Sonda söyleyeceğimizi başlıktan bağırmış olduk. Bu sorunun yanıtı
olumludur. Koşullar, Alman siyaset sınıfının ve büyük sermayenin “Bu
kadar oyun yeter!” noktasına gelip dayandığını, İslamcı Ankara’nın,
tıpkı ünlü film dizisindeki “Alien” gibi Almanya’yı da gözüne kestirdiği
korkusunun Berlin’de yayıldığını gösteriyor. İslamcı Ankara’nın
Almanya’da da habis bir ur gibi kontrol dışı büyüdüğünü düşünenlerin
sayısı ve ağırlığı artıyor.
Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkçe çağrısını başka nasıl yorumlayabiliriz? Adam resmen “Sizler bizim bir parçamızsınız” diyor Türkçe konuşan en az 3 milyonluk bir halk topluluğuna ve onların İslamcı politikaların çekim alanına girmesine bu nedenle daha fazla izin veremeyeceklerini hatırlatıyor. Alman Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier de bu çıkışı desteklediğini, Türkiye’de olan biteni öylece sineye çekemeyeceklerini ilan ediyor.
Belki de, bu habisleşen urun (“İslamcı Ankara”) Türkiye’deki doğumunu destekleyenler arasında Berlin’in sosyal demokratlarıyla yeşillerinin ilk sıralarda yer aldığını unutturmaya çalışıyorlardır: Hepsi oradaydı çünkü; Erdoğan ve siyasetini pek demokrat buluyorlardı, “Müslüman Demokratları” yere göğe koyamıyorlardı; Birikimci döküntülerin, Hasan Cemal ve Ahmet Altan türünün AB’deki ağababalarıydılar, şimdi işler tersine döndü.
Aslında ne mi oluyor?
Galiba şu: Berlin, sonunda ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu, içerideki istikrarı tehlikeye atamayacağını Ankara ve diğer Avrupa’ya eylemli bir biçimde kanıtlamak zorunda kaldığını düşünüyor. Avrupa’nın hegemon ülkesi sonuçta: Almanya, sürekli kaçındığı bir çatışmanın resmen “üzerine üzerine” geldiğini gördü ve artık kaçamayacağını ilan etti. İslamcı Ankara ve onun “majestelerinin demokratik muhalefetini” de istediği gibi yönlendirebilen “reisi”, Berlin’i seçimlere iki ay kala çok zor durumda bırakacak adımlar atmayı sürdürüyor. Ancak Berlin de yanıt vermeye başladı.
Tepkilerin ilk analizi şu sonucu veriyor: Berlin, daha doğrusu Alman siyaset sınıfı, açık bir biçimde, İslamcı Ankara’nın Almanya’da bir habis ura dönüştüğü duygusuna kapılmış görünüyor.
Bizler 15 yıl önce “Felaketin farkında mısınız?” diye bağırır ve bu gerici iktidara direnme çağrıları yaparken, “milliyetçilikle” suçlanıyorduk dışarıdaki siyaset sınıfının içerideki militanlarınca... Şimdi o büyüttükleri urun Türkiye’yi dağıttığını, ama doymadığını ve dağıtıcı iştahını Almanya’ya da yönelttiğini gördüler. En önemlisi, “reis” ve şürekasının Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını da süzmeye başladığını fark ettiler. Erdoğan’ın Trump ABD’sini arkasına alarak Almanya Avrupası’nı didiklemesi, kendisine yönelik nefret ateşini harlamaktan başka bir işe yaramadı.
Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçen hafta ortasında tatilini yarıda kesip zehir zemberek açıklamalarla Erdoğan’a esip üfürmesi, bu arada medyaya, silah ambargosunun bile düşünülebileceği, Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman şirketlerinin, Türkiye yatırımlarının gerekirse durdurulabileceği haberlerinin sızdırılması, havayı iyice soğuttu. Silah satışının yanı sıra Alman ihracatıyla dış yatırımlarının destekçisi Hermes kredilerinin de masaya yatırıldığı haberleri, ortamı daha bir gerginleştirdi.
Gabriel, özelikle Alman şirketlerini adları terör destekçiliğine bulaştırılınca “mülkiyet haklarını hatırlatarak” duruma müdahil oldu.
Üstelik diplomatik teamülleri zorlayarak.
Mesele, gerçekten de, uzaklarda bir yerlerdeki çıkar çatışması mı?
Sigmar Gabriel’in çıkışını çeşitli üst düzey kurum ve kişilerden gelen ağır yorumlar izledi. Ankara, “Valla biz Alman şirketlerine bir şey demedik, hem siyasetle ekonomiyi karıştırmayın” tarzı bazı geri adımlar attı. İslamcıların “şanzımanı” fena dağıttığı anlaşıldı.
İşte bu şanzıman dağıtma belirtilerinin Berlin’i “İslamcı Ankara” karşısında önlem almaya ittiği anlaşılıyor.
Berlin’in veya bir başka büyük devletin, İslamcı Ankara’nın şanzımanı dağıtmasından pek çekindiğini kimse düşünmesin. Etkileri Türkiye sınırları içinde kaldığında, ülke parça parça olsa bile, bu pek umurlarında değil. Şanzımanın on yıllardır dağılma sürecinde olduğunu, bu yüzden bu coğrafyanın ellerine kaldığını/kalacağını iyi biliyorlar. Asıl sorunları, dev şirketlerin Alman sermayesinin beklenmedik sınırlar ve el koymalarla karşı karşıya kalma tehlikesi, mal varlıklarına ve kâr transferlerine “halel getirecek” yeni bir ortamın doğması. Ayrıca Almanya içindeki sosyal barışın etnik bir cepheleşmeyle zıvanadan çıkma olasılığı... Bu nedenle Gabriel, ağzındaki baklayı çıkardı ve bizim burada aylardır söylediğimiz bir şeyi, asıl endişesini bağırdı: Mülkiyet güvencesi kalmamıştı... Ankara, Erdoğan’ın ağzından telaşla “Valla garanti veriyoruz” dedi.
Öyle nazilikler, insan hakları aktivistlerinin tutuklanması, Alman gazetecilerin aylardır içeride olması falan önemli değil. Onları çözerler. Ama Alman yatırımcıların çıkarlarına yönelik imalar, yeni ve tuhaf sinyaller, Berlin’i “Biz bu İslamcıları artık kontrol edemeyebiliriz, iş Almanya’da da karışacak” noktasına getirip bırakmış olabilir.
Bütün bunlar, Almanya dışında bir bölgedeki antidemokratik sürtüşmelere yanıt arayışları mı?
İstanbul Büyükada'da 5 Temmuz’da katıldığı bir çalıştayda gözaltına alınan ve sonra da tutuklanan Uluslararası Af Örgütü aktivistlerinden Peter Steudtner, sonuçta bardağı taşıran küçük bir damlaydı. Merkel hükümeti, geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak son bir yılda 22 Alman vatandaşının gözaltına alındığını, bunlardan 9’unun halen cezaevinde olduğunu bildirmişti. Steudtner, 10’uncu isim.
Steudtner, bir simge: Alman siyaset sınıfının kendi yurttaşlarını korumaktan aciz ve bu arada da Suudiler ile Erdoğan gibi “İslamcı diktatörlerin” elinde oyuncak olduğu söylemi, halk katında güç kazanıyor. Ama, dedik ya, ondan çok daha önemlisi var: Alman tekellerinin yurtdışındaki çıkarlarının bu tür diplomatik uyarı ve terbiye yöntemiyle korunamayacağı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Merkel ve Alman siyaset sınıfı için asıl önemli sorun, Peter Steudtner’in kaderi değil, devletin Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarıyla kâr transferlerini güvenceye alacak araçlara sahip olup olmadığı ve Almanya içindeki istikrarı nasıl koruyacağı... Dev şirketlere kolayca el konulan bir Türkiye’nin siyaset sınıfı her an tarihin derinliklerine itilebilir. Bu küstahlığın Almanya içinde kitleselleşmesi halinde, zengin mutfağında beklenmedik iç savaş sahneleri de yaşanabilir.
Birleştirerek bakalım mı?
Berlin’den Ankara’ya baktığımızda manzara: Almanya, Türkiye için artık bir iç politika sorunu. Bunun temelinde Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesinin güvenlik arayışları yatıyor. Ekonomik dev, siyaseten bununla at başı gittiği söylenemeyecek bir gücün eksikliğini çekiyor. Askeri bir cüce olduğu ise İncirlik ve Konya’daki üs ziyaretleri konusunda atmak zorunda kaldığı geri adımlardan çıkartılabilir. Bu asimetriye, dünya dış ticaret fazlası şampiyonluğunu yıllardır bırakmayan bir ihracatçı ülke daha fazla tahammül gösteremez. Diplomatik uyarılarla bir sonuç alınamayacak noktaya gelindi. Yaptırımları ve bu yaptırımların ciddi altyapısını gözden geçirmek zorunda kalacaklar.
Ankara’dan Berlin’e baktığımızda manzara: İslamcı Ankara, Alman iç politikasının giderek büyüyen ve ülkeyi sarsabilecek boyutlar aldığı anlaşılan bir unsuru çoktandır. Ciddi iç ve dış komplikasyonlar yaratabilecek büyüklükte bir unsur, hatta bir ur bu. Böyle algılanıyor artık. Bunun habis olup olmadığı konusunda henüz tam bir karar verilmiş değil. Kesip atılmasını isteyenler daha çok “sağ popülizme” (AfD) yakın. Tedavinin mümkün olduğunu (“diplomasi”) düşünenler şimdilik ağırlıkta, ama aşağıdan gelen basınca dayanma güçleri de kalmadı.
Berlin, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in bizzat sergilediği bir çıkışla, ekonomi kartını oynamaya karar verdiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier, Ankara üzerinde baskı için ekonomik olanaklar bulunduğu görüşüne katıldığını belirtti. Bunlar, bazı Alman devlerine Ankara’dan gelen terör destekçiliği suçlamalarına bir yanıt gibiydi. Hermes ihracat kredileri üzerinden “düşünmeye başlayan” Berlin’in Türkiye’ye ihracatı tırpanlaması halinde, bundan Türkiye’nin değil Almanya’nın zararlı çıkacağına inanan dinciler var. İslamcı Ankara o kadar cahil ki...
Tornavida bile üretemeyeceklerini ve ekmek bile dağıtamayacaklarını yakında anlarlar mal ve finansman akışı kesilince.. Hermes kredileri ve silah, yedek parça vs. transferi durdurulursa hele...
Her neyse...
Eğer Alman medyasındaki ilk gündem maddesini devleti yıllardır ele geçirmiş ve sol düşmanı kemalistlerin desteğiyle cumhuriyeti resmen çökertmiş Türk İslamcıların Almanya’daki her türden faaliyeti oluşturuyorsa, Alman Dışişleri Bakanı Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendilerinin bir parçası olduğunu iki dilde hatırlatıyor ve hele hele Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Merkel politikalarının yılmaz savunucusu, Alman sağının günlük entelektüel gıdası bir etkili gazete de artık “Erdoğan Almanya’ya ateş ediyor” ve “Erdoğan Berlin’le cepheleşme rotasında” başlık ve manşetlerini kullanıyorsa, İslamcı Ankara’yı çok zor günler bekliyor demektir. Tabii, Berlin’i de.
Osman Çutsay / SOL
Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkçe çağrısını başka nasıl yorumlayabiliriz? Adam resmen “Sizler bizim bir parçamızsınız” diyor Türkçe konuşan en az 3 milyonluk bir halk topluluğuna ve onların İslamcı politikaların çekim alanına girmesine bu nedenle daha fazla izin veremeyeceklerini hatırlatıyor. Alman Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier de bu çıkışı desteklediğini, Türkiye’de olan biteni öylece sineye çekemeyeceklerini ilan ediyor.
Belki de, bu habisleşen urun (“İslamcı Ankara”) Türkiye’deki doğumunu destekleyenler arasında Berlin’in sosyal demokratlarıyla yeşillerinin ilk sıralarda yer aldığını unutturmaya çalışıyorlardır: Hepsi oradaydı çünkü; Erdoğan ve siyasetini pek demokrat buluyorlardı, “Müslüman Demokratları” yere göğe koyamıyorlardı; Birikimci döküntülerin, Hasan Cemal ve Ahmet Altan türünün AB’deki ağababalarıydılar, şimdi işler tersine döndü.
Aslında ne mi oluyor?
Galiba şu: Berlin, sonunda ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu, içerideki istikrarı tehlikeye atamayacağını Ankara ve diğer Avrupa’ya eylemli bir biçimde kanıtlamak zorunda kaldığını düşünüyor. Avrupa’nın hegemon ülkesi sonuçta: Almanya, sürekli kaçındığı bir çatışmanın resmen “üzerine üzerine” geldiğini gördü ve artık kaçamayacağını ilan etti. İslamcı Ankara ve onun “majestelerinin demokratik muhalefetini” de istediği gibi yönlendirebilen “reisi”, Berlin’i seçimlere iki ay kala çok zor durumda bırakacak adımlar atmayı sürdürüyor. Ancak Berlin de yanıt vermeye başladı.
Tepkilerin ilk analizi şu sonucu veriyor: Berlin, daha doğrusu Alman siyaset sınıfı, açık bir biçimde, İslamcı Ankara’nın Almanya’da bir habis ura dönüştüğü duygusuna kapılmış görünüyor.
Bizler 15 yıl önce “Felaketin farkında mısınız?” diye bağırır ve bu gerici iktidara direnme çağrıları yaparken, “milliyetçilikle” suçlanıyorduk dışarıdaki siyaset sınıfının içerideki militanlarınca... Şimdi o büyüttükleri urun Türkiye’yi dağıttığını, ama doymadığını ve dağıtıcı iştahını Almanya’ya da yönelttiğini gördüler. En önemlisi, “reis” ve şürekasının Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını da süzmeye başladığını fark ettiler. Erdoğan’ın Trump ABD’sini arkasına alarak Almanya Avrupası’nı didiklemesi, kendisine yönelik nefret ateşini harlamaktan başka bir işe yaramadı.
Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçen hafta ortasında tatilini yarıda kesip zehir zemberek açıklamalarla Erdoğan’a esip üfürmesi, bu arada medyaya, silah ambargosunun bile düşünülebileceği, Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman şirketlerinin, Türkiye yatırımlarının gerekirse durdurulabileceği haberlerinin sızdırılması, havayı iyice soğuttu. Silah satışının yanı sıra Alman ihracatıyla dış yatırımlarının destekçisi Hermes kredilerinin de masaya yatırıldığı haberleri, ortamı daha bir gerginleştirdi.
Gabriel, özelikle Alman şirketlerini adları terör destekçiliğine bulaştırılınca “mülkiyet haklarını hatırlatarak” duruma müdahil oldu.
Üstelik diplomatik teamülleri zorlayarak.
Mesele, gerçekten de, uzaklarda bir yerlerdeki çıkar çatışması mı?
Sigmar Gabriel’in çıkışını çeşitli üst düzey kurum ve kişilerden gelen ağır yorumlar izledi. Ankara, “Valla biz Alman şirketlerine bir şey demedik, hem siyasetle ekonomiyi karıştırmayın” tarzı bazı geri adımlar attı. İslamcıların “şanzımanı” fena dağıttığı anlaşıldı.
İşte bu şanzıman dağıtma belirtilerinin Berlin’i “İslamcı Ankara” karşısında önlem almaya ittiği anlaşılıyor.
Berlin’in veya bir başka büyük devletin, İslamcı Ankara’nın şanzımanı dağıtmasından pek çekindiğini kimse düşünmesin. Etkileri Türkiye sınırları içinde kaldığında, ülke parça parça olsa bile, bu pek umurlarında değil. Şanzımanın on yıllardır dağılma sürecinde olduğunu, bu yüzden bu coğrafyanın ellerine kaldığını/kalacağını iyi biliyorlar. Asıl sorunları, dev şirketlerin Alman sermayesinin beklenmedik sınırlar ve el koymalarla karşı karşıya kalma tehlikesi, mal varlıklarına ve kâr transferlerine “halel getirecek” yeni bir ortamın doğması. Ayrıca Almanya içindeki sosyal barışın etnik bir cepheleşmeyle zıvanadan çıkma olasılığı... Bu nedenle Gabriel, ağzındaki baklayı çıkardı ve bizim burada aylardır söylediğimiz bir şeyi, asıl endişesini bağırdı: Mülkiyet güvencesi kalmamıştı... Ankara, Erdoğan’ın ağzından telaşla “Valla garanti veriyoruz” dedi.
Öyle nazilikler, insan hakları aktivistlerinin tutuklanması, Alman gazetecilerin aylardır içeride olması falan önemli değil. Onları çözerler. Ama Alman yatırımcıların çıkarlarına yönelik imalar, yeni ve tuhaf sinyaller, Berlin’i “Biz bu İslamcıları artık kontrol edemeyebiliriz, iş Almanya’da da karışacak” noktasına getirip bırakmış olabilir.
Bütün bunlar, Almanya dışında bir bölgedeki antidemokratik sürtüşmelere yanıt arayışları mı?
İstanbul Büyükada'da 5 Temmuz’da katıldığı bir çalıştayda gözaltına alınan ve sonra da tutuklanan Uluslararası Af Örgütü aktivistlerinden Peter Steudtner, sonuçta bardağı taşıran küçük bir damlaydı. Merkel hükümeti, geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak son bir yılda 22 Alman vatandaşının gözaltına alındığını, bunlardan 9’unun halen cezaevinde olduğunu bildirmişti. Steudtner, 10’uncu isim.
Steudtner, bir simge: Alman siyaset sınıfının kendi yurttaşlarını korumaktan aciz ve bu arada da Suudiler ile Erdoğan gibi “İslamcı diktatörlerin” elinde oyuncak olduğu söylemi, halk katında güç kazanıyor. Ama, dedik ya, ondan çok daha önemlisi var: Alman tekellerinin yurtdışındaki çıkarlarının bu tür diplomatik uyarı ve terbiye yöntemiyle korunamayacağı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Merkel ve Alman siyaset sınıfı için asıl önemli sorun, Peter Steudtner’in kaderi değil, devletin Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarıyla kâr transferlerini güvenceye alacak araçlara sahip olup olmadığı ve Almanya içindeki istikrarı nasıl koruyacağı... Dev şirketlere kolayca el konulan bir Türkiye’nin siyaset sınıfı her an tarihin derinliklerine itilebilir. Bu küstahlığın Almanya içinde kitleselleşmesi halinde, zengin mutfağında beklenmedik iç savaş sahneleri de yaşanabilir.
Birleştirerek bakalım mı?
Berlin’den Ankara’ya baktığımızda manzara: Almanya, Türkiye için artık bir iç politika sorunu. Bunun temelinde Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesinin güvenlik arayışları yatıyor. Ekonomik dev, siyaseten bununla at başı gittiği söylenemeyecek bir gücün eksikliğini çekiyor. Askeri bir cüce olduğu ise İncirlik ve Konya’daki üs ziyaretleri konusunda atmak zorunda kaldığı geri adımlardan çıkartılabilir. Bu asimetriye, dünya dış ticaret fazlası şampiyonluğunu yıllardır bırakmayan bir ihracatçı ülke daha fazla tahammül gösteremez. Diplomatik uyarılarla bir sonuç alınamayacak noktaya gelindi. Yaptırımları ve bu yaptırımların ciddi altyapısını gözden geçirmek zorunda kalacaklar.
Ankara’dan Berlin’e baktığımızda manzara: İslamcı Ankara, Alman iç politikasının giderek büyüyen ve ülkeyi sarsabilecek boyutlar aldığı anlaşılan bir unsuru çoktandır. Ciddi iç ve dış komplikasyonlar yaratabilecek büyüklükte bir unsur, hatta bir ur bu. Böyle algılanıyor artık. Bunun habis olup olmadığı konusunda henüz tam bir karar verilmiş değil. Kesip atılmasını isteyenler daha çok “sağ popülizme” (AfD) yakın. Tedavinin mümkün olduğunu (“diplomasi”) düşünenler şimdilik ağırlıkta, ama aşağıdan gelen basınca dayanma güçleri de kalmadı.
Berlin, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in bizzat sergilediği bir çıkışla, ekonomi kartını oynamaya karar verdiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier, Ankara üzerinde baskı için ekonomik olanaklar bulunduğu görüşüne katıldığını belirtti. Bunlar, bazı Alman devlerine Ankara’dan gelen terör destekçiliği suçlamalarına bir yanıt gibiydi. Hermes ihracat kredileri üzerinden “düşünmeye başlayan” Berlin’in Türkiye’ye ihracatı tırpanlaması halinde, bundan Türkiye’nin değil Almanya’nın zararlı çıkacağına inanan dinciler var. İslamcı Ankara o kadar cahil ki...
Tornavida bile üretemeyeceklerini ve ekmek bile dağıtamayacaklarını yakında anlarlar mal ve finansman akışı kesilince.. Hermes kredileri ve silah, yedek parça vs. transferi durdurulursa hele...
Her neyse...
Eğer Alman medyasındaki ilk gündem maddesini devleti yıllardır ele geçirmiş ve sol düşmanı kemalistlerin desteğiyle cumhuriyeti resmen çökertmiş Türk İslamcıların Almanya’daki her türden faaliyeti oluşturuyorsa, Alman Dışişleri Bakanı Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendilerinin bir parçası olduğunu iki dilde hatırlatıyor ve hele hele Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Merkel politikalarının yılmaz savunucusu, Alman sağının günlük entelektüel gıdası bir etkili gazete de artık “Erdoğan Almanya’ya ateş ediyor” ve “Erdoğan Berlin’le cepheleşme rotasında” başlık ve manşetlerini kullanıyorsa, İslamcı Ankara’yı çok zor günler bekliyor demektir. Tabii, Berlin’i de.
Osman Çutsay / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder