30 Ağustos 2017 Çarşamba

Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı - ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET


Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı(1)

Millî Mücadele süreci, başlangıcından büyük zafere değin bir bütündür. Bu sürecin en karakteristik özelliği ise Türk Ulusu ile ordusunun bir bütün olarak hareket edip zafere inanmalarıdır.



Ulusal Kurtuluş Savaşı her yönüyle ve her ânıyla mercek altına alındığında görülecektir ki, yaşanan sadece bir savaş değil; bir ulusun varoluş kavgası ve kendi topraklarında özgürce yaşama mücadelesidir. Bu mücadele aynı zamanda eşsiz askerlik dehası, müthiş bir toplumsal örgütlenme, askeri ve siviliyle tüm yurttaşların moral üzerine kurduğu ittifak, adeta yazılmamış bir sözleşmedir.

Bu büyük var oluş mücadelesini destansı yapan ise şüphesiz, her şeyin en küçük ayrıntısına kadar hesaplanmış olmasıdır. Nasıl ki Mustafa Kemal Paşa’nın çok önceden, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında aklında en kısa zamanda bir meclisin toplanması düşüncesi oluştuysa, Ağustos 1922’nin son günlerinde başlayacak ve işgalci düşmana son darbeyi indirecek Büyük Taaruz da çok önceden planlanmıştı.


Karar bir ay öncesinden alınıyor

Akşehir’deki karargâhta 28/29 Temmuz gecesi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, ordu ve bazı kolordu komutanlarının yaptığı toplantı ve uzun tartışmalar sonucunda Türk Ordusu’nun taarruz planı son ve kesin şeklini almıştı. Plana göre taarruza Birinci Ordu dokuz piyade ve üç süvari tümeniyle, Beşinci Süvari Kolordusu üç süvari tümeniyle, İkinci Kolordu üç tümeniyle ve İkinci Ordu da beş piyade tümeniyle katılacaklar, ayrıca Kocaeli ve Menderes grupları da karşılarındaki düşman kuvvetlerine taarruz edeceklerdi.


Hazırlıklar hızlandırıldı

Birlikler belirtilen şekilde tespit edilip konuşlanma hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde yürütülürken Mustafa Kemal Paşa, 16 Ağustos’ta Batı Cephesi Komutanı’na verdiği bir emirle hazırlık çalışmalarının hızlandırılarak 5-10 gün içinde sonuçlandırılmasını emretmişti. Cephelerden kayda değer haberlerin gelmemesi farklı yorumlara neden oluyordu. Savaşan tarafların siyaset ve diplomasiyi tercih edeceğini söyleyenler olduğu gibi her iki ordunun da mevzilerini tahkime devam ettiğini, savaşın kuvvetleneceğini ileri sürenler de vardı. Ne var ki Yunan ordusunun Sevr hattına bile çekilmeyip sırf göstermelik bir şekilde sadece üç alayını Trakya’ya göndermesi, İzmir için muhtariyet ilan etmesi ve sonunda da İstanbul’u işgal niyetlerini açıkça beyan etmeleri ile İngilizlerin buna izin verdiklerine dair haberler, Ankara Hükümeti ile ordusunun Büyük Taarruz’u hızlandırmasını zorunlu kılmıştı. Cephedeki her iki ordunun subay ve askerleri ileri düzeyde savaş tecrübesine sahiptiler. Özellikle Türk subayların uzun süren Birinci Dünya Savaşı’nda farklı cephelerde elde ettikleri deneyimler, onları gerek taktik ve gerekse cephe savaşlarında yeterli deneyim sahibi yapmıştı. Öte yandan, hem asker sayısı hem de silah ve mühimmat açısından eşitsizlik devam etmekteydi.



Ankara’da durum

Ankara’da basılan ve bir anlamda Ankara Hükümeti’nin gayri resmî yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 25 Ağustos 1922 tarihli başyazısı, “İngiliz güllesi ile gelen Yunanlılar”ı artık birtakım görüşmelerin, hile ve tehditlerin bile kurtaramayacağını söylüyor ve adeta bir gün sonra başlayacak Büyük Taarruz’un ipuçlarını vererek bitiriyordu: “[Venedik’teki] Konferansa gideceğiz, hakkımızı talep edeceğiz fakat karşımıza dikilen Lloyd George’un samimiyetine, ciddiyetine, hayırhahlığına inanarak değil, Mehmetçiğin süngüsüne dayanarak.” İstanbul’da basılan Akşam gazetesi ise aynı tarihli nüshasında esir alınan Yunan askerlerinin fotoğrafını yayımlıyor ve terhisin ertelendiğini yazıyordu. İkdam gazetesinin birinci sayfasından verdiği bir haber ile devamındaki soru, Türk ordusunun uzun süredir hazırlığını yaptığı Büyük Taarruz’a sekte vurabilirdi! “Menderes Havalisindeki İlerleme Hareketi, Bu Hareket Ordumuzun Taarruza Geçeceğine İşaret Addolunabilir mi?” Aslında sözü edilen ilerleme hareketi, Denizli mıntıkasındaki birliğimizin küçük bir manevrasından ibaretti. Ne var ki haberin gazetede böyle yer alması planları bozabilirdi. 25 Ağustos 1922 tarihli resmî tebliğde ise her şey bir nevi önemsizleştiriliyordu. Menderes Vadisi’ndeki küçük taarruzdan bahsedilmeden sadece Eskişehir mıntıkasında hattımıza yaklaşmaya çalışan bir düşman müfrezesinin uzaklaştırıldığı, diğer cephelerde de ateş ve keşif çalışmaları yapıldığı bildiriliyordu. Bu küçük çatışmalar, bir gün sonra topyekûn bir taarruza dönüşecekti.


Yunan ordusunun güçlü tahkimatı

Kılıçarslan Tepesi’ni kurtarmakla görevlendirilen 14. Tümen, kısa sürede bu mevkii ele geçirerek düşmanı Manastırpınarı- Kavaloğlu hattına geriletmişti. 4. Kolordu ise öğleden sonra Kurtkaya mevkiine taarruza başlamıştı. Ancak buradaki Yunan mevzileri çok sağlam tahkim edilmiş, birden fazla tel örgüyle çevrilmişti. Bu yüzden yapılan taarruzlardan sonuç alınamayınca kesin sonucu verecek harekât sabaha bırakıldı. Yunan ordusunun kuvvetli tahkimatının bulunduğu diğer bir mevzi de Erkmentepe idi. Burada iki ordu arasında gün boyu süren savaş, hava karardıktan sonra da devam etmiş ancak bir sonuç alınamamıştı. İkinci Ordu Komutanı, birliklerini Şaphane Dağı’ndaki gözetleme yerinden yönetiyordu. Bu orduya bağlı 3. Kolordu’nun “Porsuk Müfrezesi” saat 05.30’da bütün cephede büyük bir saldırı başlatırken 16. Alay’ın bir taburu Çakmaktepe’yi ele geçirmişti. 6. Kolordu’ya bağlı birlikler de Yanıktepe- Uzungüney sırtlarındaki etkili Yunan ateşine rağmen ilerlemeye çalışıyordu. Savaşan birliklerin önemli bir ayağını teşkil eden süvari sınıfı da kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getiriyorlardı. 5. Süvari Kolordusu’na bağlı birlikler, ordunun yan ve gerilerini koruma, keşif ve demiryolu tahribiyle görevlendirilmişlerdi.



 26 Ağustos 1922: Büyük Taarruz başlıyor

Tan yeri henüz ağarmamışken, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa taarruzu daha iyi gözlemlemek amacıyla Kocatepe’ye gelmişlerdi. Saat 05.00’te bütün cephelerde atılan top ateşiyle Büyük Taarruz başladı. Yaklaşık yarım saat süren top ateşinin ardından gerçekleşen tahrip ve imha ateşleriyle, birlik piyade güçleri ilerlemeye başladı. Yunan topçusunun gecikerek başlayan ateşinin ise hiçbir etkisinin olmadığı kısa sürede gelen raporlardan anlaşıldı.


İlk dakikalar, raporlar

Saatler 06.30’u gösterdiğinde Kalecik Sivrisi ile Poyrazkaya Tepesi alınmıştı. Hâlbuki bu iki nokta, sarp ve kayalık olmasından dolayı Yunan ordusu tarafından ele geçirilmesine ihtimal verilmeyen mevzilerdendi. Yunan ordusunun çektiği tel örgüler harekâtı yavaşlatsa da durduramıyordu. Askerler bu tel örgüleri makaslar, hatta bilek kuvvetiyle kazıklarından çıkararak kaldırıyorlardı. Bu arada 8, 11 ve 12. tümenler de ileri harekâta başlamışlardı. Belentepe mevkiini ele geçirmekle görevlendirilen 23. Tümen, saat 09.00’da bölgeyi ele geçirmişti. Bu mevzi, Yunan topçusunun sürekli ve kuvvetli atışlarına maruz kalıyordu. Diğer taraftan tutuşan otların alev ve dumanları askerlerimizin görüş mesafesini azalttığı gibi savaş kabiliyetini de etkiliyordu. Buna rağmen birlikler kazanılmış olan mevkii savunmakta kararlıydı.


Sağ kalanlar kaçıyor!

23. Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda “düşmandan sağ kalanlar kaçmakta, birliklerimiz nara atarak ilerlemektedirler” denilmekteydi. Tınaztepe’ye topçu ateşiyle yardımda bulunan 23. Tümen aynı günün gecesinde düşmanın bir taarruz girişimini de püskürtmüştü. 1. Ordu’nun bir diğer tümeni olan 15. Tümen ise Tınaztepe’yi ele geçirmekle görevliydi. İlk gün savaşlarının belki de en zorlusu bu cephede geçmişti. Tel engelleri bir an önce aşmak için 38. Alay’ın 2. Tabur Kumandanı Binbaşı Halil Bey, askerleriyle birlikte tellere ulaşarak makas ve tüfek dipçikleriyle telleri ve kazıkları ortadan kaldırmıştı. Yunanlıların çekilirken bıraktıkları iki top ise daha önce topçu iken piyadeye geçmiş bir er tarafından yine Yunanlılara karşı kullanıldı. Ne var ki bu asker kısa süre sonra şehit oldu. Tınaztepe cephesinde onlarca askerle birlikte şehit olan Yarbay İlyas Bey, Yüzbaşı Ali Bey ve Teğmen İlyas Bey’i de anmak gerekir. Tınaztepe’de gün boyu devam eden savaş, gece keşif kollarının sıcak temasıyla sabaha kadar sürmüştü.


Ankara’da, Atina’da

Ankara mahreçli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, sabaha karşı baskıya verilmek üzereyken gelen resmî tebliğle birinci sayfasını değiştirmek zorunda kalmıştı: “Dün sabahtan itibaren bütün cephelerde kahraman ordumuz cani düşmanla çarpışmaya başladı.” Aynı gün icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey halka ve memurlara bir beyanname yayımlayarak orduya maddî ve manevî yardıma devam etmelerini rica etmişti. Gazete okuyucuları ise sükûnetle sonucu ve resmî tebliğleri beklemeye davet ediliyordu. Türk ordusunun büyük taarruza geçtiği haberi Atina’ya ulaştığında doğrusu pek ciddiye alınmadı. Oradaki ‘uzmanlar’a göre bu askerî harekâtın hiçbir önemi yoktu ve yüksek olasılıkla Türkler, Venedik Konferansı öncesi kendi lehlerine bir izlenim yaratmak istiyorlardı.


Zaferin ilk işareti: Afyon kurtarılıyor(2)

27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay, Afyon’a girerek şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşı döküyordu.



Büyük Taarruz’un ikinci günü, sabah erken saatlerden itibaren bütün cephelerde şiddetli savaş yeniden başlamıştı. Keşif uçaklarımızdan alınan raporlarda düşman ordugâh ve ikmal yollarında hiçbir değişiklik olmadığı belirtiliyordu. Cephe gerisindeki sakinlik ile mevzilerdeki savaşın kıyaslanması mümkün değildi.

Kurtkaya Tepesi’ne hücum eden birliklerimizden biri de 36. Alay’ın 6. Bölüğü idi. Bölük Kumandanı Üsteğmen Agâh Bey bölüğünün önünde savaşırken ağır yaralanmıştı. Buna rağmen tel örgüleri aşarak düşman siperlerine girmeyi başarmıştı. Saniyelerle ölçülebilecek bir zamanda bomba ile birkaç düşman erini etkisiz hale getirip askerlerinin önünü açtıktan sonra Kurtkaya’nın en yüksek noktasına çıkmış, ne var ki burada alnından vurularak şehit olmuştu.


Yunan Ordusu çekiliyor

Kurtkaya ve Erkmen tepeleri sabahki savaşların en çetin geçtiği mevzilerdi. Buradaki savaşlarda 15 subay ve 150 er şehit verilmişti. Bölgedeki Yunan Ordusu ise düzensiz, dağınık bir şekilde çekiliyor, hesaplanamayacak sayıda kayıp veriyordu. Ulukaya mevzilerindeki 5. Tümen’in karşısındaki düşman birlikleri çoktan çekilmişti.


27 Ağustos 1922 öğleden sonra...

Gelen raporlardan tüm cephelerde genel durumun Yunan Ordusu’nun dağınık ve düzensiz bir şekilde kaçtığı, Türk Ordusu’nun ise onları takip ederek sürdükleri şeklinde idi. Düşmanın kullanmaya hazırlandığı tren istasyonları top ateşiyle dövülüyor, Yunan birlikleri birçok silah, teçhizat ve mühimmat bırakarak çekiliyordu. Eymir Vadisi’ne gönderilen keşif kolu, sekiz kilometre ilerlediği halde düşmana rastlamamıştı. 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamadan Ballıkaya-Yılanlıkaya hattını ele geçirmiş, 27. Süvari Alayı düşman birliklerini görmeden Menderes’i geçmişti. Yunan Ordusu cephelerin tamamından çekiliyordu...


Ve Afyon!

Artık ileri kuvvetlerimiz Afyon’u, buradaki yanan hükümet konağını ve binaları görebiliyorlardı. Birliklerimiz Hacılar ve İkiztepe bölgesinden iki kolla Afyon’a hareket etti. 27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay Afyon’a girerek hemen şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk Ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşları döküyordu.


Albay Reşat!

57. Tümen’in Çiğiltepe bölgesindeki kararlı ve isabetli hücumları bir türlü etkili sonucu vermiyordu. Arazi sarp ve engelliydi, düşman mevzileri ise kuvvetli tahkim edilmişti. Bu geçici durum subay ve askerlerin moralini bozmuştu. Kolordu komutanı yarım saat arayla verdiği iki emirle Sinanpaşa Ovası’na hâkim olunmasını ve öğleye kadar Çiğiltepe’nin zapt edilmesini emrediyordu. Hâlbuki cephane azlığından topçu ateşi etkisiz kalıyor, buna karşılık düşmanın yoğun ateşi karşısında siperden çıkan her askerimiz şehit düşüyordu. Tüm cepheden bağımsız olarak sadece bu mevkide düşmanın kuvvetli saldırıları söz konusu idi. Hatta Yunan birliklerinin yaptığı bir karşı-taarruz hemen püskürtülmüştü. Gerek kendisinin ve gerekse askerlerinin gösterdiği insanüstü çabalardan beklenen sonucun alınamaması, Tümen Komutanı Albay Reşat Bey’i derin bir üzüntüye boğmuştu. Zaferi yaşamak, yaşatmak ve komutanlarına muştusunu vermek en büyük arzusuydu. Buna rağmen beklenen başarı gelmeyince derin üzüntü sonucu tabancasıyla intihar etti!



Hacı Anesti’nin perişan askerleri

23. Tümen, düşmanla gün boyu süren sıcak temas ve ilerleme sonucunda öğleden sonra saat 14.00’te Sinirlitepe civarına ulaşmıştı. Buradaki hâkim tepelerden Sincanlı Ovası’nda panik içerisinde, dağınık olarak çekilen Yunan askerleri görülmekteydi. Saat 14.15’te Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda şu cümleler yer almakta idi: “Saat 14.00’te Sinirköy’deyim. Gazi Başkomutanımızı cephede göremediğinden bahseden mağrur Hacı Anesti’nin Sincanlı Ovası’nı dolduran perişan birliklerinin kaçışını seyrediyorum. Hangarlar alevler içinde. Bir uçak, Yunan Ordusu’nun kırık durumunun sembolü gibi, kanatları kopuk yatıyor.”


Gazeteler, resmî tebliğler

28 Ağustos 1922 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi “son dakika” başlığı altında Afyon’un kurtuluşunu “Kahraman ordumuz düşmanın mukabil taarruzlarını süngü hücumlarıyla tardederek Afyonkarahisar’ı zapt ile pek çok esir ve ganimet elde etti” şeklinde duyuruyordu. Yunan resmî tebliğinde ise “düşmanın [Türk ordusunun] pek dehşetli hücumları neticesi olarak Afyon’un tahliyesi emredilmiştir. Gayet ağır düşman hücumlarıyla takip edilmekte olan kuvvetlerimiz batıya doğru çekilmektedir” deniliyordu. Ankara gazeteleri Yunan Ordusu tarafından çok kuvvetli olarak tahkim edilen Afyon’un bir saat gibi kısa bir sürede düştüğü haberini büyük puntolarla okuyucularına bildirirken, Yunan resmî tebliğinde Afyon’un düşmesi tek cümlede geçiştiriliyordu: “Düşmanın [Türk ordusunun] şiddetli taarruzu üzerine Afyon’un tahliyesini emrettik. Birliklerimiz batıya doğru çekilmektedir.”



Ankara’da Samsun uçakları

Cephede savaş ve takip harekâtı devam ederken Ankaralıları heyecanlandıran önemli bir olay da Samsun’dan kalkarak Ankara’ya gelen iki uçağın, şehrin semalarında süzülerek Samsun Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin bildirilerini atmasıydı. Bildirilerde İzmir’in kurtuluşunun yakın olduğu ve halkın, orduya ve millî mücadeleye desteğine devam etmesi isteniyordu. Şehrin meydanlarında, cadde ve sokaklarında herkes coşku ve heyecan içindeydi... Aynı gün Başkumandan Mustafa Kemal Paşa bir telgrafla Meclis’i tebrik etmiş, Meclis de ittifakla orduya selam göndermişti. İlerleyen saatlerde Meclis’in tebrik için gelen misafirleri, Sovyet, Azerbaycan, Afgan ve İran elçileri olacaktı.



Ufukta görünen zafer(3)

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından çok büyük önemi vardı. Zaferle sonuçlanacak sona adım adım yaklaşılıyordu.


28 Ağustos günü öğleye doğru Başkumandanlık karargâhı Afyon’a geldiğinde şehrin görünümü içler acısıydı: Şehrin önündeki savaş iki gün kesintisiz sürmüştü.

Muhacir Mahallesi ile istasyon ve okul gibi binalar tamamen ateşe verilmiş yanmakta iken, erzak, teçhizat vesaire olduğu gibi durmaktaydı.

Manzara, düşmanın panik ve telaşa düştüğünün resmi gibiydi. Kısa sürede yangınlar söndürüldü, erzak ve değerli malzeme emniyet altına alındı ve şehirde güvenlik tam manasıyla sağlandı.


Afyon’un önemi

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından da çok büyük önemi vardı. Bu sayede düşman kuvvetleri cephenin kuzeyinde sıkışmışlar, daha da önemlisi Uşak yolundan uzaklaşmışlardı.

En önemli ulaşım ve nakliye aracı olan demiryolu de ellerinden çıkmıştı. Yunan Ordusu’nun Dumlupınar mevkiine çekilmek ve bir anlamda İzmir yolunu kesmek çabası içinde olduğu anlaşılmıştı. Bunun üzerine 1. Ordu bütün kuvvetini Dumlupınar istikametine yöneltmişti.


Anadolu işgalcileri için çember daralıyordu...

Sabahın erken saatlerinde ileri karakolları dolaşan 23. Tümen Kumandanı, Köprülü Deresi’nde yürüyüş kolunda duran bir birlik gördü. Ne var ki söz konusu birliğin dost ya da düşman kuvvetlerinden hangisi olduğu kestirilemiyordu. Gönderilen keşif koluna ateş edildiğinde ise durum anlaşılmıştı. Kısa sürede verilen karşılığın ardından müthiş bir savaş başladı. 31. Alay’ın 3. Tabur’una bağlı bölük kumandanı Yüzbaşı Neşet’in birliği sayılarının azlığına bakmaksızın düşmanın üzerine hızlı bir şekilde inmişti. Yunanlılar dağınık bir halde kuzey taraftaki Resulbaba mevkiine doğru kaçıyordu. Kısa sürede anlaşıldı ki bu birlik 4. Yunan Tümeni idi!


Takip devam ediyor!

Daralan çemberle birlikte cephedeki birliklerin önemli bir bölümü artık takip ve kovalama ile görevliydi. Öyle ki 1. Ordu Karargâhı sabah erken saatlerde Afyon’a, öğleden sonra ise Balmahmut’a intikal ettirilmişti. Ordu orada da çok durmadan Dumlupınar istikametine yönlendirilmişti. Yollar terk edilmiş motorlu araçlar, toplar ve ordunun işine yaracak eşyalardan geçilmiyordu. Birliklerin bir kısmı Afyon içinden geçerek askerî öneme sahip Hamam mevkiine konuşlanırken 11. Tümen gibi bazı birlikler de takip ettikleri düşmanla sıcak temas sağlayıp taarruza devam ediyorlardı. Cephenin genişlemesi, düşmanın düzensiz ve panik içinde çekilişi ile bazı teknik sorunlardan dolayı haberleşmenin kesintiye uğraması yüzünden sık sık emirler güncellenmekteydi.


Son durum

Mustafa Kemal (Atatürk), Fevzi (Çakmak) ve İsmet (İnönü) paşaların ortak görüşü 28 Ağustos 1922 tarihinde yapılan savaşlarda Yunan Ordusu’nun yedi-sekiz tümeninin mağlup edildiği, işgalci ordunun bu haliyle kritik öneme sahip Resulbaba bölgesini bile savunamayacakları yönünde idi. Birliklerden henüz akşam raporu gelmediği halde ordumuzun çekilmekte olan düşmanı sert ve kararlı bir şekilde takip ederek herhangi bir mevkide tutunmasına meydan vermedikleri anlaşılıyordu. Sona yaklaşılıyordu...


İstanbul habersiz

Ankara’dan, resmî tebliğler de dahil olmak üzere, hiçbir haber alamayan İstanbul basını, okuyucularına söylenti ve tahminlerin ötesinde yeni bir haber veremiyordu. Örneğin ordumuzun çoktan taarruza geçtiği, Yunan Ordusu’nun bozulup çekilmeye başladığı, hatta Afyon’un kurtarıldığı saatlerde Tevhid-i Efkâr gazetesi “Milli Ordu”nun taarruza geçtiği haberini yeni yeni veriyordu.


Kocaeli Grubu, Porsuk ve İnhisa r müfrezeleri

Çete savaşının önemli birimlerinden olan grup ve müfrezeler de kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getirmekteydiler. Bunlardan Kocaeli Grubu, bulunduğu mevzide gün boyu ateş ile hem düşmanı meşgul etmiş hem de çıkardığı keşif kollarıyla bilgi toplamıştı. Aynı şekilde Porsuk Müfrezesi de düşmanla sıcak teması korurken bulunduğu bölgedeki düzenli birliklere de destek oluyordu. Müfreze aynı gün 41. Tümen’in emrine girmişti. Yetmiş gönüllüden oluşan İnhisar Müfrezesi Sakarya Nehri’ni güneye doğru birkaç yerden geçerek buradaki köylerle temas kurmuş ve cephedeki son durumu bildirmişti.


Zaferin yolunu Dumlupınar açtı(4)

Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. 29 Ağustos 1922 günü savaşta çok ağır kayıplar veren Yunanlılar yenik düştü. Dumlupınar, yani zafer kazanılmıştı.



Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. Zira düşman birlikleri Dumlupınar’a doğru çekiliyorlardı. Bu yüzden 1. Ordu tüm gücüyle Dumlupınar’a taarruza başlamıştı. Yunan 12. Tümeni ise Dumlupınar yolunu açık tutabilmek için orada bulunan 5. Kafkas Tümeni'nde saldırıyor, diğer birlikleri de Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutabilmek için yolun güneyinde kalan sırtları savunmaya çalışıyorlardı. Ancak Yunanlıların bu harekâtı da amacına ulaşamadı. Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutmak amacıyla iki ordu birlikleri arasındaki savaş, hava karardıktan sonra da devam edecekti.



Dumlupınar-Altıntaş yolu

Batıya doğru yürüme olanağı kalmayan Yunan 5. Tümeni çareyi savunma pozisyonuna geçmekte ararken Resulbaba çevresindeki keşif kolumuz da daha önce burada bulunan iki düşman tümeninden hiçbir eser kalmadığını rapor ediyordu. Mudamtepe’ye doğru yürüyen 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamamıştı. Dumlupınar yolunun elde tutulması hayati öneme sahip olduğundan 4. Kolordu Kumandanlığı’ndan akşamüzeri gelen bir emirde gece dahi olsa taarruza devam edilerek yolun elde tutulması emrediliyordu. 1. Kolordu Kumandanlığı 23. Tümen’e de emir vererek hareketlerini hızlandırmalarını ve bir an önce şoseyi kesmelerini istemişti. Yolun kontrolü farklı kesimlerde el değiştiriyor, bu arada hâkimiyet için gece çatışmaları hızlanıyordu. Akşam 20.30’da 11 ve 12. tümen komutanları bir araya gelerek durum değerlendirmesi yaptılar. Aldıkları karara göre yapılacak bir gece baskınıyla yolun tamamı ele geçirilecekti.


4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay...

29 Ağustos 1922 günü yapılan savaşlarda 4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay’ın ayrı ayrı önemleri vardır. 4. Kolordu aynı günde Yunan Ordusu’nun 4., 5, 9, 12 ve 13. tümenleriyle savaşmıştı. Bu kolordunun etkin taarruzları sayesinde Yunanlılar başta Dumlupınar olmak üzere önemli mevzilerde tutunamamışlardı. Böylece Afyon bölgesindeki Yunan birlikleri İzmir’le haberleşme sağlayamamış, ilerleyen saatlerde de kuşatılarak Büyük Zafer’in yolu açılmıştı.

Yarbay Ömer Halis (Bıyıktay) Bey’in kumandasındaki 23. Tümen, Aslıhanlar mevkiindeki savaşta büyük başarılar elde etmiş ve Dumlupınar yolunu Yunanlılara tamamen kapatmışlardı.

General Trikopis anılarında 23. Tümen’e karşı savaşan birliklerinin çok ağır kayıplar verdiğini yazacaktı. 37. Alay’a ise yeni sancak verilmişti. Bu birlik, adeta yeni aldığı sancağın hakkını verircesine öğle üzeri giriştiği bomba savaşını bütün gece sürdürmüş ve birbiri ardı sıra çok kuvvetli tahkim edilmiş hatları düşürmüştü.



Halk heyecan içindeydi

Akşam gazetesinin 29 Ağustos tarihiyle Atina’dan alıp yayımladığı habere göre halk üzüntü ve heyecan içindeydi; hükümet aleyhine gösteriler oluyordu. Resmî tebliğlerdeki ifadeler, sözcük oyunlarıyla yenilgiyi hafifletmeye çalışsa da herkes olan bitenin farkındaydı. Ankara’daki hava ise bambaşkaydı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, harekâtın üç günlük seyrine bakarak durumun baştan aşağıya değiştiğini savunuyor ve şu tespiti yapıyordu: “Türk mücahitlerinin süngüleri önünde Lloyd George’un eli ile Anadolu’ya musallat olan Yunan sürüleri, bugün o yerleri terk edip gidiyorlar.”

Ordunun zafer haberleri taşrada da büyük sevinç ve coşku ile karşılanmıştı. Ankara gazetelerine her taraftan binlerce telgraf geliyordu. Bunlardan en ilginci ise Haymana’dan gelen telgraftı. Haymana’da Afyon’un kurtuluşuna dair gelen telgrafın ilk olarak okunması için müzayede yapılmış ve bu sayede gaziler için 20 bin 245 kuruş toplanmıştı!


Yeni Gün gazetesi ve Yunus Nadi Bey

Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi Bey, 26-29 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki harekâtı yorumlayan yazısında gelinen noktayı şu şekilde özetliyordu: “En büyük istinat noktası olan İzmir’le alaka ve irtibatı kesilen düşman kuvvetleri Bursa, Eskişehir ve Afyon arasındaki dağlık sahanın dar geçitlerinde perişan ve dağılmış bir hale getirilirse, millî meselemizin şimdiki halde belli başlı müşkülü bertaraf edilmiş ve denebilir ki davamız hemen de umumiyeti itibarıyla kazanılmış olacaktır.”


Parola ‘Eydemir’!

Süvari birliklerimizin bütün savaş boyunca yaptıkları ani taarruzlar, keşif hareketleri, düşman hattı arkasına yıldırım harekâtları, Yunan ordusunun adeta korkulu rüyası olmuştu. Nitekim Yunan Generali Mazarakis, özellikle Türk süvarilerinin Yunan gerilerine yaptıkları ani saldırılar sebebiyle birliklerinin yıldığını, morallerinin sarsıldığını ve kargaşalıklar yaşandığını belirtmiştir. 29 Ağustos günü saat 19.30’da 14. Süvari Tümen Kumandanı birliğine “tümenimiz şaşkın düşman saflarına saldıracak ve toplarını alacaktır. Taarruzdan sonra toplanma yeri Eydemir Köyü’dür. Parola ‘Eydemir’dir. İşini bitiren oraya gelecektir” emrini vermişti.


Kurtuluşa doğru(5)

Bugün Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı’nı taçlandıran Büyük Taarruz’un 95. yıldönümü. 95 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Savaşı’nda işgal ordularına son ve kesin darbe vuruldu. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz’u zafere ulaştıran bu savaşın hemen ardından Başkomutan Mustafa Kemal, tarihi emri verdi: Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!.



Havanın yağmurlu ve ortalığın sisle kaplı olduğu o gün, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa harekâtı idare etmek üzere önce 1. Ordu Karargâhı’na gitti. Yunan kuvvetlerinin özellikle Çal doğrultusunda son derece düzensiz ve tam bir panik içinde çekilmekte olduğu görülüyordu. Sabah 06.30’da 23. Tümen Kumandanı’nın 1. Kolordu Kumandanı’na yazdığı raporda düşman askerlerinin yapılan seri taarruz sonucunda ovaya dağıldıkları belirtilerek “atlı subayların kaçması ve otomobillerin karmakarışık olması, velhasıl bozgun manzarasının sizin temaşa buyurmamanızdan müteessirim” denilmekteydi.



Yunan ordusunun toparlanma çabası

General Trikopis’in son umudu, dağınık halde çekilen birliklerinin toparlanmasında idi. Bu amaçla 30 Ağustos gece yarısı 01.00’de Çalköy’e geldi. Buradaki birliklerinin bozgundan arta kalan askerlerden ibaret kaldığını gördü. Bu durumda Dumlupınar’a gidemeyeceğini anlayan Trikopis, Çalköy hattını bir müddet tutarak Banaz’a çekilme kararı aldı. Banaz’da General Franko’nun birlikleriyle buluşabileceğini umuyordu. Eldeki mevziler akşama kadar tutulabilirse gece çekilmeye başlanabilirdi. Nitekim Yunan birliklerinin akşama doğru bütün ağırlıklarını ortada tutan dört taraf savunma düzenini almışlardı. Ancak akşam olduğunda Türk taarruzu daha da şiddetlenmeye başlamıştı.


Panik ve endişe!

Akşam saat 18.30’dan sonra Yunan topçusu tamamen susturulmuştu. Havanın kararmasıyla panik salgına dönüşmüştü. Topçular, koşumları kesip hayvanlara binerek kaçıyorlardı. Yunanlılar bütün ağırlıkları, motorlu araçları ve topları bırakarak kaçıyorlardı. Nitekim Büyük Taarruzu ta başından beri takip eden Aydın Mebusu Esat Bey, Hâkimiyet-i Milliye gazetesine çektiği telgrafta Yunan ordusunun çekilirken 200 otomobili terk ettiklerini, çeşitli cinslerde sayısız top ile elli bin sandıktan fazla cephane bıraktıklarını yazmıştı. Esat Bey telgrafını, on gün sonraki mutlu haberi şimdiden vererek bitirir: “Aydın ve İzmir’e doğru gidiyorum. Sizi oralardan selamlayacağım.”


31 Ağustos 1922

Sevinç gösterileri

Büyük savaşın ertesi günü öğleyin Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa harabe haline gelmiş Çalköy’e gelmişlerdi. “Burada, yıkık ve henüz dumanları tüten bir evin avlusunda bulunan ve masa gibi kullandıkları kırık bir kağnı arabasının etrafında durumu gözden geçirdiler.” Yunan ordusunun esas kuvvetleri imha edilmişti.

Büyük Taarruz sürecinde ordunun elde etmiş olduğu başarılar bütün Anadolu’yu sevince boğmuştu. Taşranın her yerinden halk, Meclis’e, Müdafaa-yı Hukuk Grubu’na, Dahiliye Vekâleti’ne, valiliklere kısacası bütün resmî makamlara tebrik telgrafları çekiyordu. Başta Adana olmak üzere birçok şehirde sevinç gösterileri sokaklara taşmıştı. Türk ulusunun ordusuyla birlikte kazandığı zaferin bir özelliği daha vardı ki onu da Adana’daki Rus Konsolosu tek cümle ile söylemişti: “Bu zafer, mazlum Şark’ın zaferidir!”




Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa konuşuyor!

"Son sözü tekrar Büyük Komutan’a, 1924 yılında anlattıklarına bırakalım: “Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi sona erdirecek bir büyüklük ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa doğrultusunda çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber ordunun büyük kısmıyla durmaksızın İzmir’e yürüyecektik.”

Cephe daralmış askerler karışmıştı

Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa öğleden sonra 11. Tümen’in gözetleme mevkii olan Zafertepe’ye geçmişti. Paşa, iki yıl sonra o günü anlatırken şöyle konuşacaktı: “Düşman başkumandanının şu karşıki tepede çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı.” Saat 17.00’de Adatepe’de başlayan savaş sonunda düşman kuvvetleri ağır kayıplar vererek geri mevzilere çekilmek zorunda kalmışlardı. Cephe daralmış, neredeyse askerler birbirine karışmıştı. Tam bir süngü savaşı verilen Adatepe ve civarı düşmandan temizlenmişti.


O gece...

30 Ağustos’u 31’ine bağlayan gece, Dumlupınar’ın boş ve harap evlerinin birinde, sırtına üşümemek için çadır bezi örtmüş yatan Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf getirilir. Telgrafı okutturan Paşa, metinde geçen komuta kademelerinin harita üzerine işaretlenerek hemen kendisine getirilmesini emreder. Birkaç dakika sonra gelen haritayı inceledikten sonra kurmay subaya dönerek “düşman çevrilmiştir” der! Hemen arabasına binerek Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın karargâhına gider ve son durum bir kez daha tartışılır. Durumu kavrayan Nurettin Paşa “Düşman kuşatmadadır” deyince Başkumandan emrini verir: “O halde görevinizi yapınız. Bulunduğum yer Başkumandanlık karargâhıdır.”



ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET

29 Ağustos 2017 Salı

Vergide adalet - OĞUZ OYAN

Öncelikle, Çanakkale’de Adalet Kurultayı ile gündeme getirilen adalet arayışının artık güçler birliğinin egemen olduğu, yargının bütün kademelerinin bağımlı ve taraflı nitelik kazandığı, vergi mahkemelerinin de bunun istisnasını oluşturmadığı, yürütme üzerinde yasama denetiminin nominalleştiği, dolayısıyla kamu gelirleri ve harcamaları üzerinde Meclis adına denetim yapılamadığı bir dönemde gerçekleştirildiğinin farkında olmak gerekiyor. Dolayısıyla burada yapılması gereken ilk şey AKP rejimini ve onun koşullarına uyum sağlamayı reddetmektir.


İkincisi, bu rejim altında, AKP öncesi dönemin görece işleyen güçler ayrılığı koşullarına dönmenin artık mümkün olmadığı tespitinin yapılması şarttır; çünkü eğer bu tespit yapılamazsa, nafile mücadele biçimlerinde ısrar etmek gibi büyük yanlışlar içine düşülecek ve olması gereken mücadelede momentum kaybedilecektir.

Üçüncüsü, mademki sonuçlarla uğraşarak zaman yitirmekten kaçınmak gerekiyor, o zaman sorunların kökenine inmek, AKP ve rejimini teşhir ederek yeni bir Cumhuriyet mücadelesi vermek gerekiyor. Kuşkusuz bu bizi adalet arayışından ve diğer alanlardaki siyasi/toplumsal/ekonomik taleplerden uzaklaştırmayacaktır; ama ona yeni bir içerik kazandıracaktır. Yeni bir toplum projesinin geniş halk kitlelerinin talebi haline getirilmesini sağlayacaktır. Toplumcu ve kamucu olması kaçınılmaz olan bu yeni toplum projesi, kuşkusuz adalet sisteminin de sil baştan yeniden düzenlenmesini içerecektir. Buradaki konumuz olan vergide adalet veya daha geniş anlamıyla kamu gelirleri yükünün dağıtımında adalet kavramının da yepyeni bir içerikle yeniden tanzimini de kapsayacaktır.

                                                                            ***

Devletin gelir ve harcama politikaları, sosyal sınıflar arasında üretim sürecinde belirlenmiş olan temel bölüşüm ilişkilerini, ikincil bir aşamada yeniden dağıtıma tâbi tutar. Vergi yükünün paylaştırılma biçimi ile kamu hizmetlerinin topluma dağıtılış biçimi arasındaki ilişkiye göre, devlet birincil gelir dağılımını aynen koruyabileceği gibi, bu dağılımı düzeltici veya kötüleştirici etkiler de yapabilir. Burada nihai etkinin kamu harcamaları düzeyinde ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü adil yük dağıtan bir vergi sisteminin gelir dağılımını koruyucu veya düzeltici olası etkileri, pekâlâ çok eşitsiz bir kamu hizmeti dağıtım sistemiyle –veya hizmet üretmeyen türden borç faizi ödeneklerinin kabarmasıyla-  olumsuza çevrilebilir. Kuşkusuz en kötü seçenek, hem gelir hem de harcama sistemlerinin eşitsiz külfet/nimet dağıtıyor olması durumudur.

Devlet sınıflarüstü tarafsız bir hakem olmadığı sürece -ki değildir- devletin iktisat ve maliye politikalarının ekonomiye müdahalesi de egemen sınıflar lehine yanlı etkiler taşıyacaktır. Kuşkusuz toplumdaki geniş emekçi kesimlerin örgütlenme ve etkili baskı grupları oluşturma düzeyine yani toplumsal güçler dengesine ve yürürlükteki birikim rejiminin gereklerine göre, bu müdahale dönemsel olarak farklı biçimler de alabilecektir.

Kamu gelirleri politikasının ana öğesi vergilerdir. Vergi ve benzeri zorunlu yükümlülükler, kamu harcamalarının finansmanına kamu zoruyla katkıda bulunmanın araçlarıdır. Ancak kamu gelirlerinin kalıcı olamayan bir öğesi olan kamu borçlanması yoluyla da gelirin yeniden dağıtım mekanizmaları etkilenebilmektedir. Burada transfer harcamaları (faiz transferleri) aracılığıyla ikincil gelir dağılımı üzerinde oluşturulan etkiler esas itibariyle bozucu niteliktedir. Kısa vadeli borçlanmalar söz konusu olduğunda aynı kuşağın sosyal katmanları arasında, uzun vadeli borçlanmalar bakımından ise kuşaklar arasında gelir transferleri ortaya çıkabilmektedir. Gelir dağılımını bozucu etkileri bakımından 1980’ler ortalarından itibaren oluşan Türkiye kamu maliyesi yapısı, yarattığı fon ve borç ekonomisiyle dünya çapında özgün bir ifrat örneği oluşturmuştur.

                                                                             ***

“Vergide adalet” denilince ilk anlaşılması gereken, vergi yükünün adil bölüşümüdür. Yani Anayasa’nın bir türlü uygulanmayan 73. maddesi gereğince, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır”. Vergiler yanında tüm diğer kamu gelirlerinin, sosyal güvenlik primlerinin, fon kesintilerinin ve sürekli/süreksiz diğer kamu gelirlerinin de hem dengeli yük dağıtımının sağlanması, hem de -eğer belirli giderlere tahsis amaçlı toplanmışlarsa- amaçları doğrultusunda harcanmalarının sağlanması şarttır. Kamu dengesi açık veriyorsa, bu açığın borçlanmayla finansmanının da ne birikmiş sosyal fonları (örneğin İşsizlik Sigortası Fonu’nu) aşındırmasına, ne de sermayeye okkalı faiz aktarmalarına yol açmaması gözetilmelidir.
İkincisi, vergi yükünün adil bölüşümünün nesnel zemini, vergi yapısının buna uygun nitelikte oluşmuş olmasına bağlıdır. Başka deyişle, onyıllar içinde oluşmuş vergi yapısında, mali gücü kavramaya daha elverişli olan dolaysız vergilerin ağırlıklı olması, daha uygun bir başlangıç zeminini oluşturacaktır. Aksi durumda, yani vergi yükünü tanım gereği gayri adil olarak dağıtan dolaylı vergilerin ağırlıklı olduğu bir yapıda, ilkönce bu yapısal bozukluğun giderilmesine el atmak gerekecektir ki kolay iş değildir; en azından uzun vadeli çabaları gerektirecektir.

Üçüncüsü, dolaysız vergilerin vergi yapısında hâkim olması veya hâkim duruma getirilmesi de işleri çözmek için yeterli değildir; zira dolaysız vergilerin kendiliğinden adil sayılması için bir neden yoktur. Örneğin tek oranlı bir gelir vergisi (GV) böyle bir olanağı hiç vermeyecektir. Artan oranlılığı göstermelik olan, yüksek gelirleri çeşitli istisnalardan yararlandıran bir GV için de aynı şey söylenebilir. Artan oranlılığı daha çok düşük gelir gruplarında geçerli kılıp, üst gelir gruplarını düz oranlı vergileyen bir GV de aynı sonuca varacaktır. Esasen şirketler kesimini vergilendiren bir dolaysız vergi olarak Kurumlar Vergisi’nin (KV) varlığı da, kendi başına bir adalet göstergesi hiç sayılmaz. Demek ki, esas olan ciddi bir artan oranlılık taşıyan bir GV’nin sistem içinde ağırlıklı olabilmesidir. Sistem içinde ağırlıklı olabilmesi (aynı zamanda artan oranlılığın anlamlı olabilmesi) için de bu tür bir GV’nin üniter yapıda uygulanması gerekir. Bunun anlamı, mükellefin herbir gelir türünü ayrı ayrı vergilemek yerine, tüm gelirlerinin toplanmasını sağlayıp bunun üzerine bir artan oranlı tarife uygulanmasını sağlamaktır.

Bu tür önermeler kuşkusuz kuramsal düzlemde yapılmaktadır. Sınıflı bir toplumda (kapitalist sistemde) bu önermeler egemen sınıfın siyaseti/yasamayı belirleme gücüne bağlı olarak aşındırılacaktır. Gene de, kapitalist toplumlar içinde GV ağırlıklı olan ve olmayan ülkelerin birbirlerinden tarihsel olarak farklı seyirler izledikleri de bir olgudur. Türkiye, Özal dönemine kadar dolaysız vergilerin yüzde 55’ler düzeyinde ağırlık taşıdığı bir ülkeyken, bu dönemden itibaren KDV’nin ve fon ekonomisinin sisteme girmesi ve ÖTV’nin önem kazanması, dolaysız vergi oranlarının düşürülmesi, vergi yerine borçlanmanın bir kamu finansman yöntemi olarak benimsenmesi gibi nedenlerle dolaylıların ağırlık kazanmaya başladığı bir ülkeye dönüşmüştür. 1990’lı yıllar bu ikame sürecinin pekiştiği bir dönemdir. AKP dönemi ise dolaylılarda ikinci önemli sıçramanın yaşandığı dönemdir.

AKP döneminin hemen öncesinde, 1998 yılında, GV’ne ağırlık kazandırmaya çalışan son hamle “Temizel Yasası” ile yapılmıştı. GV’de üniter yapıya geçiş düzenlenirken ödün olarak oranları aşağıya çeken bu naif hamle, ödünlerin peşin ama üniter yapının gecikmeli olarak yürürlüğe girmesi nedeniyle, sermayenin büyük iştahla desteklediği bir tasarı olmuştu. Nitekim oran indirimleri cebe atıldıktan sonra sermaye çevreleri Temizel’in Maliye Bakanlığı görevini sürdürmemesi için gereğini yapacaklar, AKP dönemine kadar ertelenen yürürlük maddesi ise, AKP ile birlikte tarihe karıştırılacaktır. AKP, temsil ettiği sermaye sınıflarını karşısına alacak hiçbir vergi düzenlemesinin arkasında olmayacaktır. Bugün tahakkuk eden vergileri bile tahsil edemeyen maliye krizinin arkasındaki neden de, sistemi sermaye lehine disipline etmekten bile aciz olan bu laçkalıktır.

                                                                             ***

Diğer bir durum saptaması da şudur: GV’nin ağırlığından öte, ödeyicilerinin kimler olduğu önem taşır.  Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ücretli kategoriler, GV ödeyen sınıfsal katmanlar arasında açık ara öndedir. Ama ciddi bir farkla: Türkiye’de milli gelirin dörtte birinden fazlasına ulaşamayan ücret gelirlerinin ödediği GV, bu verginin toplam hasılatının yüzde 55'inden fazlasıdır. Yani ücretliler, gelirlerine oranla iki katını aşan bir vergi baskısı altındadır. Meselenin özü hem ücret gelirlerinin düzeyi hem vergileme yönünden sınıfsaldır. Ana nedenler yanında böyle bir durumun ortaya çıkmasını kolaylaştıran ikincil nedenlerden biri de Türkiye’de GV tarifesinin düşük gelirleri yüksek oranda vergilendirmesidir. Kuşkusuz bu dahi açık sınıfsal tercihlerin ve politikaların sonucudur: Tarifenin ilk dilimleri yeterince geniş olmadığı için ve üstelik yıllık dilim artış oranları enflasyon oranlarının altında tutularak reel olarak da daraltıldığı için, orta ve üst düzey ücretliler yılın ilk çeyreğinden itibaren bir üst dilime ve orana geçmeye başlarlar. Böylece ellerine geçen ücret gitgide erir.

Bunu vergileme yönünden kısmen düzeltebilecek bir adım, GV tarifesi dilim aralıklarının genişletilmesi ve dilim sayısının arttırılmasıdır. Buna bağlı olarak tarifenin alt basamaklarında yumuşak, üst basamaklarında ise dik artan oranlılık sağlanmasıdır. Bir diğer çözüm, ücretlilere de gider indirimi yapabilecekleri beyannameli mükellef statüsünün tanınmasıdır. Ama asıl düzeltme gelirler politikası üzerinden olmak gerekir. Başlangıç noktasını da kamu işçilerinin ve memurların gerçek sendikalara dayalı bir toplu sözleşmeli düzende ekonomik ve sosyal haklarını hatırı sayılır ölçülerde ilerletmeleri oluşturacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Racon padişahınsa dağlar bizimdir - ORHAN GÖKDEMİR

Racon, dilimize kabadayılıktan bakiye bir kelime. Engin Bilginer’in “Babalar Senfonisi” adlı kitabına göre kelimenin kökeni İtalyanca. İtalyancası Raggione. Sebep, haklılık gibi anlamları var kelimenin. İstanbul’da dillerin ve kültürlerin yan yana yaşadığı zamanlarda kabadayılığın kültürüne ve dolayısıyla dilimize girip yerleşmiş. Kabadayıların aralarında çıkan kavgalar büyür ve içinden çıkılamaz hale gelirse birkaç kabadayı bir araya gelir, aralarında bir karar varırlarmış. Buna racon kesme adı verilmiş. Racona uymak şartmış haliyle. Eğer uyulmazsa bu İstanbul’un bütün kabadayılarını karşına almak anlamına gelirmiş ki, zamanın değerlerine göre böyle birinin hayatta kalma şansı neredeyse yokmuş.

Hukukun bittiği yerde baş gösteren bir tür kabadayı hukukundan söz ediyoruz yani. Mafya için de söylenmiyor mu, “Mafya devletin boşluğunda doğar” diye. Son yıllarda sistemin hukuksuzluğu o kadar ayyuka çıktı ki, yüzyıl öncesinin kabadayı hukuku geri döndü. Hukuk silinip gitti, yerine racon kesme geldi. Devlet idarecileri yok, gazeteci yok, polis yok. Racon kesen kabadayılar hüküm sürüyor ülkede.
                                                                              ***

Bursa’ da bir düğün töreni. Aracından inen takım elbiseli bir şahıs silahını çıkarıp kalabalığın ortasında ateşliyor. Hızını alamayıp ikinci şarjörü takmaya çalışırken çevredekiler tarafından uyarılıyor. Kendisine müdahale edilen takım elbiseli kişi “Ben polisim, teşkilatı buraya yığarım” diye tehdit ediyor çevredekileri. Sanki polis değil çete üyesi, teşkilat dediği de hukuku değil üyelerini gözeten büyük bir çete.
Polisi bu.
Hafta sonunda AKP Genelcumhurbaşkanı’nının “racon kesilmesi gerekiyorsa ben keserim” diye ayar verdiği “gazeteci” Cem Küçük de o sırada tehditlerini sürdürüyordu. Malum, Işık tarikatının gazetesinde sürdürüyor yazarlığını. O gazetedeki yazısında OdaTV internet haber sitesi sahibi ve Sözcü yazarı Soner Yalçın'ın FETÖ'den farksız olduğunu söyledi önce. Ardından olağan tehdit faslına geçti. Dediği şu: "2017-2018 sezonu hem Ekrem gibi yurt dışına kaçmış azılı Fetullahçı teröristler için hem de Soner Yalçın çetesi için final sezonu olacak. Şu ana kadar önceden yazdığım her şeyin çıktığı gibi bunun da çıkacağını göreceksiniz."
Yazarı bu.
Polisi ve yazarı bu olunca iktidarın “milis gücü” olduğu iddia edilenlerin hanesine iktidar muhaliflerini “oluk oluk kan akıtmakla” tehdit düşüyor. Bu sözün sahibi iktidara yakın mafya babası ülkücü Sedat Peker. Oğuz Bulut ise onun yakın adamı, hapishane ve oda arkadaşı. Sivas eski Ülkü Ocakları Başkanı aynı zamanda. Geçtiğimiz günlerde, o Oğuz Bulut, 15 yaşında olduğu belirtilen bir erkek çocukla basıldı. Baskın görüntüleri sosyal medyada yayınlandı. Görüntülerde bir erkek çocuğuyla basılan Oğuz Bulut’un çocuğun ailesi tarafından tartaklandığı görülüyor. Skandalın ardından Oğuz Bulut’un tüm sosyal medya hesapları kapatıldı, bütün fotoğrafları silindi. Sedat Peker apar topar açıklama yaptı adı geçenle bütün ilişkilerini bitirdiğine değin.
Ülkücüsü, milis kuvveti de bu.
                                                                              ***

Yani hukuksuzluk, adaletsizlik o kadar dal budak saldı, devlet o kadar kontrolden çıktı ki herkes kabadayı, herkes devlet, herkes racon kesiyor. Cem Küçük’ün işaret ettiği gözaltına alınıyor, polisin yanından geçen şiddet görüyor. Devlete kapılanmış mafya bozuntusu emniyet müdüründen daha yetkili. Onun yancısı, çoluk çocuğa dadanmış, ne yapsa cezalandırılmayacağını biliyor.
Haliyle bu hale daha fazla dayanamadı her şeyin ve her kurumun genel başkanı. Kendisi ve sözcülerinin sözlerinin dışındaki açıklamaların dikkate alınmaması gerektiğini söyledi ve "Kimsenin racon kesmesine ihtiyacım yoktur. Racon kesilecekse, bu raconu bizzat kendim keserim" diyerek raconu kesti.

Küçük kabadayılar için bundan böyle racona uymak şart. Zaten Ömer Turan gibi “akıllı” olanlar hemen yelkeni indirdi, “binlerce yazı yazdım hiç racon kesmedim” dedi. Nasıl keseceksin, büyük kabadayı kesti raconu. Kesmeye kalksan kesecek bir yerini. Cem Küçük gibi ayarsızlar ise yerinde duramıyor, alttan alta sopa göstermeyi sürdürüyor. Çünkü durursa eski cemaat ilişkilerinin açığa çıkmasından korkuyor.

Türkiye artık durmanın imkânsız olduğu bir ülke. Duran düşeceğini biliyor çünkü. Ama gelin görün ki hareket alanı da giderek daralıyor. Öyleyse ilerleyelim beyler, daha arkada kesilecek yeni raconlar var!

Orhan Gökdemir / SOL
*Boyun Eğme dergisinin 89. Sayısında yayınlanmıştır

Medya, adalet ve demokrasi… - L. DOĞAN TILIÇ

Bugün Adalet Kurultayı’nda medyada adalet ve demokrasiyi konuşuyoruz. Adaleti haktan ayrı düşünmek, sadece hukukla ve yasalarla sınırlı saymak doğru değil. Ancak herkes hakkı olanı aldığında adalet sağlanmış oluyor. Haber almak halkın hakkı, alabildiğini söylemekse mümkün değil.
Adaletin genel olarak sağlanmadığı, toplumsal adaletin olmadığı yerlerde, tek tek alanlarda adalet olmuyor.

Toplumsal adalet dediğimiz şeyin, ekonomik temelden başlayarak pek çok boyutu var. Ekonomik eşitsizliklerin, yok edilemiyorsa bile asgariye indirildiği; fırsat eşitliğinin mutlaka sağlandığı; her vatandaşın eğitimden sağlığa ve barınmaya kadar en temel haklarında insana yakışır bir standardı yakaladığı koşullarda toplumsal adaletten söz edebiliriz.
Medyanın, adalete ve demokrasiye katkı sunan bir kurum olabilmesi bu koşullardan bağımsız değil. Yine de, bu üç kavram arasındaki ilişki söz konusu olduğunda toplumsal adaletin politik boyutuna özel bir vurgu gerekir. Bu üç kavram arasında pozitif ve birbirini tam anlamıyla besleyen bir ilişki için toplumda azami bir temel özgürlükler sistemi olması gerekiyor.
Bu temel özgürlükler; ifade ve toplantı özgürlüğünü, vicdan ve düşünce özgürlüğünü, keyfi tutuklanma ve alıkonmadan yasalarca korunma hakkını kapsamalı.
Medya, adalet ve demokrasi ilişkisini bunların olmadığı ve bunlardan hızla uzaklaşılan bir Türkiye’de tartışıyoruz.

Geçerliliği medya pratikleri tarafından doğrulanmayan liberal-çoğulcu kuramlar, medya ve demokrasi ilişkisini şöyle kuruyorlar: Demokrasi ancak doğru bilgilendirilmiş ve eleştirel olabilen vatandaşların doğru tercihleriyle var olabilir, sürdürülebilir. Günümüz dünyasında vatandaşları doğru bilgilendirecek olan medyadır!
Medya bunun tam tersini yapmaya başladığı zaman; yani insanları doğru bilgilendirmek bir yana, yalan bombardımanına tabi tuttuğu zaman, ne adalete ne de demokrasiye katkısı olur.Amerika’nın kurucu babalarından ve bağımsızlık bildirgesinin yazarlarından Thomas Jefferson, daha 1800’lerde; “Hiçbir şey okumayan biri, hiçbir şey okumayıp sadece gazete okuyan birinden daha eğitimlidir” demişti. Günümüz medyasını görse kim bilir daha neler derdi!
1980’lerden bu yana, enformasyon üretimi ve kitap, sinema, müzik gibi kültürel üretimin diğer alanları bir avuç dev holdingin kontrolünde. O dev holdingler ahtapotun kolları gibi dünyayı sardılar ve bir yandan enerjiden madenciliğe, finanstan ticarete, otomotivden silah ve savaş sanayine kadar ekonominin her alanında at oynatırken aynı zamanda medyaya da sahipler. Enformasyonu üretip dağıtan da onlar.

Dünyanın medya alanında düşünüp yazanlarının ne zamandır sordukları soru şu: Eğer bilgiyi üretenler ve dağıtanlar ekonominin her alanında at oynatan kâr amaçlı dev holdinglerse onların sağladığı bilgiye nasıl güveniriz?
Medya sahipliğinin Türkiye’ye özgü olmayan bu küresel niteliği son birkaç yılda Türkiye’nin dönüşümü ile birlikte ve rejim değişikliğine paralel olarak, “bize özgü” bir nitelik de kazandı!
Türkiye’de, medya artık yalnızca holding çıkarlarının peşindeki bir yapı tarafından değil, bu niteliğine bir siyasal parti ve ideolojisi ile bütünleşmeyi de eklemiş bir sahiplik tarafından kontrol ediliyor.
Örnek çok; ama “bize özgü” durumu açıklamak açısından şu en iyisi: Yakın zamanda Star, Akşam ve Güneş gazeteleri ile 24 ve 360 televizyonlarını bünyesinde bulunduran grup satıldı. Eski sahibi, medyaya giriş nedenini Tayyip Erdoğan’ı ve başlattığı hareketi savunmak olarak açıklamış ve “Anam, babam, çocuklarım ona feda” demişti. Bunları feda eden medyasını feda etmez mi? Şimdi bu grubu alan da, Erdoğan’dan önce cezaevine girerek onu rahat ettirecek koşulları hazırlayan kişi!
Demokrasi ve adalet ancak hakikat üzerine inşa edilebilir, böyle bir sahiplik yapısı ise hakikat değil propaganda peşindedir.

Balzac romanlarından birinde, “Gazeteler insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkânlardır” demişti. Keşke! Artık bizde medya bir tek insanın düşüncesini satan dükkâna dönüştü!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Hangi Türkiye hangi Avrupa ile krizde? - EROL MANİSALI

Gündemde tartışılan Ankara-Brüksel krizi ne anlam taşıyor?
Önce bu taraftan, “hangi Türkiye” sorusuna yanıt bulmamız gerekir: 
İslamcı ve Arapçı otoriter bir düzen kurmak isteyen Türkiye mi? 
Yoksa laik, çağdaş, demokratik Avrupa değerleri ile, “ulusal çıkarlarını bağdaştıran” bir Türkiye mi?
 
Bugün Ankara’da “birincisi” hâkim. Ve iktidar, “ikinciyi” uygulamak yerine “birinciyi” tercih ediyor. Avrupa ve onun değerleri ile kavgayı seçmiş. Çünkü bu kavga onun, çağdaş demokratik değerler yerine İslami örgütlenmeyi egemen kılarak iktidarda tutunmasına ortam yaratıyor.
Brüksel ile kavga durumu, Türkiye’nin değil ama iktidarın işine geliyor. İçerde ve dışarıda kutuplaşma, otoriter rejimin sürmesini kolaylaştırıyor. Taktik kavgalar, stratejik hedefin yolunu açıyor. 
 
AB açısından da Ankara’dakine benzer bir durum söz konusu: Türkiye ile “kriz ortamı”, Avrupa kamuoyunda ve kurumlarında Türkiye’yi daha da “ötekileştiriyor”.
Ortadoğu’daki enerji paylaşımı ve denetimi kavgasında küresel güçlerin işine geliyor: BOP’un Kürdistan hesabından Türkiye’nin Lozan’dan Sevr’e taşınmasına kadar, “yararları daha fazla olan bir ortam” yaratıyor. 
 
Soğuk savaş döneminde, “iki süper gücün de kutuplaşmaktan yararlandığı gibi”.
1970’lerin başında ABD “Washington Uzlaşısı’nı” piyasaya sürmüştü. Kapitalizmin küreselleşmesi ile ABD kapitalist düzenin doğal lideri olacaktı. Ancak önerilen şeyler Çin’in işine yaradı. Çin ABD’yi geçme noktasına geldi. Ve ABD iç yapısı, Trump gibi radikal bir başkanı üretti.
 
Türkiye’deki farklı mı?
Bizde de benzer bir etkileşim oldu: iç yapıda “Batıcılar kendilerini Batılı olarak yutturdukları için, İslami otoriter yapılanmanın yolunu açtılar”.
Hangi ortamı hazırladılar: Yalçın Akdoğan’ın en güçlü olduğu 2005-2006 yıllarında, “200 yıldır ilk defa, Batı talepleri ile bizim taleplerimiz örtüştü” açıklamaları gibi. 
 
Ancak bizdeki “asimetrik” çalıştı, Batı’ya Ortadoğu’yu yeniden parçalama yolunu açarken bizi de hedef tahtası haline getirdi: Türkiye’yi Lozan’dan Sevr’e taşıma girişimlerini hızlandırdı.
İçerde İslamcı kesimin bir bölümünü Atatürk, Cumhuriyet ve Lozan düşmanı yaptılar ve devşirdiler.
Bugün Türkiye’de FETÖ ve PKK, bu konuda tam bir işbirliği içine girmişlerdir. Artık Yalçın Akdoğan’lar da eskisi gibi “örtüşmelerden” söz edemiyorlar, düşürüldükleri tuzağı 15 Temmuz’da anladılar. 
 
1990 sonrasında Türkiye’de kafaca “Batı’lılar”, “Batıcı’lar” ve “İslamcılar” daha net bir biçimde görüldüler. Sözde demokrat Batıcı’lar farkında bile olmadan “İslamcıların” yolunu açtılar. Aynen ikinci Cumhuriyetçi yeni liberaller gibi. Bir kısım FETÖ’cüler de “Batılı” rolüne soyundular. Toplum mühendisliği kuramı, kurşun askerlerini tıkır tıkır üretti. 
 
Ankara-Brüksel ilişkilerinde bütün bu gelişmeleri bire bir yaşadım: Özal, Çiller ve AKP dönemlerinde tüm ağır eleştirilerimi ve ikazlarımı yaptım. Bu bağlamda gerçek Batılı kafaya sahip olmayan “Batıcı’lar” İslamcıların da yolunu açtılar ve bugünkü “kriz” noktasına getirdiler.
Yalnız AKP’nin değil CHP ve yeni MHP’nin de bu konuları bir daha düşünmeleri gerekiyor: mesele artık, Lozan’a ve Cumhuriyet’e sahip çıkıp Sevr’e yeniden karşı koyma noktasına gelmiştir.
 
FETÖ-PKK ortaklığına “Batıcı’lar” büyük katkı sağlamışlardır. Bir kısmı, alet olduklarının farkında bile değildiler…

Erol Manisalı / CUMHURİYET