSEL

İnsan hakları savunucularının, terör örgütü üyeliği, kalkışma hazırlığında bulunmak, yabancı ajanlarla temas gibi suçlamalarla tutuklanmalarının ardından, tetikçiliğin, dezenformasyonun en pespaye örneklerini yandaş basının bir kısmı birinci sayfadan sergiliyor. İnsan, ancak bir halüsinasyon tezahürü olabilecek bu hikâyeleri yazanların akıl sağlıkları yerinde mi, sorusunu ister istemez kendine soruyor. 
 
Karşımızda iki şık var. Ya birbiriyle yarış halinde bu tür faaliyetleri yürütenler, kulaklarına fısıldanan, ellerine tutuşturulanlara inanarak, bunu yapıyor ya da asparagas olduğunu bilerek, kasıtlı biçimde, bu iftira, tetikçilik gibi aşağılık işlerle göze girmeye çalışıyorlar. Birinci şık eğer doğruysa, karşımızda klinik anlamda budala olan (idyo) bir güruh var demektir. İktidar tarafından kullanılan, tetikçilik yaptırılan, planlanan yeni polisiye operasyonlara kamuoyunu hazırlama işlevi gören bu budala güruhu elbette tehlikelidir. Ama yaptıkları işlerden esas onları kullananlar sorumludur. Akli melekeleri yetersiz olan kişileri kendi menfaati için kullanmak, onlara suç işletmek ağır bir suçtur.
İkinci şık, bu güruhun hiçbir etik ve ahlaki değeri olmayan, geçmişte en parlak örneğini Nazi propaganda şefi Joseph Goebbels’ten bildiğimiz, müfteri kelimesinin yetersiz kaldığı, daha fazlasını söylemenin ise haldeki durumda mümkün olmadığı insanlardan oluştuğunu gösterir. Goebbels, zeki ama insanlığın yüz karası korkunç bir yaratıktı. Elinde devlet gücü ve imkânları olunca, iktidarın hedef aldığı kesimleri kriminalize etme gerekçeleri yaratmada eşi benzeri yoktu.Yalan ne kadar büyük olursa, o kadar kolay geçer; ne kadar tekrar edilirse, halk o kadar inanır ilkesini dile getirmişti. Bunu Nazilerin iktidarı ele geçirme, tüm muhalefeti yok ederek iktidarda kalma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak tasarlamış ve uygulamıştı. 
 
Bugün sanırım iktidar yandaşlığında birbiriyle yarış halinde olan medyada bu iki şıktan oluşan insan tipi de var. Daha önce aynı işi, biraz daha zekice ve bir parmak daha usturuplu biçimde yapan Gülen medyasından öğrendiklerini, aynı pespayelikle icra ediyorlar. Diğer yandan Gülen cemaati çevresi, 15 Temmuz darbe gişimiyle ilgili dezenformasyon çabasını yurtdışında var gücüyle yürütüyor. Bir gün bu iki düşman kardeş gene anlaşıp bütün suçu ortak nefret nesneleri olan solculara, demokratlara, Kemalistlere yüklerlerse, şaşırmayacağız. 
 
Bu tetikçilerin iplerini elinde tutanlar, aslında rehin alma politikası yürütüyorlar. Alman basını, Alman dışişleri kaynaklı olduğunu söylediği bir iddia ortaya attı. Türkiye hükümetinin tutuklu iki Alman vatandaşı gazeteciyi Almanya’ya iltica başvurusu yapan iki Türk generaliyle takas etmeyi önerdiğini yazdı. Bu haber doğru mu, bilmiyoruz. Ama bugün Türkiye’de iktidarın bunu da yapmayacağını kim iddia edebilir? 
 
24 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinin çalışanı on bir arkadaşımız nihayet mahkemeye çıkacak. Haklarında elle tutulur bir suç delili olmadan, 265 günden beri özgürlüklerinden yoksunlar. Muhasebede çalışan bir arkadaşımız da 106 gündür tutuklu. Hepsi iktidarın ceza hukukunu rehin alma mantığı içinde uygulamasının mağdurları. Aynı şey, insan hakkı savunucuları için, iktidar medyasının şimdi yeniden hedef gösterdiği insan hakları örgütleri için geçerli. Aynı şey, aylardır tutuklu olan, kâh gözaltına alınıp kâh serbest bırakılan HDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri için geçerli. CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması da sonuçta bir rehin alma operasyonu değil mi? 

 
İktidar toplumun yarısından elde edemediği rızayı giderek daha fazla baskıyla, devlet terörüyle ve rehin alma politikasıyla telafi etmeye çalışıyor. Bu yolla eleştirileri susturmak, insan hakları örgütlerini gözlemcilik ve tanıklıktan caydırmak, Erdoğan yandaşı olmayan Türkiye’nin dış dünyayla ilişkisini ve ülke içinde sesini kesmek istiyor. 
 
İktidarın giderek çığrından çıkan ve kendi iç mekanizmalarıyla artık durdurmaya muktedir olmadığı bir gidişat bu. Buna karşı, siniklik ve mızmızlık reflekslerini aşarak, şiddet yöntemlerini bütünüyle reddeden, en geniş dayanışma ağının kurulması, pekiştirilmesi olmazsa olmaz bir gereklilik. 
 
24 Temmuz, II. Meşrutiyet’in ilanını takiben sansürün kaldırılmasının kutlandığı Gazeteciler ve Basın Bayramıdır. 109 yıl öncesinden de daha kötüye döndüğümüz bugünlerde, bu yıl 24 Temmuz, Cumhuriyet çalışanı arkadaşlarımızla dayanışma günüdür.

Ahmet İnsel / CUMHURİYET

Almanya krizi ve jeopolitik deprem - Nilgün Cerrahoğlu

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Kuzey Denizi’ndeki tatilini yarıda kesip Berlin’e dönüyor. Bürokratlarıyla bir araya gelip Türkiye’ye restini çekiyor:
21 Temmuz günü öğlene kadar hapisteki Alman yurttaşlarını salın!
Almanya krizindeki son eşik bu.
Büyükelçi bir dostuma sordum: “Yıllardır diplomasinin içindesin. Böyle bir ültimatom/ restleşme örneği yaşadın mı?”
Ne yaşadım, ne de duydum!” yanıtını veren muhatabım ardından ilave etti:
Bu hiçbir diplomasiye sığmayacak, son derecede sert, fevkalade ekstrem bir reaksiyon. Şoke edici, olağanüstü bir durum. Almanların canına belli ki tak etmiş ve diplomasinin sonuna gelinmiş. Buraya nasıl geldiğimizi sorarsan, çeşitli açıklamaları var. Bunlardan ilki Almanya’da artık Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna dair inancın kaybolması. Diğer neden ise eylüldeki seçimler. Sağdan sola kadar tüm partiler Türkiye’ye bundan böyle baskı yapılmasını istiyor. Bardağı taşıran son damla sade bir insan hakları aktivistinin terör’ suçlaması altında içeri atılması değil. Son dönemde Almanya’ya yönelik ‘Nazi suçlamaları da, sinirleri germiş vaziyette. Geçmişle yüzleşmesini çoktan yapan Berlin’de hâlâ böyle Nazi suçlamasıyla karşılaşmanın ne derece katlanılmaz olduğunu bilemezsin. Gelinen noktada hiç kuşkun olmasın ki yakın dönemde en üst perdeden yapılan ‘Nazi atışmalarının’ da küçümsenmeyecek payı var!” 


Eylülde belli olur
Almanya gibi Türkiye’nin bir numaralı ticaret partneri olan ve 3 milyon Türk’ün yaşadığı bir ülkeyle tüm diplomasi bariyerlerini yıkan gerilim aşağı çekilebilecek mi?
Bu yazının başına oturduğumda Başbakan Binali Yıldırım’dan “teeni ile hareket etmek gerekir” kabili gerilimi düşürmeye yönelik birtakım açıklamalar geliyordu.
Ama bunun hemen akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çırağan Sarayı’ndaki bir imza töreninden seri şekilde çektiği “Eyyy Almanya!” ayarı, Saray’ın “ip inceldiği yerden kopsun!” çizgisinde olduğu izlenimini doğurdu.
Bir hafta önce “Türkiye nereye gidiyor?” başlıklı yazımda 15 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle yapılan değerlendirmeleri aktarırken, Fransa’da “Figaro” gazetesinin ilişkilerin bir biçimde hâlâ sürdürüldüğü Batı’yla geri planda ciddi bir diplomatik kriz yaşandığını not ettiğini, Avrupa’ya “bakan düzeyinde” ziyaretlerin bile engellendiği dönemde “Türkiye’nin uluslararası yalnızlığının arttığını” belirttiğini ve “bu yalnızlığın Erdoğan’ın içeride büyüyen gücüyle doğru orantılı geliştiğini” kayda geçtiğini belirtmiştim.
Almanya ile varılan son noktadaki durum da böyle.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Eyy Almanya” dozunu ne kadar arttırırsa, Berlin’le ilişkiler de o kadar dönüşü olmayan bir noktaya sürüklenecek.
Başyazısını ve manşetini geçen hafta 15 Temmuz’un yıldönümüne ayıran Fransız gazete, “Batı’yla ilişkilerin artık sadece statükonun ivmesiyle sürdüğünü (sürüklendiğini!)” de ekliyordu.
Almanya ile son restleşmeden sonra artık ahı gitmiş, vahı kalmış o statükonun da bundan böyle yerinde olup olmadığı meçhul.
Yaz ortasındayız. Avrupalı siyasetçiler, tatilini yarıda keserek Berlin’e dönen Alman Dışişleri Bakanı Gabriel örneğinde gördüğümüz gibi, plajda. Avrupalılar tatilden dönsün ve Almanya seçimleri geçsin… toz duman yatışınca büyük resmi görürüz. 

Retorik ve gerçek farkı
Ama bu köşede daha öncede farklı vesilelerle aktardığım gibi, “15 Temmuz” artık yalnız karanlık bir darbe teşebbüsünün yıldönümü olarak değil, jeopolitik bir depremin başlangıcı olarak da görülüyor.
Türkiye’nin “15 Temmuz 2016” ile artan uluslararası yalnızlığına işaret eden gözlemciler, süreçte Batı ile bağların gözle görülür biçimde yıprandığına ve ülkenin Avra- Asya cephesine savrulduğuna dikkat çekiyor.
Savruluşta “rasyonel” hatlarla tanımlanan bir strateji ayırt edilmiyor.
Başta Almanya olmak üzere Türkiye’nin halen ihracatı ve ticari ilişkileri ağırlıklı olarak Avrupa’yla. İhracatının yarısı örneğin AB’yle. Yabancı yatırımların yüzde 75’i gene Avrupa kaynaklı.
Türk özel şirketlerinin borçları, Avrupa bankalarına...
Bu çok kritik tablo, Avrupa’nın geneliyle ilişkileri şartlayabilecek Almanya krizinde Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturuyor. Retorik ve ekonomik gerçeklikler diğer deyişle örtüşmüyor.
Biz ekonomik gerçeklik tanımayız” zıtlaşmasıyla Avrupa’nın lideri konumundaki bir ülkeyle ilişkiler “icabında kopar” deniyorsa; her belirsizliğe açık bir döneme giriyoruz demektir.
Kemerlerinizi bağlayın.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Adalet “kime” emanet? - Ayşenur Arslan

Akşam Gazetesi “Parlamenter sistemin son kabinesi” manşetini atmış. Beyefendiler çok açık konuşuyor. Bakanlar Kurulu’ndaki son değişikliğin haberini böyle duyuruyor.
Hani “Başkanlık sistemi ile Meclis daha da güçlenecek”ti? Anayasa değişiklik paketine bakıp da “tam aksine Meclis işlevsiz kalacak” diyenlere nasıl da “akıl fukarası” gözüyle bakıyorlardı?
Meğer parlamenter sistem çoktan sizlere ömür imiş!
Kabine, bu açıdan “tarihi” olacak da, yeni üyeleri rastgele mi seçilecek? Elbette hayır.
Nitekim, gazetelerin haberlerinden, tarihi kabinedeki yeni isimlerin “özenle” seçildiğini anlıyoruz.
Aralarındaki en dikkat çekici “yeni bakan” ise, Abdülhamit Gül.
Kamuoyunda pek popüler olmayabilir. Ancak, son yılların en “popüler” koltuğu Adalet Bakanlığı’nda artık o oturacak.
Bırakın kaçmayı, yürümeye bile güçleri kalmayan.. Dolayısıyla tutuklu yargılanmaları için tek bir neden bile bulunmayan Nuriye ve Semih, artık ona “emanet” olacak.
Erdoğan, sadece bizlerin / muhalefetin değil son oylarda dünyanın gözünü diktiği Adalet Bakanlığı’nı “verdiğine” göre, çok güveniyor olmalı.Doğru! Güveniyor.
Zira Abdülhamit Gül, tam da bu günler için yetiştirildi.
Nasıl mı!
                                                                             • • •

Hani, gözlüğünüz gözünüzdedir de.. Dalgınlıktan etrafınızda, cebinizde arar durursunuz.
Türkiye’nin başına gelenler ve gelecekler, aynen öyle. Gerçekler apaçık gözümüzün önünde duruyor. Oysa bizi yönetenler / medyamız / “aydınlarımız” onları halının altında, çekmecenin dibinde arıyor.
Hüsnü Mahalli, işte o gerçeklerin en yakıcılarını, “KELEPÇE” kitabında yazdı.
Hem de, neredeyse yoruma bile gerek duyulmayacak sadelikle. Olayları, gelişmeleri art arda sıraladı. “Buyurun görün” dedi:
» Temmuz 1977: Pakistan’da Amerikancı generaller, sol-sosyal demokrat ve aynı zamanda Şii kökenli Butto’yu devirdi.
» Eylül 1978: Mısır ile İsrail, Camp David Antlaşması’na imza attı. Mısır Devlet Başkanı Sedat, emperyalizmin kucağına oturdu.
» Şubat 1979: Humeyni Sedat’ın stratejik dostu Şah’ı devirdi.
» Temmuz 1979: Saddam Hüseyin Irak Devlet Başkanı Ahmet Hasan Elbekr’e darbe yaparak iktidarı tek başına ele geçirdi. Hemen ardından emperyalist ülkeler ve bölgesel müttefikleri Saddam’ı İran’a saldırttı.
Hüsnü Mahalli, birkaç yıl içinde, ABD patentli Orta Doğu projesinin nasıl takır takır işlediğini böyle anlatıyor.
Buna tabii, 1980’lerde, Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci yaşadığını eklemek… Ve o sürecin mimarlarından Gorbaçov’un, yıllar sonra ABD’nin ünlü markalarından Pizza Hut’ın reklamında oynadığını hatırlatmak gerekiyor.
Peki bu fotoğrafta Türkiye’nin “rolü” ne?
» 1980: Kenan Evren cuntası 12 Eylül Darbesi ile ülke tarihinin en büyük kırılmalarından birini hayata geçirdi.
» 1990’lar: Büyük Orta Doğu Projesi şekillenmeye başladı. “Bush Doktrini” diye de anılan projeyle, Türkiye “ılımlı İslam” hareketlerine kucak açtı.
» 2002: O sıralarda “ılımlı İslam’ın temsilcisi” olarak bakılan AKP tek başına iktidarı ele geçirdi.
» 2009: Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Orta Doğru Projesi’nin EŞ BAŞKANI olduğunu açıkladı.

                                                                              • • •

Abdülhamit Gül, işte bu sürecin içinde yetişmiş / yetiştirilmiş bir isim.
12 Eylül sonrasında kurulan ve Evren cuntasının “himayesinde” serpilip büyüyen Milli Gençlik Vakfı’nın “parlayan yıldızlarından.”
Vakfın kurduran Erbakan’dı. Hedefi de, yine Erbakan’ın deyimiyle “cihadı hatırlayan, cihada hazırlanan” bir gençlik yetiştirmekti. Örgütlendiği alan da zaten üniversitelerdi, okullardı.
Yakın geçmişteki Fethullahçılar örgütlenmesini hatırlatan bir ağ kurulmuştu. (Tunceli hariç) Türkiye’nin her ilinde ve pek çok ilçesinde, toplam 900 bürosu, 125 yurdu vardı. Yaklaşık 70 bini üniversite öğrencisi olmak üzere, 350 bin kadar üyesi bulunduğu iddia ediliyordu.
2000’lerin başında vakıf aleyhinde dava açıldı. Mahkeme, Vakfın kapatılıp, dağıtılmasına karar verdi. Yargının henüz “tam bağımlı” hale gelmediği o günlerde, Yargıtay da kararı onadı.
Şu gerekçeyle:
“(Vakıf mensupları) devletin siyasi, hukuki, iktisadi temel nizamlarını dini esaslara göre değiştirmek amacıyla anayasal düzeni bozmaya çalışıyor. ARAP MİLLİYETÇİSİ bir gençlik yetiştirme çabası, çalışmaları ve eylemleri görmezden gelinemez.”

                                                                                • • •

“Parlamenter sistemin son kabinesindeki” Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, bu vakıfta, kapatılmadan önce “Üniversitelerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı” yapmıştı. Henüz 20’li yaşlarındaydı.
Gençleri devşirmiş... Mahkeme kararına göre, kimi gençleri illegal yollarla Mısır’daki El Ezher ve benzeri okullarda okutmak üzere yurt dışına göndermiş... “Adreslere” bakılırsa, muhtemelen Müslüman Kardeşler örgütünü de kapsayan bir yapının taşlarını örmüş... Ve belli ki “başarılı” olmuş... Bu yüzden Erdoğan’ın dava arkadaşları arasına girmişti.
“Dava arkadaşları” derken, çok küçük bir çemberden söz ediyorum.
Siyaseti yakından bilenler hatırlayacaktır: Ahmet Davutoğlu’nun “gönderildiği” olağanüstü kongre öncesinde, Beştepe’de kritik bir toplantı yapılmıştı.
Erdoğan’ın başkanlık ettiği toplantıya sadece 5 kişi davetliydi: Damat Berat Albayrak, başbakanlığın emanet edileceği Binali Yıldırım, AKP Meclis grubunun cengaverlerinden Nurettin Canikli...
Ve, halef selef Adalet Bakanları, Bekir Bozdağ ile Abdülhamit Gül.
Nuriye – Semih, gazeteci arkadaşlarımız, uluslararası insan hakları kuruluşlarının temsilcileri, kısaca ADALET işte böyle bir isme emanet. Hayırlı olsun!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Fotoğraftaki Kim? Kuzu’yu, Fetö’ye götüren kişiye İBB’den onur gecesi - ERK ACARER

Gülen ve Burhan Kuzu’nun birlikte samimi bir şekilde gözüktüğü fotoğraflardaki ‘o kişi’ Abant platformu organizatörü ve dinler arası diyalog programının mucidi. Henüz birkaç yıl önce bile cemaatçi olduğu için tepki gösteriliyordu. Bugün, şahsına İBB tarafından saygı gecesi yapılıyor!
Türkiye’de FETÖ/PDY’ye yönelik operasyonlar hız kesmeden sürüyor. Adeta insan avı yaşanıyor. FETÖ ile ilgisi olmayan kişiler de kamu kurumlarındaki görevlerinden, üniversitelerden atılıyor. Dahası yolu hiç bir zaman cemaatle kesişmeyenler gözaltına alınıp tutuklanıyor.
Tüm bu ‘kaos’ içinde, muhalefet ısrarla ‘neden cemaatin siyasi ayağına ulaşılamıyor, paralel yürünen bu yolda ve iç içe geçmiş AKP-FETÖ ilişkilerinde nasıl oluyor da hiçbir siyasetçinin cemaat izine rastlanmıyor?” diye soruyor. AKP’li ya da AKP’ye yakın şahısların, damatların FETÖ operasyonlarında alınıp bırakılması ise kamuoyunun vicdanını yaralıyor.

Kuzu ‘kaosu’ seçti

AKP ve Cemaat ilişkilerini anlatan arşivler duruyor. Belgeler, ilişkiler ortada. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cemaatle ilişkiler konusunda günah çıkarırken, ‘kandırıldık’ diyor.
AKP siyasetçileri ise kendilerini aklama çabası içinde toplumun aklıyla alay eden ve devlet adamına yakışmayan yöntemler kullanıyor. Bu ‘yöntemlerde’ bazı isimler öne çıkıyor. Anayasa Profesörü, AKP İstanbul Milletvekili ve MYK üyesi Burhan Kuzu’nun özellikle sosyal medyada yaptığı paylaşımlar dikkat çekiyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından AKP’nin kaybettiği seçimi, ‘Millet kaosu seçti’ sözleriyle anlatan Kuzu, ‘photoshop’lanmış’  fotoğrafları bile kullanmaktan çekinmiyor. Gerçekte Fethullah Gülen ile Erdoğan’ın birlikte olduğu bir fotoğrafa montaj ile CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerleştirilmiş halini servis edebiliyor. Ötesinde bunu algı yaratmak için yaptığını söylemekten bile çekinmiyor.

Gerçek fotoğraflar ne olacak?

Ne var ki ortada özellikle Burhan Kuzu’ya ait gerçek fotoğraflar var. Bu fotoğrafları “Çok eskideydi” diye geçiştiren Kuzu, AKP’nin Fethullah Gülen ile ilişkilerinin de uzun yıllar öncesinde kaldığına vurgu yapıyor. Ne var ki özellikle sosyal medyada çok sık kullanılan iki fotoğrafta ortaya çıkan önemli detay, gerçeğin farklı olduğunu gösteriyor. O fotoğraflardan anlaşılan şu: AKP, bir yandan cemaat operasyonlarını yürütüyor, diğer yandan da önemli cemaatçilerle ilişkilerini sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de (İBB) devlet kurumlarında da ilişkiler kesintiye uğramıyor.

İşte o fotoğraflardaki detaylar

Fotoğraflardan ilkinde, Burhan Kuzu, samimi bir biçimde, Fethullah Gülen ile tokalaşıyor. İkinci fotoğrafta ise yemek masasında oturuluyor. Fotoğraflarda çok üzerinde durulmayan bir kişi var. Bu Kenan Gürsoy. İlk fotoğrafta; ‘ikilinin’ hemen arkasında yer alıyor. Üzerinde gri bir takım elbise ve mavi gömlek var. 2’nci fotoğrafta ise Fethullah Gülen ile Burhan Kuzu’nun karşılarında oturuyor. Gürsoy felsefe profesörü. Zamanında Vatikan Büyükelçiliği yapmış bir hoca. Abant Platformu’nun organizatörü ve dinler arası diyalog programının yürütücüsü. Kenan Gürsoy, tarikatçı bir aileden geliyor. Anne tarafından dedesi Kenan Rifai Büyükaksoy. Rifai tarikatının İstanbul kanadının kurucusu olan Büyükaksoy, 1908-1925’te tarikatın dergâh şeyhliğini yapıyor.

Şeyhler, müritler Cumhuriyeti...

Tarikatçı bir aileden gelen Kenan Gürsoy’un o fotoğrafta işi ne? Aslında bu soru yanlış çünkü Kenan Gürsoy o fotoğrafın baş aktörlerinden biri. Fethullah Gülen ile devlet arasındaki aracının o olduğu iddia ediliyor. Kuzu’nun, ‘Hoca Efendisi’ne kavuşmasındaki aracı da o. Kenan Gürsoy, din-devlet-tarikat ilişkilerinden olsa gerek, Allah’ın yürü ya kulum dediklerinden. Erzurum Üniversitesi’nde genç yaşta profesör oluyor. Sonra Ankara Üniversitesi’ne atanıp kısa sürede burada dekan yardımcılığı yapıyor. Sonunda da Galatasaray Üniversitesi’nde dekan oluyor. Kamu ve devletten emeklilik tarihi yeni. 15 Temmuz 2016 sonrası. Gürsoy’un, solcu, demokrat, devrimci öğrenci sevmediği ve üniversiteden atılmasına sebep olduğu öğrenciler bulunduğu ileri sürülüyor. Gürsoy, halen Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

İç içe geçmiş ilişkiler

Bunlar bizi bağlar mı? İlişkiler şimdi de birbirinin içindeyse şüphesiz! Bugün de ‘duruşu buz gibi belli’ kişilere İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından henüz iki ay önce saygı gecesi yapılıyorsa, Türkiye’de tüm olup biteni bir kez daha sorgulamak gerekir. Kamu kuruluşlarından atılıp ekmeklerinden edilen, sadece ByLock kullandıkları gerekçesiyle tutuklanan binlerce kişi bulunurken, 25 Mayıs 2017 günü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Prof. Dr. Kenan Gürsoy’a saygı gecesi düzenlenmesi aklımızla alay edilmesidir. Kadir Topbaş’ın yöneticisi olduğu İBB’nin organize ettiği Fatih Kültür Merkezi’nde düzenlenecek gece her nedense son anda iptal edildi! Söz konusu gecenin sponsorları arasındaki Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (Eskader) bulunuyor. Derneğin, Basın İlan Kurumu (BİMK) ve Diyanet Vakfı ile ortak yürüttükleri projeleri de bir dipnot olarak ekleyelim.

Muhterem Kuzu ve çok kıymetli İktidar Bey bu sorulara cevap verin

Artık kamuflaj kıyafeti giyenler komik duruma düşüyor. Nerede rüştünü ispatlamak isteyen bir hukukçu varsa başkalarının canını yakarak kendini aklamaya çalışıyor. 15 Temmuz’u anlatan filmi çeken yapımcı yönetmen FETÖ’cü çıkıyor. Belki de bu noktada, siyasetçilere, yerel yöneticilere, kurumlara ve devlete ayrı ayrı sorular sormak gerekiyor.
Sayın Kuzu; sizi hoca efendinize götürenlerle bugün de hale ilişkinizi sürdürüyor musunuz, Kılıçdaroğlu yerine kendi fotoğraflarınızı montajlamayı düşünür müsünüz?
Siz Topbaş... Acaba bu müthiş organizasyonlar sürecek mi? Hangi devlet kurumları bu organizasyonlara dâhil edilecek?
İçinde darbenin hiçbir siyasi ayağına rastlanmayan çok muhterem AKP iktidarı beyefendi, bizi enayi mi zannediyorsunuz?

Erk Acarer / BİRGÜN

21 Temmuz 2017 Cuma

Yaşam, ölüm, din: Ne, nerede, nasıl? - Tayfun Atay

Din, yaşamla ölümün arabulucusudur.
Bu itibarla dini önemsiz, anlamsız, değersiz bir şey saymak mümkün değildir.
Din, yaşamayı seven ve sonsuza dek yaşamayı arzu eden insanın, ölümle noktalanması mukadder olan hayatın onun önüne açtığı çaresizlik karşısındaki dayanağı olarak elbette önemli bir şeydir.
Ama din, “her şey” de değildir.
Dini “her şey” yapmaya, hayatın her santimetrekaresine hâkim kılmaya kalkıştığınızda çok tehlikeli bir aksi istikamete, dini hiçleştirmeye doğru gidişin önünü de açtınız demektir.
Her toplumda bir din ya da inanç sistemi vardır.
Ama hayat, hiçbir toplumda dinden ibaret değildir.
Dinden ibaret bir hayat önerisi, dini, yaşamla ölümün arabulucusu bir söylem, kurum, pratik olmaktan çıkarır ve yaşamla ölüm arasındaki mesafenin ortadan kalktığı, yaşamla ölümün iç içe geçtiği ve ölümün hayata galebe çaldığı bir dünya halini önümüze koyar. Ölüm ve ölümle ilgili temalar; cihat, şehit, şehadet, ahiret, cehennem, cennet; bunlar hayatın akışına, eğitimden medyaya, siyasetten spora, çocuk yetiştirme pratiğinden tıp-sağlık hizmetlerine kadar her alana nüfuz ettirilir.
Ölümle yaşar hale gelmektir bunun sonucu ve insanın buna dayanması mümkün değildir. Er ya da geç, hatta dini “hiçleştirme” pahasına bu “cendere”den çıkmanın yollarını arayacaktır.
Bakın, büyük ihtimal modern Batı’nın yalnızlık, yabancılaşma, umursanmazlık, kimsesizlik, kaybolmuşluk gibi bir dolu “psiko-kültürel” sorunundan kaçıp “güçlü ve dindar bir erkekle yeni bir hayat kurmak” için IŞİD’e katıldığını belirten bir Fransız kadın, militan eşi öldürüldükten sonra şimdi geri dönme arzusuyla neler söylüyor:
“Hayatı seviyorum. Çalışmayı seviyorum. Kot pantolonumu seviyorum. Makyajı seviyorum, anne, babamı seviyorum. İstediğim tek şey geri dönmek, arabamı almak, seyahat etmek!..”
Ve şu hayalini de eklemiş: “Akdeniz’de bir plajda bikiniyle denize girmek!” (“DEAŞ’ın Gelinleri”, Hürriyet, 18 Temmuz 2017).
Fransız kadın, belki modern hayatın tahribatından kaçtı ama o tahribatın çok daha fazlasını, “ölüm”ü hayatın hâkimi kılarak yaratan bir “cihat toplumu”nun acı tecrübesiyle şimdi neredeyse çığlık çığlığa “Yaşasın hayat” diyor!..
Din, yaşamla ölümün arabulucusu.
Dini, hayata hâkim kılmaya çalışmak ise hayatı ölüme sığdırmaya uğraşmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.

Hayat, ölümle biter. Fakat hayat, ölüme sığmaz.
O yüzden, dindarlar da dâhil olmak üzere hayatı doya doya yaşamak isteyen herkes, hayatı ölüme sığdırmaya yahut ölümü hayata giydirmeye çalışan “dinbaz mühendislikler” karşısında dinden soğuyup, uzaklaşıyor.
Bizim de bu memlekette hanidir maruz kaldığımız bir durum bu.
Ve işte ne yaparlarsa yapsınlar, ne imamhatiplere rağbet istenildiği gibi oluyor, ne de Kuran kurslarına katılım artıyor.
Aksine azalıyor.
Geçenlerde Cumhuriyet’te Ozan Çepni’nin haberinden öğrendik, Diyanet, yaz Kuran kurslarına katılım azlığından yakınmaktaymış.
Tabii bunu da “15 Temmuz”a bağlamışlar, iyi mi! Darbe girişiminden sonra aileler çocuklarını Kuran kursuna göndermekte tereddüt ediyormuş!..
Öte yandan, daha önce yaz Kuran kurslarına katılmamış öğrencilerin tespiti yapılarak katılmalarının “sağlanması” (yani “zorlanması”!) yolunda çalışılmalı denilerek bir tür “fişleme” teklifinde de bulunulmuş.
Bu şekilde dini sevdirmez, dinden uzaklaştırırsınız. “15 Temmuz” da bu bağlamda hikâyeniz, yani gerçek sebeplerden kaçışınız olur, o kadar.
Yaz sıcağında, tatil zamanında bile çocukları hâlâ dinî eğitime zorluyorsunuz.
Hayatı dine sığdırmaya, ölümle terbiye etmeye çalışıyorsunuz.
O yüzden dine IŞİD ne kadar zarar verdiyse, istemeden belki ama siz de öyle zarar veriyorsunuz.
Dini “her şey” kılmak isterken hiçleştirecek bir gidişin önünü açıyorsunuz.
Tekrar ederek bitirelim: Din yaşamla ölümün arabulucusudur.
Onu “ara-bozucu” yapmayın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Müfredata meşruiyet arayışı - ÜNAL ÖZMEN

Eğitim bakanının son şeklini basın toplantısıyla duyurduğu yeni öğretim programlarına ilişkin söyleyeceğimi Haziran 2016’da söyledim. Yani henüz program lafı ortada yokken... Çok şükür düzeltme yapmamı gerektiren ekleme çıkarma yok! Planladıkları gibi bilim yok, bol bol değersiz değer var.

Bakanın basın metninde “Şunu çok iddialı olarak söylüyorum ki bu ana kadar hiçbir müfredat bu kadar çok demokratik katılımla oluşturulmadı ve halkımızın görüşlerine açılmadı” gibi doğru olmayan bir tümce gözüme ilişti. Önce şunu belirteyim ki eğitim bakanı öğetim programlarının nerede, ne zaman, kim tarafından, nasıl hazırlandığını bilmiyor. Bilmediği için “demokratik katılımla” hazırlandığını söylerken renk vermiyor, sesi titremiyor; “demokratik programların” hangi süreçten geçip önümüze geldiğinden bihaber olması, öyle olduğunu sanması yalana gerçek tadı veriyor.

Yeni denen programlar, 4+4+4 okul sisteminin müfredatıdır. Önce okullar hazırlandı ardından programı geldi. 4+4+4 sistemine geçişin yasası AKP genel merkezinde hazırlanmıştı; bu programlar da orada hazırlandı. Parti merkezinde çerçevesi çizilen programlar, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan Program Komisyonunda formata uygun hale getirildi. Bu komisyonun görevi, tüm programları ve programcıları İslam dinine uygunluk  yönünden denetlemekti.
2015’te başlayıp 2016’da tamamlanan çalışma MEB tarafından Ocak 2017’de kamuoyuna duyuruldu. Bu tarihten 6 ay önce Evrim Kuramı’na yer verilmeyeceğini, programların az bilim, çok din anlamına gelen dini milli “değerler” merkezli olduğunu 17 Haziran 2016 tarihli BirGün’de yer alan haberimizde duyurmuştuk.

Kapalı kapılar ardında hazırlanmış tezgâh ürünü müfredatlar için bir yıl sonra internet üzerinden ilgili ilgisiz kişilerden görüş istenmesi yapılan işi meşru kılmaz. Aksine ortada ciddi bir meşruiyet sorunu olduğunu gösterir. Halkın nefes alacağı yeşil alanları imara açarken vatandaşın fikrine müracaat etmeyenlerin uzmanlık gerektiren öğretim programları için halktan görüş istemesi tam bir kurnazlık örneğidir.

Devlet okullarından kaçış hızlandı
Resmi kayıtlar özel okul oranının yüzde 7 civarında olduğunu gösteriyor. Fakat bu oran büyük kentlerin seküler ilçelerinde Türkiye ortalamasının çok üstünde. Örneğin Ankara’nın Çankaya ilçesinde oran yüzde 50’ye dayandı. Bazı mahallelerde ise daha yüksek; devlet okulunun bulunmadığı 50 bin nüfuslu Yaşamkent’te özel okul tek seçenek.

Özel okula yönelmeyi tetikleyen yerleşim biriminin ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi gibi gözükse de asıl neden bu kavram kalıbının izah edemeyeceği kadar karmaşık. Ekonomisi imkan vermeyen çok sayıda aile çocuğunu özel okula gönderiyor.

Veliler özel okul seçimini iki ana kritere göre yapıyor; birincisi, hangi kademede olursa olsun vaat ettiği bir sonraki okul türü arayışına yanıt vermesi, örneğin çoğu veli, liseyi bitirdikten sonra sınavsız öğrenci alan yabancı üniversitelere gidebilme şansının olduğu liseleri daha çok tercih ediliyor. ikincisi ise okulun öğrenci için özgür ve güvenilir mekan olması; haklı olarak insanlar çocuklarına saygı duyulmasını bekliyor. Devlet okulları otoriter bulunuyor.

Devlet okullarından kaçış öğrencilerle sınırlı değil, mesleğini icra etmede sıkıntı yaşayan öğretmenler de devlet okullarından kaçıyor. Öğretmenlerin bir kısmı emekli olmayı tercih ederken önemli bir kesimi özel okullara transfer oluyor. Yani devlet okulları müfredatıyla, donanımıyla, yönetimiyle modern eğitim merkezi olmaktan uzaklaştıkça okulun iki asli bileşenli öğrenciler ve öğretmenler de oradan kaçıyor. İstifa eden veya emekliliğini isteyen öğretmen sayısındaki artış, Milli Eğitim Bakanlığının nedenini araştırması gereken orana yükseldi.

Fakat bizim Eğitim Bakanlığı öğrenciler ve öğretmenler neden benden uzak duruyor diye merak etmeyecek, çünkü bu onun istediği bir sonuç.

Ünl Özmen / BİRGÜN


Kağıttan imparatorlar - MÜSLÜM GÜLHAN

Dünyadaki az gelişmişliğin sosyolojik sendromunu yaşayan tüm ülkelerde, yönetim mekanizması, toplumsal topraklamayı tolere edecek sahte argümanlara ihtiyaç duyar.


Bu argümanları kullanmak için de sembollere ihtiyaç duyulur. Bu sembollerin yaratılması, ancak elde avuçta ne varsa ile ortaya çıkartılır. Çünkü gerçekte öyle bir olgunun oluşmasını sağlayacak dinamiklerin hiçbiri, o yalanlar üzerine kurgulanmış toplumun içinde çıkması mümkün değildir.
Gerçek anlamda, toplumsal yaşamın ve gelişmişliğin tüm donanımlarını sağlayan toplumlar, bu tip sanal argümanlara ihtiyaç duymaz. Eleştirel bakış ve özgürlüklerin demokratik bir hak olarak kullanılması, bu tip oluşumların ortay çıkmasını engeller. Bu aynı zamanda ahlaki bir reflekstir.
Bu süreci oluşturamamış veya kaybetmiş toplumların, bu süreç içinde en çok kullandıkları argüman, özel donanımlara sahip olamayan, fakat öyleymişçesine pazarlanan sanal modellerdir.

Böyle büyük kayıplar içinde yaşayan toplumlar, yaratılan algı manipülasyonuyla bu tip insanlara ihtiyaç duyar.

Bu modellerdeki amaç, kurgulanan azınlık çıkarlarını koruyan sisteme adapte olmak ve bunun rantından yararlanmaktır. Yapılan iş ise amaç değil araçtır. Uzlaşma sağlandıktan sonra gerisinin gelmesi anlık süreçlerdi.

Donanım ve yetenek olarak nelere sahip olduğu belli olmayan bu modeller, sözdeki başarıların (!) doğa üstü liderlik özelliklerle elde edildiği izlemini yaratılarak, kişiye ilahi bir boyut takılır.
Mühim olan, sendrom içindeki topluma bunu satıp kabullendirilmesini sağlamaktır. Bunun için en önemli rant paydaşı olarak medya kullanılır ve ortaklık boyutunda bu sürece dahil olur. Toplumdaki duygusal tatminsizlik açığı bu kabullenmeyi kolay kabul eder ve tüm insanların gerçeklikle bağı kopartılır.

Bu süreçteki başarısızlıklarda ise, ki başarısızlıklar kaçınılmazdır, birtakım talihsizlikler ve şansızlıkların yakalarını bırakmadığı izlenimleri yaratılarak, toplum zaten duygusal açlığın yarattığı arsızlıktan dolayı buna hazırlanmış olduğundan, bir mağdur edebiyatı çerçevesinde olay kapatılır.
Bu mağduriyet ve kurgu, ne yapıp edip kendine imparatorlar yaratır!

Bunlardan biri de Fatih Terim!

Başarıda doğa üstü yeteneklere ve başarısızlıkta talihsizliğe sahip bir imparator.

Hiçbir donanım ihtiyacı duymayan bir imparator.

Bilgiyi ihtiyaç olarak hissetmeyen, kültürel yapıyı kendi donanımları üzerine oturtan ve “dünyada da bu böyle” diye, ikna-işbirliği süreci yaşatan bir imparator.

Yetersizlikleri onun sorunu olmayan bir imparator.

En önemli özellik de, imparatorluğa rağmen (!) hiç kimselerde olmayan liyakatlerin verilmesidir. Başlık olarak her şeyi kapsadığı zannedilen, fakat içerik olarak hiçbir şey ifade etmeyen liyakatler.
‘Türkiye Futbol Direktörü’ gibi, verilen liyakat.

Buda imparatorluğun alt başlığıdır.

İş buralara gelince, süreci artık çıkmazlardan dolayı egolar yürütür ki; egoları süsleyen özellik dayanaksız cesarette saklıdır.

Konuşmalardaki hâkir görüş… Davranışların abartılımı… Tatmin edilemeyen kompleksler… ‘Tek’ olduğu dürtüsü… Bu sözde kazanımlar (!), iç işleyişte çıkar kavgalarını içinde sakladığından, zaman zaman çatışmaların açığa çıkmasına neden olur.

Hiç umulmayan çatışmalar ve kavgaların yaşanması, her şeyin sanal kurgu üzerine oturtulmasından kaynaklanır.
Tek amaç olan çıkar ve bundan kaynaklanan kavgalar, seviye bakımından son derece cesaret dolu (!) ve stratejik olur.
Tüm bu toplumsal açmazların oluşumunu, toplumsal sendromun içeriğindeki kabullenme dürtüsü sağlar. Sorun gerçekle bağın koparılmasıdır.
İşte, Fatih Terim ve Arda Turan’ın girdiği kıyasıya çatışma. Ve Arda Turan’ın Yıldırım Demirören ile girdiği çatışma…

Milli Takım düzeyinde böyle bir kutuplaşmanın ve çatışmanın kabulü mümkün değildir. Her kim sorumluysa, bunun bedelini öder ve görevine son verilir ya da istifa eder. Aksi, bu dayanaksız cesaretin zaman içinde nereye varacağı belli olmaz ve dışsal etkiye geçerse ‘şiddet’ kaçınılmaz olur.
Fatih Terim’in kebapçıya yaptığı baskın ile Arda Turan’ın Yıldırım Demirören’in arkadaşıyla yumruklaşması buna en iyi örneklerdir.

Bir ülkede kurumsal özerklik kaybolduğu zaman, donanımsız elitlerin çıkarları yönetimde kabul görür.

Sistemin nimetlerinden yaratılan bu imparatorların tamamı kağıttan imparatorlardır.
Güçleri ise sadece bir rüzgâr gülü kadardır.

Unutmayalım, İmparatorlukların devamının sürmesi için yapılan her şey bir algı operasyonundan ibarettir.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

20 Temmuz 2017 Perşembe

Türkiye’ye ‘özgür ruh’ çok mu fazla? - Nilgün Cerrahoğlu

Ahmet Hakan, Kılıçdaroğlu’nun “Times” gazetesine verdiği “Özgür bir ruhum olduğu gerçeği ile baş edemiyorlar” demecini pek eğlendirici bulmuş.
Yazar bu açıklamayı okuyunca şu üç şeyi yaptığını anlatıyor:
“BİR: İçtiğim kahveyi püskürttüm.
İKİ: ‘Baba Zula’nın destansı ‘Özgür Ruh’ şarkısını dinledim.
ÜÇ: Nil Karaibrahimgil’in ‘Hazır kaaart/ Hazır kaaaart’ reklamını anımsadım.”
Hakan’ın bu satırlarını okuyunca “Güleriz ağlanacak halimize” deyiminin niçin bu topraklardan çıktığını anladım...
Hürriyet yazarı, Kılıçdaroğlu’nun “özgür ruh” ifadesini anlaşılan öyle iddialı bulmuş ki, kahvesini yutamadan püskürtmüş.
Oysa birebir kendisi 20 gün önce Kılıçdaroğlu ile Adalet Yürüyüşü’nde etraflı bir röportaj yapmış; CHP Genel Başkanı’nın niye/ niçin/nasıl “duvara karşı” çok zorlu bir yürüyüş katettiğini tefrika etmişti.
“Asfaltta yumurta pişer” sözüyle tanımladığı olağanüstü çöl sıcağında 69 yaşındaki liderin dirençli mücadelesini uzun uzadıya anlatan yazar; “Bıraksanız koca İpek Yolu’nu katedecek gibi... Mao’nun Uzun Yürüyüşü ile.. Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü’nün cebelleşen hali” gibi ifadeler kullanmaktan da kaçınmamıştı.
Şimdi bu ne perhiz ne lahana turşusu? 

Duyarsızlıkta tavan
İnsan, örneklerine yalnız Türkiye’de rastladığımız bu başdöndürücü fırıldaklığın hızına yetişmekte zorlanıyor.
Dün, “(Kılıçdaroğlu) geceleri ayaklarını tuzlu, sirkeli, ilaçlı üç tür suda dinlendirerek yürüyor” güzellemeleri yaz; dön sonra bu yolculuğu yapan insanı “Hazır kaaart” reklamı göndermesiyle bodoslomadan ti’ye al.
Niye?
Kılıçdaroğlu yabancı bir gazeteye “Özgür bir ruhum olduğu için” cümlesini kurmaya cesaret ettiği için...
Bunun nesi “insana kahvesini püskürttürecek kertede” komik/beklenmedik/garip?
“Özgür ruh” kavramı Türkiye ile mi bağdaştırılamıyor? Yoksa Kılıçdaroğlu ile mi?
Bu kerte dramatik/trajik bir ortamda bile, kimilerince her şeyden kıymetli olabilecek değerlerle dalga geçmek duyarsızlılığını/ vurdumduymazlığını Ahmet Hakan acaba kendinde bulma cesaretin nereden buluyor?
Özgürlükle tutsaklık/biat arasındaki mesafe üstelik bu derece, gece-gündüz mesafesinde açılmışken; “özgür ruh” ifadesi nasıl bu kadar gırgıra alınası bir “abidik-gubidik” matrak malzemesi olabiliyor?
“Aman canım işte.. sırf laf olsun, torba dolsun espri..” diye yazılmış şeyler olabilir mi bunlar? 


‘Ütüde sucuk’ düzeyi...
Türkiye’de siyasi suçlular hapishaneleri doldurup doldurup taşırırken insanlar televizyonlarda gerçi huzurla “Dünya Güzellerim” misali programlar izliyor.
Bilmem hiç rastladınız mı?
Bülent Ersoy, Safiye Soyman, Banu Alkan, Burcu Esmersoy dörtlüsünün Hindistan serüvenlerini anlatan programdan bahsediyorum.
Dörtlü hiç incir çekirdeğini doldurmayan acayip geyiklerle kafa dağıtıyor; Recep İvedik düzeyinde bir eğlence sunuyor.
Geçen hafta, Hindistan’da otel odasında kurdukları yer sofrasında “İvedik tarzı” komiklik kontenjanından misal, kızdırdıkları bir ütünün tabanında vıcık vıcık yağ içinde kızarttıkları sucuklu bir ziyafet verdiler.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevinde ölüm orucuna yattığı bir ülkede insanlar belli ki hâlâ böyle şeyleri gülünesi ve eğlendirici buluyor.
 
“100 yıllık tarihimizde hiçbir dönemde, hiçbir ülkede bu kadar çok yazar demir parmaklık ardına gönderilmedi” diye açıklama ardına açıklama yapan Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’in kınamaları geniş genel kamuoyunun kulağına henüz öyle görünüyor ki ulaşmıyor. 
 
Ve Türk popülizminin “en antenleri açık” yazarı olan Ahmet Hakan bu yüzden ana muhalafet liderinin sanırım “özgür ruh” açıklamasını, hayattan pek kopuk buluyor. 
 
Ahmet Hakan zahir ülkeyi hâlâ genel geçer anlamda “Ammaan kafaya tokadan başka bir şey takma” düzleminde görüyor. 
 
Ama gerçeklik artık bunca basit değil. 
 
Bu “gelen ağam, giden paşam” faydacılığı karşısında artık Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” pabuçlarını müzede sergilemek isteyenler de var. 
 
Diyeceğim o ki, Ahmet Hakan pergelinin çapını artık biraz genişletmek zorunda.

Nilgün Cerrahoğlu/ CUMHURİYET