Bu iş de imama kadar gider! - NURCAN GÖKDEMİR

Hükümet, sadece hukuk eğitimi alanların yapabildiği uzlaştırmacılık görevini “yeterince hukuk eğitimi” koşuluyla siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında yüksek öğrenim gören herkesin yapabilmesinin yolunu açtı.  


Hükümet, müftülerin resmi nikah kıyabilmelerine olanak sağlayan düzenlemesine benzer çok önemli bir adımı da yargıda attı. Hırsızlık, dolandırıcılık, yaralama, tehdit gibi suçlar için sadece hukuk eğitimi görenler değil “yeterince” hukuk eğitimi alan üniversite mezunları yargıda geleneksel kadı sisteminin benzeri olan uzlaştırmacılık görevini üstlenebilecek.
Eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ döneminde TBMM’ye sunulan tasarıda yer alan ancak AKP’li hukukçu milletvekillerinin muhalefete desteği ile tasarıdan çıkartılan hüküm yönetmelikle uygulamaya konuldu. Bozdağ’ın tepkisine karşın yasalaşan hüküm yönetmelikle aşıldı.

Adalet Bakanlığınca hazırlanan “Ceza Muhakemesinde Uzlaştırma Yönetmeliği” yürürlüğe girdi.

“Yeterince hukuk” yetecek
Sadece hukuk öğrenimi görenlerin uzlaştırmacı olabilmesine yönelik düzenleme yönetmelikle genişletildi. Üniversitelerin hukuk fakültelerinden mezun olanlar uzlaştırmacı olabiliyorken yeni düzenleme ile “hukuk ya da hukuk bilgisi programlarına yeterince yer veren siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında en az dört yıllık yüksek öğrenim yapan” herkese uzlaştırmacı olabilme olanağı sağlandı. Kasten işlenmiş bir suçtan mahkumiyet alanlar, terör örgütleriyle irtibatlı olanlar, disiplin yönünden meslekten veya memuriyetten çıkarılan ya da geçici olarak yasaklananlar uzlaştırmacı olamayacak.

Hırsızlık uzlaştırma kapsamında
5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 253’üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılan “kasten yaralama, taksirle yaralama, tehdit, konut dokunulmazlığının ihlali, hırsızlık, dolandırıcılık, çocuğun kaçırılması ve alıkonulması, ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi ve belgelerin açıklanması” suçları için uzlaştırmacılık devreye girecek.
Suça sürüklenen çocuklar bakımından mağdurun veya suçtan zarar görenin gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi olması koşuluyla üst sınırı 3 yılı geçmeyen hapis veya adli para cezasını gerektiren suçlarda da uzlaştırma yoluna gidilebilecek.

“Dini gruplar etkili olur”
TBMM Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyesi Ömer Süha Aldan konu hakkında, “Uzlaştırmacılık yargıyı özelleştirme, ulusal yargıyı etkisizleştirme girişimidir. Bu düzenleme ile tarikatlar, cemaatler ve belli baskı grupları yargıda daha etkin olmaya başlar, geçmişte olduğu gibi ‘mahallenin büyüğü aranızdaki sorunu çözsün’e kadar iş gider. Ancak salt yerel düzeyde değil uluslar arası düzeyde de sonuçları olabilecek bir girişim. Küresel şirketlerin de bu tür kurumları çok istediği gözden kaçırılmamalı. ‘Ulusal yargı olmasın, sorunları gizli kapılar ardında uzlaşmacılarla çözelim’ arzusundalar” dedi. Aldan, yasaya aykırı yönetmelik çıkartılamayacağını, iptali için idari yargı yoluna gidilebileceğini de ifade etti.

NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

On altı yılın bilançosu çok ağır - ALİ SİRMEN

Perşembe günü, 16. kuruluş yıldönümünü büyük yanılsama parkı “Harikalar Diyarı”nda kutlayan AKP’nin, seçmenine iki büyük vaadi, adalet ve kalkınma alanlarında yaya kaldığını yazmıştım. 


Bugün de on altıncı yaşını idrak ederken iktidarının da on beşinci yılını yaşayan AKP’nin dış ve iç güvenlik alanlarındaki bilançosuna bakalım.
AKP’nin iktidara gelişi ile Ortadoğu’ya Amerikan silahlı müdahalesi eşzamanlıdır.
AKP’yi dizayn edenler de, partinin yerli kurucu ve yöneticileri de, zaten bu müdahale vesilesiyle oluşturulmuş kuruluşun ABD yanında, onun yönlendirmesi altında önemli roller oynayacağı, Washington’ın göstereceği hedefler ve çizeceği sınırlar ile uyumlu olarak, bölgede ağırlık sahibi olacağını düşünmüşlerdi.
Bu tasavvurlar, daha ilk adımda TBMM’de yapılan tezkere görüşmelerinde darmadağın oldu.
Ankara, daha ilk adımda büyük operasyonda kendine düşeni yerine getirememiş ve ABD güçlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girişini sağlayacak kararı TBMM’den çıkaramamıştı.
Gerçi bu durum Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığına adaylığını teyit etmesine engel olmamıştı ama Washington Ankara’yı artık eşbaşkan olarak görmekten vazgeçmişti.
Irak ve ardından patlak veren Suriye krizleri sırasındaki yanlış politikaları sonunda Türkiye bölgede kırmızı çizgileri sürekli çiğnenen, ağırlığı gittikçe azalan, inisiyatifi değişik Kürt güçlerine kaptırmış bir ülke konumuna geriliyordu.
Bir zamanlar bölgenin desteği aranan gücü Ankara iken, şimdi PYD olmuştur. Bu durum herkes tarafından Ankara’nın yüzüne karşı açıkça söylenmektedir. 


***
Tayyip Bey’in iktidarının başlangıcında, AB’nin karar vericilerinin de, kamuoyunun da kendi içlerinde görmek istemedikleri hususunda hiçbir kuşku bulunmayan Türkiye, yine de kuruluş ile ilişkilerini düzgün bir çizgide yürütmekteydi. AKP iktidarının on beşinci yılında ise, Türkiye-AB ilişkileri fırtınalı sularda seyrederken, Ankara en fazla antipati toplayan, en çok eleştirilen ve ilişkilerin askıya alınması tartışılan başkent konumuna gerilemiştir.
Siyasiler katında işler zaman içinde düzelecek olsa bile iki tarafın halkları arasında oluşan karşılıklı güvensizlik ilişkilerde uzun süre giderilemeyecek köklü tahribata neden olmuştur. Türkiye’nin şu anda Avrupa’daki itibarı konusunda en iyi fikir verebilecek olan olay ise AİHM’ye aday gösterdiği isimlerin gerekli vasıflara sahip olmadıklarından, ciddi olarak incelemeye dahi alınmamasıdır.
Dış ilişkilerde Rusya ile yaşanan kriz yine Ankara’nın geri adım atmasıyla normalleşme yoluna girmiş, ancak Moskova’dan Ortadoğu’da Türkiye’nin umduğu ölçüde bir destek sağlanamamıştır.
ABD ile ilişkilerdeki gerilmenin sorumluluğunu Obama’ya yükleyen AKP, büyük umut bağladığı Trump’ın tutumundan da kısa sürede düş kırıklığına uğramış ve bölge ile ilgili beklentilerinin gerçekleşemeyeceğini görmüştür.

***
Nevraljik Ortadoğu’nun kritik döneminde dış politikadaki bu zayıf konum, Türkiye’yi bölgedeki gelişmelerden toprak bütünlüğü açısından bile en fazla etkilenebilecek riskli ülkeler kategorisine sokarken, içeride de 2016 Temmuzu’ndaki TSK ve kamuoyunun büyük ezici çoğunluğunun karşı çıktığı girişim başarı ile önlenirken, FETÖ ile mücadele konusunda gerektiği kadar mesafe alınamamıştır. FETÖ hâlâ ülke için ciddi tehdit olma konumunu sürdürmekte, ülke sürekli OHAL altında olmasına rağmen kesin sonuç elde edilememektedir.
İçeride ve dışarıda, “FETÖ ile mücadele”nin daha ziyade OHAL uygulamalarına bahane olarak kullanıldığı yolunda güçlü bir izlenim mevcuttur.
Kısacası, toplumsal uzlaşma, ekonomi, eğitim gibi konulara bile değinmeden yapılan kısa bir analiz, kuruluşunun on altı, iktidarının on beşinci yılında AKP nin bilançosunun negatif olduğunu göstermektedir.
Bu durumda “Harikalar Diyarı”nda neyin kutlandığını anlamak gerçekten güçtür.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Deprem… - AYDEMİR GÜLER

Suçu doğaya atmak kolay. Kumdan kale gibi dağılan, aslında bir mezar olduğu o gün anlaşılan evler... Bu, alçak oldukları su götürmez “deniz kumu müteahhitlerinin” ve diğer yetkililerin işi de değildi. Onlar olsa olsa tetikçiydi.
Tetikçiler katmanını kazıdığınızda onlarca yıldır iş başına gelip sonra biri diğerini kovan hükümetlerin topluca bir “imar affı koalisyonu” oluşturduğu gerçeği çıkıyordu karşınıza. Lakin suç onlarda da bitmiyordu.
İnsanların beton mezarlara tıkıştırılmasının arkasından aynı insanların kentlere yığılması sırıtıyordu. Ucuz emek gücüydüler. Onları çalıştıranlar, onları iskân edenler, ya bu gerçeği hiç düşünmeme suçunu işlemişlerdi, ya da daha kötüsü mezar binaları yaparken de bile isteye kârlarını arttırmışlardı.
Ama biri yapmasa diğeri yapacaktı. Sağlam, insana yaraşır bina yapacağım diye tutturan daha az kazanacaktı, orada da kalmayacak başkaları tarafından silinecekti piyasadan. Tek tek kapitalistler alçaklık etmeye mecbur!
Bu sermayenin kanunu ve suçlu sermaye düzeni.
Bu gerçekler 1999 depreminden önce de biliniyor ve söyleniyordu. Ama sermaye düzeninin iki güvencesi vardı. Bir tanesi; acının bu kadar ağırı insanı mücadeleye değil kurtarıcı aramaya, suçu doğaya yıkmaya, felaketin doğaüstü bir varlık tarafından yollandığı inancına iter. Din bir afyondur denir ya, afyon acıyı dindirir bir süreliğine…
İkincisi ise, “depremle yaşamaya alışmalıyız” diye ahkam kesen bilim (!) adamları iş başındaydı. Kentleri “biz” yeniden planlayıp, bilimin ve insanca yaşam ilkelerinin ışığında yeniden inşa etmeyeceksek, herhalde halktan beklenen ölümü kanıksaması oluyordu!
17 Ağustos 1999’dan sonra haber bültenleri ölü, yaralı ve kayıp sayılarını ilan etti günlerce. Toplu mezarlara yığıldığı söylenen kayıp insanlarımız nasıl sayılacaktı ki? Ama daha tuhafı, bir süre kayıplar azaldıkça yükselen ölü sayısı, bir noktadan itibaren kayıplar azalmaya devam ederken düşüşe geçti. Ölenler dirilmeyeceğine göre ortada bir saçmalık vardı. Türkiye buna tanıklık edemedi. Acıdan göz gözü görmüyor, kulaklar bültende okunan sayıları beyne iletemiyordu.

*             *             *

1999’da “eski Türkiye”de yaşıyorduk. Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı, Bülent Ecevit başbakan. 17 Ağustos bu tarihsel kişiliklerin baş aşağı gidişinin de simgesidir.
Demirel bir yıldan daha az bir zaman sonra görev süresini doldurduğunda arkasında sadece depremin değil cumhuriyetin de enkazını bırakacaktı. Sağın ülkeyi ne hale getirdiğinin sembolüdür, bir anlamda 99 depremi.
Ecevit birkaç yıl daha devam etti. Ölümünden önce kayda geçen son değerlendirmelerinden birinde siyasi kariyerinin en önemli unsurunun komünizme karşı mücadelesi olduğunu söyleyecekti. Komünizme karşı mücadelenin ödülü ülkenin yıkılması mıdır? Herhalde öyledir…
Ama Ecevit Cumhuriyet çocuğuydu ve Cumhuriyetin patinaj çağında, Cumhuriyet çocuğu olmak, anlamazdan gelme, görüp de adını koyamama hali yaratıyordu. Bir nevi şaşkınlık. Bu hal Ecevit’te Öcalan operasyonu hakkında söylediklerinde apaçık görülür. Yine 1999’da Öcalan hapse konduktan sonra başbakan Ecevit de seçimi kolaylıkla kazanmıştı. Ölümüne az kala soranlara “Amerikalılar Apo’yu bize niye verdiler, anlamadım” diyecekti. 70’lerde kendisine suikast düzenleyen kontrgerillayı da anlamadığını söylüyordu.
Birinci cumhuriyetin anlamazdan gelme halinin adı Ecevit’tir.
Bülent bey açıklanan ölü sayılarının neden azaltıldığını çözebilmiş midir acaba? Türkiye Cumhuriyeti’nin görevdeyken yürüme, konuşma ve düşünme becerilerini yitiren tek başbakanının eski cumhuriyetle özdeşleşmiş olması rastlantı mıdır?
Deprem bunları ve benzerlerini süpüren bir dalganın ilk kabarışıdır. Ölü bedenlerden yükselen koku ülkeyi sararken “7.4 yetmedi mi" pankartı yaklaşan asıl felaketi haber veriyordu.
Yaklaşan ahlaksızlığı, üstümüze çökecek olan insanın insandan nefretini, karanlığı…

*             *             *

Bizim de anılarımız var 18 yıl öncesinden. Eski Türkiye depremle süpürülür ve yobazın yaklaşan karanlığı pankart açarken “biz” yardıma koşuyorduk.
Kum siteler çöktü, yerlerine çadır kentler kurduk. Ölülerimizi taşıdıktan sonra o çadırların arasında şarkılarımızı söyledik. Yardım kampanyaları, çadır kentler, çadırların altına koymayı sonradan akıl ettiğimiz paletler, çadırların içine kurulan sobalar; şöyle şuraya da bir fidan diksek…
Bizim -yani solun- yaptığımız şeyler, yarattığımız “insanlık”, Deprem vergisi toplayıp iç eden alçakların yok ettiklerinin, yıktıklarının yanında ne kadar da azdır! On binlercemizi öldürdüler. “Biz” kurtarabildik mi?
Bugün de görünüşte öyle değil midir? Türkiye’de insana ve emeğe saldırının kötülük abidelerinin yanında direnen, örgütlenen insanlık çok mu azdır, çok mu zayıftır?
Görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır. Yıkımın ve mezarın karşı tepesine kurulan çadır, göründüğünden daha büyük bir meydan okumadır. Geleceği çadırların arasında söylenen o türküler kurar.

Aydemir Güler /SOL

Liyakat teorisi - ORHAN GÖKDEMİR

Dincinin dinciye darbeye kalkışmasından sonra Meclis Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu MİT’e bir yazı yazarak “Fetö”cülerin devlete sızmalarına nasıl engel olunabileceğini sordu. MİT de bunun üzerine bir rapor hazırlayıp gönderdi. Raporda bunu önlemenin tek yolu olduğu söyleniyordu; Kamu kurumlarına personel seçerken liyakate dikkat edilmeliydi.
Liyakat, artık şapkası düşük olduğu için belli olmuyor, Arapça bir kelime. Layık olma, yaraşma, uygunluk, yeterlilik, yetenek anlamını taşıyor. Bir kimsenin, kendisine iş verilirken işe uygun olup olmadığına bakılması durumu yani. Neden bakıyoruz liyakate? Çünkü Büyük Fransız Devriminden bu yana biliyoruz ki liyakate bakmadığınızda devlet yozlaşıyor, çürüyor. Sonra da isyan çıkıyor. Demek ki işi verirken kimin yakını, kimin adamı, hangi aileden, soydan, soptan, inançtan diye bakmayacaksınız. Neye bakacaksanız? Eğitimi var mı, işi yapma becerisine ve birikimine sahip mi, işin ehli mi, ona. Diploma bunu göstermenin en iyi yollarından biri mesela. Kamuda bir göreve talip olduğunuzda diploma sorulması ondan. Diploma önce sizi diğerleriyle eşitler, sonra eğitiminizle öne çıkarır. Devrimin meziyetidir diploma.
Peki, darbe kalkışması neden oldu? Çünkü liyakati kaldırdılar iktidarda oldukları 15 yılda. Soruları çaldılar, bütün sınavları kendilerinin kazanacakları bir gösterişe çevirdiler. Bütün devlet görevlerine yobazın adamı geldi böylece. Vaizin kirli peçetesini yiyen yükseldi, kirli donunu koklayan ilerledi. Ve sonunda devlet gidip liyakatsizliğin o karanlık duvarına tosladı. Diploma devrimin meziyeti ise adam kayırma, biat da karşı devrimin meziyetidir.

***

Biliyoruz bu bir devlet pratiğidir. Hatırlatayım. Taa 1826’da, şimdiki muktedirlerin pek bayıldığı padişahlardan biri artık yozlaşmış olan Yeniçeriliği kaldırıp orduda reform yapmaya kalkışınca Bektaşilik duvarına tosladı. Fark ettiler ki ordu bütünüyle Bektaşilerin kontrolündedir. Görüldükleri her yerde kovaladılar Bektaşileri. Yerlerine Mevlevileri yerleştirdiler. Fakat Bektaşilerle Mevleviler birbirlerine pey yakındılar. Kovalanan Bektaşiler Mevlevi postuna bürünüp geri döndü. Saray baktı ki bu yolla baş edemeyecek, daha uysal bir tarikata açtı kapıyı. Nakşibendiler o gündür bu gündür devletin içinde.
Cumhuriyet bu kapıyı kapatmaya çalıştı. Kapattı ne kadar tekke, zaviye, tarikat varsa. Ama 1945’ten itibaren Demokrat Parti’nin himayesinde geri döndü Nakşibendiye. Bir de metastaza uğradı o arada. Nakşiliğin içinden çıkan Nurculuk devletin içinde habis bir ur gibi yayılmayı başardı.
12 Eylül cuntası tarikatların halkın üzerinde nasıl bir uyuşturucu etkisi yaptığını görmüştü. Dini anayasal bir kurum haline getirirken, Nurcuları da el altından destekledi. Özellikle güvenlik kuvvetlerini sadece Nurcu olanlara açtı. O sırada yedi göbek sülalesinde solcu olanları şak diye kapının önüne koyuyorlardı.
AKP işte böyle bir denklem üzerinde iktidar oldu. Güvenlik kuvvetleri zaten Nurcuların elindeydi. Onlarla ittifak yapıp çöreklendiler devletin üzerine. Nakşibendilere de geride kalanı paylaşmak düştü. Sonra uygun ortamı bulan Nurcular iyice palazlandı ve iktidarı paylaşmamaya karar verdi. O gece devlet desteği altlarından çekilmese işi bitireceklerdi. Liyakatsizliğin, dinbazlığın, biatin kötücül tarihidir bu.
Şimdi ne yapıyor peki devlet? Nurcuları gördüğü her yerde kovalıyor ve onlardan boşalan yerlere Nakşileri yerleştiriyor. Kafa aynı kafa, yozlaşma aynı yozlaşma, kayırma aynı kayırma. Öyle bir yıkım ki yarattıkları, “yeni devlet kuruyoruz” diye yumurtladı kendini muktedir sanan salaklardan biri. Liyakatsiz olduğu üslubundan belliydi. Böyle dönecek sanıyorlar hep devran. Çünkü unuttular Fransız Devriminin yeşerdiği iklimi. Ama fırtına yaklaşıyor, devrimin ruhu kapılarını çaldı çalacak...

***

YAŞ’ı topladılar geçen günlerde. YAŞ dedikleri kayıracak adam arama toplantısı. 10 yıldır askerleri dövüp durduklarından malzeme kıt, Deniz Kuvvetleri’nde sıkıntı oldu. Onlar da tutup kuvvet komutanı olarak bir korgenerali atadı. Hâlbuki donanma komutanlığında sıra bekleyen bir orgeneral vardı. İstifa etti o da. Çıktılar açıklama  yaptılar “kendi isteğiyle istifa etti” diye. Üç gün önce gelenin kendini üç gün sonra gelenin komutanı saydığı bir hiyerarşik düzlemde başka ne yapsın orgeneral, harakiri yapmadığına şükredin!
Bakın üniversitelerin haline. İktidardan aldığı feyzle karısını üniversiteye sekreter atayan rektörü çoktan kanıksadık. O sırada Mardin'de Artuklu Üniversitesi Rektörü ile Tanıtım Vakıf Başkanı arasında genel başkan referanslı kavga çıktı. Vakıf Başkanı, rektör hakkında  "Rektör, partimizden elini çekmelidir. Cumhurbaşkanımızın dediği gibi dava adamı olmayanlar teşkilatta yer alamaz" dedi. Üniversitenin rektörü ise kendisini "genel başkanımızın Mardin temsilcisiyim" diye savundu. Biliyorum parti ile üniversite birbirine karışmış gibi görünüyor ama artık böyle. Bütün üniversiteler, bütün kuvvet komutanları, bütün vakıflar, bütün dernekler genel başkanı bağlı. Ne kadar kamu görevlisi varsa genel başkanın temsilcisi.
Üniversitelerde seçim yaptırıp, sonuncuyu seçe seçe bugünlere getirdiler akademiyi. Seçtiklerinin çoğu cemaatçi çıktı, içeri tıktılar sonra. Şimdi yerine ehliyetsizleri ve diplomasızları atıyorlar ve sorun çıkmamasını umuyorlar. Düşünsenize YÖK üyeliğine bir TV şovmenini atadılar. Kadın programlarının bir benzerini yaparak çuvalla para kazanıyordu önceden, şimdi üniversiteleri yönetiyor.
Öyle bir yerleşti ki bu usul Adana’da bir caminin müezzini izne çıkınca yerine cami cemaatinden birini bıraktı. Sesi müsait mi, okumasını biliyor mu falan diye bakmadı. Vekil müezzin ilk ezanında bir çuval dayak yedi haliyle. Caminin bitişiğindeki baba oğul bu eziyete daha fazla dayanamamıştı. Demem o ki bu sistem patlar eninde sonunda…

***

Fakat hala idrak edemediler bizimkiler gidişin yönünü. Sallayıp duruyorlar vara yoğa. Bakın mesela Bilal Erdoğan’ın tek özelliği iktidarın başındaki kişinin oğlu olması. Fakat o kendini allame-i cihan sanıyor son günlerde. Geçen hafta, kendine zimmetlenen vakıfların birinde çıkıp “Batı medeniyeti bir ümit vaat etmiyor” dedi. Sanırsınız Batı medeniyetinin eleştirisini yalayıp yutmuş. Etmez tabii. Orada sırf iktidardaki bir kişinin oğlusun diye kamu kaynaklarıyla sade gazoz bile içirmezler adama. Öyle vara yoğa haddi olmayan şeyler hakkında da konuşturmazlar. Konuşuyorsa deli muamelesi yaparlar. Orada iktidara gelen birinin çoluğu çocuğu pat diye gemicik sahibi olmaz, olamaz. Orada papaz çıkıp ayrıcalık isteyemez. Kilise Pazar ayinine zam yapıp, Cumartesi de çanları çalalım ortamı hazırlayalım diyemez. Başpiskopos milli eğitim müfredatını yazmaya kalkamaz. Batı medeniyetinde diplomanı gösteremiyorsan anca bulaşık yıkarsın. Haklı Bilal Bey, ümitsiz vakadır Batı.
E bir de devlet kurmaya kalkışıyorsun. Nasıl kuracaksın devleti? Sen önce kuşkuları gider bakalım. Mesela bir numaranın diplomasının olmadığı, iki numaranın da okuma yazmasının bilmediği söyleniyor ki hakikaten öyle olduğunu gösteren bazı emareler var. Meclisin başındaki üç numara meclise, laikliğe, cumhuriyete, fraka, papyona, elbiseye neyle karşılaşıyorsa ona karşı ama maaş almaya karşı değil. Adalet bakanının adaletten, sağlık bakanının sağlıktan haberi yok. Milli eğitim bakanı okulları kapatıp medrese açmakla meşgul. Kültür ve turizm bakanı işsiz, ne kültür kaldı ne de turizm. Kadın ve aileden sorumlu bakan var ama Türkiye kadınlar için en tehlikeli ülkeler arasında. Diyanet işleri bütçesi on bakanlığınkine eşit ama onlar da ahlaksızlığın hızla arttığından yakınıyorlar. KHK ile üniversitelerdeki bütün öğretim üyelerini atıp yerine badem bıyıklıları yerleştirdiler. Yargıyı hallaç pamuğu gibi attılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne gönderdiğiniz aday hâkimlerin hepsi reddedildi mesela. Büyük ihtimal hiçbiri hukukçu yeterliliğine sahip değildir.
O sırada iktidarın yandaş gazetesinin çok meşhur köşe yazarı, Vatikan’ın cin çıkardığını, çıkardığı cinleri de işe alıp istihbaratta kullandığını iddia etti. Oluyorsa öyle, sen de çıkarıp alsana MİT’e. Belki bir dahaki darbeyi önceden öğrenirsiniz!

***

Yıktılar laik cumhuriyeti. Yerine derme çatma bir gecekondu kurup hacı yeşiline boyadılar duvarlarını. Fakat sıvası tel tel dökülüyor gecekondunun. Siyasal islam deyince iki şey akla geliyor artık; Ya masumların katili, ya yoksulların hırsızı...
Fransız Devrimi işte bunlar olduğu için patladı. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diye kralı alaşağı etmelerinin, sonra da gidip papazları giyotine göndermelerinin sebebi bunlar.
Fantezi değil anlattığım, tarihin ve toplumun tunç yasasıdır: Liyakat gitti mi arkasından mutlaka sert bir fırtına gelir!

Orhan Gökdemir/ SOL

Demokrasi ve ‘Cumhuriyet’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, günlerdir “demokrasi” kavramını, kurallarını, tartışıp duruyoruz. Çağdaşlık, evrensel insan hakları, çoğulcu özgürlük, çağdaş hukuk, adalet gibi kavramların arasında yer alan “demokrasi”nin hamurunda eşitlik” olduğu bilinir. 
 
Ve bu içeriği dolaysiyle -başta “cinsel ayrımcılık” olmak üzere-“eşitsizlik” temeline dayanan “Şeriat Kanunları”nın uygulandığı “İslam” ülkelerinde “demokrasi”nin varlığından söz edilebilir mi?
Ne var ki anayasasında, “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğu yazılı bir ülkede, Türkiye’de, “demokrasi”nin anlamının nasıl bir “tarif”le ortaya konulduğu da, çok dikkat çekicidir.
Bugün, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin başında olan Recep Tayyib Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı’yken, “demokrasi”yi nasıl tarif ettiği, bilmem anımsanır mı?
Kısaca, “Demokrasi bir tramvaydır!”, yani “istenilen bir durakta binilip, inilen” bir “araç” olarak... 
 
Bu durumda -zaman zaman-“Demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz!” dediğinde, “takıyye mi” yapıyor acaba? İnsan, ister istemez bunu sormaktan kendini alamıyor.
 
Üstelik dahası da var; anımsanacağı gibi, “Elhamdülillah şeriatçıyım!” diyor; böylece, üstelik “Allah”ın da adını anarak, “şükür” ederek, şeriatçıolduğunu söylüyor...
“Şeriat” ve (büyük harfle) “Demokrasi”, birbirine taban tabana karşıt iki kavram”; ilkinin “eşitsizliğe”, ötekinin de “eşitliğe” dayandığı, hep Erdoğan’ın - yemin billah -“şeriatçı” olduğunu haykırıp, ardından da “demokrasi”den dem vurması “takkıye”yi aşmıyor mu?
Ve öyle görünüyor ki, anayasanın, “Cumhuriyet”in “laik” niteminin de yer aldığı maddesini dile getirirken bu “laik oluşu” nasıl atlıyorsa, söylemiyorsa, yakında “demokratik” niteminin de üstü çizilebilir; zaten laikliğin olmadığı bir ortamda, “demokrasi”den söz edilmesinin de bir anlamı yoktur, olamaz da...
 
Öte yanda, “demokrasi için zorunlu olan, demokrasinin kurallarına bağlı olmaktır” denildiğinde, bu vurgulamanın, halkı Müslüman olan bir ülkede geçerliliği, ülkede laikliğin olmasına bağlıdır; dolaysiyle ülkenin bunu sağlayacak yapısal bir “değişim” geçirmiş olması gerekir.
Çünkü bu kavramların doğduğu Batı’da da demokrasinin “Reformasyon”, “Aydınlanma”, “1789 Fransız Devrimi”yle gerçekleştirilen “laikliğin”, kabul edilip yerleşmesine bağlı olduğu, ortaya konur.
 
Ülkemizde de “demokrasi”nin varlığından, geçerliliğinden söz edilebilmesi, ancak, “1923 Devrimi”yle gerçekleştirilen “laikliğin” yaşama geçirilmesi ile sağlanmıştır.
Ve bu yeni yapıyı oluşturacak düzenlemeleri sağlayan ilke ve yasalara da, “Devrim’in Önderi”nin adı verilip, “Atatürk İlke ve Devrimleri” denildiği gibi, oluşan yeni rejime de Kemalizm” denilmesi, genel bir kabul görmüştür.
Ayrıca “çağa uygunluğu” sağlayan bu değişimi, yenilikleri halka duyurup, içeriklerinin anlatılması, toplumun bilgilendirilmesi için de, Ankara’da yayınlanmakta olan, “Yeni Gün Gazetesi”nin sahibi Muğla Milletvekili Yunus Nadi’den, adı “Cumhuriyet” olan yeni bir gazete çıkarılmasını ister Atatürk. 
 
Böylece 1924 yılının 7 Mayıs günü, “Devrim”in gazetesi “Cumhuriyet” yayınlanmaya başlar; evet, değerli dostlar -kenarından köşesinden olsa da-bu yıl bir kez daha andık, gazetemiz Cumhuriyet’in doğuşunu, görevini; dolaysiyle de yönetimin, Cumhuriyet’in bu yapısını koruyarak tarihsel görevini sürdürebilmesi için -geç de olsa- yazı kadrosunda yaptığı değişiklik, Cumhuriyet’in gerçek sahibi olan okuyucularına derin bir soluk aldırdı; ne ki bu durumun yaratılmasının nedenleri, niçinleri hâlâ merak konusu oldurmayı sürdürmekte...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Saracoğlu için iki bakana tek soru - ÇİĞDEM TOKER

Tam üç yıl geçmiş. Bu köşede yayımlanan 6 Ağustos 2014 tarihli yazı, “Yalan ‘devlet’in temelinde” başlığını taşıyordu. Konu, Kızılay’ın orta yerinde, Cumhuriyet’in ilk toplu konutu olma özelliğini taşıyan Saracoğlu Mahallesi’ydi. Diğer adı da “Devlet Mahallesi” olan 100 dönüme yaklaşan bu tarihsel alanın, iktidara yakın işadamlarına satılma olasılığından söz ettim.

 
(Saracoğlu’’nun, mimarisi, tescilli çınar, atkestanesi gibi anıt ağaçlarıyla şehir hafızasındaki kıymeti tartışmasızdır.) 
 
Yazının arka planı Saracoğlu’nun 2013’te “riskli alan” ilanına dayanıyordu.
Depreme dayanıklı konutlar yapılacak diye başlatılan kentsel dönüşüm için Bakanlar Kurulu kararıyla “riskli alan” ilanı bir önkoşuldu. 
 
Bununsa, azgın rant iştahının “yasal” kılıfı olduğu yıllar içinde daha iyi anlaşılacaktı. (Bkz. Kentsel dönüşüm marifetiyle depreme dayanıklı yapılarla donatılacak İstanbul’un hali.) 

***
AKP’nin Saracoğlu Mahallesi üzerindeki “emellerini” daha iyi aktarabilmek için kısa kronoloji:
-Ocak 2013: Bakanlar Kurulu Saracoğlu Mahallesi’ni Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın talep yazısı üzerine “riskli alan” ilan etti. 
 
-Eylül 2013: Danıştay kararın iptali için yapılan başvuruda “mahalle”nin riskli olmadığına karar verdi.
-Kasım 2013: Bakanlar Kurulu, Danıştay kararına rağmen ikincin kararla tekrar “riskli” kararını aldı.
-Ağustos 2014: Bakanlar Kurulu, Saracoğlu Mahallesi üzerindeki Maliye tahsislerini kaldırdı. 

***
Devlet Mahallesi”nin, ticari alana dönüştürmek üzere satılacağı yazdığım o
yazı, işte bu tahsis kaldırma kararı üzerineydi. Süreci başlatan 2013’teki ilk “riskli alan” kararının kanuna karşı hile olduğunu kaydettim. 
 
Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “Devlet Mahallesi’nin zemini riskli mi? Tarihi binalar yıkılacak mı” soruma verdiği yanıtı da o yazıda aktardım:
Aslında bu durumda olan sadece birkaç bina var. Zaten amacımız yıkım değil. Başkent’e değer katacak bir kültürel kimlik projesi hedefliyoruz. Birkaç zorunlu istisna dışında, tescilli binalar yıkılmayacak, anıt ağaçlar kesilmeyecek.” 

Cumhuriyet  mirasına yaraşır
İşte bu anımsatmaların yer aldığı yazı üzerine, o gün Maliye Müsteşarı olan günümüz Maliye Bakanı Naci Ağbal aradı. Alanın ranta açılacağı vurgusundan üzüntü duyduğunu, “Devlet Mahallesi’nde balkonlarında çamaşır asılı konut manzarasının tarihi alana yakışmadığını, lojmanlar boşaltılınca, Cumhuriyet mirasına yaraşır bir projeyle değerlendirileceğini” söyledi.
Birkaç gün sonra da Maliye yazılı açıklamayla yaptı:
Kamuoyundaki yanlış yönlendirmelerin aksine, söz konusu taşınmazların satılarak elden çıkarılması, sahadaki yapıların yıkılarak yerlerine alışveriş merkezi yapılması söz konusu olmadığı gibi, ağaçlar korunacak ve yeşil alanlar genişletilecektir.” 

***
Bu kadar “geçmiş”i anlatmamın nedeni tek:
Sürecin içindeki iki bakana soru sormak için.
Sayın Ağbal, Sayın Şimşek.
Dünkü Resmi Gazete’de altında imzalarınızın olduğu Bakanlar Kurulu kararı şöyle diyor: Saracoğlu Mahallesi’nin Emlak GYO’NA “SATIŞ VAADİ VE ARSA PAYI KARŞILIĞINDA HASILAT PAYLAŞIMI ESASINA GÖRE İNŞAAT SÖZLEŞMESİ YAPILMAK SURETİYLE DEĞERLENDİRİLMESİ.” 
 
Bir Cumhuriyet değeri ve Ankara’nın ortak hafızası Saracoğlu Mahallesi’nin satışının önü, sizin de imzalarınızla açıldı. 
 
İyi de o zaman neden ( 2014’te) satış olmayacağına dair o iddialı ve bağlayıcı açıklamaları yaptınız?
Neden?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Hindistan dersleri - CEYDA KARAN

Hindistan altkıtasının, 1947’de Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeciliğinden kurtulurken bölünmesinin 70. yıldönümünde, kanlı geçmişin anıları canlanıyor. Britanya, kendisine ortaklaşa direnmiş, aynı tarih ve kültür havzasının insanlarının birbirine düşmesi eşliğinde çekip gitmişti. Ortaya önce Hindistan ile din dışında hiçbir ulus kriteri taşımayan Pakistan; ardından 1971’de bu kez salt dil temelli ayrımla Bangladeş çıktı. Bedeli oluk oluk kan dökülmesi, milyonlarca insanın karşılıklı göçü, bitmeyen nefret ve intikam hissiyatı oldu. Bunca zaman sonra ilişkilerine bakmak dahi bölünmenin bir çatışma çözümü olmadığı ve barış ve huzur getirmediğini gösteriyor. 


***
Tek bir ülkeden birkaç ülke yaratmaya kalkıştığınızda, kaçınılmaz olarak ayrımların altı çizilir. İşin içine dış aktörlerin girmesi de el mahkûmken, ortaya salt husumet çıkabiliyor. Hindistan en iyi örneği.
***
Hindistan altkıtasının insanları hep aynı soy soptan. Bugün Hindistan’da 22 resmi dil, 150 yerel dili konuşacak yeterlilikte nüfus yaşıyor. Pencabiler, Bengaliler dahil. Tek birleştiricisi din olan Pakistan farklı değil. Aslında hepsi Hindistan medeniyetinin parçası. Lakin sömürgecilere karşı sivil itaatsizliğe önderlik etmiş ulu Gandhi ji’nin çabaları bu medeniyeti bir arada tutmaya yetmedi.
Hindistan Ulusal Kongresi şemsiyesindeki Müslümanlar Birliği liderlerinden Muhammed Ali Cinnah, Britanya’nın çekip gitmesi kesinleştiğinde kazan kaldırdı.
Tek sebebi liyakat değil, kimliğe göre iktidar ve güç paylaşımı. Demokratik bir Hindistan, temsiliyete dayanacağından, yine nüfusun üçte ikisini oluşturan Hindular doğal olarak görünür olacaktı. (Tıpkı bugün nüfusun yüzde 60’ını Şiilerin oluşturduğu Irak gibi.) Cinnah’a göre Müslümanların gücü azalacaktı. Cinnah salt savunma, dışişleri ve iletişimi kontrol edecek zayıf merkezi yönetim ve çok güçlü özerkliği de istemedi.

***
1946-1947’deki karşılıklı kanlı ayaklanmaların ardından haritayı Britanya çizdi. Bölünmeden sorumlu Sir Cyril Radcliffe, bugün hâlâ baki olan ‘Radcliffe Hattı’nı koydu. Kimi yerlerde köyler ayrıldı, kimisinde oda oda evler! İnsanlar kendi ‘çoğunluklarına’ katılmak üzere sınırı geçtiler. Korkunç katliamlar yapıldı. Geçmişte de Hindu-Müslüman ve Sihler arasında gerilim yok değildi. Lakin hepsine ufak tefek provokasyonlar yol açmış, hepsi lokal kalmıştı. Bu kez öyle olmadı. 1 milyona yakın insan öldü, 70 binden fazla kadın tecavüz kurbanı oldu. Hindular, Müslümanlar ve çok daha az nüfuslarıyla Müslümanların kurbanı olmaktan korkan Sihlerin karşılıklı işledikleri suçların haddi hesabı yok.
Bütün bunlar yaşanırken hızlıca çekip gitmeye bakan Britanyalılar parmaklarını kıpırdatmadılar. 


***
Bölünmeden sonra Hindistan, çok etnili, çok dil ve dinli seküler bir ülke oldu. Pakistan ise tam aksi. Londra eğitimli, alkol kullanan, rivayet o ki domuz eti bile yiyen Cinnah, muhtemelen din devleti arzulamamıştı. ‘Müslüman teokrasisi yaratacağı’ söylenince “Bu absürd” diyen oydu. Niyetlendiğinin aksi oldu. Yetmedi, Hindistan tarafından çevrelenme korkusu, Pakistan’ın Afganistan ve Keşmir’de bugün dünyaya sorun maledilmiş radikal İslamcılığı desteklemesinin yolunu açtı. 

***
İki ülke biri ilan edilmemiş dört savaş yaptı. İkisi de nükleer güç haline geldiği/ getirildiğinden dünyanın yüreğini ağzına getirdiler. Himalayalar’daki Keşmir’de vaktiyle Hindu mihrace Hindistan’ı seçtiği, nüfusun çoğu ise Müslüman olduğu için girişilen kapışma hâlâ sürüyor. Ne kendisi de Keşmirli olan ve yeni ülkesinin çoğulcu ve seküler olmasını isteyen Hindistan’ın ilk Başbakanı Nehru’nun gururu elverdi çözüme; ne de Keşmirlileri din temelli ayırmak isteyip bölgenin kendisinden çalındığını düşünerek meseleyi cihada çeviren Pakistan’ın…
Bugün 1.5 milyarlık Hindistan’ta 300 milyon Müslüman yaşıyor. 193 milyonluk Pakistan’da da 3.2 milyon Hindu. Kanlı geçmişin hayaletleri hepsini kovalamaya devam ediyor.


Ceyda Karan / CUMHURİYET

Rasim, ‘neskafe’ olma! - TAYFUN ATAY

2012 yılında kaleme aldığım bir yazıda Rasim Ozan Kütahyalı’nın “görsel kitle kültürü” evrenimizde yükselen performansı karşısında onu “Entelektüel bir şaka” olarak tanımlayıp önünde selâm durmuştum.
Onunla hiç karşılaşmadık, ama kendisine yönelik yaptığım çözümlemeleri olgunlukla gayet “medeni” karşıladığını söyleyebilirim. Verdiği bir röportajda da beni eserlerimden tanıdığını, kendisiyle ilgili tenkit ve tespitlerime saygı duyduğunu ifade etmiştir.
Ben de ona “sempatik” bakmaktan yanayım.
Rasim, Sabah’ta kaleme aldığı son iki yazıyı benim görüşlerime hasretti. Ama ne hasretme! Bir an “entelektüel şaka”lığın bu kadarı da olmaz diye isyan ettim!..
Özetle, Şerif Mardin’in 1989’da yazdığı bir makalede yer alan, “Türkiye gelecekte biri İslami diğeri seküler iki ‘ulus’a bölünebilir” öngörüsüne 2013 Gezi olaylarından bu yana AKP’nin dinbaz-politik tasarruflarıyla ilişkili olarak “güncellik” kazandırmama karşı çıkıyor.
Hele ki 16 Nisan referandumu sonrasında toplumun “Evet-Hayır” şeklinde neredeyse tam ortasından ikiye ayrılmasını böylesi bir kültürel (“laik” ve “İslami”) kutuplaşmanın iyice kristalleşmesine işaret saymamı baştan sona yanlış buluyor.
Olabilir. Sosyal-beşeri alanda “mutlak doğru” diye bir şey yok; her söz, fikir, tez göreli ve tartışmaya açık.
Ama ilginçtir, Rasim bana bunu yaparken kendisi gibi Sabah’ta yazan ve yerlere göklere sığdıramadığı Şükrü Hanioğlu’nun da aynen benim gibi “seküler” ve “İslami” yaşam tarzları üzerinden bir kutuplaşmadan bahsetmesine ancak hafiften vurgu yapıyor. “Orantısız güç” kullanıp “Şükrü Hoca”sını korumaya alırken “Tayfun Hoca”sını hedef tahtasına art arda iki yazı boyunca oturtmuş.
Adeta “Vur abalıya, Cumhuriyet’te yazmıyor mu zaten” diye düşündürürcesine!..
Buna da eyvallah da beni yanlışlamaya yoğunlaştığı ikinci yazıya öyle bir başlık atmış ki (“Kutuplaşma değil, kültürel melezleşme yaşanıyor”), yanlışlık bende mi, onda mı demekten alamadım kendimi!..
Rasim, benim Türkiye toplumuna dair ha bire altını çizdiğim bir başka olguya (“kültürel melezleşme”) dayanarak beni yanlışlama yoluna nasıl gider?!
Sonra okuyunca anladım ki bende bir “çelişki” olduğu kanaatinde. Buna birazdan geleceğim.
Aynı bağlamda Rasim, genç akademisyen Volkan Ertit’i de işin içine karıştırmış. Onun “Endişeli Muhafazakârlar Çağı” adlı kitabından hareketle Türkiye’nin “melezleşerek sekülerleştiği” gerçeğini kaydediyor. Benim de “kültürel kutuplaşma”dan dem vurmama rağmen Volkan’ın tespitlerine katılıp onun kitabına ilişkin “Nefis bir çalışma” diye yazdığımı not ediyor.
Sadece öyle yazmaktan öte “Önsöz” de yazacaktım o kitaba!.. Volkan onu da istedi benden ama vakit yetiremedim.
Çünkü Volkan, benim antropolog olarak hiçbir kültürün “öz”lüğünden söz edilemeyeceğini, her kültürün “melez” olduğunu ileri sürdüğümü bilir. Aynı doğrultuda Türkiye toplumunun etnik, dinsel, yaşam-biçimsel olarak melezliğine ve sürekli melezleştiğine ilişkin, onun yazdıklarıyla örtüşen bir müktesebatım olduğunu da bilir.
Aslında Rasim de bunun farkında. Diyor ki “Türkiye’nin her geçen gün sekülerleştiği ve melezleştiği gerçeğini bilen ve yazan Tayfun Hoca” aynı zamanda katı bir kültürel (“laik” ve “İslami”) kutuplaşma olduğunu da yazıp duruyorsa bu çok büyük bir çelişkidir.
Neden çelişki olsun, çok basit: Kültürel melezlik, siyasi dinbazlıkla “yırtılıp” kültürel kutuplaşma, ayrışma, düşmanlıklara yelken açtırtıldı, hepsi bu.
Melezliğin olduğu yerde kutuplaşma olmaz diye bir şey yok. Kültürel sarmaşma ve ayrışma eğilimleri, hayatın akışı içerisinde (politik, ekonomik, demografik, vd.) hâl ve şartlara bağlı şekilde ardışık olarak da, eşzamanlı olarak da kendisini gösterebilir. Antropoloji, böyle "söyler".
Rasim bir de bendeki “çelişki”yi kendince siyasi kutuplaşmanın sert parçalarından biri olmama bağlamış ki bunu duymamış olayım!..
Kendisine gönderdiğim kitabımdaki “Seküler İslam ve İslamın Sekülerleşmesi” başlıklı yazıyı yine kitapta Gezi olaylarına ilişkin yazıyla (“Türkiye’de ‘Uluslar’ Savaşı”) birlikte değerlendirseydi ortada çelişki olmadığını fark edebilirdi.
Ama işte Rasim, başta belirttiğimiz gibi, “görsel kitle kültürü”nün boyunduruğunda okuma-yazmaya ve tefekküre intikal etmiş bir kardeşimiz, o yüzden bu kadar oluyor.
Görsel kültür evreninde yazı, görüntüye ikincil ve marjinaldir. Yazıya görsel değil, görsele yazı üretilir. Tabii “temaşa”ya da fikir üretilir.
Burada karşımıza “instant intellectual” denilen tip de bol bol çıkar; kendi başına uzun soluklu, sabırlı çalışmalarla değil, kulaktan dolma fikirlerle çarçabuk, hemencecik, bir lâhzada sökün etmiş “fikir erbabı” yani…
Tıpkı çabucak, şipşak hazırlanan “instant coffee”ler gibi…
Yine de Rasim’den ümidi kesmiyorum.
Ve ona diyorum ki Rasim, hâlâ çok geç değil, “neskafe” olma kardeşim!
Filtre kahve ol!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kapitalizmin krizleri ve yıl dönümleri - KORKUT BORATAV

2017, kapitalist dünya sisteminin iki büyük krizinin yirminci ve onuncu yıldönümüdür.


1997 Krizi: Çevreden Merkeze…
Birinci kriz, finans kapitalin sert hareketleri (çıkışları) ile 1997’de Doğu Asya’da başladı; Latin Amerika’ya sıçradı. Arada Rusya’ya ve iki kere (1999, 2001’de) Türkiye’ye de uğradı. Sert seyrettiği kimi ülkelerde (G.Kore, Endonezya, Türkiye, Arjantin’de)  iktidarları devirdi. 2002’de son buldu.
Emperyalist sistemin çevresini sarsan bu bunalımlar yabancı sermaye hareketlerini denetlemekte olan iki büyük Asya ekonomisini (Çin ve Hindistan’ı) etkilemedi.

Emperyalizmin merkezi ise bu kriz dalgasını denetledi ve kazançlı çıktı. Bunalımlar insafsızca IMF tarafından yönetildi; finans kapitalin alacakları güvenceye alındı. Krizi yaşayan ülkelerden  sistemin merkezine kaynak aktarımı sağlandı. Batı ekonomilerinin 1998-2001 döneminde ortalama büyüme temposu, önceki dört yılın üzerinde seyretti.

Bu bunalım, sistemin patronlarına  özgüven taşıdı. Tam da o tarihlerde Batı’nın saygın iktisat çevreleri, kapitalist ekonomilerin, çalkantısız, gerilimsiz, sorunsuz bir “büyük itidal” aşamasına girdiğini ısrarla ileri sürdü.

1997-2001 krizinden etkilenen bazı çevre ekonomilerinde (özellikle Asyalılarda) kronik cari açıklara son verildi. IMF denetimini sonraki yıllarda da sürdüren Türkiye’de ise, tam  tersine, emperyalist sisteme bağımlılık güçlendi; dış açıklar genişledi.
Bu krizin anatomisi, yansıması, dersleri hâlâ tartışılıyor.

2007 Krizi: Merkezden Çevreye…
2007’de ABD’de finansal çöküntülerle patlak veren krizin uzantılarını on yıl sonra hâlâ yaşıyoruz. Kısaca hatırlatalım.

ABD bunalımı, hızla Avrupa’ya, Japonya’ya yayıldı. Üç yıl sonraki “kriz bitti” kutlaması kısa sürdü; 2011’de Avro Bölgesi’nin altı ülkesinden oluşan zayıf halkasında yeniden patlak verdi.
Bu kez, bir metropol krizi söz konusudur. Çevre ekonomilerine yansıması ise yüksek dış kırılganlık öğeleri, özellikle cari açık içeren ülkelerle sınırlı kaldı. Bunlar, Doğu Avrupa ülkeleri, Türkiye  ve Meksika’dır.

Türkiye örneğine bakalım: Eski milli gelir verilerine göre Türkiye ekonomisi  sermaye hareketlerinin “ters dönmesi” etkisiyle 12 aylık (Ekim 2008-Eylül 2009)  bir dönemde yüzde 7,9 oranında küçüldü.  Sonraki üç ayda dış kaynak akımları canlandı ve bu sayede 2009 milli gelirinin daralması sadece yüzde 4,8 oldu.

Çevreye taşınan şok, bir yılda (2009’da) son buldu. Nedeni,  FED’in başlattığı ve hızla Avrupa, İngiliz ve Japon merkez bankaları tarafından da benimsenen astronomik likidite genişlemesi oldu. Toplamı 15  trilyon (on beş  bin milyar) dolara ulaştığı tahmin edilen tahvil ve diğer (bir bölümü “çürük”) menkul varlıklar merkez bankaları  tarafından satın alındı; likiite genişlemesi, öncelikle NewYork,  Londra, Frankfurt borsalarında hisse senetlerine aktı; sonra da Türkiye gibi ülkelerin finansal sistemlerine “sıcak para” olarak taştı.

Sıcak para girişleri iç talebi, kısa dönemli büyüme tempolarını yukarı çekti. Batı krizinin Türkiye ve benzeri ülkelerdeki olumsuz etkisinin bir yılla sınırlı kalmasının nedeni budur.

2007’deki  metropol krizinin sistemin çevresine  yansımasını özetleyelim: Kırılgan “yükselen piyasa” ekonomilerinde önce  daralma, sonra sıcak para hareketlerinden kaynaklanan kısa süreli canlanmalar, sonrasında ise  finansal istikrarsızlık…  

Buna karşılık, Asya’da odaklanmış geniş bir Güney coğrafyası 2007 krizinden fazla etkilenmedi. Bu yıllardaki kesintisiz, hızlı büyüme temposu sayesinde (alım gücü paritesi hesaplarına göre) dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen Çin çarpıcı örnektir.
2007 krizinin yaşandığı, odaklaştığı Batı ülkelerindeki ekonomik bilanço ise çok daha ağırdır.
Sistemin çekirdeğinde yer alan  beş büyük Batı ekonomisi ile başlayalım. En geleneksel gösterge millî gelir hareketleridir.

En hızlı toparlanan ülke Almanya oldu: Kriz öncesinin (2007’nin) kişi başına milli gelir düzeyine dört yıl sonra (2011’de) ulaştı. Bu aşamaya ulaşmak için Japonya ve ABD’de altı yıl, Britanya  ve Fransa’da ise sekiz ve dokuz yıl geçmesi gerekecekti. Almanya ve Japonya’nın nüfusları azalan ülkeler olduğuna da işaret edelim. Beşinde de yıllık büyüme ortalamaları çok düşüktür. Fransa ve İngiltere’de sıfıra yakın; diğerlerinde ise binde 3-7 (%0,3 ile %0,7) aralığında seyretmiştir.
Avro Bölgesi’nin garibanları”na geçelim.  İtalya, İspanya, Portekiz, Kıbrıs, Yunanistan’da  sabit fiyatlarla toplam milli gelir, 2016’da kriz öncesinin altındadır. Ülke ekonomileri küçülmüştür. İnsanların yoksullaşması daha da hızlıdır: 2007’de kişi başına milli gelir dokuz yıl öncesine göre Yunanistan’da yüzde 25, İtalya’da yüzde 11 düşmüştür.

Kapitalizmin önceki bunalımlarıyla yapılan karşılaştırmalar, bu krizde “telafi” aşamasının çok geciktiğini; bazı ülkelerde hâlâ tamamlanmadığını  gösteriyor. Bu nedenlerle kriz, önce, büyük gerileme (“great recession”) diye adlandırıldı.  Daha sonra teşhis genişletildi: Büyük gerileme uzun dönemli bir durgunlaşmaya dönüşmüştür.


Temel neden, finans kapitalin parazitleşmesi; krizlerin yönetimine de damgasını vurmasıdır. İktidarlara hükmeden finans çevreleri, bütçe açıkları ile reel ekonominin beslenmesini önledi.      
Maliye politikalarında kemer sıkma,  sınırsız parasal genişleme ile birleşince ne oldu? Likidite pompalaması, reel ekonomide sermaye birikimini, talep genişlemesini beslemedi; ne üretimi, ne de enflasyonu artırdı. Merkez bankaları yüzde 2 eşiğini aşan bir enflasyonu gerçekleştirmeye çalıştırıyorlar; bu hedefe bir türlü ulaşamıyorlar. Bu bileşke, sadece kâğıttan varlıklara değer kazandırdı veya (yukarıda değindiğim gibi) spekülatif tutkular içinde çevre ekonomilerine taştı; oralarda balonlaşmayı besledi.

Bu kriz sonrasında dünya ekonomisinin büyüme ivmesi, sistemin dış çevresinden (Çin’den, Hindistan’dan) kaynaklanmaya başladı.

Ekonomik Kriz mi? Sistem Bunalımı mı?
Ekonomik göstergelerin ötesine giden bir sistem bunalımının  belirtileri ortaya çıkıyor. Sermaye birikimi duran ve büyüme potansiyeli sıfıra inen bir kapitalist sistem sürdürülebilir mi? Hatta düşünülebilir mi? Kapitalist dünya sisteminin merkezindeki durum budur.
Yukarıda sayıları verdim: 2016’da Batı’nın en büyük beş ekonomisinde, kriz öncesinin  kişi başına gelir düzeylerine ulaşılmıştır. “Gecikme bir yana, en azından yoksullaşma yok” diyemiyoruz; zira bu minik tempolu gelir artışlarının paylaşımında, abartılı bir adaletsizlik gerçekleşti.
İstatistikler tekrar ve tekrar ortaya koydu ki, ABD’de, AB’de kriz sonrasında gerçekleşen gelir artışları, tümüyle değil, fazlasıyla en üst gelir gruplarına intikal etmiştir. Bu, Batı nüfuslarının ezici çoğunluğunu oluşturan yüzlerce milyon insanın sadece kriz  nedeniyle değil, ilaveten de yoksullaştığı anlamındadır. Göreli değil, mutlak anlamda yoksullaşma söz konusudur.

Ayrıca, reel ücretlerde ve ücret payında aşınma yaygındır. Branko Milanovic, uluslararası istatistiklerin dökümünü yaptı ve Batı’nın geleneksel işçi sınıflarının neoliberal dönemde mutlak anlamda yoksullaştığını ortaya koydu.

FORBES’ta (4 Ağustos) Kenneth Raposa imzasıyla yayımlanan bir makale, “İstihdam Artıyor; Ama Çin’e Yakın Ücretler Ödeyerek…” başlığı taşıyor. Başlıktaki iddia, ABD ve Çin’de farklı sektörlere, ücretlere ve alım-güçlerine ilişkin örneklerle destekleniyor.
2007 krizi, ABD ve Avrupa’da kapitalizmin kirli, lekeli sicilini esasen  ortaya koymuştu. Bunalım, yatırım bankalarından, emlak piyasalarına uzanan, ünlü kredi değerlendirme kuruluşlarının katkılarıyla beslenen bir yolsuzluklar zinciri içinde oluştu. Sorumlulardan hiçbiri cezalandırılmadı.
Krizin yaratıcısı finans kapital, krizin yönetimini de üstlendi. Bankalar, bütçelerden ve merkez bankalarından aktarılan kaynaklarla kurtarıldı. İpotek borçlusu emekçilerin konutlarına bankalar el koydu.

Sermayenin sınırız tahakkümünü hayata geçirme programı neoliberalizm diye adlandırıldı. Çeyrek yüzyıl boyunca sağladığı ideolojik hegemonya 2007 krizi  sonrasında sarsıldı.  
Emperyalist sistemin çekirdeğinde ve yakın çevresinde halk sınıfları, demokrasi söyleminin sahteliğini fark ettiler. Kriz ortamı, siyasetten tamamen dışlanmış olduklarını ortaya koydu. Finans kapitalin ideolojik hegemonyası sarsıldı; IMF dahi “küreselleşme” terimini lügatçesinden sildi. Buna karşılık neo-faşist söylemler itibar kazandı; siyasete yansıdı.

Avrupa’nın “Güney” ucunda, borç krizleri daha da vahşi sonuçlara yol açtı. Buralardaki yoksullaşma, Üçüncü Dünya boyutlarına yaklaştı. İşsizlik oranları İspanya ve Yunanistan’da dörtte bir, İtalya’da yüzde 12 eşiklerine ulaşmıştır.

Bu krizleri yönetmeyi üstlenen Avrupa Merkez Bankası ve Almanya, baskı ve şantajla alacaklarını tahsil etti; ayak sürüyen hükümetleri değiştirdi.

2007 krizinin yukarıda değindiğim kaynaklarına, yönetimine, büyüme ve bölüşüm bilançolarına bakıyoruz ve şu sonuca varıyoruz: ABD’de, Avrupa Birliği’nin zengin çekirdeğinde ve Güney’deki  “garibanlarında”, kapitalizminin emekçi sınıflara armağanı, yoksullaşma, yoksunlaşma ve dışlanma olmuştur.

Krizin onuncu yıl dönümünde, kapitalizmin meşruiyeti sistemin merkezinde dahi  temelden sarsılmaktadır.

Ne var ki, emperyalizmin doğası bozuktur; gerilemeyi sessizce sineye çekemez. Ekonomik zayıflamasını, uluslararası siyaset alanında telafiye kalkışıyor; ama  sadece yıkım getirerek…  Karanlık olasılıklar gündemdedir: Orta Doğu trajedilerini, Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar uzanan bir coğrafyaya taşıma senaryoları…

Giderek ortaya çıkmaktadır ki kapitalizmin tarihsel misyonu son bulmuştur. Temel soru şudur: Sistem-dışı devrimci akımlar, halk sınıflarının tepkilerini örgütleyebilecek mi?


Aksi halde, gelecek kuşakları, sadece çürüyen bir dünya beklemektedir.

Korkut Boratav / SOL

Tarih bize ağır geliyor - GÖZDE BEDELOĞLU

Orman Bakanlığı ve Devlet Su İşleri’nin, Ilısu Baraj ve HES Projesi’yle sular altında kalacak olan Hasankeyf’le ilgili yayımladığı broşürde şöyle yazıyordu: “Hasankeyf ülkemizin ve dünyanın cazibe merkezi olacak.” ‘Dünyanın en güzel’ ilçesini kuruyoruz, dedikleri 12 bin yıllık antik şehir Hasankeyf, 3 yıl sonra bugün, ‘dolgu ve güçlendirme projesi’ adı altında dinamitlerle parçalanıyor. UNESCO’nun 10 kültürel miras kriterinden 9’unu karşılayabilen dünya üzerindeki bilinen tek yer olan Hasankeyf’i tarih sahnesinden silecek olan baraj projesindeki ısrarın gerekçesi, elektrik ihtiyacı. Temiz; tükenme hızından çok daha hızlı bir sürede kendini yenileyebilen enerji kaynaklarının hâlâ verimli bir şekilde kullanılmadığı Türkiye’de, böylesi bir kültür yıkımı ve çevre tahribatına neden olan projeler üretmenin kalkınma ihtiyacıyla açıklanabilir bir yanı yok. Kaldı ki, dünyada eşi benzeri olmayan bir antik kente sahip ülke olarak parayı Hasankeyf’i restore etmek için kullanmak, şüphesiz ki turizme, bayram tatilini 10 güne çıkarmaktan daha fazla ve uzun süreli ekonomik katkı sağlardı.

                                                                               •••
Tarihini, doğasını, belleğini korumayan ülkelerin yıkımlar üzerine kurduğu ekonomik kalkınma hamlelerinin, maalesef ne bölge halkı ne de ülke için bir hayrı var. Hasankeyf gibi çok özel bir mirasa sahip olmanın zenginliğini idrak edememiş olmanın acı faturasını, barajdan para kazanacak üç beş şirket, banka dışında, hepimiz ödeyeceğiz. 40 yıldır süren baraj tartışması yüzünden hali hazırda on binlerce insan bölgeden göç etmek zorunda kaldı. Başta yöre halkı olmak üzere, bilim insanlarının, çevrecilerin, sanatçıların ve ülkenin kültürel tarihine sahip çıkan nice insanın itirazına kulak verilmeden sürdürülen baraj inşaatı, birkaç kez yasa ve standartlara uygun olmadığı için durdurulduysa da, AKP hükümetinin ısrarlı tutumuyla devam etti. Geldiğimiz nokta, 12 bin yıllık antik şehrin dinamitlerle paramparça edilmesi... Batman Valisi Ahmet Deniz, görüntülerin aksine, riskli kayaların düşürülmesinin uzmanların ve bilim heyetinin denetiminde, patlayıcı kullanılmadan ve tarihi dokuya zarar vermeden gerçekleştirildiğini söyledi. İddialar üzerine bölgeye gidip inceleme yapan İnşaat Mühendisleri Odası Batman Şube Başkanı Ferhat Demir ve Jeoloji mühendisi Murat Altın, dinamitle patlatma yapıldığına dair hem video hem de görgü tanıkları olduğunu; mağaraların ve kilise kalıntılarının yıkımdan zarar gördüğünü açıkladı.

                                                                             •••
Barajın yapılacağı bölgede Hasankeyf dahil 289 arkeolojik SİT alanı var. Bu sayı, bölgede bugüne kadar yapılabilmiş sınırlı yüzey araştırmasına dayanıyor. Muhtemel ki çok daha fazlası var. Asurlular döneminden kalma Taş Köprüsü, Eyyubilere ait Ulu Camii, Akkoyunlulara ait tek eser olan Zeynel Bey Türbesi, 6 bin mağara ve dinamitlenen kayaların üzerindeki kalesiyle Hasankeyf; bugün ‘Dünyanın en güzel ilçesini kuruyoruz’ diyen AKP hükümetinin,  asırlık Anadolu tarihi ve mimarisinden aldığı ilhamla, ‘villa tipi’ TOKİ evleriyle yeniden kuruluyor. Karşımızda, tarih sevgisini binlerce yıllık mozaiklere basmak suretiyle gösteren, asırlık zeytin ağaçlarını yok etmek için Meclis’e 7 kez öneri sunan ve ekosistemin kafaya göre ağaç kesip dikmekle oluşturulabileceğini düşünen bir hükümet varken; tarihin taştan ibaret olmadığını, yitirilen toprağın geri gelmediğini defalarca konuşmak, yazmak mecburi oluyor. Hasankeyf, yerinde ve olduğu gibi korunması gereken eşsiz bir insanlık mirası. Değil oradan oraya taşımak gelişi güzel dokunmanın, çevresinde gezinmenin bile sınırlandırılması gereken kırılganlıkta. Kaldı ki, antik şehir taşınamayacak kadar geniş bir alana yayılmış.
                                                                             •••
Roma’dan Osmanlı’ya kadar pek çok uygarlığın izlerini taşıyan, kültür ve doğanın binlerce yıldır koyun koyuna yattığı Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin dünya mirası ilan edilmesinin önündeki tek engel, Ilısu Barajı Projesi için UNESCO’ya başvurmayan Türkiye. Listeye girmesi halinde, bölgelerin korunması uluslararası toplumun sorumluluğunda olacak. İşte Türkiye, böylesi eşsiz bir tarihi, gözünün önündeki zenginliği, sınırlı bir enerji üretimi ve kâr hırsına kurban ediyor. 12 bin yıllık Hasankeyf’i, ömrü 70 yılı bulmayacak bir baraja tercih ediyor. Ne yazık, tarih bize hep ağır geliyor.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

'Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz' - Ali Rıza Aydın

Bugün köşemi can alıcı bir konuya, “Halk Komiteleri” ile “Türkiye Komünist Partisi” tarafından yukarıdaki başlık altında hazırlanan ve imzaya açılan bildiriye ayıracağım.
Öylesine can alıcı ki, “laiklik”, “bilim”, “kadın”, “cumhuriyet” ve “aydınlanma” düşmanlığı yapan; bu düşmanlıklarını kapitalist ve emperyalist düzen uğruna yaygınlaştırarak devlete, siyasete ve topluma şırınga etmeye çalışan; nihayetinde parayı ve gericiliği egemen kılarak emeği iliklerine kadar sömüren AKP’nin eğitimde “medrese”yi yaşama geçirme girişimlerine dur denilmezse, bugünümüzle birlikte geleceğimiz de yok edilecek.


Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin de tüm gücüyle destek verdiği bu metin, sıradan bir bildiri ya da bir imza kampanyası metni değil.

Çocuklarımızı karanlığa teslim etmeyeceğiz metni, teslim olmamanın; insanlığın, bilim ve aydınlanmanın metni… Aklın hurafeye, aydınlığın karanlığa, ezilenlerin ezenlere, sömürülenlerin sömürenlere direnişinin metni…

Köşemi, teslim olmamak için mücadele edenlere teslim ediyorum ve çocuklarımıza adıyorum.
Halk boyun eğmeyecek, halkın iradesine boyun eğilecek…

***

Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz*
Eşit ve bilimsel bir eğitime ücretsiz olarak erişebilmek, her çocuğun hakkıdır. Önümüzdeki eğitim ve öğretim yılında uygulanacak olan AKP’nin yeni müfredatı, çocukların eğitim hakkını gasp etmektedir.
AKP iktidarı boyunca eğitim sistemi sistematik bir biçimde gericileştirilmiştir. 4+4+4 sistemiyle birlikte imam hatip okulları ortaokul seviyesine inmiş, dinsel içerikli derslerin sayısı ve ağırlığı artırılmıştır. Eğitim kurumlarında bilimden ve aydınlıktan yana eğitimciler üzerinde baskı kurulmuş, ülkenin tüm ilerici birikimi adım adım kamusal eğitimin dışına itilmiştir. Birçok devlet okulu kapatılarak imam hatip okuluna dönüştürülmüş, halkın bilimsel ve çağdaş eğitim arayışına cevap olarak sanki bir kurtuluş kapısı gibi pazarlanan özel okullar adres gösterilmiştir.
AKP karanlıktır. AKP’nin müfredatı bu karanlığın eğitimin üzerine çökmesidir.
Geriye kalan son kazanımlar ise yeni müfredat ile yok edilmektedir. Dinci vakıf ve derneklerin Milli Eğitim Bakanlığı ile yaptığı protokoller ile eğitim tarikat ve cemaatlere teslim edilmiştir. AKP’nin müfredatı ile birlikte, çocuklara değerler eğitimi altında hurafeler öğretilecek, felsefeden müziğe, coğrafyadan tarihe kadar bütün derslerde dini temalarla ile ilgili etkinlikler yapılacaktır. Kabul etmiyoruz, çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz!

AKP’nin müfredatı, laiklik düşmanıdır!

Yeni müfredat, hem Anayasa’ya hem de Milli Eğitim Temel Kanunu’na aykırıdır. “Tek Din, Tek Mezhep” ilkesinin belirleyici olduğu müfredat laikliğe aykırıdır. “Cihat, gaza, islam ceza hukuku, helal, haram, kul hakkı” gibi dinsel içerikli kavramlar “değerler eğitimi” adı altında müfredatın tamamına yayılmıştır. İlkokul 1. Sınıf öğrencisi çocuklar müzik derslerinde ilahi öğrenecek, orta öğrenim öğrencileri ise bir dinin bir mezhebinin belirlediği anlayışta “helal, haram” kavramlarıyla tanışacaklar. Laiklik düşmanı müfredat cihatçılığı övmektedir, bunu kabul etmiyoruz!
AKP’nin müfredatı, bilim düşmanıdır!

Yeni müfredat, tüm derslerin içeriğine dinsel kuralları getirirken, biyoloji dersinin saatini azaltmış, bu dersin temel konularından biri olan evrim teorisini müfredattan çıkarmıştır. Bakanlık, evrimi çıkardığı müfredata, “dua ve ibadetin hayatımızdaki yeri, ramazan ayı ve oruç, peygamber sevgisi” gibi konuları eklemiştir. Müfredattan evrim teorisinin çıkarılması, bilime düşmanlıktır, kabul etmiyoruz!
AKP’nin müfredatı, cumhuriyet ve aydınlanma düşmanıdır!

AKP’nin cumhuriyet düşmanlığı eğitim müfredatında da kendine yer bulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşuna dair tarih, Osmanlı hayranlığı ile tahrif edilmiş, Osmanlı Devleti’nin dağılma ve yıkılış süreçlerine dair bilgiler müfredattan çıkarılmıştır. AKP, cumhuriyeti müfredattan silmeye cüret etmiştir. AKP eğitim müfredatına cumhuriyet düşmanı bir karakter vererek, yalnızca eğitimdeki değil, ülkemizdeki aydınlık birikimi silmeye cüret etmiştir, kabul etmiyoruz!

Çocuklarımız AKP’nin cihatçı ordusunun neferi olmayacaklar!

AKP’nin müfredatı çocuklarımıza şeriat okullarını dayatmaktadır. Bir dinin mezhebine uygun kurallar bütünü ile “kindar ve dindar” bir nesil yetiştirmeyi hedeflemektedir. Yeni müfredat, bütün okulları İmam Hatip Okullarına dönüştürmeyi hedeflemiş, gerici ve dogmatik düşünceyi kutsamaktadır. Çocuklarımızın özgür ve bilimsel düşünceye erişimi engellenmektedir.

AKP’nin müfredatını kabul etmiyoruz!

Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz!

Çocuklarımız için, aydınlık bir gelecek için buradayız!

* https://www.tkp.org.tr/tr/aciklamalar/cocuklarimizi-karanliga-teslim-etm...

Ali Rıza Aydın / SOL

‘Başbakan’ - ‘müftü’ ve ‘kadim bir AKP’li’ - Meriç Velidedeoğlu

“Müftü Nikâhı”na geriye gönüşle birlikte, “kadim AKP’li Ayhan Oğan”ın -ifşa ettiği- kurucu lideri Tayyip Erdoğan olan “yeni bir devlet” kuruluşu gündeme oturtuldu. 

Bir bakıma kaçınılmazdı bu durum; ilkokullarda “cihad”, din uğruna savaşmak, ölmek öğretiliyorsa, eninde sonunda, “nikâh”ın da “müftü”nün görevi olması sahneye çıkarılacaktı.
Hele, inanılmaz bir sorumsuzlukla, belki de tam bir bilgisizlikle, Başbakan Binali Yıldırım’ın, Sivas’taki toplu açılış töreninde (5.8.2017) “TC Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin devamı olduğunu” açıkça bildirip ilan ettiğine göre; ülkemizde “nikâh”ın da, Osmanlı’daki gibi dinsel olması, kuşkusuz “şeriat hukuku”na uygunluğu da, ister istemez, kaçınılmaz olur; bu doğrultudaki kimi uygulamalara da kapı açılır... 
 
Ve ayrıca, “dört eş” kuralının, dinsel “Şeriat Hukuku”nun, temel kurallarından olduğu da bilinir; öyle ki, Osmanlı’nın “Meşrutiyet” döneminde çıkartılan “Aile Kanunu” ile kadınlara getirilen kimi hakların, örneğin “boşanma hakkı”nın tanınması gibi yenilikler içinde, en çok “tepki” çekenin, bu “dört eş” kuralının uygulanmasında, “ilk eşin izninin gerekli olması”ydı (1917). Bu “şart”ın, Kuran’a aykırılığı ileri sürülüyordu. 

Dinsel kurumlar -kuşkusuz müftüler, müftülükler- topu topuna iki yıl dayanabilmişlerdi, kadınlara verilen bu kadarcık “hak”ka... Bunlar, İstanbul’un işgalinde, “İşgal Kuvvetleri”nin İngiliz Komutanı’na şikâyette bulunup -bu kadarlık eşitliğe- bu uygulamaya son verilmesini sağlamışlardı... 

Bilmem ki, gerek var mı, “1923 Atatürk Devrimi”nin kadınlara, daha doğrusu “İslam” topluluklarına, “İslam Dünyası”na -dolaysiyle insanlığa, getirdiklerini anımsatmaya?
Yanıtın, “Evet var!” olduğunun ayrımındayım, ama konuyu sürdürmekle de, kimi sonuçlara da varabiliriz belki, çünkü fırsat düştükçe, yaratıldıkça bu “eşitsizlik” katlanarak ortaya konuyor; özellikle “Suudi Müftüleri”, “10 yaşındaki kız çocuklarının -daha küçük yaşlarda olanların da-evlenebileceklerine dair” (26.4.2012) “fetva”lar veriyor...
Eh, orası “Suudi Arabistan”, “dinsel devlet”; “laik bir hukuk devleti” olduklarını söylemiyorlar ki; “böyle olduğu”, Anayasa’sında yazılı TC Devleti’nın “nikâh” için “müftü”nün görevlendirilmesi, açıkça -meydan okur gibi-“Anayasa’yı çiğnemektir!” Bu da “suç” değilse, peki nedir?
Gelelim sıradakine; “kadim AKP’li”ye, “ferman salan (!)Ayhan Oğan ne demişti fermanında? “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz beğenin, beğenmeyin bu devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır!” 

Böyle işte... Ne var ki değerli dostlar, gelinen bu noktayı “karikatürize” ettikçe, durumumuz -sanki-daha da ağırlaşıyor...
Buna karşın devletin başındaki, bu gibi “ferman salıcılar”ın yetişmesi, çoğalması için ortam yaratıyor; “İkinci Kurtuluş Savaşı” -şimdilerde-“yeni bir Kurtuluş Savaşı yapıyoruz!” haykırışının ardından gelecek olanın ne olduğu belli değil mi?
Atatürk, “Kurtuluş Savaşı”nın ardından, “TC Devleti”ni kurmadı mı? Erdoğan’ı alkışlamak, Atatürk’ü alkışlamaktır!” çığlıkları atılmadı mı?
Öyleyse, “yeni Bir Türk Devleti kurulacak!” ister istemez; zamanı gelmiş çünkü (!)...
Ve bu “yeni devlet”i kuracak olan “Erdoğan”; böylece, Atatürk gibi “kurucu lider!” olacak, “ister isteyin, ister istemeyin!” 

Dahası da var; dinini, tarihini, kültürünü bilen kuşaklar yetiştirilecek, öyle ki “sadece kendimiz için değil!”; kimin için? “Gözünü bize dikmiş, kalbini bize yöneltmiş, tüm kardeşlerimiz için...”
Demek “tüm dünya Müslümanlarını” kucaklayacak; iyi de, böylece “dünya Müslümanlarının lider’i” olmayı; yani “Halife”liğe giden yolu işaretlemiş olmuyor mu?
Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

AKP ‘Harikalar Diyarı’nda - ALİ SİRMEN

Adalet ve Kalkınma Partisi, 16. kuruluş yıldönümü için Harikalar Diyarı denen Ankara’nın Sincan ilçesinde, çocuklar için oyun yerleri olan, çizgi film ve masal dünyasının sanal kahramanlarının resimleri, heykelleriyle donatılmış yanılsama (illüzyon) alanını seçmiş. 



AKP topluma adalet, kalkınma ve demokrasi vaat ederek kuruldu ve 15 yıl önce iktidara geldi. Partinin kuruluşunun 16. yılında, adalet, kalkınma ve demokrasi alanındaki vaatleriyle edimlerinin ne olduğuna bakıldığında, söylem ile eylem arasında tam bir zıtlık hemen göze çarpar.
AKP’nin 15 yıllık döneminde, FETÖ kadrolarının, iktidarın da ön ayak olmasıyla yargının en küçük hücrelerine kadar sızması yaşandı.

***

AKP iktidarıyla yıllar yılı kol kola yürüyen Fethullah Gülen örgütünün yargıyı ele geçirmesi sonucunda gerçekleşen kumpas davaları rezaletini, daha sonra FETÖ ile yolları ayrıldıktan sonra AKP’liler de kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Yalnız onlar bunu yaparken, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların sorumluluğunu, Fethullahçıların sırtına yıkıp kendi paylarını yüklenmekten hep kaçınmışlardır.
Oysa, partinin o sıradaki genel başkanı olan zamanın Başbakanı bu davaların savcısı olduğunu açıkça ilan ettiğine göre, AKP bu sorumluluğundan kaçamaz.
Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarının sorumlusu olan AKP, 12 Eylül 2010’da halkoyuna sunduğu düzenleme ile kuvvetler ayrılığı ilkesini ayaklar altına alarak yargı bağımsızlığını rafa kaldırıp adalet beklentilerini seraba döndürmüştür.
Bu arada kimsenin hakkını yememek için belirtmek gerekir ki ülkenin dört bir yanına görkemli ve modern “Adalet Sarayları” dikilmiştir.
Bunların çağdaş demokrasilerin adalet saraylarından farkları ise buralarda adalet elde etmenin imkânı olmayışı olmuştur.
Yargıç ve savcıların tayin, terfi ve tüm özlük işlerinin yürütme erkinin eline geçtiği yeni düzende bununla da yetinilmemiş, sürekli hale getirilen olağanüstü hal uygulamaları ile yargısal denetim saf dışı bırakılmıştır.
Kış lastiği uygulaması alanlarına kadar uzatılan OHAL uygulamalarıyla binlerce yargı elemanı tasfiye edilmiştir.

***

İktidarın hoşuna gitmeyen gazeteciler, muhalif milletvekilleri ve göstericiler ile ilgili yargı kararları da tüm dünyadan Türkiye’ye yönelik sert tepkilerin yükselmesine neden olmuş bulunmaktadır.
Kamuoyunda yargıya güven duyanların azınlığa düşmüş olmalarının da demokratik düzen açısından taşıdığı sakıncaları anlatmaya gerek var mı?
Olayın “adalet” cephesi böyle iken, acaba “kalkınma” cephesi nasıl dersiniz?
Bir ekonomik bunalımın hemen ardından, önceki iktidarın aldığı acı istikrar tedbirlerinin sonuçlarını vermeye başladığı dönemde işbaşına gelen AKP’nin ilk yıllarındaki ekonomik performansının nispeten başarılı olduğunu yadsımak nasıl mümkün değilse, aynı şekilde adalet ayağı her türlü güveni sarsacak kadar aksayan bir sistemin sürdürülebilir bir kalkınmayı gerçekleştiremeyeceğini görmemek de aynı derecede imkânsızdır.
Nitekim işin özüne bakıldığında AKP’nin kalkınma söylentilerinin de bir yanılsama olduğu görülmektedir.
AKP’nin iktidar dönemi olan 2001- 2015 arası dönemde büyüme hızı yılda ortalama yüzde 4.78 olmuş (fert başına milli gelir artışı yüzde 3, 4) ve yüzde 5 olan genel Türkiye ortalamasının altında kalmıştır. Bu süre zarfında gelir adaletsizliğinin daha da büyümesine şu anda dokunmuyoruz bile.
Bu durumda adaleti de kalkınması da tevatür olan AKP’nin kuruluş yıldönümü için yanılsama alanını seçmesinden daha anlamlı ve isabetli ne olabilir?


Ali Sirmen / CUMHURİYET

İstanbul’un ışıkları sönerken... - Nilgün Cerrahoğlu

Yaz başındaki bir Tarkan konserinin ardından Harbiye Hilton’a uğradığımda fark ettim.
Lobi tamamen boştu. Işıklar da mı loşlaşmıştı yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Ama aşağıda bir düğünden biraz erken çıkan müşteriler olmasa, otelin tümüyle terk edilmiş olduğunu düşünecektim.
Lobiye bitişik çay salonunda türbanlı hanımların çoğunlukta olduğu birkaç yerli ve Arap aile dışında ufukta tek Batılı turist görülmüyordu. Boğaz manzaralı terasa çıktığımda, buranın da boş olduğunu gördüm. Sonra aşağıda “Dragon”un yanındaki açık bara indim. Bu bölümde de sırf Türklerden oluşan birkaç masa dışında yabancıya rastlamadım. 



İstanbul’un bu en merkezi, en eski ve köklü beş yıldızlı otellerinden birindeki manzara, tam “bir olağanüstü hal ülkesindeki” duruma karşılık geliyordu.
Hani Amerikan filmlerinde hep görürüz. Şehirde sözgelimi bir çatışma/devrim yaşanmaktadır ya da olağanüstü kriz hali vardır. Krizi belgelemek için kente doluşan gözüpek gazeteciler, başka zamanların en kalabalık ve tanınmış otellerine indiklerinde, birden bir “boşluk” tablosu, kasvet durumuyla karşılaşırlar.


Kentle ilk temaslarında hayatın soluğunun kesildiğini derhal fark ederler...
“Hilton Oteli”nde o gece benim aldığım izlenim de böyle, akut bir turizm krizinin ötesinde, bir “yaşamın solup sönmesi” haliydi.
O nedenle İtalya’dan “La Stampa” gazetesinde önceki gün çıkan “İstanbul’un ışıkları sönüyor: Turistler terör saldırılarından ve polis baskısından kaçıyor” başlıklı yazı çok ilgimi çekti.


Yeni Türkiye kartalları
Türkiye’de uzun yıllar muhabirlik yapan ünlü gazeteci Marta Ottaviani’nin imzasını taşıyan yazı, İstanbul sokaklarının bundan böyle özel harekât timlerince eğitilen silahlı “gece kartalları” tarafından denetleneceğini, bunun İstanbul’un başına gelen en son talihsizlik olduğunu anlatarak konuya giriyor.
“Gezi tipi ayaklanmaları önlemek amacıyla” İstanbul’da başlatılan uygulamanın yakında tüm “Yeni Türkiye’ye” yayılacağını irdeleyen yazı, tarih boyu çeşitli kültür ve dinlerin buluşma yeri olan İstanbul’un bu meyanda gitgide “tek tipleştiğine” dikkat çekiyor.
Yazı; gece yaşamının bir zamanlar kalbi olan Asmalımescit-Sofyalı sokak arasındaki bölgenin tamamen ıssızlaştığını, Reina’nın, yılbaşı katliamı sonrasında kapandığını, Kuruçeşme’de Suada’nın da yıkılarak bir moloz yığınına dönüştüğünü anlatıyor. 


Yaz geceleri konserlerle şenlenen Rumeli Hisarı’nda bir cami açıldığından dem vuran “La Stampa”, sırf Erdoğan istiyor diye yapılan Çamlıca Camii’nin hızla yükseldiğini ve Türkiye’nin tek tipleşen “yeni ruhunun” simgesi olduğunu söylüyor.
“Batılı turistleri” İstanbul’un süratle başkalaşmakta olan bu yeni ruhun kaçırdığına parmak basan “La Stampa”, ayrıca Forbes’in “kadınlar için Türkiye’nin dünyanın en tehlikeli 10 yerinden biri” olduğu tanımına da yer veriyor.
Forbes dergisinin “kadın düşmanı ülkeler” listesine paralel biçimde ülkede şortlu kadınların uğradıkları saldırılara dikkat çeken ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cinsiyet eşitliği karşıtı söylemlerine yer veren İtalyan gazetesi; bunların hepsinin negatif algıyı besleyen öğeler olduğunu belirtiyor.


‘Güçten düşmüş İstanbul’
Çizme’nin iş dünyasında etkili olan gazetesi izlenimlerini şöyle sürdürüyor:
“Demokratikleşme umudu ve ekonomik büyüme yıllarını tanımlayan coşku ve enerji artık uzak bir anı. Kent tüm gücünü yitirmiş gibi... Hızla mutasyona uğrayan şehirde (gerçeğe göz kapatan) insanlar hâlâ her şey yolunda demeye devam ediyor ve inatla fazla bir şeyin değişmediğini iddia ediyor. Boğaz (suları) üzerinden başka, artık kafa çekecek yer kalmamış gibi. Gece vakti sonra bir yel esiyor ve karanlığın içinde sulara yansıyan ışıklar, eski mutlu zamanlardaki gibi her şeyin sürüp gittiği izlenimi yaratıyor.”
Batı medyasındaki bu “yeni Türkiye çehresi”ni anlatan yazılar çıkarken, Almanları vay efendim “Buraya gelmeyin!” diyerek kışkırttı diye Kılıçdaroğlu şimdi topa tutuluyor. Kılıçdaroğlu gerçi böyle bir şey söylememiş ya... Ama dışardan çekilen fotoğraf bu olduktan sonra, tüm siyasi liderler tek tek sıraya girip; “Türkiye çok güvenli, çok keyifli, çok eğlenceli; kim olursanız olun gelin!” diye demeç üzerine demeç verse ne olur ki?
Herkes kör, âlem sersem mi?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Mustafa Kemal’e Samsun yasağı - ALİ SİRMEN


Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Kurtuluş Savaşı’nın önderliği için Anadolu’ya atılan bu ilk adım tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri. Daha sonra birçok kültür, sanat, spor tesisine 19 Mayıs adı kondu. 
Bunlardan biri de Samsun’daki stadyumdu. İki yıl önce yenilenmesine başlanan stadyumun tekrar açılışındaki ilk karşılaşma, 6 Ağustos 2017’de, lig şampiyonu Beşiktaş ile kupa şampiyonu Atiker Konyaspor arasında oynandı. 6 Mayıs 2017 akşamı insanlar Samsun 19 Mayıs Stadı’na aktı. Bunların çoğu Konya ve İstanbul’dan gelen taraftarlardı. O gece herkes, formasıyla, pankartıyla oradaydı. 6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’na sokulmayan bir tek yasaklı kişi vardı: Mustafa Kemal. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’e 6 Ağutos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’na girme yasağı getirilmişti. 6 Ağustos 2017’de Beşiktaş taraftarının “Yaşa Mustafa Kemal Paşa, Yaşa!”pankartı stada sokulmamıştı. Ama yanıcı ve patlayıcı maddeler, akın akın sokulmuştu stada. 6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’nda her şey serbest bir tek Mustafa Kemal yasaktı.
Slogan haline getirilmiş, İzmir Marşı’nın dizelerini politik bulduklarını, son dönemlerde yaşanan gerginlikler yüzünden, politik sloganlar içeren pankartların sokulmaması yönünde bir karar aldıklarını söyleseler, bunun tartışılacak bir yönü olduğu belki düşünülebilirdi, ama o zaman İstanbul’da Fatih Terim Stadı’nda yapılan Başakşehir - Bruge maçındaki üzerinde kocaman bir Tayyip Erdoğan resmi bulunan “Başkomutan” pankartına ne denecekti? 
Tayyip Erdoğan başkomutandı da Mustafa Kemal neydi? Düşman mı? 
Tabii ki ortada böyle bir yasaklama kararı yoktu. Aslında var olan dağları bekleyen Mustafa Kemal korkusuydu. 
6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’nda tam bir skandal yaşandı, sahaya yanıcı patlayıcı maddeler ve bıçaklar atıldı, Beşiktaşlı Quarezma’ya bıçak gösterildi, Konyaspor taraftarları sahaya girdi. Kan dökülmemiş, can kaybı yaşanmamış olması adeta mucizeydi. 
Yanıcı, patlayıcı maddeleri stada sokmamakla, olayların bu noktaya varmasının önüne geçmekle yükümlü olanlar, neredeydiler?
Türkiye’de gerginlik o kerteye varmıştı ki, bir futbol maçı bile nerelere kadar tırmanacağı kestirilmesi güç çatışmalara yol açabilirdi. 
Devlet yıkıcılarının egemenliği bir futbol maçının bile nerelere kadar tırmanacağı bilinemeyen ölçüde germişti ülkeyi. 
Bu gergin ortamın felakete dönüşmemesi için tabii ki, polisiye önlemler alınmalıydı. 
Ama durum aslında polisiye önlemleri çok aşmıştı. 
6 Ağustos Samsun 19 Mayıs Stadı olayları, Türkiye’de gergin siyasal atmosferin yumuşatılması için acilen harekete geçilmesi zorunlu olduğunu gösteriyor. 
Bu cümleden olmak üzere, Cumhurbaşkanı’nın bütün muhalefet liderlerini davet ederek, yatıştırıcı bir çağrı metninin içeriği üzerinde anlaşmaya varmalarını sağlaması, daha sonra da ulusa bir birlik ve beraberlik çağrısını yapması gerekir. 
Tehlikenin büyüklüğü muhalefetin davete icabetini sağlayacaktır. 
Ancak görüşme ve çağrıdan beklenen biat değil, toplumsal yaşamı mümkün kılacak ortamı sağlayacak asgari koşullarda uzlaşma olmalıdır. 
Futbol Federasyonu da kulüp temsilcileriyle birlikte toplanıp, futbolun siyasetten uzak tutulması için gerekli uzlaşmanın gerçekleşmesini sağlamalı, kulüp yöneticeleri de Konyaspor Başkanı’nın yaptığı gibi, kışkırtıcı açıklamalardan kaçınmalıdırlar. 
Bütün bunlar olabilir mi? 
Bilmiyorum. Ama yine de mutlaka olmalı diyorum.
***

Yetkililer bu yasaklamaya makul bir gerekçe de bulamıyor, herhangi bir neden öne süremiyorlardı. 
***

Aslında, Türkiye’yi tehdit eden büyük tehlikenin bir kez daha gözler önüne serildiği 6 Ağustos 2017 gecesi alarm zilleri bir kez daha çalmıştı. 
 
Zira tehlike çok büyük!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ "Gündem" -31 Temmuz 2025-

Eski Bakan kazmayı çoktan vurmuş, kepçeler çalışıyor -Deniz Ayhan- Atatürk’ün halka bağışladığı ve SİT alanı olan bölgedeki hastane kampüs i...